Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tefsir dersleri (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-60 Devamı...

Nisa-60 Devamı...

Rivâyetlere göre Ensâr’dan Müslüman görünen bir münâfıkla bir yahudi arasında bir anlaşmazlık, bir niza söz konusu olur. Medine İslâm toplumunda biliyorsunuz hem yahudiler, hem Müslümanlar, hem de Müslüman görünümünde münâfıklar vardır. Ama bu üçüncü gruptakiler, yâni münâfıklar Müslüman statüsündedirler. İslâm’ın ve Müslümanların güçlü oldukları toplumlarda kâfir oldukları halde etraf­ları Müslümanlarca kuşatıldığı için menfaatleri gereği kâfirliklerini giz­leyip Müslüman görünen kimseler her zaman var olagelmiştir. Bunlar iç dünyalarında kâfir olsalar bile dış dünyalarında Müslüman görünü­yorlardı.
İşte bunlardan birisinin bir yahudi’yle problemi vardı. Yahudi dedi ki; gel aramızdaki problemi halledebilmek için Muhammed (a.s) a gidelim, onun hakemliğine başvuralım, onun hükmünü kabullenelim. Müslüman görünen o münâfık da; hayır Kab Bin Eşref’e gidelim diyordu. Kab Bin Eşref’e muhakeme olalım, onun hükmüne müracaat edelim, onun mahkemesine müracaat edelim diyordu. İşte burada Kur’an’ın tâğut dediği, sebebi nüzûle göre Kab Bin Eşreftir. Ama genel mânâsıyla Allah ve Resûlü bir tarafta dururken, Allah ve Resûlü­nün hükmüne müracaat etmeyerek, Allah ve Resûlünün dışında problemlerin çözümü için gidilen, çözüm için hükmüne baş vurulan her türlü varlık, her türlü müesseseye Allah tâğut ismini veriyor.
Bakın yahudi diyor ki gel bizim aramızdaki ihtilafı Muhammed (a.s) çözsün. Muhammed (a.s) in hükmüne başvuralım. O ne derse kabul edelim. Zira yahudi kesin biliyor ki kendisi haklıdır ve kesin bili­yor ki Muhammed (a.s) peygamber olarak âdil bir hüküm verecektir. Hem peygambere hem de kendisine güvenmektedir. Ama berikisi güya Müslüman, peygamberin hükmüne müracaat etmiyor da yahudilerin reisi olan Kab’a gitmek, onun mahkemesine müracaat etmek istiyor. Adâleti orada görüyor.
Nihâyet Rasulullah Efendimize geliyorlar, Allah’ın Resûlü de dinledikten sonra hükmünü veriyor ve bu konuda yahudi haklı­dır, Müslüman da haksızdır diyor. Allah’ın Resûlü hükmünü adâletle veriyor. Yâni o kişiyi yahudi olduğu için haksız çıkarmamıştır Allah’ın Resûlü, bizzat adâlet gereği bu hükmünü vermiştir. Yâni isterse o yahudi’nin karşısında Hz. Ebu Bekir olsun, isterse Hz. Ömer olsun, isterse kızı Fatıma bile olsa Allah’ın Resûlünden adâletin dışında bir hüküm çıkmayacaktır.
Tarih şahittir ki, dost düşman tüm dünya şahittir ki Rasulullah Efendimizden ve onun pırlanta halifelerinden zerre kadar bile bir adâletsizlik, bir haksızlık sadır olmamıştır. Zerre kadar bir kayırma söz konusu olmamıştır. Dünya tarihinde dillere destan bir uygulama­dır bu. Yeryüzünde hiçbir melikin, hiçbir devlet başkanının, hiçbir toplumun gerçekleştiremediği bu adâleti Rasulullah ve onun kutlu ha­lifeleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudi’si gelmiştir onların mahkemele­rine, hıristiyanı gelmiştir, Mecusi’si gelmiştir, dinlisi gelmiştir, dinsizi gelmiştir, bir Müslümanla muhakeme olmuştur ve haklı olan yahudi’yse hakkı ona verilmiştir, hıristiyansa ona verilmiştir, kâfirse hakkı ona ve­rilmiştir. Müslümanlığından dolayı hiçbir Müslüman hak­sız olduğu halde onlara tercih edilmemiştir. Bu konuda hiç kimsenin diyebileceği bir şey yoktur.
Ama eğer şu anda yeryüzünde Müslümanlar beş kuruşluk bir menfaati için değil yahudi ve hıristiyan, babasına bile hayır etmiyorsa, bu İslâm’ın değil tefessüh etmiş, Müslümanlıklarının farkında olmadan bir hayat yaşayan dünya Müslümanlarının problemidir. Bu konuda yine İslâm’ı suçlamaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Allah’ın Resûlü adâletle hükmünü veriyor ve yahudi’yi haklı, Müslümanı da haksız çıkarıyor. Aslında iş bitmiştir. Ama Rasulullah’ın bu hükmüne kalbi yatışmayan, içinde bir daralma duyan o münâfık ıs­rarla bir de Ömer’e gidip ona soralım der ve Ömer’e giderler. Duruma muttali olan Hz. Ömer Efendimiz de Allah ve Resûlünün hükmüne razı olmayan bir kimsenin cezası işte budur diyerek o münafığı öldü­rür. Allah için bir düşünelim, şu anda Allah ve Resûlünün hükmüne değil de hep başkalarının hükmüne müracaat eden, hep başka yer­lerde çözüm arayan, başkalarının mahkemelerinden adâlet bekleyen Müslümanların itikadî durumları nedir? Ömer hayatta olmuş olsaydı bu Müslümanlardan kaç kişi hayatta kalırdı? Halbuki:
Halbuki tâğutu küfretmekle emrolunmuşlardı. Hayatlarına tâğutlar karışmamalıydı. Hayatlarına sadece Allah karışmalıydı. Hayatlarını sadece Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti düzenlemeliydi. Allah ve Resûlünden başkalarını dinlememelilerdi. Arlarında vuku bu­lan ihtilaflarında sadece Allah ve Resûlüne başvurmalılardı. Allah ve Resûlünün hükmüne başvurmaları gerekiyordu. Tâğutların mahkeme­lerine gitmemeleri, oradan adâlet beklememeleri gerekiyordu. Ama:
Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmeyi murad ediyor. “Dalalen baiyda”. Şeytan onları çok boyutlu saptırmayı diliyor. Şeytan çok boyutlu saptırıyor insanları. Kazanma boyutunda saptıramazsa harcama boyutunda saptırıyor, evlenirken saptıramamışsa geçinirken saptırır, koca olarak saptıramamışsa baba olarak saptırır, iman boyu­tunda saptıramamışsa amel boyutunda saptırır, itikat boyutunda saptı­rama-mışsa uygulama boyutunda saptırır, gece saptıramamışsa gün­düz saptırır. Biraz öyle değil miyiz? Kitapsız olmaz, Kur’an’sız olmaz diyen bizler, kitaba sarılmamızı yoksa ekmeğe sarılmamız kadar yü­cetlemedik mi? Allah için kendimizi bir tartalım, bir yargılayalım. Ba­bamızı mı daha yakın tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Hocamızı mı daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Efendimizin, şeyhimizin, üstadımızın, arkadaşımızın, sünnetini mi daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberin sünnetini mi? Evimizi mi daha iyi tanıyoruz yoksa kita­bımızı mı? Şeytanın farklı boyutlarda saptırdıklarından mıyız, değil miyiz? iyi düşünelim inşallah. Bakın şeytanın saptırdığı insanlar ne yaparlar? Nasıl davranırlarmış?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-61-“Onlara: “Allah'ın indirdiğine ve Peygambere ge­lin” dendiği zaman münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.”
İnsanlardan şeytanın saptırdıklarına, insanlardan bu tür davra­nanlara, yâni hayatlarında Allah’ı değil de tâğutları söz sahibi bilen­lere, hayatlarını Allah’ın istediği gibi değil de kendi istedikleri gibi, ya da tâğutların istedikleri gibi düzenlemeye çalışanlara, eğitim hayatla­rını, sosyal, siyasal, toplumsal ve bireysel hayatlarını Allah ve Resû­lünün belirlediği prensiplere göre ayarlamak yerine, kitap sünnete başvurmak yerine kendi hevâ ve heveslerine göre, ya da tâğutların di­rektiflerine göre ayarlayıp düzenleyenlere denilse ki:Gelin Allah’ın indirdiğine! Gelin peygambere! Gelin Allah’ın kitabına, gelin peygamberin sünnetine! denilse, bir problem mi var? Çözüm mü arıyoruz? Bir hukuk problemi var da çözüm mü arıyoruz? Bir eğitim problemi var da ne yapalım mı diyoruz? Bir ihtilaf mı var? Muhakeme olmak mı istiyoruz? Bir konuda karar vermek mi istiyoruz? Bir karar mı alacağız? Bir iş mi yapacağız, ya da yapmayacak mıyız? Pozitif ya da negatif bir eylem mi ortaya koyacağız? Yâni bir konuda bir tavır mı belirleyeceğiz? Gelin Allah’la belirleyelim! Gelin peygam­berle belirleyelim! Gelin onu Allah desin ve biz peygamber örnekli­ğinde yapalım onu! Din budur zaten. Arkadaşlar işte din budur. Din Allah’ın bizden istediklerini fert planında peygamberimiz, toplum pla­nında sahâbe nasıl uygulamışsa ben de onu din kabul edip aynen uygulamaya çalışırsam ben dindarım. İşte gelin Allah’a, gelin pey­gambere denilince, yâni Allah’ın istediklerini peygamber örnekliğinde anlamaya, kabul etmeye, uygulamaya çalışalım deyince bu tür in­sanların:
Münâfıkları görürsün ki diyor Allah, onlar senden bir yan çizer­ler ki, bir yamukluk yaparlar ki. Senden bir kaçıp uzaklaşırlar ki. Peki suçun ne senin? Sen sadece onlara Kur’an okuyalım dedin. Sen sa­dece onları Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine çağırdın. Kitap­sız ve sünnetsiz din olmaz dedin. Suçun ne senin? Niye kaçıyorlar senden? Sen problemleri Kur’an’la ve sünnetle çözelim dedin. Sen kitaba ve sünnete gidelim dedin. Peki o ne yapıyor? Hayır problemleri babamla çözerim ben! Hocamla çözerim! Abimle çözerim! Şeyhimle, efendimle, büyüğümle çözerim! Eh kitabı anladık, saygı değerdir, hürmet ederiz, ara sıra teberruken okuruz onu. Peygamberi de anla­dık, hürmete lâyık birisidir, bazen bazen salavat göndeririz, arada bir ziyaret ederiz, toprağını öperiz, adı anılınca elimizi kalbimize koyarız ve şöyle bir saygı ihraz ederiz. Ama benim büyüğüm var, benim efen­dim var, benim şeyhim var, benim yazarım, çizerim var, benim emi­rim, amirim var, benim sözünü dinleyeceğim ve problemlerimi kendi­sine arzedeceğim birilerim vardır diyorsa, onlar münâfıklardır diyor Kur’an. Sen onları kitaba ve sünnete dâvet edince öyle bir yan çizer­ler ki:
Konya’da bildiğim bir arkadaşım var. 30 küsur senedir tanıştığı­mız çok sevdiğim ve kendisinden çok istifade ettiğim bir arka­daş. Pek çoğunuzun yakından tanıdığı bu arkadaşımın hayatta bir tek derdi var. Derdi Kur’an. Gece gündüz insanlar Kur’an’a yönelsinler, insanlar Kur’an okusunlar, anlasınlar diye koşturur. Okumak, okut­mak, anlamak, anlatmak, bildiğim kadarıyla gece gündüz bunun dı­şında başka bir derdi yok arkadaşın. Konya içinde, Konya dışında tüm derdi insanları Kur’an yoluna dâvet etmek. İşi gücü bu. Kendisi kendisinin reklam edilmesini de sevmediği için burada adını söyleme­yeceğim. Sürekli hakkında dua ederim, Allah gayretini artırsın, yolunu açsın ve uzun uzun ömürler versin de bu toplumu kendisinden istifade ettirsin inşallah. Ben dahil arkadaşlarına bu işi ısrarla empoze etmeye başlayınca, ısrarla arkadaşlarını Allah’ın kitabına ve Rasulullah’ın sünnetine yönlendirmeye başlayınca, Allah affetsin ama arkadaşları arasından şöyle diyenler çıktı: Vallahi acele işimiz olmasa, mecbur kalmasak senin sokaktan geçmek istemiyoruz dedi­ler. Arkadaşı bir sokaktan geçerken görmüşlerse yollarını değiştirdiler. Sebep ne? Diyorlardı ki vallahi bizi yine yakalayacaksın ve son oku­duğun âyeti anlat! Son tanıdığın hadisi anlat! diyeceğinden korktuğu­muz için seni uzaktan görünce cadde değiştiriyoruz dediler.
Çok garip değil mi? Halbuki öyle birbirimizden kaçmayıp da birbirimize şöyle desek olmaz mı? Farz edin ki bir sokakta, bir cad­dede, bir dükkanda, evde, düğünde, dernekte karşılaştık. Konu mu açacağız? Niye biz açıyoruz da? Allah’a açtıralım, peygambere açtı­ralım konuyu. Nasıl? Gardaş, sen son okuduğun âyeti anlat! Ben de son okuduğum hadisi gündeme getireyim desek, hep Allah’ı ve Resûlünü konuştursak ne kadar güzel olur değil mi? Bir Allah söylese, bir peygamber söylese o zaman çok hoş olacaktır.
Meselâ bir dostun dükkanına gidiyorum, veya bir arkadaşın bü­rosuna gidiyorum. Diyorlar ki ne alırsın? Ne istersin? Buyur bir şeyler ikram edelim. İyi, tamam, Allah razı olsun, bir âyet, ya da bir hadis ikram et de dinleyelim diyorum. Adam şaşırıyor, afallıyor ben böyle deyince. Çünkü âyetten de, hadisten de haberi yok adamın. Diyor ki hocam, ben çay söylesem de, o senden olsa! Âyeti, hadisi sen ikram etsen olmaz mı? Niye diyorum bu sefer de, senin kitapta yok mu bunlar? Senin görevin değil mi bu? Sen kitapsız, peygambersiz misin? Biraz sıkıştırınca terliyor, sıkılıyor, zorlanıyor işte yeri gelince hocaları imtihan etmek için öğrendiği bir âyet, bir hadis vardır ya ka­fasında onu okuyor ve bitiriyor işi. 10 gün sonra, 20 gün, 1 ay sonra bir daha gidiyorum dükkanına, tekrar 1 âyet, 1 hadis diyorum yok adamda. 1 aydır, 15 gündür kitapsız ve sünnetsiz yaşamış adam.
Halbuki kitapsız, sünnetsiz filan dediniz mi köpürür değil mi adam? Ama işte kitapsız dolu piyasa, sünnetsiz dolu. Sözüm yabana, mec­listen ırak mı, İran mı onu bilmem de sizler 1 aydır ne kadar kitaplısı­nız? 15 gündür ne kadar sünnetli, yahut sünnetsizsiniz? Yâni sizler de mi kitapsız ve Sünnetsizlerdensiniz? Eyvah! Eyvah! Eyvah ki iki Sünnetimiz kalmış bizim. Birisi yemek tabağının tabanında son ye­mek kırıntıları filan kalmışsa onu temizleme Sünneti, sonra ikincisi de çocuğumuzun bilmem nesinin Sünneti. Tamam hepsi bu kadar.
Öyleyse bakın Allah diyor ki, gelin Allah’ın kitabına, gelin pey­gamberin sünnetine denilince münâfıkları görürsün ki senden yan çi­zerler, tüyüp giderler. Peki acaba biz ne yapıyoruz? Bizler yoksa fikir planında yan çizmiyoruz da eylem planında mı yan çiziyoruz? Fikir planında tamam, kitap sünnet, okunmalı, anlaşılmalı, kitapsız sün­netsiz olmaz diyor da bunu eyleme dönüştürüp gerçekleştirme pla­nında mı tüyüyoruz? İman planında iddia planında tamam da amel planında mı yan çiziyoruz? Kur’an’ı bir araştırın başından sonuna Al­lah onun hiçbir yerinde ben iman edenlere cennet vereceğim buyur­muyor. Yalnız iman karşılığında cennet vaadeden bir tek âyet görme­dim ben bugüne kadar. Ya? İnanalar ve inancını yaşayanlara, inanıp salih amel işleyenlere cennet var diyor Kur’an. Bir de müstakıllen amel karşılığında cennet vardır diyen âyetler de var.
Öyleyse unut­mayalım ki inanmamız, inandım dememiz hiç mi hiç yetmeyecektir amel işlememişsek. Yâni fikir planında kabul yetmiyor. İman ve amel, düşünce vehareket, iddia ve eylem birlikte olacaktır.
Kitaptan ve sünnetten kaçanlara, kitaba ve sünnete karşı yan çizenlere, kitaptan ve sünnetten habersiz yaşayanlara, kılık kıyafet düzenini, eğitim düzenini, kazanma ve harcama düzenini, ev düze­nini, tüm düzenlemelerini Allah’a ve Resûlüne sormadan yapanlara, yâni kitapla ve sünnetle diyalogu keserek yaşayanlara şöyle bir tekli­fim olacak:
Elektrik kabloları, lavabo muslukları, koltuk takımları ve sergi­ler de dahil olmak üzere evimizdeki tüm eşyaları şöyle bir çıkarıp so­kağa dökelim. Hepsini sokağa çıkaralım. Sonra evimizi yeniden dü­zenlemek için bu eşyaları yeniden yerleştirirken koşup peygamber Efendimizi çağıralım. Diyelim ki ey Allah’ın Resûlü! Vallahi pişmanım! Sana sormadan, bilir bilmez bunlar bunlar lâzımdır, şunlar şunlar ihti­yaçtır diye eve neler neler almışım! Sonradan anladım ki bunların ihti­yaç mı? İsraf mı? Lüks mü? olduğunu sana sormam lâzımmış! Ama şimdi anladım bunu! İşte ev, işte eşya, işte sen ve işte ben! Buyur ver kararını! Senin bunlar lâzımdır, bunlar ihtiyaçtır dediklerini eve koya­cağım, değildir dediklerini de atacağım! deseniz ne kalır evinizde hiç düşündünüz mü? Eğer İslâm o yerleştirmeye düzen demiyorsa boz­gunculuk demektir bu. Yâni İslâm onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihtiyaçtır! Evde bu da bulunmalı! demiyorsa, biz Al­lah’a ve Peygambere sorarak düzen yapmadığımız için bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozucuyuz demektir.
Veya çocuklarımıza aktardıklarımız, hanımlarımıza duyurduklarımız, kendi kafamıza yerleştirdiklerimiz eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat edenlerdeniz demektir.
Meselâ kafamızı şöyle bir keselim, içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağıralım Kitap ve sünneti. Diyelim ki Ya Rabbi! Ya Rasulallah! İşte ben bilir bilmez bütün bunları lâzımdır diye doldurmuşum kafamın içine! Kafamın içi çöplük gibi! Ama şimdi anladım ki bunu size sormadan yapmışım bunu! Şimdi pişman oldum! Gelin ya Rabbi, ya Rasulallah şunları, şu kafamın içindeki bilgileri bir ayıklayalım! Bunlardan lâzım dediklerinizi, kalsın dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek acaba neler kalır oraya koyabileceğimiz? Bir düşünün. O zaman belki kafamız: Tamtakır, bomboş sanırsın bir kaval, martavaldır, martavaldır marta­val mı olacak?
Biraz öyle gibi değil mi? Nehir isimleri at, şehir isimleri at, ar­kadaş isimleri at, artist isimleri at, cadde isimleri at, plaka numaraları at, fizik problemleri at, cebir denklemleri at, kimya formülleri at, şarkı­ları at, türküleri at, at, at. Ne kaldı geriye? Tabi ben burada kendi ar­zumuzla kafamıza yerleştirdiklerimizi kast diyorum. Yoksa biz isteme­den gardiyanların okuduklarından öğrendiklerimiz değil tabii. Hani gardiyanlar sürekli bir şeyler okurlar mahkûmlar da mecburen öğre­nirler ya o ayrı. Ben onları kast etmedim.
Soralım Rasulullah’a, ya Rasulallah bilir bilmez bir sürü şey yer­leştirmişim ben bu kafaya, gel şunları yeniden bir yerleştirelim! di­yelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âl-i İmrân öğreniyor do­çent olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk dü­zen olacaktır elbette.
Dün peygamber onları Allah’ın kitabına ve kendi hükmüne çağırmıştı. Bugün biz de insanları Allah’ın hükmüne, Allah’ın kitabına, Allah’ın yasalarına ve peygamberin pratikte uygulamalarına çağırırken Müslümanız dedikleri halde bu insanlar eğer buna razı olmazlar da başka başka hayat tarzları, başka başka yasalar, başka başka ha­yat programları arayışları içine giriyorlar, başkalarının kanunlarını uy­gulamadan yana bir tavır sergiliyorlarsa kesinlikle bilelim ki onlar da münâfıklardan olacaklardır. Allah ve Resûlünün istediği bir hayatı ya­şamayarak başka başka hayat anlayışlarına yönelenler münâfık olacaklardır.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Nisa-35.“Karı kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, ALLAH onların aralarını buldurur. Doğrusu ALLAH her şeyi bilen ve haberdar olandır.”

Belki ilk günlerde çok basit çözümlenebilecek bir problemi sır haline getiriyorlar, kimseye açmıyorlar ama sonunda problem büyüye büyüye ailenin dağılmasına sebep oluyor.

bu tür bozukluklardan İslâm toplumu, İslâm ailesi yara almaktadır.

Her iki taraftan da birer hakem gönderin diyor Rabbimiz. Karı kocanın tensip edecekleri, ya da ailelerinin kabullenecekleri, görevlendirecekleri birer aracı gönderin.

Eğer bu hakemler samimi bir niyetle arayı düzeltmeyi murad ederlerse ALLAH da onların aralarında başarı sağlayacaktır. Yâni eğer bu aracıların her ikisi de samimi bir niyetle karı kocanın aralarını ıslah etmeyi düşünürlerse, buna sa’y ederlerse ALLAH da onların bu samimi niyetlerinden ve hasbi çabalarından ötürü karı kocanın arasını bulacaktır, kalplerini birbirlerine kaynaştıracak, aralarına sevgi ve muhabbet koyacaktır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-62

Nisa-62

“Başlarına kendi işlediklerinden ötürü bir mûsî­bet çattığında sana gelip: Biz, "İyilik etmek ve uzlaştır­maktan başka bir şey istemedik” diye de nasıl Allah'a ye­min ederler?”
Hal böyleyken nasıl olur da kendi elleriyle işledikleri suçların so­nucu olarak kendilerine bir musibet isabet edince, sana gelerek: Kuşkusuz biz iyilikten ve uzlaşmadan başka bir şey düşünmedik, iyi­likten başka bir şey istemedik diyerek Allah’a yemin edebiliyor bu adamlar? Nasıl yapabiliyorlar bunu? Ne yüzle geliyorlar senin huzu­runa? Bu, Allah’ın ve Resûlünün hükmüne razı olmayanlar kendi elle­rinin kazandıkları sebebiyle, kendi anlayışları sebebiyle, Allah ve Re­sûlünün programını terk ederek kendi hayatlarına kendi hevâ ve he­vesleriyle düzenlemeye kalkışmaları sebebiyle, adâletsizlik yapmaları, zalim olmaları sebebiyle işleri bozulur, başlarına birtakım sıkıntılar, belâlar gelince sana gelirler ve biz ancak ihsan istiyoruz, biz iyilikten başka bir şey istemiyorduk demelerine de inanılmayacaktır.
Çünkü Allah bunların kalplerinde olanları bilmektedir. Allah bi­liyor ki bunlar yalan söylüyorlar. Öldürülen münafığın arkadaşları ge­lerek işte bizim niyetimiz şöyleydi, böyleydi, biz ihsan istiyorduk dedi­ler. Hem Allah ve Resûlüne isyan ediyorlar, hem Allah ve Resûlünün hükmüne razı olmuyorlar, Allah ve Resûlünün istediği hayat tarzına razı olmuyorlar, ondan sonra da yemin ederek diyorlar ki biz ihsan is­tiyoruz, biz barış istiyoruz. O tâğuta giderken başka bir niyetle değil sadece iki kişinin arasını düzeltmek için, toplumda huzur ve sükunu sağlamak için gitmiştik diyorlar. Bugün tâğutun mahkemelerine gi­denler de aynı şeyleri söylüyorlar.
63. “İşte bunların kalplerinde olanı Allah bilir. On­lardan yüz çevir, onlara öğüt ver, kendilerine tesirli sözler söyle.”
Ama Allah onların kalplerini bilmektedir. Kalplerinde dilleriyle söylediklerinden farklı şeyler taşıdıklarını Allah çok yakından bilmek­tedir. Onların kalplerini bilen Rabbimiz peygamberimize ve Müslü­manlara buyuruyor ki onlar yalancıdır, yüz çevir onlardan. Değer verme onlara. Birlikte iş yapma onlarla. Ama nasihat et onlara. Mu­hakkak ki Allah’ı asla atlatamaz, asla kandıramazlar onlar. Çünkü Al­lah her şeyi bilir. Peygamberi kandırmak isteyenler de peygamberi kandıramazlar. Her şeyi bilen Allah peygamberine bildirmektedir. Müslümanları kandırmaya çalışsalar da onları da kandıramazlar, çünkü Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle bilgilenen Müslümanlar ferasetli olurlar ve asla bu tür insanların oyunlarına gelmezler. Bunlar sadece kendilerini kandırabilirler.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar Allah ve Resûlüyle beraber ola­lım. Eğer samimi Müslümanlar olursak, Allah ve Resûlünün bilgisiyle bilgilenirsek hiç kimse bizi kandıramaz. Ve gelin ey İslâm düşmanları, ey münâfıklar kesinlikle bilin ki sizler ne yaparsanız yapın Allah’ı kan­dıramazsınız, Müslümanları da kandıramazsınız. Her halinizle Allah ve Resûlüne düşmanlığınız belidir. Konuşmalarınızla, yaşadığınız ha­yalarınızla kendinizi ele veriyorsunuz, bir de utanmadan biz de Müslümanız filan diyorsunuz. Gelin yapmayın bu işi demek zorunda­yız. Yâni onların anlayacakları dilden onlara vaaz ve nasihatte bu­lunmak zorundayız. Kendi enfüslerinden, kendi dünyalarından, ken­dilerinin anlayacağı dilden onlara “kavlen beliyğa” yapmak zorunda­yız. Yâni kavlen beliyğa adamın kendi dünyasından, kendi hayatından söz söylemektir. Meselâ adam fâizin içine batmış, biz gidip ona kendi dünyasından konuşmuyoruz da, kendi problemini, kendi bozukluğunu gündeme getirmiyoruz da selâmın faziletlerinden söz ediyorsak bu beliyğa bir söz olmayacaktır.
64. “Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik. Onlar kendilerine yazık et­tiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve Pey­gamber de onlara mağfiret dileseydi, Allah'ın tevbeleri daima kabul ve merhamet eden olduğunu görürlerdi.”
Müslümanım dediği halde, Allah ve Resûlüne inandığını iddia ettiği halde böyle bir yahudi’yle arasındaki davasında Allah’ın göster­diği şekilde peygambere gitmeyen, peygamberin hükmüne razı olma­yan, peygambere itaat etmeyen ve peygamberin gösterdiğinin öte­sinde bir hayat yaşamaya yönelen bir münafığın cezası elbette ölümdü. Çünkü zaten Allah’ın peygamber göndermesinin sebebi de buydu. Peygamber ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye vardır. Peygamberin varlık gâyesi kendisine her konuda itaattir. Biz peygamberleri ancak kendilerine itaat edilsin diye gönderdik. Yâni Rabbimiz burada peygamber göndermesinin sebebini anlatıyor. Biz ancak onları Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik. Öyleyse peygambere itaat etmeyen, peygamberin hükmüne boyun büküp teslim olmayan bir münafığın cezası ölümdür, çünkü Rabbimiz peygamberini itaat edilsin diye göndermiştir. Kendisine itaat edilmeyen bir peygamber, peygamber değildir.
Bugün de her ne kadar peygamber (a.s) aramızda yoksa da onun sünneti, onun yolu, onun getirdiği kitap aramızdadır ve ona itaat vaciptir. Kur’an ve sünnet dimdik ayaktadır. Kur’an ve sünnetle haya­tımızı düzenlemek zorundayız. İşte böylece peygambere itaat etmek zorundayız. Biz Kur’an’a itaat ederiz, Kur’an’a itaat peygambere itaat­tir diyerek Peygambere sadece bir postacı gözüyle bakamayız. Öyle değil mi? Eğer peygamberin görevi sadece Kur’an’ı bize ulaştırıver­mek olsaydı Rabbimiz bu âyetinde bir de ayrıca peygambere itaat edin der miydi? Bakın Rabbimiz kendisine itaati, kitabına itaati emret­tikten sonra peygamberine de itaati emretmektedir.
Bugün kimileri Rasulullah’ı devreden çıkararak kendi sosyal ha­yatlarına, ekonomik hayatlarına, siyasal hayatlarına, kendi zevk ü sefalarına çok rahat bir şekilde fetva bulabilmenin derdindeler. O za­man Kur’an’ı kendi istedikleri gibi yorumlayabilecekler, keyiflerine göre bir din yaşayabilecekler. Çünkü Kur’an genel naslar ihtiva eder. O genel nasların pratikte uygulaması Rasulullah’ın hayatındadır. Peygamberi devreden çıkardınız mı ortada ne Kur’an kalır ne din? Çünkü peygamberi devreden çıkardınız mı genel özellikleriyle bir din ortaya çıkacaktır ve insanlar bu dinle alâkalı kendi yorumlarını din ka­bul edecekler ve sanki Kur’an’ın pratiğiymiş gibi bir hayat yaşayacak­lar. Sonra da insanları kendilerine, kendi anlayışlarına, kendi dinlerine çağıracaklar, gelin bizim gibi olun, gelin bizim gibi yaşayın diyecekler, gerçekten bu çok yanlış bir şeydir.
Öyle yapmayalım da, kendi yorumlarımızı, kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi bir kenara bırakalım da, kendimizi ve kendimiz gibileri bir tarafa bırakalım da Allah’ın onayladığı Rasulullah Efendimizin, Kur’an’ın ve Rasulullah Efendimizin onayla­dığı öteki peygamberler örnekliliğinde, yine Allah ve Resûlünün onayladığı sahâbe örnekliliğinde bir hayat yaşayalım. Bakın Allah di­yor ki:
Eğer bu insanlar Allah’ın ve peygamberin hükmüne razı olmaya­rak kendilerine zulmettikten sonra sana gelseler ve senin huzurunda işledikleri bu suçlardan sonra Allah’a istiğfar etselerdi, yap­tıklarından pişman olup Allah’a yönelselerdi, işlediklerinden dolayı Allah’tan mağfiret dileselerdi, Resul de onlara mağfiret dileseydi ger­çekten o zaman Allahı Tevvab ve Rahîm bulacaklardı. Eğer Allah’a yönelip yalvarıp yakarsalardı, peygamber de onlar için Allah’a istiğ­farda bulunmuş olsaydı, ya Rabbi bunları affet deseydi gerçekten Al­lah onları affedecekti, Allah onların tevbelerini kabul edecekti.
Bugün de Müslümanlar Allah ve Resûlünün istediği şekilde hayatlarını düzenleme kavgası verirlerken hata edip Allah ve Resûlünün istemediğine düştükleri zaman Allah’a yönelip tevbe etseler, Allah’a istiğfar etseler, birbirleriyle birlikte top yekun Allah’a tevbe edip ya Rabbi biz daha iyi Müslüman olmak istiyoruz, biz bu haksız hükümle­rimizden, haksız yaşantılarımızdan, insanlara vermiş olduğumuz hak­sız kararlarımızdan vazgeçip sana ve senin hükümlerine yöneliyoruz diyebilirsek bilelim ki Rabbimiz bizleri de affedecek, bizim toplumuzda da adâleti, hakkı hâkim kılacak, bizim hayatımızı da güzelleştirecektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-65

Nisa-65

“Hayır; Rabb'ine andolsun ki, aralarında çekiş­tikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul et­medikçe inanmış olmazlar.”
Hayır hayır Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri, niza et­tikleri şeyler konusunda seni hakem kabul edip sonra da senin onla­rın aralarında verdiğin hükme içlerinde en ufak bir haraç, en ufak bir sıkıntı, bir isteksizlik, hoşnutsuzluk duymadan tam bir teslimiyetle tes­lim olmadıkça iman etmiş sayılmazlar.
Demek ki peygamber (a.s) bizim hakkımızda bir şey söyleyecek, bir hüküm verecek, peygamber bizim durumumuzu bir karara bağlayacak, bizim adımıza bir karar alacak, şöyle giyinin, böyle yaşa­yın, şunu yapın, bunu yapmayın diyecek, aldığı bu karar bizim aley­himize de olsa, lehimize de olsa, hoşumuza da gitse, huzurumuzu da kaçırsa onun bizim adımıza verdiği bu kararı kabul etmek, hem de içimizde en ufak bir isteksizlik, kalbimizde en fak bir burukluk, yüzü­müzde en küçük bir işmizaz hissetmeden teslim olup uygulamak zo­rundayız. Peygamberi hayatımızda karar mercii bilmek zorundayız. İhtilaf mercii, karar mercii olarak peygamberimizin hayatımızda evet ve hayır deme yetkisinde olduğunu kabul etmedikçe Müslüman ola­mayacağımızı asla unutmayacağız.
Ve üstelik bizim adımıza karar verme makamında olan peygamberin bizim adımıza aldığı kararlara tamı tamına teslim olup on­ları uygularken de kalbimizden en ufak bir tereddüt geçirmeden uy­gulamadıkça Müslüman sayılmayacağımızı bir an bile hatırımızdan çıkarmamalıyız. Onun emir ve yasaklarından zerre kadar bir şüphe etmediğimiz gibi ona akıl verip yol göstermeye de kalkışmayacağız. İyi ama ya Rasulallah şunu şunu da düşündün mü? Benden bunları uygulamamı isterken benim durumumu, benim konumumu, benim statümü düşündün mü? Halbuki benim durumum buna müsait değil­dir, şu şöyle olmalıydı, bu böyle olmalıydı, bu devirde bunları uygula­mak mümkün değildir gibi Allah Resûlüne akıl vermeye, din öğret­meye de hakkımız yoktur. Bunu daha önce demeye çalışmıştım. Ve­rilen kararı aynen olduğu gibi, hem de coşkuyla uygulamak zorunda­yız. Değilse işte âyet Müslüman sayılmayacağız Allah korusun.
Tabii bu emir sadece Rasulullah Efendimizin kendi dönemiyle, kendi hayat süresiyle sınırlı değildir. Rasulullah Efendimizin Müslümanlar adına aldığı kararlar kıyamete kadar geçerlidir. Rasulullah Efendimizin sünneti kıyamete kadar bizim için bağlayıcıdır. Allah’ın Resûlü kıyamete kadar tek otorite insan olarak kalacaktır. Bir insanın gerçek Müslüman olup olmadığına bu otoriteyi kabul edip etmediği, bu otoriteye itaat edip etmediği belirleyecektir. Ona itaat edenler mü’min, itaat etmeyenler de kâfir sayılacaktır.
66. “Şâyet onlara “Kedinizi öldürün” yahut “Memle­ketinizden çıkın” diye emretmiş olsaydık, pek azından başkaları bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı onlar için daha iyi ve daha sağlam olurdu.”
Eğer sizinle ilişkimiz rahmetimin gereğine dayanmasaydı, eğer gerçekten biz size büyük büyük yazılar, ağır ağır yazgılar yazsaydık, daha ağır sorumluluklar yükleseydik ne yapardınız? Ne ederdiniz? Nasıl altından kalkardınız? Eğer onlar üzerine daha büyük yasalar belirleseydik, kendilerinden öncekilere farz kıldığımız meşakkatli, ağır amelleri yüklemiş olsaydık, meselâ İsrâil oğullarına yaptığımız gibi toplumsal bir kısas olarak kendi kendinizi öldürün, yahut birbirlerinizi öldürün, yahut vatanlarınızı terk edin deseydik pek azı müstesna on­lardan kimse buna tahammül edemeyecekti.
Rabbimiz burada kendilerinden istenilen fıtratlarına uygun bir itaati gerçekleştiremeyenleri çok güzel bir sorgulamaya tabi tutuyor. Bu konuda ufacık bir fedâkârlığa bile katlanamayanlar büyük fedâkârlıklara hiç katlanamayacaklardır. Yâni kendilerinden Allah için hayatlarını fedâ etmeleri, mallarından, mülklerinden, vatanlarından, yurtlarından vazgeçmeleri istense bunu hiç yapamayacaklardır. Me­selâ haydi nefislerinizi öldürün, canlarınızı verin, Allah için kelle kol­tukta bir savaş ortamına girin, hayatlarınızı benim için fedâ edin, yer­lerinizi, yurtlarınızı benim için terk edin ve böylece benim rızamı ve cennetimi kazanın denseydi, sizin için böyle bir yazgı, bir yasa belir­lenmiş olsaydı gerçekten çok azınız müstesna çoğunuz beceremeye­cektiniz.
Şu anda bize de böyle bir emir verilse, haydi ne duruyorsunuz! Kendinizi öldürün! İntihar edin! Haydi benim yolumda tüm mallarınızı, mülklerinizi, evlerinizi, barklarınızı terk etmedikçe, benim yolumda canlarınızı fedâ etmedikçe cennetimi kazanamayacaksınız! diye bir emir gelse ne yaparız? Becerebilir miyiz bunu? Belki de olduğumuz yerlerimizde yığılıp kalıp, bize bu emri veren Allah’a isyanın doruk noktasında Onunla karşı karşıya kalacaktık. Öyleyse bilelim ki Rabbimiz bize karşı çok Raûf ve Rahîmdir. Bize bizim altından kalka­bileceğimiz yükler yüklemektedir. O halde onun bizden kendisine ve Resûlüne istediği itaati gönül rahatlığı içinde gerçekleştirmek ve Rabbimize ham etmek zorundayız.
Halbuki onlar Allah kendilerine neyi emretmişse onun gereğini yerine getirselerdi, Allah’ın vaazını dinleselerdi, vaaz u nasihatin gereğini icra etselerdi, yâni Allah’ın tarif buyurduğu gibi Allah ve Resûlü­nün emirlerine itaat etselerdi onlar için daha hayırlı olurdu. O zaman Rableri tarafından onların hayatlarının düzeltilmesi, aile hayatlarının sağlamlaştırılması, toplumsal hayatlarının dengeye getirilmesi, tüm işlerinin ıslah edilmesi noktasında onlar için daha hayırlı olacaktır. Yâni eğer o münâfıklar böyle bir tereddüt, böyle bir zihni bocalama göstermeyip de Allah ve Resûlünün hükmüne razı olsalardı Allah da onların kalplerine imanı yerleştirir sabit kadem kılardı. Çünkü Allah’ın emirleri bizim hoşumuza gitmese de doğru olandır, güzel olandır, ha­yırlı olandır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-67,68.

Nisa-67,68.

“O zaman onlara kendi katımızdan büyük bir ecir verir ve onları doğru yola eriştirirdik.”
Eğer onlar bizim emirlerimize itaat etselerdi o zaman biz de on­lara katımızdan büyük bir ecir verirdik. Ve onlara mutlaka dünyada büyük bir mülk ve saltanat, güçlü bir egemenlik ve iktidar verirdik. Onları sırat-ı müstakime hidâyet eder, doğru yolu gösterir, âhirette de cennet verirdik. İşte Allah’ın emirlerine Allah’ın istediği gibi itaat eden, boyun büken, Resûlünün emirlerine itaat eden, Rasulullah ve onun pırlanta ashabı Rablerinin kendilerine vaâdettiği dünyada en büyük izzet ve şerefe nail olmuşlar, öteki âlemde de Rablerinin rızasına ve cennetine ulaşmışlardır. Aynı neticeye ulaşmak istiyorsak bizler de onların yaptığını yapmak zorundayız. Bizler de onlar gibi bu fıtrî dini Allah’ın istediği yaşayıp onların gittiği cennete gitmeliyiz inşallah.
69, 70. “Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın nîmetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru olanlar, şehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar! “Bu nîmet Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.”
Rasulullah Efendimizin arkadaşlarından birisinin serzenişleri so­nucunda inen bir âyet-i kerîmeyle karşı karşıyayız. Bir sahâbe diyor ki; ey Allah’ın Resûlü, gerçekten ben seni çok seviyorum! Seni o ka­dar çok seviyorum ki ara ara seni görmeye gelip, ziyaret edip evime dönüyorum. Fakat bir şey beni çok mahzun ediyor, çok düşündürüyor. Beni sürekli meşgul eden şey şudur: Düşünüyorum ki bir gün gelecek ben bu dünyadan ayrılacağım. Siz de ayrılacaksınız. Siz de ben de vefat edeceğiz. Bu dünyada görebildiğim sizden öte âlemde ayrı kal­mak, sizi görememek beni kahrediyor. Çünkü öbür tarafta sizin ulaşa­cağınız derecelere, makamlara benim, bizim ulaşmamız mümkün ol­mayacaktır. İşte şu anda ben öbür tarafta sizi görememenin, sizinle birlikte olamamanın ıstırabını yaşıyorum diye dert yanınca Rabbimiz de tüm ümmetine müjde veren bu âyetini inzal buyurdu. Tabi ki bu müjde sadece sebeb-i nüzûl olan o sahâbeye ait değildir. Kıyamete kadar ki mü’minlere müjde olarak Allah buyurdu ki:
Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse, içindeki şek ve şüpheleri bırakarak kim ki Allah ve Resûlünün hükümlerine gönül hoşnutluğu içinde teslim olursa, kim ki Allah’a, Allah’ın kitabına teslim olur, Resûlünün pratikte uyguladığı bir hayatın mü’mini olarak imanıyla, tesli­miyetiyle bir hayat yaşamış olursa işte onlar Allah’ın kendilerine nîmet verdiği kimselerle beraberdirler. İşte onlar nebiler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar? İşte bu Al­lah’ın fazl u keremidir. Bu lütuf ve ikram Allah’tandır. Bu müjde Rabbimizin her namazımızda okumamızı istediği Fâtiha sûresinde de en güzel biçimde anlatılmaktadır.
Mü’minler her gün, her zaman bu arzuyu, bu isteği gönüllerinde yaşamaktadırlar. Buna ulaşabilmek için dua dua her namazla­rında Rablerine yalvarmaktadırlar. Evet bunlar kitabında Rabbimizin sıralamasına göre insanlığın atası Hz. Adem (a.s) dan bu yana, Adem (a.s) in hidâyet üzere olan oğulları, torunlarından İdris (a.s), tufanda gemide kurtarılan Nuh (a.s) ve onunla beraber olanlar, peygamber safında yer alanlar, peygamberin gemisine binip, tercihini bu istikâ­mette kullananlar, Âd toplumuna gönderilen Hud (a.s) ve onunla birlik olanlar, Semûd kavminin peygamberi Hz. Salih (a.s) ve ona inanlar, İbrahim (a.s) ve ona iman edip onunla birlikte hareket edenler, Hacer anamız, Sara anamız, İshak (as), İsmail (as), Yâkub, Yusuf, Şuayb, Mûsâ, Harun, Dâvûd, İlyas, Elyesa, Zülkifl, Zekeriyya Îsâ ve Muhammed (a.s), Ashab-ı Kehf, Meryem, Asiye, gibi şu anda isimle­rini hatırlayamadığım Kuranın ve Rasulullah Efendimizin onayladığı peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraber olacaklardır ya­rın kıyamet günü.
Tabii onların sergileyip örneklediği bir hayatı yaşayanlar onlarla beraber bir hayatın içinde olacaklardır. Allah’ın bu müjdesi kıya­mete kadar bunu gerçekleştirenler içindir. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, kim Allah’ın istediği kulluğu peygamber örnekliğinde gerçekleştirirse bu müjde onlar için geçerlidir. Çünkü unutmayalım ki Allah’ın fazlına ancak Allah’ın istediği gibi kulluk edenler nail olacaktır. Bunları kimlere vaâdetmişse Rabbimiz ancak onlara lütfedecektir. Ve Allah’ın fazlına kimse engel olamaz. Allah kimi bu nimetine ulaştırmayı murad etmişse kimse ona engel olamaz.
Öyleyse Allah ve Resûlüne nasıl itaat edilecekse öylece itaat edelim. Bu konuda az önce zikrettiğim yasal örneklerimizi örnek alalım. İmanımızı, İslâmımızı, takvamızı, teslimiyetimizi, itaatimizi onlar gibi yapalım. Allah ve Resûlü gerek bireysel, gerek ailevi, gerek toplumsal bizden nasıl bir hayat tarzı istiyorsa öylece yapalım, yaşayalım da dünyamız da güzel olsun, âhiretimiz de güzel olsun inşallah.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-71

Nisa-71

“Ey İnananlar! İhtiyatlı davranın bölük bölük veya hep birden savaşa gidin.”
Ey iman edenler! Haydi imanlarınızı yaşayabileceğiniz, imanları­nızı hayatınızda görüntüleyebileceğiniz, iman kaynaklı yaşayabileceğiniz bir hayat ortamı oluşturmak üzere savaş hazırlıklarınızı yapın, İslâm düşmanlarına karşı, düşmanlarınıza karşı, Allah’ın bilip sizin de bildiğiniz, Allah’ın bilip sizin bilmediğiniz düşmanlara karşı tedbirlerinizi alarak bölük bölük savaşa çıkın. Ya da topluca savaşa çıkın.
Allah ve Resûlüne itaatten sonra burada bir savaş emri geliyor. Bu konulardan sonra böyle bir emrin gelişi Medineli yeni huzura kavuşmuş, yeni bir vatan elde edip rahat bir şekilde yaşamaya başlamış Müslümanların hayat tarzlarına yepyeni bir değerlendirme, bir hedef seçimi getiriyordu. Artık Mekke’nin sıkıntılı dönemleri bitmiş, iş­kenceler geride kalmış, devletlerini kurarak toplumsal problemlerini halletmiş, başlarındaki peygamberin riyasetinde huzur içinde bir ha­yata kavuşmuş Müslümanlara işte tam böyle yaşayacakları bir or­tamda böyle bir savaş emri geliyordu. Ey Müslümanlar tedbirlerinizi alın ve bölük bölük, ya da topluca savaşa çıkın.
Savaş için tedbir alınacak, hazırlık yapılacak. Savaş için tedbir güzel şey­dir, ama savaşan için güzeldir. Savaşmayan kimsenin tedbir al­ması abdest alıp da namaz kılmayan kimsenin durumu gibidir. Şu anda tedbir aldıklarını söyleyen Müslümanlar sırtlarında zırhlarıyla yatağa giren kimselerin durumuna benzer. Hiçbir şey yaptıkları yok ama tedbiri elden bırakmadıklarını söylüyorlar. Elli tane de zırh giyse bile böyle hiçbir şey yapmayan bir kimse o tedbir almış sayılmayacaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz Uhud’a giderken üst üste iki tane zırh giymiştir, ama unutmayalım ki Uhud’a giderken giymiştir.
72. “Şüphesiz aranızda pek ağır davrananlar vardır; size bir mûsîbet gelirse: “Allah bana iyilikte bulundu, çünkü onlarla beraber bulunmadım” der.”
Ama sizden kimileri böyle bir emir karşısında ağır davranıyor. İnsan fıtraten savaştan hoşlanmaz. Savaş, insan nefsine ağır gelir. Çünkü savaşta ölmek vardır, öldürmek vardır, yaralanmak vardır, maldan ve candan fedâkârlıklar vardır. Bu yüzden insan fıtraten güç­lükleri sevmez. Ama yeryüzünde zulmün, işkencenin, adâletsizliklerin, kullara kulluğun bitirilip yerine adâletin ve Allah’a kulluğun gerçekleşti­rilebilmesi için savaş kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni yeryüzünde savaş, barış ortamının gerçekleştirilmesi için bazen kaçınılmaz bir vakıa ola­bilir.
Zira yeryüzünde hakkın hâkimiyeti olmadan, fitne kaldırılmadan barış ortamını görmek mümkün değildir. İşte Allah’ın kullarını Allah’a kulluktan koparıp kendilerinin kulu ve kölesi haline getiren, Allah ka­nunlarını kaldırıp kendi kanunlarını yürürlüğe koyan, insanları Rable­rine değil de kendilerine boyun eğmeye zorlayan ve böylece Allah’ın kullarını fitneye düşüren tüm tâğutlara kaşı savaşılmadan barışın sağlanması mümkün değildir.
İşte Allah savaşı emredince insanlardan kimilerine savaş ağır geliyor, zor geliyor ve Allah için bir savaşa katılmak istemiyorlar, ağır aldıranlar oluyor. Dünya hayatı, yaşamak arzusu, mal mülk sevgisi ağır basıyor. Sonra da:
Sonra da şâyet çıktıkları savaşta peygamberin ya da Müslü­manların başlarına bir şeyler isabet edip de o savaşın sonunda onlara bir zarar ulaşınca da bu savaşa katılmayıp ağır davrananlar, Allah’ın ve Resûlünün mahza kendilerinin hayrına olan dâvetine icabet etme­yen bu zavallılar diyorlar ki; doğrusu Allah bana nîmet verdi. Allah beni korudu. Çünkü ben onlarla, o savaşa gidenlerle beraber olmadım. Onlarla birlikte gitmedim de onun için kazandım. Allah bana nîmette bulunup beni korudu da onların başına gelenler benim başıma gel­medi. Allah ve Resûlünün emrettiği bir konuda, bir savaş konusunda Allah ve Resûlünün emrine muhalefet ederek Müslümanlarla birlikte olmamayı nîmet kabul eden, Allah için bir savaşta Müslümanlar gibi ölmeyi, yaralanmayı, sıkıntı çekmeyi göze alamayan, Allah için böyle bir fedâkârlığa razı olamayan, kendince bir kısım musîbetlerin dışında kalmayı başarı zanneden bu münâfıkların sözleri, anlayışları ne kadar da basit, düşünceleri ne kadar da sığ, hesapları ne kadar da yanlış, ne kadar zavallı değil mi? Bu dünyanın geçici zevk ve eğlencelerine kapılarak Allah için bir savaştan kaçan insanlar ne kadar da zavallı insanlar değil mi
Halbuki Allah’ın ve Resûlünün her dâvetine koşan Müslüman, Uhut’ta şehid de olsa, Bedir’de mağlup da olsa veya şu anda dünya savaşlarında yenilmiş de olsa, görünürde kâfirler karşısında ezilmiş de olsa kazanan yine odur, galip gelen yine odur, üstün olan yine odur. Çünkü galibiyet ya da mağlubiyet, zafer ya da hezimet dünya şartlarına göre hesap edilmez. Galibiyet ve mağlubiyet âhiret şartla­rına göre yapılır. Bir Müslüman dünyada mağlup olsa, dünyada kay­betse bile, eğer âhireti kazanmışsa o galiptir. Şehid edilen, belinden testereyle kesilen, ya da kendisine iki kızından başka hiç kimsenin iman etmediği peygamberler dünya hesabına göre kaybetmişler gibi görünseler de Allah’ın istediği bir hayatı yaşadıkları için âhiret hesa­bına göre galiptirler.
73. “Allah'tan size bir nîmet erişse, andolsun ki, si­zinle kendi arasında bir dostluk yokmuş gibi: “Keşke on­larla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazan­saydım” der.”
Ama size Allah için katıldığınız bir savaşta Allah’tan bir fazl, Al­lah’tan bir zafer isabet ettiği zaman da o savaşa gitmeyenler, savaş konusunda ağır davrananlar, Allah için fedâkârlığı göze alamayanlar, tıpkı İsrâil oğulları gibi inandıkları Allah uğrunda fedâyı mal ve fedâyı cana değmez olanlar, böyle bir Allah’a inananlar, Müslümanlarla bir­likte savaşa gitmedim diye, Müslümanlarla birlikte olmadım diye Allah için bir zarara uğramadıklarına sevinenler, biz akıllıyız, biz onlar gibi pisipisine ölüp yaralanmadık diyenler, ama Allah’ın fazlıyla, Allah’ın yardımıyla zafere koşan, ganîmetlere ulaşan Müslümanları gördükleri zaman da bu insan tipleri sanki o savaşa katılan Müslümanlarla arala­rında hiçbir yakınlık yokmuş gibi, sanki onlar Müslüman kardeşleri değilmiş gibi diyorlar ki bakın:
Keşke ben de onlarla beraber olsaydım, onlarla aynı hayatı, aynı imanı, aynı teslimiyeti paylaşmış olsaydım da, onlarla birlikte Al­lah’ın aynı dâvetine icabet etseydim de, ben de büyük bir başarıya, büyük bir kurtuluşa ermiş olsaydım. Tabii bu tür münâfıkların mutluluk dediği, başarı dediği şey yine maldır, yine mülktür, yine saltanattır, yine ganîmettir, paradır, puldur, şandır, şöhrettir. Elbette Allah ve Re­sûlüne inanmayan, Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinden habersiz bir hayat yaşayan insanın, dünya mallarına mülklerine, dünya salta­natlarına aldanıp cennete sırt çeviren bir insanın hayatı sağlıklı bir şekilde değerlendirmesi mümkün değildir. Dünyayı da âhireti de bile­meyen bu insan ne anlar Allah yolunda savaşarak, Allah yolunda her şeyini fedâ ederek Allah ve Resûlünün vaâdettiği ebedî bir hayatı kazanmaktan? Ne anlar cennetten? Öyleyse ey Müslümanlar:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-74

Nisa-74

“O halde, dünya hayatı yerine âhireti alanlar, Al­lah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır, öl­dürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir verece­ğiz.”
Ey dünya hayatı yerine âhireti satın alanlar! Fâniyi verip de bâ­kîye talip olanlar! Dünya hayatının basit zevklerini bırakıp da cennete ve Allah’ın rızasına talip olanlar! Allah yolunda, Allah’ın egemenliğini gerçekleştirmek için, ilâhi kelimetullah için savaşın. Çünkü unutmayın ki Allah yolunda savaşanlar geçici ve basit dünya hayatını satıp karşı­lığında ebedî olan âhireti satın almışlardır. Kim dünya hayatının geçi­ciliğini, derbederliğini, fâniliğini, zavallılığını bilir de Allah yolunda sa­vaşarak buradaki zevkini, sefasını âhiret hayatı, âhiret mutluluğu için fedâ etmeyi becerebilirse, fâniyi verip bâkîyi kazanmayı becerebilirse, Allah’ın rızasını kazanabilirse işte kazançta olan odur. Dünyayı da âhireti de en iyi değerlendiren odur. Öyleyse dünya hayatına karşılık âhireti satın almak isteyenler Allah yolunda savaşsınlar. Unutmayın ki kim de Allah yolunda savaşırken ölür ya da galip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz diyor Rabbimiz. Yine unutmayın ki Allah adına sava­şan bir Müslüman ölse de galiptir kalsa da.
75. “Size ne oluyor da: “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gön­der, katından bize bir yardımcı lütfet” diyen zavallı ço­cuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda sa­vaşmıyorsunuz?”
Yine bir savaş emri geliyor. Allah’a Allah’ın istediği kulluğu icra edemedikleri Mekke’den Medine’ye hicret eden, Allah adına her şey­lerini terk eden, Medine’de Allah ve Resûlünün istediği biçimde İslâm toplumunu gerçekleştiren, adım adım dünya insanlığının fitne ve fe­sattan kurtuluşunu hedefleyen, tüm insanlığa gerçek kulluğu, gerçek hayatı, gerçek adâleti, gerçek hürriyeti ve insanlığı göstererek tüm in­sanlığı yalnız Allah’a kulluğa ve kurtuluşa dâvet eden Müslümanlara tekrar tekrar bu işin ancak savaşı göze alabilmekle mümkün olabile­ceğini anlatıyor.
Bu mânâda sanki Nisâ sûresinin ilk âyetleri aile konusunu, ikinci bölüm âyetleri sanki toplum ve devlet konusunu, üçüncü bölüm âyetleri de insanlığa huzuru, güveni, saâdeti, selâmeti, hürriyeti, adâ­leti, özgürlüğü anlatan âyetlerdir. Dünya üzerinde dünyaya taparak zalimce egemen olan güçlerin belini kırmak, egemenliklerine son ve­rip, onların zulüm ve işkenceleri altında kıvranan mazlumların, mustaz’afların imdadına yetişmek üzere Müslümanların savaşa teş­vik edildiğini görüyoruz. Bakın Allah diyor ki:
Size ne oluyor da sizler Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Gerek erkeklerden, gerek kadınlardan, çocuklardan müs’taz’af oldukları halde, zayıf ve güçsüz oldukları halde kâfirlerin zulümleri altında ezi­len ve ey Rabbimiz! Bizi ehli zalim olan bu ülkeden çıkar! Halkı zalim ve zorba olan şu kentten bizi kurtar! Şu şehrin zalimlerinin egemenli­ğinden bizi kurtar! Bize katından bir velî, bir sahip, bir kurtarıcı gönder diye dua dua yalvaranlar varken size ne oluyor da onların imdadına yetişmek için savaşmıyorsunuz? Ne oluyor size ki onları zalimlerin zulmünden kurtarmak, onları özgürlüğe kavuşturmak, onları bu zelil hayattan aziz ve şerefli bir hayata kavuşturmak, onlar üzerindeki za­lim ve fâsık sultaların ellerini, boyunlarını kırıp zulümlerine engel ol­mak için savaşmıyorsunuz?
Bu âyette anlatılanlar Mekke’de veya başka yerlerde Müslüman olup da Medine’ye hicret edemeyen, ken­dilerini kâfirlerin zulüm ve işkencelerinden koruyacak güçleri olmayan kadın, erkek ve çocuklardır.
Evet ne oluyor size ki zalim sultaların Müslümanlara eziyet ve işkencelerinin yasallaştığı bir dünyada bu zalimlerin ellerinde mazlum duruma düşürülmüş Müslümanların feryatları yükselirken savaşı göze alamıyorsunuz? Ne oluyor size ki yerlerinize çakılıp kaldınız? Ne olu­yor size ki rahatınızın içine gömülüp kaldınız? Zevkiniz, sefanız, malı­nız, mülkünüz ağır bastı da Allah yolunda bir savaştan kaçar oldunuz. Duymuyor musunuz dünyanın her yerinden yükselen şu feryatları? Ey Rabbimiz! Ne olur bize yardım et! Bize katından bir yardımcı, bir kur­tarıcı, bir velî gönder! Bizi şu zalimlerin elinden kurtar ya Rabbi! diye ağlaşan, kurtarıcı bekleyen insanların durumlarını görmüyor musu­nuz?
Kim yetişecek bu mazlumların imdadına? Bunların, bu biçare, bu mazlum ve zayıf insanların imdadına Allah’ın yardımında Müslümanlar yetişmek zorundadır. Allah bu vazifeyi Müslümanlara yükle­mektedir. Öyleyse ey o günün peygamber rehberliğindeki Medineli ve şu anda da tüm dünya Müslümanları! Bu görev sizin görevinizdir. Al­lah’ın yasası böyledir. Yeryüzünde zalimlerin, zorbaların zulümleri al­tında ezilen, Allah’a kulluktan koparılıp ahalisi zalim olan ülkelerde bir takım yapay tanrılara kulluğa zorlanmış ve Allah’tan bir kurtarıcı bekleyen insanları kurtarmak için savaşmak zorundayız.
Zaten İs­lâm’ın savaşının hedefi budur. İslâm’ın savaşı yeryüzünde Allah kulla­rını Allah’a kulluktan koparıp, fitnelere düşürüp kendilerine kul köle edinen zalimlerin egemenliklerine son vermek, Allah kullarının önünü açarak özgür iradeleriyle bir hayat yaşamalarını sağlamaktır. Tüm sahte rablerin, tüm yapay tanrı ve tanrıça taslaklarının egemenliklerine son verip Allah egemenliğini gerçekleştirmektir. Yeryüzünde fitnenin kökünü kazıyıp Allah kullarının özgürce dinlerini seçebilmelerini sağlamaktır.
76. “İnananlar Allah yolunda savaşırlar, İnkâr eden­ler ise şeytan yolunda harp ederler. Şeytanın dostla­rıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi zayıftır.”
Mü’minler, inananlar Allah yolunda savaşırlar, kâfirler, küfredenler de tâğutun yolunda savaşırlar. Kâfirler küfür yolunda savaşır­lar. Evet bu sûre indiği dönemde Allah yolunda savaşanlar Medineli Müslümanlar, tâğut yolunda savaşanlar da Mekkeli müşriklerdi. Allah yolunda savaşanlar Medine’de Rasulullah’ın yanı başında, Rasulullah’ın riyasetinde savaşan Müslümanlar, tâğut yolunda sava­şanlar da küfrün ve şirkin egemenliği altında yaşayan tüm dünyadır.
Evet dünyada her devirde, her dönemde mutlaka bu iki tür savaş hep olagelmiştir. Biri imanın savaşı, ötekisi de küfrün ve şirkin savaşı. Zaten dünyadaki tüm savaşlar inancın savaşıdır. Bu inancın da iki ta­rafı vardır. Bir tarafta Allah’ın dini yücelsin, Allah’ın iradesi, Allah’ın yasaları hâkim olsun, egemenlik Allah’a ait olsun için savaşan müs­lümanlar, öbür tarafta da küfrün, şirkin, insanların yasalarının, insan­ların egemenliklerinin hâkimiyeti için çırpınan kâfirler, müşrikler vardır ki Kur’an buna tâğutlar der.
Öyleyse haydi ey Müslümanlar, şeytanın dostlarıyla savaşın! Unutmayın ki şeytanın hilesi pek zayıftır. Dünya üzerinde belki şeytan taraftarları güçlü görülebilir. Şeytanın hilesi belki güçlü, etkili görülebi­lir. Şeytan taraftarlarını da yanına alarak tüm dünya egemenliğine so­yunmuş olabilir. Şeytan ve dostları şeytan ve aveneleri tüm dünyayı saltanatları altına almış, tüm dünyaya hâkim olmuş olabilirler. Meselâ o gün Bizans imparatorluğu, bugün Amerika, Avrupa, Rusya, İngil­tere, Çin, Japonya şeytanlıkları, daha önce Firavunların şeytanlıkları, daha önce Âd kavminin, Semûd’un şeytanları, şeytanlıkları ne oldu? Allah’ın güç ve kudreti karşısında, Azîz olan, Cebbâr olan Allah’ın desteğindeki Müslümanlar karşısında ne duruma düştüler bir düşü­nün. Hepsi mağlup olmadılar mı? Hepsi perişan olmadılar mı? Hepsi helâk olmadılar mı?

Yeryüzünün en büyük şeytanları bile, yeryüzünün en süper orduları, güçleri bile Allah safında yer almış bir avuç Müslüman karşı­sında yok olup gitmiştir. Allah desteğindeki mü’minler karşısında şeytanlar da, şeytanların yeryüzündeki çömezleri, aveneleri de çok zayıf kalmaya mahkûmdur.
Çünkü işte Allah buyuruyor ki şeytan çok zayıftır. Şeytanın hileleri, şeytanın tuzakları, tedbirleri, gücü, kuvveti pek zayıftır. Allah safındaki, Allah desteğindeki mü’minlere karşı onun yapabileceği hiçbir şey yoktur. Tabii elbette şeytanın kendisi bu kadar zayıf olunca, onun orduları, onun çömezleri, onun safında yer alanlar haydi haydi zayıf ve güçsüz olacaktır.
Öyleyse gücü olan Allah, mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah kendi safında yer alarak, kendi yolunda, kendi desteği altında şeytan ve dostlarıyla sa­vaşmamızı emrediyor. Bu savaşta hep yanımızda olacağını, düşmanlarına ve düşmanlarımıza karşı bizi destekleyeceğini vaad ediyor. Bundan daha büyük bir şeref, bundan daha büyük bir müjde olur mu?
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Nisa-61-“Onlara: “ALLAH'ın indirdiğine ve Peygambere ge*lin” dendiği zaman münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.”

ALLAH’ın bizden istediklerini fert planında peygamberimiz, toplum planında sahâbe nasıl uygulamışsa ben de onu din kabul edip aynen uygulamaya çalışırsam ben dindarım. İşte gelin ALLAH’a, gelin peygambere denilince, yâni ALLAH’ın istediklerini peygamber örnekliğinde anlamaya, kabul etmeye, uygulamaya çalışalım deyince bu tür insanlar:

Senden bir kaçıp uzaklaşırlar ki....!
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Nisa-36. “ALLAH'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşma*yın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. ALLAH, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez.”

ALLAH’a hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, hiçbir kurumu, hiç bir müesseseyi ortak koşmayın. Hayatınızı parçalamadan yana olmayın. Hayatınızı parçalara ayırıp o parçalardan bir bölü*münde ALLAH’ın, öteki bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygula*yarak şirke düşmeyin. Namaz konusunda ALLAH’ı, hukuk konusunda başkalarını dinleyerek şirke düşmeyin. Oruç konusunda ALLAH’ın ya*salarını, kılık kıyafet konusunda başkalarının yasalarını uygulayarak müşrik olmayın.

*******

"Şerrinden komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü'min olamaz" (Buhârî, Edeb, 29)


“Mü'minin, kendi nâil olduğu nimetlere diğer mü'min komşularının da nâil olmasını, kendisi için istemediği şeyleri mü'min komşusu için de arzu etmemesi esastır” (Buhâri,İman,5)
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Nisa- 37. “Onlar cimrilik ederler, insanlara cimrilik tavsiyesinde bulunurlar, ALLAH'ın bol nîmetlerinden ken*dilerine verdiğini gizlerler. Kâfirlere aşağılık bir azap hazırlamışızdır.”

ALLAH’a karşı sorumluluk duymayan kişi elbette kullarına karşı hiç sorumluluk duymayacaktır. ALLAH’la iyi ilişki içinde olmayanın kul*larla iyi ilişkiler içinde olması elbette beklenemez.

****

“Cimrilikle iman bir kalpte toplanmaz”..H.Ş

Nisa-38. “Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip, Allah'a ve âhiret gününe inanmayanları da ALLAH sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena arkadaşı vardır!”

Böyle riyakârların cehenneme gideceklerini anlatan pek çok hadis var. Bu sahih hadislerden bir tanesi de, bu ümmetten günahkârlar arasında cehenneme gidecek üç grubu bildiren hadistir. Bunlar riyâ için cihad yapan, riyâ için Kur’an okuyan ve yine riyâ için mal harcayanlardır.

39. “Bunlar ALLAH'a, âhiret gününe inanmış, ALLAH'ın verdiği rızklardan sarf etmiş olsalardı ne zararı olurdu? Oysa ALLAH onları bilir.”

Zaten o mallar ALLAH’ın değil miydi? Sonunda onlar ölecek ve o malları ALLAH’a kalmayacak mıydı? Göklerin ve yerin mîrası sonunda ALLAH’a kalma*yacak mıydı? Öyleyse niye tutuyorlar o malları ellerinde? Niye harcamıyorlar ALLAH yolunda onları? Mezara mı götürecekler? Sonunda onları hesaba çekecek olan ALLAH değil miydi? ALLAH onların yaptıklarını en iyi bilen değil miydi?


40. “ALLAH şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik olsa onu kat kat artırır ve yapana büyük ecir verir.”

İyilik yapanların iyiliklerinin karşılığını kat kat verirken, Kur’an’ın başka yerlerinden öğreniyoruz ki o iyiliği yaparken kişinin taşıdığı niyetin derecesine göre bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen da sonsuz mükafat verir.
Evet iyiliğin katsayısı böyle iken kö*tülüklerin katsayısı da sadece bire birdir.


41. “Her ümmete bir şahit getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şahit getirdiğimiz vakit du*rumları nasıl olacak?”

Eğer şu anda yaşadığımız hayatta bunun bilinci içinde olur, Rabbimizi razı edecek bir dünya yaşarsak inşALLAH o günde Rabbimiz bizi utandırmaz. O gün herkes şahitlerle birlikte ALLAH’ın huzuruna ge*tirilecek. O gün öyle sıkıntılar, öyle dehşetler olacak ki kâfirler isterler ki:

Nisa-42. “O gün, inkâr edip peygambere baş kaldırmış olanlar, yerle bir olmayı ne kadar isterler ve ALLAH'tan bir söz gizleyemezler.”

Bakın Rahmeti bol olan Rabbimiz merhameti gereği yarın olacakları bugünden bize haber veriyor. Yarın iş işten geçtikten sonra eyvah demeyelim diye o günün görüntülerini bugünden bizim gözle*rimizin önüne seriyor. Artık bize düşen bugünden ALLAH’ın razı olacağı bir hayatı yaşayarak yarın perişan bir duruma düşmemektir.

****

Hiçbir kimse yaptığı bir şeyi ben bunu yapmadım diyemeyecek, yaptıklarından kaçıp kurtulamayacaktır. Çünkü melekler şahit, peygamberler şahit, azalarımız şahit, arz şahittir tüm yaptıklarımıza.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Euzü Billahimineşşeytanirracim BismillahirRahmanirRahim.

Euzü Billahimineşşeytanirracim BismillahirRahmanirRahim.

Nisa-43. “Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolcu iseniz yahut biriniz ayak yolundan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumda su bulamamışsanız tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. ALLAH affeder ve bağışlar.”


Elbette dünyaya verdiği değeri dinine vermeyen bir Müslüman dünyada sarhoşluğun daniskasını yaşıyor demektir.
Namaza başlarken “Allahu Ekber”derken, “Elhamdü lillahi Rabbil âlemin” derken, “Sübhanallah” derken, “İyyake nabudu ve iyyake nesteiynu” derken bunların ne anlama geldiği bilmeden bir namaz kılıyorsa bir Müslüman, onun kıldığı namaz sarhoşun kıldığı namazdan farksızdır. ALLAH için bu konuda kendimizi bir daha gözden geçirelim. ALLAH için birkaç hafta, birkaç ay tüm işlerimizi bırakalım, tüm meşgalelerimizi terk edelim ve namazlarımızda ALLAH’ı hamd etme, ALLAH’ı tesbih etme, ALLAH’ı yüceltme, Allah’ı zikretme, ALLAH’tan mesaj alma, ALLAH’a tekmil verme sözlerimizin ne anlama geldiğini öğrenelim.


Nisa-44. “Kendilerine Kitaptan bir pay verilenlerin sapıklığı satın aldıklarını ve sizin yolu sapıtmanızı istediklerini görmüyor musun?”

Îsâ (a.s)’ı tanımışlar, İncil’i tanımışlar, Allah'ın elçisine, ALLAH’ın kitabına inanmışlar, kitap ve peygamber bilgisine ulaşmışlar, Tevrat’ı tanımışlar, Mûsâ (a.s)’ı tanımışlar, iman etmişler ama dünya menfaati sebebiyle ALLAH’ı, kitabı, peygamberi satmışlar da sapıklığa talip olmuşlar. Cenneti satmışlar da cehenneme talip olmuşlar.


45. “ALLAH, düşmanlarınızı çok iyi bilir. ALLAH size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.”


Bizler sapmamak için, sapıtmamak için, aklımızı, fikrimizi, duyularımızı başkalarına teslim etmek yerine sadece ALLAH’a ve Resûlüne teslim etmek zorundayız. Kitap ve sünnete teslim olmak zorundayız. Kitap ve sünnetle birlikte olduğumuz sürece ALLAH bize bu tür düşmanlarımızı da tanıtacak ve bizler de Rabbimizin yardımıyla bu tür sapıklardan korunma imkânı bulmuş olacağız inşALLAH.

Ama velîmiz olan ve bizim adımıza aldığı kararlarla bizi dünyada da, ukba’da da huzur ve saâdete ulaştıracak olan Rabbimizin velâyetinden çıkar da bu kâfir dünyanın velâyeti altında bir hayattan yana olursak kesinlikle bilelim ki dünyada onlar gibi rezil bir hayatın sahibi olurken âhirette de onların gittiği yere gitmek zorunda kalacağız. Çünkü bu kâfirlerin yeryüzünde bir tek dertleri var, o da ne yapıp yapıp müslümanları saptırmak, müslümanları kâfirleştrmek ve onları da kendi cehennemlerine götürmektir. Kitabımızın hemen hemen her sûresinde ısrarla Rabbimizin bizi uyardığı en önemli konulardan birisi işte budur. Öyleyse buna çok dikkat edeceğiz. Bu sapıkları asla dost bilmeyeceğiz. Hiçbir konuda onları dinlemeyecğiz. Çünkü bizim velîmiz ALLAH’tır ve o ne güzel bir vekil, ne güzel dost ve ne güzel bir yardımcıdır.

Nisa-46. “Yahudilerden, sözleri yerlerinden değiştirip: “İşittik ve karşı geldik, kulak vermeyerek dinle” ve dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak: “Bizi de dinle" diyenler vardır. Şâyet: "İşittik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet” demiş olsalardı, onlar için daha iyi daha doğru olurdu. İşte ALLAH inkârları yüzünden onlara lânet etmiştir. Onların ancak pek azı inanır.”


Ehl-i kitabın sapıtanları Kur’an’la, Kur’an gerçeğiyle, peygamber gerçeğiyle karşı karşıya geldikleri zaman bunların devri geçti artık, bunların modası geçti, artık bunlara itibar edilmez diyorlar. Bizim ehl-i kitap, bizden olan ehl-i kitap da aynı şeyleri söylüyorlar bugün. Kur’an’a ve peygambere inandığını iddia eden bizim kitap ehlinden kimileri de ALLAH’ı peygamberden, peygamberi ALLAH’tan, kitabı sünnetten, sünneti kitaptan ayırmaya çalışıyorlar. Kur’anla peygamberin arasını açmamaya çalışıyorlar. Bize sadece Kur’an yeter, Kur’an’dan başka kaynağa ihtiyacımız yoktur ve zaten peygamberden bize hiçbir şey ulaşmamıştır. Ulaşmış olsa bile senin sözün dinlenmez diyorlar. Peygamberin sözü dinlenmez diyorlar.
Yâni peygamberin sözü, peygamberin uygulaması sadece kendisini, kendi dönemini, kendi dönemindekileri bağlar, bizi bağlamaz diyorlar..!

Nisa-47
“Ey Kitap verilenler! Yüzleri silip arkaya çevirerek enseler gibi dümdüz yapmadan, yahut cumartesi güncüleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden önce, elinizdeki Kitabı tasdik ederek indirdiğimiz Kur’an'a inanın; ALLAH*'ın emri daima yapıla gelmiştir.”

Veya yüzlerinizdeki kullanmadığınız o organlarınızı geri alıp hakkı göremez, hakkı duyamaz, hakkı söyleyemez ve hidâyete yönelemez bir duruma getirmeden önce. Ve de cumartesi ashabını, cumartesi yasağını ihlâl edip de lânetlediklerimiz gibi sizleri de lânetlemeden önce gelin bu kitaba iman edin. İnsanlıktan çıkıp hayvanlık derekesine düşürülmeden önce gelin bu kitabın hayatınızdaki kıymetini bilip hayatınızı onun istediği gibi düzenleyin.
Gelin bu kitabın önüne başka şeyleri geçirmeyin. Gelin bu kitabı arkaya almayın.


Nisa-48
“ALLAH kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. ALLAH'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.”

Meselâ rızık konusunda ALLAH’a tümüyle güvenmeyip de ikinci üçüncü derecedeki Rezzâklarının korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin inandığı ALLAH nasıl affedebilecek de günahları?


Buradan anlıyoruz ki büyük günah işlemiş olanlar ALLAH’a şirk koşmadıkları sürece, yâni bu günahlarını şirke dönüştürmedikleri sürece dilerse ALLAH onu affeder, dilerse de cezalandırır. Bu Onun dilemesine kalmıştır. Ama yanlış anlamayalım bu şirkin dışındaki büyük günahların işlenebileceğine bir ruhsat değildir. Bu ifade şirkin ne büyük bir günah olduğunu vurgulamak içindir.
Evet ALLAH şirkin dışındaki günahları affediyor, şirki de affediyor. Kitabımızın başka bir ayetinin beyanına göre kâfir tevbe edip Müslümanlığa yöneldiği zaman tıpkı anasından doğmuş gibi tertemiz günahlarından arınmış olur. Müşrik de şirkinden vazgeçer ve İslâm’a yönelirse onun da önceki hayatı affedilecektir.
Küfrün de, şirkin de affı bunları bırakıp tevhide yönelmektir.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Euzü Billahimineşşeytanirracim BismillahirRahmanirRahim

Euzü Billahimineşşeytanirracim BismillahirRahmanirRahim

Nisa-50
“ALLAH'a nasıl yalan yere iftira ettiklerine bir bak. Bu, apaçık bir günah olarak yeter.”


51. “Kendilerine kitap verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp, inkâr edenlere: "Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar" dediklerini görmedin mi?”


Gerçekten şu anda bunun örneklerini çok görüyoruz. Müslümanlara olmadık iftiralarda bulunan, olmadık isimler takarak, onları terörist, kan dökücü ilân eden yahudi ve hıristiyan dünyanın, kâfir ve müşrik dünyanın güdümünde hareket eden, güya adı Müslüman olan kimi zavallıların Müslümanları haksız, karşılarındaki kâfirleri haklı gördüklerini, kâfirlerin daha doğru yolda olduklarını söyleyebiliyorlar, yazıp çizebiliyorlar. Kâfirler daha doğru yoldadırlar ve zaten dünyada onlarsız bir hayat yaşamak mümkün değildir diyebiliyorlar zavallılığın zirvesinde olanlar.

Nisa-52
“İşte ALLAH'ın lânetledikleri onlardır. ALLAH'ın lânetlediği kişiye asla yardımcı bulamayacaksın.”

ALLAH kime lânet edip de merhametinden mahrum etmişse artık ona kim yardımcı olabilir? Kim onu ALLAH’ın gazabından, azabından kurtarabilir?
Rabbimiz Nisâ sûresinin bu âyetlerinde bizi bir grubun karşısında durdurdu, bize bir grup tanıttı ve ısrarla bizim onlara bakmamızı, onlar üzerinde düşünmemizi, onları yakından tanımamızı istedi.

53. “Yoksa onların hükümranlıktan bir payları mı var? O zaman insanlara bir çekirdek parçası bile vermezler.”

ALLAH’ın kendilerine lütfettiği nîmetlerine karşı çok nankör davranıyorlar. ALLAH kendilerine iman ve kitap nîmeti verdiği halde menfaatleri sebebiyle Müslümanlardan kaçıp kâfir ve müşrik dünya ile birlikte hareket etmeye çalışıyorlar. Ellerindeki kitaplarını tasdik ederek gelen Kur’an’a ve son elçiye inanmıyorlar.

54. “Yoksa ALLAH’ın bol nîmetlerinden verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik. Onlara büyük hükümranlık bahşettik.”

Bu son elçiye iman etmedikleri sürece bu İsrâil oğullarının, bu yahudi ve hıristiyanların önceki peygamberlere iman ediyoruz demelerinin hiçbir mânâsı kalmayacaktır. Çünkü önceki her bir peygamber kendi döneminde onlardan son elçiye iman etmeleri konusunda ahit almış*tır. Bu ahitlerini yerine getirmeyenler asla mü’min değillerdir.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Euzü Billahimişşeytanirracim BismillahirRahmanirRahim..

Euzü Billahimişşeytanirracim BismillahirRahmanirRahim..

Nisa-55,56
“Onlardan ona inananlar ve yüz çevirenler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter. Doğrusu, âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle de*ğiştireceğiz. ALLAH Güçlüdür, Hakîmdir.”

Rasulullah Efendimizin hadislerinden de öğreniyoruz ki cehennemdekilerin vücutları her bir bölgeden azabı tatsınlar diye çok büyük ve dayanıklı yaratılacaktır. Dişlerinin dağ büyüklüğünde, ciltlerinin farklı uzunlukta yaratılacağını haber veriyor ALLAH’ın Resûlü. Ve her bir saatte derilerinin yüz kere, yüz yirmi kere değiştirileceğine dair rivayetler vardır.


57. “İnanıp yararlı iş işleyenleri, içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları en koyu gölgeliklere yerleştireceğiz.”

Salih amel, fıtrata uygun amel demektir. Salih amel, ALLAH’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Salih amel, Rasulullah efendimizin hayatında, sünnette yeri olan ve mahza ALLAH için yapılmış amel demektir. Salih amel, salih bir imandan kaynaklanan ameldir.


Nisa-58
“Hiç şüphesiz ALLAH size, emânetleri ehline tes*lim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. ALLAH size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ALLAH işitir ve görür.”


ALLAH sana emânet olarak para mı verdi? Onu nereden kazanacağını, nerelerde harcayacağını emânetin sahibine sormak zorundasın. ALLAH sana emânet olarak çocuklar mı verdi? Onlara vere*ceğin isimden tut da, onlara ulaştıracağın günlük eğitime varıncaya kadar emânetin sahibine sormak zorundasın. Yanında ALLAH’ın sana verdiği boş zaman mı var emânet olarak? Onu emânetin sahibinin is*tediği yerde kullanmak, emâneti sahibine vermek zorundasın. Veya emânet olarak senin yanında göz, kulak, el, ayak, kafa, kalp mi vardı? Onları yerinde kullan. Onları emânetin sahibinin razı olduğu yerlerde kullanarak emânetin sahibine teslim et.
Emâneti emânet bilmemizi, emâneti sahibine vermemizi, emâneti emânetin sahibinin istediği gibi kullanmamızı istiyor Rabbimiz.

***

Bir de emânet, insanların kendi aralarında birbirlerine emâ*net ettiği, emânet verdiği şeylerdir. Hattâ bu mânâda kâfirin emâneti*dir de. İşte buna karşı da riâyetkar davranmamız, nezih davranmamız isteniyor. Emânet sahiplerine karşı sahtekârlık yapmamamız, hıya*nette bulunmamamız isteniyor.


Nisa-59
“Ey İnananlar! ALLAH'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, ALLAH'a ve âhiret gününe inanmışsanız onun hallini ALLAH'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve ne*tice itibariyle en güzeldir.”


Meselâ bir adam diyor ki; “ben Kur’anın yaşanmasına inanıyorum. Ben Kur’anın okunup, anlaşı*lıp, anlatılmasına inanıyorum” Kendisine; “hadi buyur öyleyse! Ne du*ruyorsun? Niye yapmıyorsun? Sen yapmayacaksın da kim yapacak bunu?” Bunun üzerine diyor ki adam: “Birileri okusun! Birileri yaşasın! Birileri yapsın efendim! Boş kalmasın! Birileri meşgul olsun bu işlerle!” Bu tür bir iman, ALLAH’ın istediği iman değildir. Veya meselâ; Ben Müslümanların cihad etmesine inanıyorum. Ben mutlaka emr-i bil'maru-f’un yapılmasına inanıyorum. Ben Müslümanların örtünmesi gerektiğine inanıyorum, dedikleri halde inandım dedikleri konunun amelini gündeme getirmeyenlerin imanları ALLAH’ın istediği bir iman değildir. ALLAH korusun, bakıyoruz da hep birinci imandan yana bugün insanlar. ALLAH’ın asla kabul etmeyeceği bir imandan yanalar.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-77

Nisa-77

“Kendisine: “Elinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekât ve­rin” denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında, içlerinden birtakımı hemen, insanlardan Allah'tan korkar gibi, hattâ daha çok korkarlar ve Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın, bizi yakın bir za­mana kadar tehir edemez miydin?” derler. Ey Muhammed, de ki: “Dünya geçimliği azdır, âhiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez.”
Mekke’de İslâm’ın başlangıç dönemlerinde henüz Allah tarafından savaşa izin verilmediği bir atmosferde Müslümanlar namaz kılmakla, zekât vermekle emrolunmuşlardı. Rabbimiz mü’minlerin sa­vaşabilecek durumlarının, güçlerinin olmadığını bildiği için onlara:El­lerinizi savaştan çekin, şu anda savaşacak gücünüz yoktur, şimdi sizler savaşı değil de namazı ve zekâtı icra edin. Bireysel bir kulluk olarak namazı ikâme edin ve toplumsal kulluğunuz olan zekâtınızı ve­rin. Böylece bedenlerinizde ve mallarınızda Allah’ın söz sahipliğini kabul edin diyordu. Bu hem o günün Müslümanlarına hem de kıya­mete kadar onların durumunda bulunan, savaşabilecek gücü ve öz­gürlüğü bulunmayan Müslümanlara Rabbimizin bir ilhamı, bir yasası­dır. Yâni güçsüz ve köle durumundaki Müslümanlara bir hafifletme yasasıdır.
Benzer durumdaki Müslümanlar namazlarını ikâme edecekler, namazla Allah’tan mesaj alacalar, namazla Allah’a rapor verecekler, namaz vasıtasıyla Allah’la diyaloglarını kesmeyecekler, namazda aldıkları mesajla hayatlarını düzenleyecekler, namazda aldıkları mesajı kardeşlerine ulaştırarak zekât verecekler, infakı yaşayacaklar, bencil­liği terk edecekler. Toplum içindeki fakirleri, zayıfları, yetimleri kendi hayat standartlarına çekme kavgası verecekler. Savaş öncesi bir sa­vaş yaşayacaklar. Kendilerini savaşa ve fedâkârlığa hazırlayan bir hayat süreci içine girecekler. Kardeşçe yaşayabilecekleri, Müslümanca bir dayanışma ortamı hazırlamaları gerekiyordu. Savaşa girip de öldükleri, şehâdet şerbetini içtikleri zaman da arkada bırak­tıkları konusunda hiç sıkıntı duymayacak bir güvenle savaşa gide­bilme ortamını hazırlamaları gerekiyorduİşte bunun için Allah’ın istediği biçimde canlarını, bedenlerini ve mallarını Allah’ın emrine teslim bilincini sağlayacak bir namaz ikâme etmeleri ve zekât vermeleri isteniyordu kendilerinden. İleride grup grup ve tereddüt etmeden Allah için bir savaş ortamında o canla­rını ve mallarını fedâ edebilme deneyiminden geçiriyordu Allah, mü’minleri.
Düşünün ki daha savaşa gitmeden, bir savaş ortamıyla kaşı kar­şıya gelmeden arkasında bıraktıkları malları mülkleri, hanımları ve çocukları konusunda emin olmayan bir kimsenin savaşta başarılı ola­bilmesi ne kadar mümkün olacaktır? Daha savaşa gitmeden önce ekonomik, sosyal ve siyasal kaygılarla birbirlerine güvenmeyen, birbirlerine hayır etmeyen insanlar birlikte ölüme nasıl gidebileceklerdir? Omuz omuza girdikleri bir savaşta birbirlerine ihanet etmeyeceklerine güvenmeyen insanlar nasıl savaşabileceklerdir? Ama bir toplum ki kalpleri, kafaları Allah’a birlikte boyun bükmekte birleşmiş, aynı safta omuz omuza namazda birleşmiş, mallarına malları, canlarına canları gözüyle bakabilmeye alışmış, Allah ve Resûlünün komutasında bir­leşmiş, Allah ve Resûlünün istediği bir şekilde fedâkârlığa, vefakâr­lığa, diğer gamlığa ısınmış, ne mal, ne mülk, ne dünya, ne saltanat sebebiyle birbirlerinin hakkını, hukukunu gasbetmeyi zerre kadar bile olsa düşünmeye yönelmeyecek bir ortamda savaş emrini aldıkları zaman elbette o insanlar, o toplum çok rahat bir şekilde Allah yolunda yürüyebilecek ve hiç tereddüt etmeden canını da malını da Allah için gözden çıkarabilecektir. İşte Mekke’de Rabbimiz Müslümanları bu ortama hazırlamak için namaz kılın, zekât verin ve ellerinizi savaştan çekin buyuruyordu. Ama onlardan bir grup ah ne olurdu bize bir savaş emri verilseydi de savaşsaydık diyordu. Savaşı temenni ediyordu. Ama ne zamanki Me­dine’de savaş emri verilince içlerinden bir grup sanki Allah’tan korkar gibi insanlardan korkuyorlar, hattâ daha fazlasıyla. Evet Allah için gi­recekleri bir savaşta ölümden, yaralanmadan, sıkıntıya düşmekten korkuverdiler. Gerçekten zor bir imtihan değil mi?
Bunlar Allahu âlem savaşa izin verilmeyen dün de, savaş em­rini aldıkları o gün de Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman etmemiş, dilleriyle iman iddiasında bulundukları halde, iman gösterisinde bulundukları halde kalpleriyle inanmamış, menfaat ve çıkar ilişkisi içinde bulunan kimselerdir. Rabbimiz kendilerine namaz kılarak zekât vere­rek nefislerinizi temizleyin, böylece Allah için çıkacağınız bir savaşa, Allah için bir fedâkârlığa kendinizi hazırlayın emrine de daha önce teslim olmayıp çıkar duygusuyla hareket eden insanlardır. İşte kendi­lerini namaz ve zekâtla maldan ve candan fedâkârlık yaparak böyle bir ortama hazırlamayan bu insanlar bir savaş emriyle karşı karşıya kaldıklarında korkmaya başladılar. İnsanlardan gelebilecek birtakım tehlikelerden ürküverdiler.
İman ve teslimiyet yönünden çok zayıf olan bu insanlar namaz ve zekât gibi herhangi bir tehlike teşkil etmeyen kulluklar karşısında dindar kesiliyorlar ama savaş gibi kendilerince tehlike boyutunda bir sorumlulukla karşı karşıya kaldıklarında korkudan oldukları yerde yı­ğılıp kalıyorlar. Veya bir çıkar duygusuyla İslâm öncesi savaşlarda ganîmet sevdasıyla gece gündüz koştururlarken şimdi savaşın hedefi Allah için olunca yavaş davranıyorlar. Ölüm korkusuyla savaşı kerih görüyorlar.
Halbuki ölüm her zaman bizim için mukadderdir. Her zaman bizi takip eden, bizi hiçbir zaman bırakmayan ve hesap edemeyeceğimiz bir zamanda gelip bizi bulacak olan bir gerçektir. Öyle değil mi? İnsanlar savaş yapmadan da ölmüyorlar mı? Kurtulabilen var mı ölümden? Dünya üzerinde savaşan toplumlarda ölüm var da savaş­mayan toplumlarda yok mu? Şu anda dünya üzerinde yüz yıllarca ömür sürdükleri halde biz savaşmayacağız, yurtta sulh cihanda sulh içinde bir hayat yaşayacağız diyerek özgürlük ve şereflerini birilerine teslim edip zelilce bir hayata razı olan toplumlara ölüm gelmedi mi? Evet gözden geçirin dünya tarihini. Şereflice özgürlük savaşı verenler öldü de savaştan korkarak zillet içinde bir hayata razı olanlar ölmedi­ler mi? Ölümü değil de yaşamayı seçenler ölümden kurtuldular mı? Cenneti seçenler öldü de dünyacı kesilenler kurtuldular mı? Allah için, cennet için, ebedî hayat için gözünü kırpmadan savaşa atılanlar öl­düler de Âd ve Semûd gibi âhireti unutup da dünyayı kıbleleştirenler, Firavunlar gibi dünyaya kazık çakma sevdasına kapılanlar ölmediler mi? Yeryüzünün en büyük saltanatına sahip Süleyman ve Dâvûd (a.s)’lar öldüler de Nemrutlar, Karunlar yaşamaya devam mı ettiler? Kim kurtulmuş ölümden?
Hangi taraf olursa olsun, ister tercihini Allah’tan yana kullanan, hayatını Allah için yaşayan Müslümanlardan olsun, isterse hayatlarına Allah’ı karıştırmayarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamadan yana olan kâfir ve müşrik dünyadan olsun, ister savaşan isterse savaşmayan taraf olsun Allah herkes için ölümü yazmıştır, kimse bu yasanın dışına çıkma imkânına sahip değildir. Savaşanlar da ölecekler bu dünyada savaşmayıp barış taraftarı olanlar da.
İşte mademki hayat böyle devam edip gidiyor, ve Rabbimiz de yeryüzünde mutlak mânâda biz Müslümanlara savaşı emrediyor, ey Müslümanlar! Yeryüzünde insanlara zulmeden, insanların özgürlüklerini ihlâl eden, insanları fitnelere düşürerek onları zorla Allah’a kulluktan koparıp kendilerine kul köle edinen, insanları zorla kendi yasalarına uymaya çağıran kâfirlerin, zalimlerin, hıristiyanların, yahudilerin karşılarına geçip egemenliği onların ellerinden alıp yeryü­zünde âdil bir hayatı gerçekleştirmemizi istiyorsa bunu gerçekleştir­mek zorundayız. O zaman Rabbimizin bu emirleriyle karşı karşıya olan biz Müslümanlar asla savaşı terk ederek kâfirin egemenliği al­tında zillet içinde bir hayata razı olamayız. Kâfirlerin, zalimlerin, müş­riklerin egemenliği altında bir barışa bir Müslümanın evet demesi mümkün değildir.
Kaldı ki biz böyle bir hayata evet desek bile dünya üzerindeki kâfirler de hiçbir zaman savaşsız bir dünyaya evet diyememişlerdir. Dünyada böyle savaşsız bir hayata evet diyen tek tük felsefi ekoller çıkmış olsa da Hz. Adem’in oğlu Kabil’in Habil’i öldürdüğü o ilk günlerden buyana dünyada hiçbir zaman savaş bitmemiş, bitmesi de mümkün değildir. Rabbimizin beyanıyla kâfirlerin yeryüzünde müslümanlara karşı kıyamete kadar amansız bir savaşı sürdürecekleri kesin olduğu gibi, kâfirlerin kendi aralarındaki savaşları da hiç kesilmeden devam edecektir.
Her ne kadar kâfirlerin efendim işte İslâm savaş dinidir, Müslümanlar barbar insanlardır, onların işi gücü kılıç ve kandır onlar bun­dan başkasını bilmezler gibi iddialarla Müslümanları savaştan uzak­laştırmayı planlıyorlar ve kendi egemenlikleri altında köle bir hayata razı etmeye çalışıyorlarsa da ve bu alçakların propagandaları karşı­sında kimi zavallı Müslümanlar da aman efendim İslâm savaş dini değildir, İslâm barış dinidir filan diyerek köleliklerini ihraz etme, kul­luklarını tazeleme sadedinde bir şeyler söyleyerek Müslümanları uyutmaya çalışıyorlarsa da şunu kesinlikle bilelim ki dünya üzerinde hiçbir insan, hiçbir inanç mensubu, hiçbir din mensubu, eğer dininin bilincindeyse, inancının farkındaysa bir başka dinin, bir başka inancın egemenliği altında yaşamaya razı olmaz. Ne Müslüman, ne kâfir, ne müşrik, ne putperest hiç kimse kendi inancının dışındaki bir inancın egemenliği altında yaşamaya razı olmaz. Herkes inancını yaşayabileceği bir dünya ister. Buna ula­şabilmek için insanlar her şeylerini fedâ ederler. Ama ne zamanki in­sanlar birtakım egemen güçlerin eğitiminden geçmişler, egemen güçlerin asimilesine uğramışlarsa o zaman bu egemenlerin köleli­ğinde yaşadıkları zillet içindeki bir hayatı cennet hayatı zannedebilir­ler. Çünkü artık egemen güçlerin elinde beyinleri dumura uğratılmış, kalpleri duygusuzlaştırılmış, hürriyetleri, özgürlükleri ellerinden alın­mış, düşüncelerine ipotekler konulmuştur.
İşte böyle toplumlar için fark etmeyecektir artık. Onlar yeme­sine, içmesine, plajına, pikniğine, zevkine sefasına ulaştı mı farket­mez. Dünya değil mi ne olursa olsun, nasıl olursa olsun. Ama ger­çekten bir inancı olan, bir dini olan ve dininin, inancının bilincinde olan, fıtratı bozulmamış, özgür iradesiyle karar verebilecek bir du­rumda olan ne Müslüman ne kâfir asla bir başka sistemin, bir başka dinin, bir başka inancın egemenliği altında zillet içinde bir hayata razı olmayacaktır. Buna hiç kimse evet demeyecektir.
Madem ki fıtrat bunu gerektiriyor ve madem ki insanı yaratan ve onun fıtratını en iyi bilen Rabbimiz de bize böyle bir savaş emri ve­riyor, o zaman Müslümanlar da yeryüzünün en şerefli insanları olarak, Allah’ın mülkünde Allah adına hareket eden Allah’ın kulları olarak tâğutların, kâfirlerin, müşriklerin egemenliği altında bir hayata razı ol­madıkları gibi, böyle bir hayata zorlanmış Allah kullarını da böyle zillet içinde bir hayattan, zalimlerin kulu kölesi olmaktan kurtarıp, özgür ira­deleriyle Rablerine kulluğa yönelebilecekleri âdil bir dünyaya kavuştu­rabilmek için bu kâfirlerle savaşmak zorundadırlar.
Ama bakın Allah’ın bu savaş emrini alan Medineli Müslümanlar­dan kimileri serzenişte bulunuyorlar. Ya Rabbi! Bu savaşı bize niye yazdın? Ya Rabbi hiç olmazsa yakın bir geleceğe kadar bunu tehir etseydin! Bizim için biraz erteleseydin bunu. Çok erken oldu bu iş. Bari bir hazırlık yapsa, kendimizi bir toparlasaydık, çok ani oldu bu iş. Zaten zulümden yeni kurtulmuştuk. Mekke zulüm ortamından yeni gelmiştik Medine’ye. Evet savaşın ertelenmesini istiyorlardı. Halbuki daha önce Mekke’de savaş istiyorlardı. Ne olur Allah’tan bize bir sa­vaş emri gelse de savaşsak diyorlardı. Önce böyle dedikleri halde şimdi isteyip durdukları emir kendilerine geliverince korkaklık göste­ren bu insanlara, hastalık içinde bulunan bu insanlara diyor ki bakın Rabbimiz:
De ki dünya metaı çok azdır. Dünya hayatı, dünya geçimi çok azdır. Dünya metaı hem azdır, hem de geçicidir, fânidir. Yâni şu anda dünyanın ne kadarına sahip olsanız, ne kadarına egemen olsanız, tüm dünya mülkleri, tüm dünya saltanatları sizin de olsa bilesiniz ki çok azdır âhiretin ve âhiret saltanatının yanında. Madem ki dünya metaı çok azdır, madem ki tüm dünya sizin olsa bile bir gün bitecektir, öyleyse bir gün bitecek olan bir dünya metaı hesabıyla Allah için bir savaştan geri kalarak ebedî bir âhiret hayatını, ebedî bir cenneti fedâ etmek akıl kârımıdır? Muttakiler için, Allah’la yol bulanlar için, hayatla­rını Allah için yaşayanlar için, Allah’ın koruması altına girip Allah’ın istediği gibi yaşayan, Allah adına canlarını ve mallarını fedâya hazır olanlar için âhiret yurdu gerçekten çok hayırlıdır.
Bir de insanların en büyük hastalıklarının konusu olan ölümü değerlendirmesi de enteresandır Rabbimizin. Müslümanlar ölüm korkusuyla savaşın ertelenmesini istiyorlar, ölüm korkusuyla savaş ko­nusunda ağır davranıyorlardı ya, bakın bu konuda buyurur ki:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-78

Nisa-78

“Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: “Bu Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa “Bu, senin tarafındandır” derler. Ey Muhammed, de ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamağa yanaşmıyorlar?”
Her nerede olursanız olun, hangi durumda, hangi konumda bulunursanız bulunun mutlaka ölüm size ulaşacaktır. Ölüm sizi idrak edecektir. Siz ölüme doğru yol alıyorsunuz. Velev ki sağlamlaştırılmış kaleler içinde, tahkim edilmiş surlar içinde, güçlendirilmiş bürolarınızın içinde, şatolarınızın, villalarınızın içinde, fabrikalarınızda, sığınakları­nızın, zırhlarınızın içinde olsanız bile ecel geldi mi sizi mutlaka yaka­layacaktır. Öyleyse niye korkuyorsunuz savaştan? Allah için bir savaş ortamında ölüm size yakın da evlerinizde uzak mı? Halbuki bu ko­nuda savaşın en ön safında yer alanla evinde oturanın hiçbir farkı yoktur. Mesele ecelin dolup dolmaması meselesidir. Eceli gelen evinde de olsa ölecek, gelmeyen savaşın en ön safında da olsa öl­meyecektir.
Kendilerine bir iyilik dokunduğu zaman, istedikleri, sevdikleri cinsten bir imtihan sorusuyla karşılaştıklarında derler ki bu Allah’tandır, bu Allah katındandır. Yâni kendilerine zafer ya da mağlubi­yetsiz, ölümsüz, yaralanmasız bir savaş ortamı sunulduğunda, ken­dilerine bol bol nîmetler yağdırıldığında derler ki bu Allah’tandır, bu Allah katındandır. Ama kendilerine istemedikleri, beğenmedikleri cinsten bir kötülük isabet ettiği zaman da bunu peygambere izafe ederek diyorlar ki senin yüzünden oldu bunlar, senin yüzünden geldi bunlar, bu belâlar başımıza senin yüzünden geldi. Sen olmasaydın bütün bunlar başımıza gelmezdi diyorlar. Halbuki başınıza gelen her şey Allah’tandır, iyilikler de kötülükler de Allah’tandır. Size isabet eden iyiliklerden de kötülüklerden de peygamber asla sorumlu değil­dir. İyilik ya da kötülük size ne gelmişse hepsini gönderen Allah’tır. Hepsi Allah katındandır. Eğer Müslümanların başına bir iyilik gelmişse bu onların iyilik yapmalarından dolayıdır. İyilik yapanlara Rabbimiz iyi­lik göndermiştir. Eğer bir kötülük gelmişse de bu onların kötülük yapa­rak kötülüğü hak etmiş olmalarından, kötülüğü hak edecek bir davra­nışta bulunmalarındandır.
Öyleyse bu insanlara, bu kavme ne oluyor da söz anlamıyorlar? Ne oluyor bu adamlara ki laf dinlemiyorlar, Allah’ın bu âyetle­rini dinlemeye ve anlamaya yanaşmıyorlar?
Evet öyleyse başlarına gelenlerden peygamber değil insanlar bizzat kendileri sorumludurlar. Öyleyse insanlar insan oluşlarını ve beraberinde getirdiği sorumluluklarını çok iyi bilmek zorundadırlar. Yaşadıkları hayatın çeşitli evrelerinde kendilerine kendilerinin hoşlarına gitmeyecek bir şeyler gelmişse, bir kısım kötülükler isabet et­mişse ki bunların tamamı kendi tercihlerinin, kendi amellerinin karşı­lığı olarak Allah’ın âdil bir şekilde takdir buyurduğu şeylerdir kendile­rine iyilikler ya da kötülükler, cezalar ya da mükafatlar gelmişse bilsinler ki:
79. “Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kö­tülük dokunursa kendindendir. Ey Muhammed! Seni in­sanlara peygamber gönderdik, şahit olarak Allah yeter.”
Sana bir iyilik geldiği zaman o Allahtandır, Allah’ın lütfuyla gelmiştir. Ama sana bir kötülük geldiği zaman da unutma ki ey insan bu senin kendindendir, kendi ellerinle kazandığın şeyler sebebiyledir. Ve biz seni insanlara bir Rasul bir elçi olarak gönderdik. Buna da Allah şahittir ve şahit olarak da Allah yeter.
Arkadaşlar, bakın dikkat ediyorsanız insanların kendi kendilerine üretmeye çalıştıkları bir iyilik kötülük probleminin çözüm uygulamasını Rabbimiz ilk olarak pratikte peygamberi üzerinde gösteriyor. Sana bir iyilik bir kötülük geldiği zaman buyuruyor. Zira Rasulullah Efendimiz zaten iyilik ve kötülük olarak Allah kendisine ne gönder­mişse Rabbimizin takdirine razı ve teslim olmuştur. Allah’ın takdirine boyun bükmüştür. Allah’tan kendisine bir kötülük, bir mûsîbet geldiği zaman ey Rabbim bunu bana niçin gönderdin? Beni bununla niye im­tihan ettin? Beni buna niye lâyık gördün? diye bir itirazda, bir serze­nişte bulunmuyordu Allah’ın Resûlü.
Öyleyse bu hitap Rasulullah Efendimizin şahsında onun kavmine, onun toplumunadır. İlk önce ona söylüyordu Rabbimiz ve kızım sana söylüyorum gelinim sen anla buyuruyordu. Yâni eğer Uhut ta Müslümanlar bir yenilgi almışlar, bir hezimete maruz kalmışlarsa, bir felâketle karşı karşıya kalmışlarsa kesinlikle bilesiniz ki bu konuda suçlu Allah değildir, peygamber hiç değildir, suçlu kendileridir. Müs­lümanların bir yanlış taktiği, bir taktik hatası, acelecilikleri, acele mal mülk peşine koşmaları, Rasulullah’ın yerleştirdiği okçuların konumla­rını, mevzilerini terk ederek ganîmete yönelmeleri, Rasulullahın em­rine muhalefetleriydi. İşte sebep buydu ve bundan dolayı da zaten Allah onları affetmişti, affettiğini bildirmişti. Ama illa da mağlubiyetin bir sebebi aranacaksa işte sebep kendi hatalarından kaynaklanı­yordu. Böylece Allah yaptıkları yanlışlıkları sebebiyle hem onlara bir acıyı, bir hezimeti tattırırken hem de zaferin, galibiyetin sadece kendi elinde olduğunu onlara gösteriverdi. Evet:
Allah peygamberine şahittir. Allah peygamberinin peygamberli­ğine şahittir. Nesine şahittir Allah onun? Bir kere peygamberinin titizlikle kendisinin emirlerine ve nehiylerine harfiyen tes­lim olduğuna, kendisine asla isyan etmediğine, Allah’ın istediği bir ha­yatı yaşadığına ve yaşadığı tertemiz hayatla insanlara en büyük ör­nek oluşuna şahittir Allah. Allah şahittir ki peygamber insanlara en güzel bir örneklik sergilemektedir. Kıyamete kadar gelecek insanlara örnek olsun diye sürekli Allah tarafından kontrol altında tutulduğuna şahittir Allah. Evet peygamberin hayatı örnek hayattır ve onun Resul­lüğüne, onun örnekliğine Allah şehâdet ediyor.
Ve buradan anlıyoruz ki Allah onun hayatını onaylamıştır. Eğer Rasulullah Efendimizin ha­yatında onaylanmayacak bir davranışı olmuşsa hemen uyarı gönde­rerek Rabbimiz onu düzeltmiş veya onaylanmış şeklini ona göstermiş ve örnek olan peygamberin örnek alacaklara yanlış bir davranışının intikalini önlemiştir. Evet yaşadığı 23 yıllık bir Risâlet, bir örneklik ha­yatından sonra Kur’an’la birlikte onun hayatı, onun sünneti bizim için bağlayıcı bir örnek olarak devam edecektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-80

Nisa-80

“Peygambere itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çe­virirse bilsin ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik”
Bir önceki âyette Allah’ın, Resûlüne şehâdeti, Allah’ın peygamberinin hayatını, örnekliliğini tescili elbette bizim ona itaat etmemizi, onun örnekliliğine evet dememizi, onun örnekliğinde bir hayatı kabul etmemizi de beraberinde getirecektir. İşte bakın Allah’ın şehadetinin ve onayının gündeme getirilmesinden sonra devam eden bu âyetinde de öyle buyuruluyor. Resule itaat eden Allah’a itaat etmiştir buyuruluyor. Yâni biz hem Allah’a iman ve itaat etmek hem Resûlüne iman ve itaat etmekle mükellefiz. Yâni hem “Eşhedü en lâ İlâhe illallah” diyerek Allah’a iman ve Ondan başka İlâh olmadığına şehâdet ederken hem de “Ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resûlühü” diyerek Rasulullah efendimizin örneklili­ğine şehâdet etmek zorundayız. Yâni bizler hem Kur’an okumak, Al­lah’ın kitabıyla birlikte olmak hem de sünnet okumak, sünneti tanımak ve onunla birlikte olmak zorundayız.
Önceki âyetlerde demeye çalıştığım gibi dinde Allah’la peygamberin arasını ayırmaya hakkımız da yetkimiz de yoktur. Efendim, işte peygamberin görevi sadece bize kitabı ulaştırmaktır, o sadece bir postacı olarak bize Kur’an’ı ulaştırmıştır, peygamberin bunun dışında başka bir görevi, başka bir fonksiyonu yoktur. Binaenaleyh bize Kur’an yeter. Bizim Allah’ın kitabının dışında başka hiçbir şeye ihtiya­cımız yoktur. Biz Kur’an’la beraber olduk mu, Kur’an’la amel ettik mi bize yeter, bizim Resule de, onun örnekliliğine de ihtiyacımız yoktur mantığının zulüm olduğunu da asla unutmamalıyız. Bu en büyük bir zulümdür. Kime karşı zulümdür? Allah’a karşı, Allah’ın âyetlerine karşı, Kur’an’a karşı, peygambere karşı işlenmiş en büyük bir zulüm­dür bu
Allah’ın bu kadar apaçık âyetlerini duyduktan, tanıdıktan sonra bir Müslümanın böyle bir zulmün içine düşmesi mümkün değildir. Çünkü eğer gerçekten peygambere ihtiyaç olmasaydı, peygamberin varlığı, peygamberin uygulamaları, peygamberin hayatı, peygamberin sünneti bizim için hiçbir değer ifade etmeyecek olsaydı o zaman Allah bu kitabı gönderirdi herkese, atardı herkesin posta kutusuna ve her­kes, insanlar bu kitapla karşı karşıya kalır, öylece herkes ne anla­mışlarsa onunla sorumlu olurlardı. Kitaplarından anladıkları gibi bir hayat yaşarlar olur biterdi. Ama bakıyoruz ki Hz. Ademden bu yana yeryüzünde peygambersiz bir toplum olmadığını, peygamber örnekli­ğinde görüyoruz din gönderildiğini görüyoruz. Allah her topluma o toplum içinden seçtiği peygamberleri önekliğinde din göndermiştir. Acaba bunu neyle izah edeceğiz. Kitapsız ve sahifesiz dönem var, toplum var, ama peygambersiz hiçbir toplum yoktur. Bu neyin nesidir? Allah ne anlatıyor bu sünnetiyle bize?
İşte bu bize anlatıyor ki mutlak olarak peygamberlere itaat edilecektir. Allah kendilerine itaat edilsin diye peygamber göndermektedir. Öyleyse Resule itaat olmayan, peygamberin örnekliliğini reddeden bir din anlayışını yasallaştıracak olursak acaba bu âyetleri nereye koyacağız? Eğer bu âyetlerde anlatılan peygambere itaatten kasıt ona indirilen Kur’an’a itaat anlamına geliyorsa o zaman zaten kitabının her bir bölümünde kendisine ve kitabına itaati vurgulayan Rabbimizin bir de ayrıca Resûlüne itaati gündeme getirmesinin ne anlamı olacaktı? Ne gerek vardı buna? Bakın bir önceki âyetinde Rabbimiz Resûlünün Risâletine, Resûlünün hayatına şehâdette bu­lunduktan, onun hayatının temizliğine, örnekliliğine dikkat çektikten sonra ona itaati emrediyor. Evet acaba Rabbimizin Resûlünün haya­tını tescil edip onayladığını ısrarla bize bildirmesinin anlamı ne olabi­lir? Eh madem o peygamberin hayatı, onun sünneti bizi ilgilendirme­yecekti de neden ısrarla örnekliliğinden söz ediliyor? Bunu bir düşü­nelim.
Kim de peygambere itaatten yüz çevirirse, onun örnekliliğini red­deder, ona itaatten çıkarsa artık onu kendileri bilecektir. Çünkü biz seni onların üzerine muhafız kılmadık, muhafız göndermedik diyor Rabbimiz. Allah’ın istediği gibi Resûlünü dinde temel bilip, kullukta örnek bilip onun örnekliliğinde onun gibi bir hayat yaşamaya çalışan­lar hem dünyalarını hem de âhiretlerini kazanacaklar, kendileri için güzel bir örneği değerlendirmiş olacaklardır. Ama onu kabul etme­yenlerse o zaman da kendileri bilir cehenneme kadar yolları vardır. Artık onlar için Rasulullah’ın zorlama durumu yoktur. Benim Resullü­ğümü, benim örekliliğimi kabul edin, benim hükmüme razı olun diye onları zorlamasına gerek yoktur. Canları isterse. Cennet yolu pey­gamber rehberliğindedir, cehennem yolu da şeytan rehberliğindedir. Dileyen peygamber örnekliliğinde cennete, dileyen de şeytan rehber­liğinde cehenneme gidebilir. Hal böyleyken insanlardan kimileri:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-81

Nisa-81

“Peki” derler, fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin senin dediklerinden başka bir şey kurarlar. Allah gece tasarladıklarını yazıyor, onlara aldırış etme, Allah'a güven, vekil olarak Allah yeter”
İnsanlardan kimileri “taah” derler. Tamam, biz itaat ettik derler. Yâni kabul diyorlar, emrin başımızın üstüne diyorlar, semi’na ve eta’na diyorlar, işittik ve itaat ettik diyorlar. Yüzüne karşı, huzurunda böyle diyorlar ama senin yanından ayrıldıktan sonra onlardan bir grup gece karanlıklarda, tenhalârda bir şeyler konuşmaya başlıyorlar ki bu huzurunda söylediklerinin tamamen dışında bir şeyler programlıyorlar, birtakım komplolar hazırlıyorlar. Senin huzurunda evet itaat ettik, ta­mam kabul ettik, tamam inandık diyorlar, ama senin huzurundan ay­rıldıktan sonra da; yok yahu biz aslında inanmadık, inanmayız, ama işte bu sözlerimizle onu idare ediyoruz diyorlar.
Halbuki Allah onların bu yaptıklarını yazıyor, meleklerine yaz­dırı­yor. Halbuki Allah bu karanlıklarda, gecelerde, tenhalârda, yeraltı dünyalarında Müslümanlara karşı ne tür karanlık, kirli ve gizli işler çe­virdiklerini bilmektedir. Peygamberim sen yüz çevir onlardan. Sen he­saba katma, kafana takma onları. Sen hiç korkma onlardan ve Rabbine tevekkül edip sadece Ona güven ve dayan. Tüm düşmanla­rına karşı Rabbine güvenip hasbünallal ve niğmel vekil de. Çünkü ve­kil olarak Allah yeter. Allah’a tevekkül edip güvenen kişiye, Allah desteğinde olan kişiye tüm dünya düşman olsa bile yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
82. “Kur’an'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başka­sından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.”
Bu adamlar hiç Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Kur’an’ı tedebbür edip anlamaya çalışmıyorlar mı? Okumuyorlar mı Kur’an’ı? Eğer bu kitap Allah’tan değil de Allah’tan başka birileri tarafından indirilmiş, uydurulmuş olsaydı elbette bu kitabın içinde pek çok ihtilaflar pek çok çelişkiler tenakuzlar olurdu? Bakmıyorlar mı bu insanlar kitaba? Okumuyorlar mı onu? Düşünmüyorlar mı âyetler üzerinde? Halbuki bu kitapta hiçbir ihtilaf, hiçbir çelişki yoktur. Bu kitapta birbirleriyle te­nakuz halinde âyetler yoktur. Rasulullah’ın hayatı da böyledir. Ama bunu, Kur’an’ı da Rasulullah’ın pak hayatını da ancak okuyanlar, ilgi­lenenler, üzerinde düşünüp kafa yoranlar anlayabileceklerdir.
Bundan sonra Rabbimiz Müslüman bir toplumun ve o toplu­mun üyelerinin tavrının nasıl olması gerektiğini de şöylece ortaya koyuyor.
83. “Kendilerine güven veya korku hususunda bir ha­ber geldiğinde onu yayarlar; halbuki o haberi Peygam­bere veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürse­lerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi. Allah'ın size bol nîmeti ve rahmeti olmasaydı, pek azınız bir yana, şeytana uyardınız.”
Bu insanlardan kimileri gerek emniyete dair gerekse korkuya dair birtakım haberler duydukları zaman, kulaklarına birtakım dediko­dular ulaştığı zaman hemen hiç düşünmeden, değerlendirmeden onu yayıyorlar. Zafer, hezimet, savaş, ganîmet, mûsîbet gibi birtakım ha­berler duyduklarında hemen onu Müslümanların arasında yayarak mü’minler arasında fitne ve fesat çıkarmak isterler. Yâni bu haberleri kendi kendilerine yorumlayarak, kendi kendilerine değerlendirerek kendi yorumlarıyla toplumu karıştırmak, karmaşaya düşürmek isterler.
Eğer böyle yapmayıp ta o duydukları haberi, dedikoduyu pey­gambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine, yâni o haberi iyi bir şekilde değerlendirip ondan hüküm çıkarabilecek ve bu haber, bu olay karşısında Müslümanların nasıl bir tavır takınacakları konusunda sıhhatli karar verebilecek peygamberin komutanlarına getirip bildir­selerdi o zaman bu Müslümanlar için daha hayırlı olurdu. Onlar bunu güzel bir şekilde değerlendirir, ders çıkarır ve kim ne yapacağını, na­sıl davranacağını bilirdi.
Eğer Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı pek azınız hariç çoğunuz şeytana uymuş gitmiştiniz. Allah’ın fazlı ve rahmeti üzerinizden hiç eksik değildir. Eğer fazlından rahmetinden size kitap ve peygamber göndererek yolunuzu açmasaydı şeytana uyar ve ayaklarınız kayardı pek çoğunuzun. Ama Rabbiniz her an her şeyi görmekte ve duruma müdahale etmektedir. Rabbimizin fazlı ve rah­meti her an üzerimizdedir. Rabbimiz her an Müslümanlara lütfediyor ve kâfirlerin durumlarını, haberlerini bildiriyor. Kâfirler konusunda mü’minleri bilgilendirirken kâfirlerin mü’minlere yönelik komplolarını, tuzaklarını kendi aleyhlerine çeviriyor, müslümaları da yardımıyla fe­laha, başarıya ulaştırıyor. Yeter ki Müslümanlar Allah’ın yol gösteri­sine tabi olsunlar. Yeter ki Müslümanlar Allah’ı Rab, elçisini örnek bil­sinler. Yeter ki Müslümanlar Allah’a ve Resûlüne itaat etsinler. Tüm kâfirlere karşı, tüm düşmanlarına karşı Allah onlara yardım edecek ve Müslümanlar dünyanın da âhiretin de galipleri olacaklardır. Dünyada da âhirette de kazananlar onlar olacaklardır. Öyleyse ey peygamberim...
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Nisa-60
“Ey Muhammed! Sana indirilen Kuran'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Putların önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.”

Ben Firavun değilim demek çok kolaydır, ama benim amelim Firavunun ameline benzemiyor demek gerçekten çok zordur değil mi? Ne diyordu âyet? ALLAH’ın indirdiğine inandığı halde, ALLAH’ın indirdiği âyetleri hayatında görüntülemeyen, ama başkalarının indirdiklerini hayatında görüntüleyenlere bakmıyor musun? Yoksa biz miyiz bu anlatılanlar? Yoksa burada anlatılan biziz de hep başkalarına mı atıyoruz bunu? Bir düşünelim ALLAH için. Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi ALLAH’ın kitabının ve Resûlünün sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayata kendimizi etkin mi zannediyoruz? Acaba biz de tâğut muyuz, tâğutluk mu yapıyoruz?


*****

Bildiğimiz âyetler bizimdir. Uyguladığımız âyetler bizimdir, öğrendiği*miz âyetler bizimdir.
Öğrenmeden kastımın ne olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? O âyetin bizden ne istediğini anlayacak şekilde onu öğrenmek demektir. Tamam, tümüne inanmışız baştan. O külli bir iman. İlk İslâm’a girişteki imandı bu. Kur’an’ın tümüne inanıyoruz. Peki Kur’an’ın tümünün nesine inanıyoruz? Birim birim, bölüm bölüm onu öğrenip hayatıma uygulayacağım diye inanmıştık, eh hani öyleyse? Tümünün imanı birime dökülmedikçe o imanın anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki inandık dedikten sonra deneneceksiniz diyordu ALLAH Ankebut’ta. Evet inandım dedikleri halde kimi insanlar tâğutların muhakemesine başvurmak, tâğutların muhakemesinde yargılanmak istiyorlar.

****

Kitapsız olmaz, Kur’an’sız olmaz diyen bizler, kitaba sarılmamızı yoksa ekmeğe sarılmamız kadar yü*cetlemedik mi?


Nisa-62
“Başlarına kendi işlediklerinden ötürü bir mûsîbet çattığında sana gelip: Biz, "İyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka bir şey istemedik” diye de nasıl ALLAH'a yemin ederler?”

ALLAH ve Re*sûlünün programını terk ederek kendi hayatlarına kendi hevâ ve he*vesleriyle düzenlemeye kalkışmaları sebebiyle, adâletsizlik yapmaları, zalim olmaları sebebiyle işleri bozulur, başlarına birtakım sıkıntılar, belâlar gelince sana gelirler ve biz ancak ihsan istiyoruz, biz iyilikten başka bir şey istemiyorduk demelerine de inanılmayacaktır.

63. “İşte bunların kalplerinde olanı ALLAH bilir. Onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver, kendilerine tesirli sözler söyle.”


Kendi enfüslerinden, kendi dünyalarından, kendilerinin anlayacağı dilden onlara “kavlen beliyğa” yapmak zorunda*yız. Yâni kavlen beliyğa adamın kendi dünyasından, kendi hayatından söz söylemektir. Meselâ adam fâizin içine batmış, biz gidip ona kendi dünyasından konuşmuyoruz da, kendi problemini, kendi bozukluğunu gündeme getirmiyoruz da selâmın faziletlerinden söz ediyorsak bu beliyğa bir söz olmayacaktır.



64. “Biz her peygamberi ancak, ALLAH'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik. Onlar kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip ALLAH'tan mağfiret dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret dileseydi, ALLAH'ın tevbeleri daima kabul ve merhamet eden olduğunu görürlerdi.”


Kur’an ve sünnet dimdik ayaktadır. Kur’an ve sünnetle haya*tımızı düzenlemek zorundayız. İşte böylece peygambere itaat etmek zorundayız. Biz Kur’an’a itaat ederiz, Kur’an’a itaat peygambere itaattir diyerek Peygambere sadece bir postacı gözüyle bakamayız. Öyle değil mi? Eğer peygamberin görevi sadece Kur’an’ı bize ulaştırıvermek olsaydı Rabbimiz bu âyetinde bir de ayrıca peygambere itaat edin der miydi? Bakın Rabbimiz kendisine itaati, kitabına itaati emret*tikten sonra peygamberine de itaati emretmektedir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-84

Nisa-84

Ey Muhammed! Allah yolunda savaş; sen ancak kendin­den sorumlusun, inananları teşvik et; umulur ki Allah, inkâr edenlerin baskınını önler. Allah'ın kahrı da, ibret alınacak cezası da pek şiddet­lidir.”
Sen Allah yolunda savaş. Arkadaşlar, dikkat ederseniz âyetin ifadesi Rasulullah Efendimizedir. Emir Rasulullah’adır. Rasulullah Efendimizin çevresinde birileri taah deyip de, dilleriyle tamam ey Al­lah’ın Resûlü biz sana itaat ettik, emrin başımızın üstüne deyip de, zâhiren ona itaat ediyor ama kalplerinden, içlerinden birtakım numaraların içine girip aslında ona itaat etmiyorlarsa da, biz onu idare edi­yoruz aslında ona inanmıyoruz deseler de, kimileri biz de Müslümanız dedikleri halde Müslümanlara karşı aleyhte tavırlar sergileseler de, münâfıklık yapsalar da ve gönülden iman etmiş Müslümanlardan ki­mileri bu münâfıkların propagandalarından etkilenerek birlikte girişe­cekleri bir savaşta onu yapayalnız bıraksalar da, kimileri dünya tut­kuları, zevkleri ve yaşama arzuları sebebiyle savaştan geri kalıp pey­gamberin yanında yer olmasalar da Allah kontrolünde olan, Allah desteğinde olan ve kıyamete kadar tüm insanlığa tavizsiz bir kulluk örneği sergilemek zorunda olan peygamberlerine ve özellikle son el­çisine diyor ki bakın Rabbimiz ey peygamberim sen Allah yolunda sa­vaş.
Öyle bir savaş emri ki, öyle bir savaş ki Rabbimiz peygamberine emrederken sadece ona emretmektedir. Allah için çıkacağı bu savaşta yanında hiç kimse olmasa da, onunla birlikte savaşacak, ona bu savaşta destek olacak hiçbir kimse bulunmasa da, herkes onu yalnız bıraksa da Rabbimiz peygamberinin bu savaş emrine uymasını ve tek başına savaşa gitmesini emrediyor.
Peygamberim yürü, sen ancak kendinden sorumlusun. Sen bu konuda başkasından sorumlu değilsin. Başkaları seni ilgilendirmez. Sen tek başına savaşa git. Tek başına bile olsan sen galip geleceksin. Çünkü galibiyet Allah’ın elindedir, zafer Allah’a aittir. Sen Allah safındasın, sen Allah desteğindesin. Allah için çıkacağın bir savaşta yanında birilerinin olup olmaması hiç önemli değildir. Sen tek başına yürü ama mü’minleri de savaşa teşvik et. Eğer onlar böyle bir emre evet diyerek Allah yolunda seninle birlikte savaşa çıkarlarsa, seninle birlikte Allah kontrolünde, Allah desteğinde bir hayatı yaşamaya talip olurlarsa bu elbette onların hayrına olacaktır. Böylece umulur ki Allah kâfirlerin baskılarını, zulümlerini giderir, onların tekebbürlerini, istikbarlarını kırar ve Müslümanları mus’taz’afları da sahili selâmete çıkarır. Unutmayın ki Allah baskısı çok zorlu olan, baskısı kahredici olan, intikamı çok şedit olan, cezalandırıp işi sonuca bağlaması çok zorlu ve müthiş olandır.
Unutmayın ki galibiyet Allah’ın elindedir. Yardım ve zafer onun elindedir. Mülk ve saltanat, egemenlik ve hâkimiyet ona aittir. O dile­diğini galip getirir dilediğini mağlup eder. Dilediğine mülkü verir diledi­ğinden de zorla çekip alır. Dilediğini üstün getirir dilediğini alçaltıp zelil eder. Allah desteğinde bir peygamber çevresinde kendisine yardım edecek bir tek Allah kulu olmadan da tek başına savaşa giderse el­bette Allah onu tüm dünyaya galip getirecektir. İşte tarih bunun canlı şahididir. Yeryüzünde Allah adına yürüyen, Allah desteğinde hareket eden nice Allah elçileri nice süper güçlere karşı meydan okumuş ve galip gelmişlerdir. Dünyanın en büyük gücüne ve ordusuna sahip olan Firavunlar karşısında Hz. Mûsâ ve Hz. Harun (a.s)’ların galibiyetini bi­lirsiniz. Sadece iki kişi.
Demek ki peygamber Allah’a kulluk noktasında, Allah’ın emirle­rini icra noktasında, Allah’ın bir savaş emrini yerine getirme noktasında tek başına kalabilir. Çevresindeki tüm insanlar Allah’a iman ve Allah’ın istediği bir hayatı yaşama konusunda onu yalnız bırakıp kendince bir dünya yaşamak zorunda kalabilir peygamber. Tüm toplum, tüm dünya kendisine düşman kesilip Allah’a kulluk konusunda sadece kendisi ve iki kızcağızı kalabilir Lût (a.s)gibi. Etrafında hiçbir kimse onun imanını paylaşmaya yanaşmayıp onu destekleme­yebilir. Tüm akrabaları, karısı da dahil onun önünü kesmeye, onu ve davasını yok etmeye soyunabilir. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen peygamber yaşadığı hayatını Allah için yaşayacak, tek başına Allah’a kulluğu sürdürecek, Müslümanların ilki olma kavgasını sürdürecek, kendisi Allah’a Allah’ın istediği kulluğu sürdürürken insanları da buna teşvik edecek. İnsanları da kendi imanına, kendi teslimiyetine, kendi kulluğuna çağırmaya devam edecek. İşte bu dâveti, bu şefaati ve in­sanların hayrına, iyiliğine, kulluğuna delâleti de bakın Rabbimiz bun­dan sonraki âyetinde şöyle anlatır:
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt