Televizyonun düğmesini kapat, hayatın düğmesini aç
Yan yana, iç içe, yüzyüze bulunduğumuz bir canavar.
Bu canavarı hepimiz tanıyoruz. Biliyoruz.
Ama…
Evimizin baş köşesine koyuyoruz.
Bu canavar bizi aynı çatı altında, hattâ aynı odada bulunduğunuz anne-babamızdan, çoluk-çocuğumuzdan koparıyor. En yakınlarımıza karşı ilgi ve alâka fakiri iken, onun için en değerli sermayemizi, zamanımızı sınırsız bir cömertlikle ona feda ediyoruz. Önüne hayatımızı seriyoruz.
Bu canavar bizi, arkadaşlarımızdan, dostlarımızda koparıyor. Dostlukların, komşulukların, arkadaşlıkların tesisi için biraraya gelsek de, farkına varmadan o canavara bütün bu güzellikleri hibe ediyoruz.
Bu canavar bizi, birer robota dönüştürüyor. Hayatımızı o şekillendiriyor. Yememizi- içmemizi, evimizi eşyalarımızı, alışverişimizi, gezilerimizi, dilimizi, beynimizi, kalbimizi daha pek çok yönümüzü o belirliyor.
Kısaca, onsuz yapamıyoruz. Onsuz yaşayamaz hale geldik. Onsuz bir hayatı hayal bile edemiyoruz.
Tek kelimeyle televizyon “HER ŞEYİMİZ!”
Fazla mı abarttık?
Kesinlikle hayır.
RTÜK tarafından yapılan kamuoyu araştırmalarına göre, ülkemizde günlük ortalama TV izleme süremiz 4 saat. Bu ortalamayı esas alırsak bir yılda tam 1460 saatimizi, toplam olarak 60 günümüzü televizyona ayırıyoruz.
Bugün ülkemizde televizyon olmayan ev neredeyse yok gibi. Sanki televizyonla bütünleşmiş bir yapımız var. Bu durumdaki bir insandan veya aileden televizyonunu kapatmasını istemek, bebekten sütü esirgemek gibi algılanıyor. Çünkü artık televizyonsuz eğlenemez, televizyonsuz gülemez, televizyonsuz yemeğini dahi yiyemez, kısacası televizyonsuz yaşayamaz hale geldik.
Televizyona bu derece bağımlılığın altında yatan sebeplerin başında tembellik var. Aslında tembellik televizyon seyretmenin hem sebebi, hem sonucu. Bir kere televizyonun başına geçince gerisi geliyor. Gönüllü olarak karşısına geçiyor, gözümüzü ona dikip, adetâ hipnotize oluyoruz.
Televizyonun boy hedeflerinden birisi kitap okumak. Televizyon seyretmekle kitap okumak arasında ters orantı bulunuyor. İbre televizyona kaydıkça, kitap hayatımızdan çıkıyor. Televizyon seyretmedikçe kitap okuma oranı hızla artıyor.
Televizyona karşı belki en savunmasız durumda olanlar, çocuklar. Hele bir de televizyonu bebeklik çağından itibaren bir tür çocuk bakıcısı olarak kullanan anne-babalar, en değerli varlıklarını kendi elleriyle canavara teslim ediyorlar. Çocukların hemen her türlü programı kontrolsüzce seyretmeleri, ruh dünyalarında tamir edilmez yaralar açıyor.
Televizyon seyretmeyen çocuklar, hayal güçlerini daha rahat geliştirebiliyorlar.. Çünkü televizyon bağımlısı çocuklar izledikleri filmlerden, çizgi filmlerden herşeyi hazır olarak alıyorlar ve zihinleri gün geçtikçe tembelleşiyor.
Diğer yandan haberlerden filmlere, dizilerden çizgi filmlere kadar neredeyse bütün programlarda şiddet unsuru gözlemlenebiliyor. Uzmanlara göre bu kadar sıklıkla şiddet sahnesini takip eden çocuklar için, şiddet âdetâ sıradanlaşıyor. Böyle çocuklar hem yetişme dönemlerinde, hem de ileriki yaşlarda büyük çaplı psikolojik bunalımlar yaşıyorlar. Diğer insanlarla uyum sağlamada zorlanıyorlar. Daha da kötüsü, toplum için sürekli bir tehdit unsuru haline gelebiliyorlar.
Televizyondan kurtulan insan tüketim hastalığından kurtulma yolunda da önemli bir adım atmış oluyor. Çünkü televizyon, kendisine bağımlı olan insanları birer tüketim canavarı haline getiriyor. Reklamlarla estirilen tüketim fırtınası, çeşitli filmler, diziler, eğlence ve magazin programlarıyla devam ediyor. Neticede ortaya televizyonda seyrettiklerini uygulamak için birbirleriyle yarışan insan tipleri çıkıyor.
Televizyon dilimizi de olumsuz yönde etkiliyor. Gerek yabancı ve gerekse yerli programlarda Türkçenin sıkça yanlış, kötü ve yabancı özentili kullanılması, argoya her fırsatta yer verilmesi, çocukları ileriki yaşlara kadar etkileyecek seviyede olumsuz yönde etkiliyor.
Televizyona niçin bağlanıyoruz?
Hayatta kalma savaşındaki dikkate değer çelişkilerden biri, organizmaların, kendi arzuladıkları şeyler tarafından kolayca zarar görebilmeleri. Tıpkı balıkların oltanın ucundaki yemle, farelerinse peynirle avlanmaları gibi. Ancak bu yaratıkların, aldanışları için en azından uygun bir mazeretleri var: Yem ve peynir, hayatta kalmalarını sağlayan besin maddeleri. İnsanlarınsa, çoğu bağımlılıkları için bu türden tesellileri yok denecek kadar az.
İnsanların hayatı düşkünlüklerine bağlı olarak altüst olabiliyor. Yaşamını sürdürmek için kimse alkol içmek, kumar oynamak zorunda değil. Bu yüzden, eğlence ya da oyalanma amaçlı yapılan bir şeyin ne zaman kontrolden çıktığını anlamak, yaşamın önemli dönüm noktalarından olsa gerek. Düşkünlüklerin ille de fiziksel maddelerle ilgili olması gerekmiyor. Televizyon, ünü ve her yerde bulunabilirliğiyle, dünyanın en popüler boşa zaman geçirme makinesi olarak karşımıza çıkıyor. Çoğu insan, televizyonla arasında sevmekle nefret etmek arası bir bağ olduğunu itiraf ediyor. Ondan şikayet edenler, şikayetleri bittikten belki de hemen sonra koltuklarına kurulup, uzaktan kumandalarına sarılıveriyorlar. Anne babalar, çocuklarının televizyon seyretmeleri konusunda endişelerini dile getiriyorlar. Ama aslında bu endişe, kendilerinin çok fazla televizyon seyretmesinden kaynaklanmıyor mu? Dost sohbetlerinde, aile toplantılarında, söyleyeceğimiz şeyler tükendiğinde... Çoğumuz onunla olabilmek için bir kitap okumadan, ailemizle, arkadaşlarımızla konuşmadan, bir yakınımızın sesini duymadan, çocuğumuzla bir oyun oynamadan, gönlümüzce bir gezintiye çıkmadan, çocuklarımız için kurabiye pişirmeden geçiriyoruz günlerimizi.
Endüstriyel dünyada bireyler günde ortalama üç saatlerini plansız olarak televizyon seyretmeye ayırıyorlar. Bu saatler, bir gün içinde çalışma ve uyuma dışında tek bir faaliyet için ayrılan en büyük zaman dilimini oluşturuyor. Düşünün, 75 yaşına geldiğinizde, her gün yalnızca üç saat televizyon seyrettiyseniz, yaklaşık 9 yılınızı televizyon karşısında geçirmiş oluyorsunuz. Rakam gerçekten çok çarpıcı. Bazı yorumculara göre bu bağlılık basitçe şu anlama geliyor: İnsanlar televizyon seyretmekten hoşlanıyor ve onu seyretmek için bilinçli bir karar alıyorlar. Eğer herşey bundan ibaretse, o halde neden bu kadar çok insan, fazla televizyon seyrettiği endişesine kapılıyor? Neden 5 yetişkinden 2'si, 10 gençten 7'si televizyon karşısında çok fazla zaman geçirdiğini düşünüyor? Neden yetişkinlerin yaklaşık % 10'u kendini TV bağımlısı olarak tanımlıyor?.
Televizyon seyreden insanların davranışlarını ve duygularını günlük yaşam sırasında takip etmek için yapılan bir çalışmada, katılımcılara üzerlerinde taşımaları için birer cihaz verilmiş. Katılımcılara, günde 6-8 kez gelişigüzel olarak bu cihaz aracılığıyla sinyal gönderilmiş. Sinyali aldıkları anda katılımcılar ne yaptıklarını ve ne hissettiklerini not etmişler. O anda televizyon seyreden kişilerin kendilerini rahatlamış ve pasif hissettikleri belirlenmiş. Benzer şekilde, EEG çalışmaları da televizyon seyrederken kitap okumaya oranla daha az zihinsel uyarılma olduğunu göstermiş. İlginç olan, televizyon kapatıldığında rahatlama duygusunun sona ermesi, ancak pasiflik ve düşük uyarılma durumunun devam etmesi. Araştırmaya katılanlar, televizyonun bir şekilde enerjilerini çekip aldığını ve kendilerini tükenmiş, bitkin hissettirdiğini yansıtmışlar. Bu kişiler, televizyon seyrettikten sonra, öncesine oranla herhangi birşeye daha zor yoğunlaştıklarını da söylemişler. Ancak bu durumun aksine, kitap okuduktan sonra, çok nadir olarak bu tür problemlerle karşılamışlar. Spor yaptıktan ya da hobilerle uğraştıktan sonra da ruh hallerinde düzelmeler, iyileşmeler kaydetmişler. Ancak bu çalışmada ortaya çıkan bir başka sonuç, çok fazla televizyon seyredenlerin (günde 4 saatten fazla) az televizyon seyredenlerden (günde 2 saatten az) çok daha az zevk aldıkları. Bazıları fazla zevk almamanın yanı sıra, daha üretken, daha yararlı bir iş yapmadıkları için suçluluk ve rahatsızlık da duyuyorlar. Japonya, İngiltere ve ABD'de yapılan araştırmalar, bu suçluluk duygusunun, gelir düzeyi düşük gruplarda daha fazla oluştuğunu göstermiş.
Televizyon karşısında rahatlama duygusu çok çabuk geliştiğinden, insanlar televizyon izlemeyi rahatlamakla, dinlenmekle bir tutmaya şartlanmış durumdalar. Bu ilişki, izleme süresi boyunca kendini gösterdiğinden, zamanla kuvvetleniyor. Televizyon bozulduğunda ya da elektrik kesildiğinde oluşan stres de, bu ilişkiyi destekleyen başka bir etken. Bağımlılık yapan ilaçlar da aynı şekilde çalışıyor. Vücudu hızla terkeden bir uyuşturucunun bağımlılık yaratma olasılığı, vücudu daha yavaş terkedenlere oranla daha az. Çünkü kullanıcı, ilacın etkilerinin yavaş yavaş azaldığının farkına varıyor ve bütünüyle geçmeden yeniden alma çabasına giriyor. Benzer şekilde, bireylerin, televizyon izlemeyi bırakırlarsa kendilerini daha az rahatlamış hissedeceklerini bilmeleri, televizyonu kapatmamalarında önemli bir etken olabiliyor. Böylece izleme, sürekli daha fazla izlemeye neden oluyor. TV Onların Bir Parçası.
Acaba çok fazla televizyon seyrederek vakit geçirenler diğer insanlara göre hayatı daha farklı mı yaşıyorlar? İnsanlarla beraber olmaktan hoşlanmıyorlar mı? Bu tür sorulara cevap aramak için yapılan araştırmaların verdiği sonuç şu: Aşırı derecede televizyon seyredenler az televizyon seyredenlere göre kendilerini belirgin bir şekilde daha huzursuz, sinirli, sabırsız ve daha az hoşgörülü, yaratıcı, mutlu hissediyorlar. Özellikle de, hiçbir şey yapmadan durduklarında. İzleyici tek başına olduğunda fark daha da büyüyor. Kendilerini televizyon bağımlısı olarak tanımlayan kişilerle yapılan çalışmada, bu kişilerin çok daha kolay sıkıldıkları, kendilerini kontrol etme yeteneklerinin az olduğu ve dikkatlerinin çok kolay dağıldığı da gözlenmiş. Yıllardır yapılan çalışmaların gösterdiği diğer sonuçlarsa, televizyonla çok fazla zaman geçirenlerin, hiç seyretmeyen ya da az seyredenlere oranla toplum içine daha az karıştıkları, sosyal etkinliklerinin daha az olduğu, fazla ya da hiç spor yapmadıkları, aşırı şişmanlığa daha yatkın oldukları.
Doğal olarak ortaya çıkan soru şu: Karşılıklı ilişki hangi yönde ilerliyor? İnsanlar sıkıntı ve yalnızlıktan mı TV'ye yöneliyor, yoksa TV seyretmek mi insanları sıkıntı ve yalnızlığa itiyor? Genelde ilk görüş benimsense de, ikincisini destekleyen araştırmacılar da var. Ya da her ikisinin de, bir kısır döngü şeklinde birbirini tetiklediğini...
Evlerde yalnızca bir televizyonun olduğu yıllarda yapılan bir araştırmada TV'nin bozulduğu zamanlar için aile bireyleri "Korkunçtu. Hiçbir şey yapmadık. Kocam ve ben konuşarak vakit geçirmeye çalıştık", "Çocuklarımı değişik oyunlarla oyalamaya çalıştım ama imkansızdı. TV onların da bir parçası olmuştu" gibi çarpıcı açıklamalar yapmışlar. Eğer bir aile boş zamanının aslan payını televizyon seyretmeye ayırıyorsa, bu ailenin boş zamanlarını yeni bir etkinliğe bağlı olacak şekilde yeniden düzenlemesi gerçekten kolay değil. Bu yüzden de, araştırmalar için bir hafta ya da bir aylığına televizyon seyretmeyi bırakmaya gönüllü olmuş ailelerin pek çoğu, bu yokluk dönemini tamamlamayı başaramamış. Çoğu kişi için ilk üç, dört gün en kötüsüymüş. Hatta çok az televizyon izlenen, başka etkinliklerin de sıklıkla yaşandığı evlerde bile. Bu ilk birkaç gün boyunca tüm ev işlerinin yarısından çoğunun düzeni bozulmuş, aksamış. Aile bireyleri televizyon izlemekten boşalan bu yeni zaman diliminde ne yapacaklarını şaşırmışlar ve ancak ikinci haftada bu duruma alışmaya başlamışlar. Aslında araştırmacıların söylediği, televizyon seyretmeyi tümüyle bırakmak gerektiği değil. Asıl sorunlar, çok fazla ve uzun süreli seyirle birlikte geliyor. Ancak, bir kişinin medya alışkanlıkları üzerinde kontrol sağlayabilmek bugün, daha önce olmadığı kadar cesaret gerektiriyor. TV setleri her yere yayılmış durumda ve bu küçük ekranlar -ki aslında artık dev boyutluları tercih ediliyor- kişilerin hayatının geri kalanının kalitesiyle, niteliğiyle pek ilgilenmiyorlar.