Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şehit olmak yürek ister (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Şehit olmak yürek ister


İsmailağa Camii içerisinde şehit edilen Bayram Ali Öztürk Hocanın oğlu Mahmut Öztürk, babasını ve son anlarını anlattı. Babasının son zamanlarında ve şehit olduğu sohbet esnasında da son cümlelerinin şehadet olduğunu dile getiren Öztürk, “O hep şehadeti arzuladı ve gitti. Gece 3 gibi eve geldi ve mutfakta ahireti özlediğini söyledi. Sabah herkesle vedalaştı ama hiçbir şey söylemeyerek evden çıktı ve sonra şehit oldu” dedi. Babasının büyük bir kitap sevdalısı olduğunu ve 20.000 civarında kitabının olduğunu söyleyen Öztürk; “Onun için kitapları öz evlatları gibiydi. Çok farklı okumaları vardı. Her gün saatlerce kitap okurdu. Kitapları eli ile sever, okşardı” diye konuştu.
5zXbHmjc.jpg


6 dil bilen ve 20.000 civarında kitaba sahip olan Bayram Ali Öztürk Hoca, büyük bir İslam âlimiydi.




TDWzMX7h.jpg
Mahmut Öztürk; “Günde 1.000 sayfadan aşağı kitap okumazdı. Sabah namazından sonra en az 1 cüz Kur’an-ı Kerim okur, tesbihatını yapar ve kütüphanesine geçerdi. Günün %90’ı çoğu zaman kütüphanesinde ve camide geçerdi” diye konuştu.


Âlimin ölümü alemin ölümüdür. Hain ve karanlık bir saldırı neticesinde şehit edilen Bayram Ali Öztürk Hoca, 6 dil bilen büyük bir İslam âlimiydi. Fransızca, İngilizce, Arapça, Farsça, Türkçe ve Osmanlıca’yı iyi biliyordu. Büyük İslam âlimlerinden İmam Rabbani'nin mektuplarından oluşan 'Mektubat-ı Rabbani' kitabını ezbere biliyor ve her pazar sabahı İsmailağa Camii'nde sohbet veriyor olmasından dolayı ona “Mektubatçı Bayram Hoca” diyorlardı. Yıllarca büyük İslam âlimlerinin ilim halkalarında bulundu ve 3 Eylül 2006 yılında gerçekten çok kirli bir cinayetle bu dünyaya veda etti. Oğlu Mahmut Öztürk, başta şehadet öncesi evde yaşadıkları ve kitap sevdası olmak üzere Bayram Hocayı anlattı. Buyurun:
20.000 CİVARINDA KİTABI VARDI, DÜNYA’NIN HER TARAFINDAN KİTAP GELİRDİ
*Babanız büyük bir İslam âlimiydi ve muhakkak onunla geçirdiğiniz sürede birçok yönüne şahit oldunuz. Ben öncelikle Bayram Ali Öztürk Hocanın kitabi manada kendini nasıl yetiştirdiğini öğrenmek istiyorum. Bir günü nasıldı, neler yapardı?
*Babam, kitapları ile bilinirdi. Günde 1.000 sayfadan aşağı kitap okumazdı ve onun okuması da farklıydı. Sabah namazından sonra en az 1 cüz Kur’an-ı Kerim okur, tesbihatını yapar ve kütüphanesine geçerdi. Günün %90’ı çoğu zaman kütüphanesinde ve camide geçerdi. Günün kalan kısımlarında Sultanahmet’e gider ve kitapçıları gezerdi. Birçok kitapçının satılacak kitaplar listesini o hazırlardı.
*Babanız ve kitap bu noktada tam olarak birbiri ile örtüşüyor zihni planda da.
*Evet. Babam ömrünü kitaplara vakfetmişti. Devlet kütüphanelerinin birçoğundan daha büyük bir kütüphaneye sahipti. 20.000 civarında kitabı vardı. Düzenli bir şekilde başta Süleymaniye olmak üzere birçok kütüphaneyi özellikle takip ediyordu. İslam ülkelerinin neresinde bir kitap basılsa mutlaka babam o kitabı edinirdi. Nasıl gelirdi, nasıl irtibat kurardı bilmezdik. Şehadetinden sonra dahi çevresini kitapla teşvik etti. Mesela Fas’tan bir kitap getirtecekti ama şehadetinden önce ona ulaşmadı. Şehadetinden sonra onu getirecek arkadaşına rüyasında kızmış ve “Orhan, hala kitabımı getirmedin” demiş. “Benim öz evlatlarım kitaplarım” derdi. Onları severdi, ciltlerini yağlardı.
*Kitaplara nasıl davranırdı?
*Kitaplarını sürekli temizlerdi, tam açmazdı mesela. Kitabı tam açmanın kitaba saygısızlık olduğunu söylerdi. 90 derece açar ve tam açılmasına da kızardı. Babamdan yediğim tek tokat kitap nedeniyleydi. Kitabı tam açtığım için bir tokat atmıştı, hala hatırımdadır. Kitaplar onun her şeyiydi. Konevi Tefsiri’nin gayet eskimiş cildinin yerine yeni bir cilt yaptırmıştı ama o eski cildi de atmadı. Sayfaları arasına yerleştirdi.
İSTİKLAL CADDESİNDEKİ BİR KİTAPÇIYI ÇOK ŞAŞIRTMIŞ
*Ne tür kitaplar okurdu?
*Sonuçta kendisi birçok dili biliyordu ve o dillerdeki tüm kaliteli kitapları okurdu. İlmi manada kendisini geliştirecek her türlü kitabı okurdu. İlginç bir olay yaşamıştı mesela. İstiklal Caddesinde sol görüşlü bir kitapçıya girer ve sahibi olan bayan girişte babamı sarıkla, cübbe ile görünce; “Sizin aradığınız türden kitaplar burada yok” diyor. Babam tebessüm ederek aradığı kitapları söylüyor ve kitapçı ağzı açık bir şekilde hayretini dile getiriyor. Afallıyor. Bu anlamda dehşet bir ilme ve ilgiye sahipti. 6 dil bilen, entelektüel bir kişiliği vardı.
*Özel ilgi alanları var mıydı?
*Son dönemlerde sosyal psikolojiye ağırlık vermişti. Psikoloji ile çok ilgilenirdi. Sorulduğunda; “Bunları okumazsan Çanakkale savaşını ve İstiklal Marşını bugünkü insanlara nasıl anlatacaksın?” derdi. “O günkü insanların psikolojilerini anlayacağız ve bileceğiz ki bugüne anlatalım” derdi. “Çanakkale, Sarıkamış ve Medine Müdafaasını okumayan tarih okudum demesin” derdi. Medine’yi savunan Fahrettin Paşaya karşı özellikle bir sevgisi vardı. Sürekli onu anlatırdı. Babam her zaman Fahrettin Paşa’nın kılıcına sahip çıkacak yiğitlerin arayışındaydı. Osmanlı’ya asla dil uzattırmazdı.
*Özellikle bağlı olduğu kitaplar var mıydı?
*Konevi Tefsiri’ne özellikle bağlıydı. 27 Temmuz 2006 gecesinde bana vasiyet etti. Vasiyetinde; “Oğlum beni buralardan göndermeye çalışıyorlar. Ben ölünce sizi burada hiç rahat bırakmazlar, gönderirler. Bu nedenle kitaplarımın bir kısmını hatıra diye tut, diğerlerini dağıt istersen” dedi. “O bir kısmını da tutamıyorsan, sadece şu Konevi Tefsiri’ni asla kaybetme” dedi. O kitabı çok seviyordu.
FATİH’İN TÜRBESİNE GİDER VE “DEDECİĞİNE” SESLENİRDİ
*Babanız Mektubatçı olarak biliniyordu. Neden?
*Babam, büyük İslam âlimlerinden İmam Rabbani'nin mektuplarından oluşan 'Mektubat-ı Rabbani' kitabını ezbere biliyor ve her pazar sabahı İsmailağa Camii'nde sohbet veriyordu. Çünkü Mahmut Efendi Hazretleri, öğrencileri arasında babama ayrı bir alaka gösterirdi. Yıllarca ders olarak okuttuğu “Mektubat”ını okuyup, şerh etme görevini babama vermişti. Efendi hazretleri, ayrıca kendisine de babamın mektubat okumasını istiyordu. Bu nedenle babam, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin Mektubat derslerinde zamanla o derece uzmanlaştı ki birçok hocanın okumaya dahi cesaret edemediği mektupları kürsüde şerh etti. İşte bu yönü babamın “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanımasına yol açtı.
*Elbette sadece Mektubat okutmuyordu?
*Tabii. Babam, “Mektubat” dışındaki kitapları okutma noktasında da parmakla gösterilen bir ilim adamıydı. Yavuz’un divanı gibi kitapları özellikle okuturdu. İstanbul medreselerinde takip edilen klasik eserlerin yanı sıra doğu-batı medreselerinde okutulan birçok kitabı da okutmaktaydı.
*Osmanlı ile alakası nasıldı?
*Osmanlı’ya olan hayranlığı ile biliniyordu. Fatih, Yavuz ve Abdulhamit Han’ın hayranıydı. Kitaplarda tam vakıf olamadığı bir konu olursa, okuduğu kitabı alıp Fatih Sultan Muhammed Han’ın türbesine gider ve “Dedeciğim anlayamıyorum” dermiş. Öğrencilerine bunu eski bir âlimden bahseder gibi anlatırmış ama sonra kendisi olduğunu öğrencileri anlamış.
IRAKLI NUR BACININ MEKTUBU ONU DERİNDEN YARALAMIŞTI
*İslam Coğrafyası?
*Daima Müslümanların dertleri ile dertlenirdi. Nerede bir Müslüman acı çekse onlarlaydı. Bosna, Çeçenistan, Filistin, Afganistan, Moro ve Filipinler dahil birçok İslam yurdu onun gündemindeydi. Irak zulmü ondan derin izler bırakmıştı. Her an, her vesile ile onu hatırlatırdı. Iraklı Nur Bacının mektubunu sürekli anlatırdı. Her zaman bunu vurgulardı. Nur bacımızın haykırışını sürekli sürekli sürekli cemaate anlatırdı. Her vesile ile ümmetin o utancını dile getirirdi. Babamı sürekli bir yerlere davet ederlerdi ama o “kardeşlerim ağlıyor, gülemem” diyordu. Ben babamın kahkaha ile güldüğünü hiç görmedim. Tebessüm ederdi sık sık fakat asla yüksek sesle gülmezdi. Müslümanların acıları ile acılanırdı ve bu nedenle; “Kanlar akarken bana gülmek yakışmaz” derdi.




ŞEHİT OLMADAN BİR İKİ SAAT ÖNCE: “AHİRETİ ÖZLEDİM”
*Şehadetinden önce neler yaşandı? En son ne zaman görüştünüz mesela?
*Son gece birlikteydik. Gece 3 gibi kütüphaneden çıkarak odasına geldi. Mutfakta masanın üstüne yumruk vurarak özledim dedi. Kardeşim; “Hayırdır baba neyi özledin?” deyince “Ahireti özledim” dedi. Kardeşim; “Baba, 1 ay sonra kardeşimin düğünü var şimdi sırası mı?” deyince babam da; “Kızım sen oranın tadını bilsen böyle düşünmez ve söylemezsin” dedi. Sonra yemeğini yedi ve 1.5 saat kadar sürecek dünyadaki son istirahatına çekildi.
*Son yemeği?
*Bir elma ile bir bardak süt idi.
*Peki, normalde yapmadığı ama o sabah yaptığı şeyler oldu mu?
*Elbette. Her sabah tüm aileyi namaza kaldıran babam o sabah kimseyi kaldırmadı. Herkesin başına gidip başını okşadı ve sevdi. Giderken ablam babama; “Baba hayırdır. Benim evden ayrılamama daha 1 ay var, buradayım ben. Sanki bir yere hemen gidecekmişim gibi davranıyorsun” dedi. Babam hiçbir şey söylemedi ve ablama el sallayarak salondan çıktı. Gitti. Hiçbir şey söylemedi ama tam dış kapıdan çıkarken annemle göz göze gelmiş ve bu defa annem babama; “Hocaefendi bizi neden kaldırmadın?” demiş. Babam, anneme de tebessüm etmiş ve daha önce hiç yapmadığı o el sallama hareketi ile onunla da vedalaşmış.
*O şehit olarak gitti, peki son dönemlerinde şehadeti vurguluyor muydu?
*Babamın halka açık sohbetlerinden de son dönemlerinde sürekli şehadeti anlattığını anlıyoruz. Son sözleri de şehit olmak üzerineydi. Bunlar kayıtlarda var. “Şehit olmak yürek ister, şehit olmak şahsiyet ister” derken şehit oldu. O, bu şehadeti bekliyordu açık açık. Bu dünyadan zevk almadığını söylüyordu. Son dönemlerinde farklı bir koku vardı üstünde, bunu hissediyorduk. Takkesinde o koku hala duruyor. O hayatının her döneminde peygamberimizi örnek alıyordu ve kendisi de o şekilde yaşadı ve o şekilde gitti. Aynı peygamberimiz gibi daha yaşını doldurmadan öksüz kaldı ve amcasının himayesinde büyüdü. Amcası Hacı Bilal Öztürk ona sahip çıktı ve çocuklarından ayırmadı. Üzerinde büyük emeği oldu. Şehit olduktan 2 gün sonra Efendi hazretlerinin durgunlaştığını söylüyorlar. Çevresindekiler bu durumdan rahatsız olup, efendi hazretlerinin sağlık durumundan endişe etmişler. Hastaneye götürmek istediklerinde o itiraz ediyor ve “Susun, susun, Bayram hocam Mektubat okuyor, onu dinliyorum” demiş.
GECE NAMAZLARINA ÖNEMLİ BİR DAVETE GİDER GİBİ HAZIRLANIRDI
*Babanızı zihni planda nasıl hatırlıyorsunuz?
*Benim için o, gece namazına kalkmış ve namaz kılan bir insandı. Şöyle ki, o gece namazlarına kalktığı zaman asla o giysiler içerisinde namaz kılmazdı. Önemli bir davete gider gibi hazırlanırdı. Kalkar, üstünü giyer, saçlarını sakallarını tarar ve sonra namazını kılardı. Bendeki baba imajını bu resim güçlendirmiştir.
*Kaç yaşındaydı şehit olduğunda?
*54 yaşında şehit oldu. İsmailağa’nın sütunları arşa değiyor diyordu. Efendi hazretlerine ve kitaplarına sonsuz bir sevgi beslerdi. En zorlandığım anlarda Efendi Hazretlerini gözünün önüne getirmemi isterdi. “Git, gör, gözün onun fotoğrafını çeksin, bu sana fayda olarak yeter” derdi.
*Peki, böyle bir cinayet işlendi. Tüm kamuoyu buna şahit oldu. Çok gizli ve kirli ilişkiler söz konusu. Siz davayı da takip ediyorsunuz. Nedir son durum?
*Soruşturmayı zaman aşımına sokmak istiyorlar. Bir arpa boyu kadar dahi ilerleme yok. Unutturmak istiyorlar. bir şeyleri gizliyorlar. Kamuoyunu bu konuda duyarsızlaştırdılar.



M.MUSTAFA UZUN/Anadolu Gündem



 

Ravzadakinurunkölesi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Ağu 2008
Mesajlar
1,770
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
38
Bu röportajı dinlemiştim,çok etkileyiciydi...
Hayatı tamamen örnek alınası bir kişilik...
Mevla şefaatine nail etsin,tüm sevenlerini...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası
Vefatının 61. Yılında Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası
Osmanlının tarihten çekilişinin bu son sahnesi, Türklerin Ortadoğudaki misyonu ve tanzim edici idaresinin eseriydi.

Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı yenilen taraf olarak imzalamış; bütün cephelerde savaş durmuş; Osmanlı birlikleri silah, cephane ve tesisatlarıyla Anadolu’ya nakledilmeye başlanmıştır. Bunun bir istisnası, Medine Seferi Kuvvetleri’dir. Medine Seferi Kuvvetleri, verilen emirlere rağmen teslim olmayı reddetmiş; bu sebeple de ateşkesin tarafları panik içine düşmüştür. Medine’yi muhasara eden Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah son derece tedirgindir. Medine içinde teslim olmak lazım geldiğine inanan, bir kısım zabit ve erat dahi bir an önce evlerine dönme arzusuyla doludur. Ne var ki Hicaz Seferi Kuvvetler Kumandanı, ‘Çöl Kaplanı’ lakaplı Fahreddin Paşa teslim olmamakta, “Peygamberin kutsal mevkiini İngilizlere ve yâranlarının himayesine terk etmem!” diye, diretmektedir.

Türk Ordusu’nun I.Cihan Harbi’nde, Çanakkale ve Kut-ul Amere zaferlerinden sonra üçüncü önemli direniş destanı, ‘Medine Müdafaası’dır. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, “Sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran komutan.” dediği Fahreddin Paşa ise bu destanın en büyük kahramanı, yakın tarihimizin en önemli kumandanlarındandır.

Osmanlı’nın tarihten çekilişinin bu son sahnesi, Türklerin Ortadoğu’daki misyonu ve tanzim edici idaresinin eseriydi. Mekke ve Medine yani Müslümanların kutsal toprakları, 1517’de Yavuz Sultan Selim Han tarafından Osmanlı idaresine geçmişti. Yavuz Sultan Selim Han kendisini Hicaz’ın ‘hâkim’i değil ‘hadim’i, yani hizmetkârı olarak nitelendiriyordu. Osmanlı’nın bölgedeki varlığı işte bu şuur ile tam 400 yıl sürdü. Hac ibadetinin güvenliği için İslam âleminin bu manevi başkentinin titizlikle korunması ve düzeninin sağlanmasına, özel bir önem veriliyordu. Bölgenin idaresi yerel emirlerce yürütülüyor, kutsal emanetlerin bakımı için de hazineden her yıl yüksek miktarda ödenek gönderiliyordu. Osmanlı, Hicaz bölgesini bütün dünya Müslümanları adına, gözbebeği gibi kollayıp, gözetmekteydi. Hâkimiyeti altında bulunan diğer kentlerden bir adım ilerde tuttuğu bu kutsal bölgeye, her konuda yardım elini uzatıyor; Hicaz Demiryolu gibi dev bir projeyi de yine bu dönemde hayata geçiriyordu.

Osmanlılar tarafından 17. asırda inşa edilen Ecyad (Yeri gelmişken şu bilgiyi de hatırlatalım: Kabe’ye hâkim bir tepede 23 dönümlük arazi üzerine inşa edilen kale, Ocak 2002'de Suudi Arabistan hükümeti tarafından yerine otel yapılmak için yıkılmıştır. Ehl-i Beyt Kuleleri adı verilen gökdelen oteller, Fransız Accor Grup tarafından işletilmektedir.), Fülfül ve Hindi kaleleri, I. Dünya Savaşı sırasında stratejik görevler üstlenecek; Hicaz, bu kalelerden düşmana direnecekti. Medine, I. Dünya Savaşı boyunca İstiklal Şairimiz Mehmed Akif’in Teşkilat-ı Mahsusa adına yürüttüğü faaliyetler, ‘Uçan Şeyh’ lakaplı Kuşçubaşı Eşref Bey’in Hayber Cengi ve Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa’nın ünlü direnişiyle, şanlı tarihimize kaydedilecekti.

Necid bölgesinde devlete sadık kalmış olan İbnü’l Reşid ve İbnü’l Suud’u Osmanlı safında tutmak amacıyla, Riyad’a gizli bir heyet gönderildi. Mehmed Akif 1915 yılının başlarında, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki bu heyete katıldı. Arabistan’ın Necid bölgesine yapılan ve 4,5 ay süren bu seyahatte Şeyh İbnü’l Reşid’e gerekenler söylenmişti.

Lakin 24 Mayıs 1916’da İngilizlerden maddi ve manevi müthiş bir destek alan Şerif Hüseyin ayaklandı. İsyana bölgedeki büyük aşiretler destek vermedikleri gibi; Arap Dünyası, Hindistan Müslümanları ve Kuzey Afrika’da önde gelen İslam âlimleri ve liderleri, Şerif Hüseyin’i ihanetle suçladılar. Arap İmparatorluğu vaatleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin’in savaş boyunca vereceği tahribat ise küçümsenecek gibi değildi. Irak, Sina ve -kahvesinden değil, türküsünden bildiğimiz- Yemen cephesinde, düşman kuvvetlerine karşı başarılı bir savunma savaşı veren Türk Ordusu, beklenmedik bu düşmana karşı hazırlıksız yakalanmıştı.

1916 yılı başlarında Sina Cephesi’nde Kanal Harekâtı ve Irak’ta İngiliz işgali sürerken isyancılar Medine’ye saldırdı. İsyancılar, İngilizlerden sağladığı altın, silah, yiyecek ve askeri birlikler sayesinde 9 Haziran’da genel saldırıya geçerek; 16 Haziran’da Cidde’ye, 7 Temmuz’da Mekke’ye ve 22 Eylül’de de Taif’e girdiler.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
.
fahreddin.jpg
.

Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen hemen bütün merkezler asilerin eline geçmişti. Medine kuşatma altındaydı. 17 Temmuz 1916’da ordu kumandanlığına tayin edilen Fahreddin Paşa komutasındaki Hicaz Seferi Kuvvetleri, Medine kuşatmasını püskürttü. İngilizlerin büyük ümit bağladığı isyancı kuvvetler sayıca üstünlüklerine rağmen bozguna uğradı. Fahreddin Paşa fiilen katıldığı savunmanın ardından Medine’yi kontrol altına aldı.

Çöl Kaplanı Ömer Fahreddin Paşa, elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine’yi 2 yıl 7 ay müdafaa etti. Paşa, Şerif Hüseyin’in isyan gerekçesi olarak ittihatçı hükümetini suçlamasını ve Osmanlı’yı İngilizlerin yanında olmak varken karşı safta savaşa sokmasını eleştiren beyannamesine bir cevap yayınladı. Şerif Hüseyin’in şahsında tüm işbirlikçilere ibret olan beyannamede şöyle deniliyordu:

“Tarihi ve milli düşmanlarımız ve bunların işbirlikçileriyle hayat ve memat meselesine atıldığımız bir zamanda, İslam’ın güçlerini bölerek Müslümanlar arasında kan dökülmesine sebep olan asilerin bize hâlâ Müslümanlıktan ve İslam birliğinden söz etmesi hayret vericidir. İslam âleminin mevcudiyeti ve bekası için cihad ilanına mecbur kalmış olan devletimiz yanında; Cezayir, Fas, Trablusgarp, İran, Hindistan ve Rusya Müslümanlarının can verdiği şu tarihi günlerde, İslam’ın beşiği olan kutsal toprakları, Hazreti Peygamberin mukaddes kabrini İngilizlere çiğneten, altın ve paraya ibadet eden bu hainlerden her şey umulur…”

Osmanlı’nın, Filistin ve Hicaz’ı aynı anda savunacak gücü kalmayınca; Kudüs’ü kurtarmak için Medine’deki kuvvetlerin Filistin’e kaydırılmasına karar verildi. Medine’nin boşaltılması haberini alan Fahreddin Paşa, Cemal Paşa’ya şu telgrafı çekecekti: “Bu mukaddes şehri, Hazreti Peygamber’in Ravza-i Mutahhara’sını son dakikaya kadar muhafazayla, ecdadımızın Medine’ye, anavatanın kıblegâhına yerleştirmiş oldukları bayrağımızın bana kaldırtılmamasını kemali hürmetle istirham ederim.”

Fahrettin Paşa, hiç değilse Medine’nin savunması için kendisine bir alay askerin bağışlanmasını isteyecek; askeri strateji gereği Medine’nin boşaltılması kararını onaylayan Enver Paşa ise kendisiyle aynı manevi iklimi paylaştığı Fahreddin Paşa’nın çığlığına kayıtsız kalamayacaktı. Medine boşaltılmayacak ve sonuna kadar da savunulacaktı!

Osmanlı Hükümetinin Hicaz’ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine, Fahreddin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine’de Hazreti Peygamberin kabrinde bulunan mukaddes emanetlerin İstanbul’a nakledilmesini teklif etti. Çünkü Medine’nin İstanbul’la irtibatını sağlayan demiryolu kısmen yağmacıların eline geçmiş, ulaşımın zorlaşması ve Anadolu’yla irtibatın kesilmesi söz konusu olmaya başlamıştı. Teklifi hükümet tarafından kabul edilen Fahreddin Paşa, bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettiği 30 parçadan oluşan mukaddes emaneti, 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderdi. (Bugün Topkapı Sarayı’nda ‘Mukaddes Emanetler Bölümü’nde yer almaktadır.)

Fahrettin Paşa elinde kalan az sayıda kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine’yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın olan Tebük – Medain arasındaki istasyonun düşman eline geçmesinden sonra Medine Kalesi isyancılar tarafından kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz durumda olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Hurmadan başka yiyebilecek hiçbir şey kalmamıştı. Medine açlıkla boğuşurken birden bire gökyüzünden çekirge yağmaya başladı. Herkes elde kalan bir avuç tahılın, hurma ağaçlarının mahvolacağını düşünerek çekirgelere korkuyla bakıyor; “Eyvah Medine şimdi bitti!” diye ah çekiyordu. Fahreddin Paşa ise Afrika’nın Sina’yı geçerek Medine’ye musallat olan çekirgelerini nimet olarak değerlendirmişti. Ona göre bu bir afet değil, göklerden gelen bir ikramdı.

Paşa, okuduğu eski kitaplar arasında, Hz. Peygamber döneminde de Hicaz’da böyle bir çekirge istilasının olduğunu ve Peygamberin çekirge ile ilgili bir takım hadislerinin bulunduğunu hatırladı. Bu hadisleri arayıp bulan Fahreddin Paşa, buradan hareketle çekirge yemenin sünnet olduğuna hükmederek bunu askerlerine aktardı. Çekirge kurusunu çerez gibi yerken, çekirge unundan ekmek yapıp günlerce bu şekilde beslendiler. Gökten yağan çekirgeler, Medine’deki Türk askerlerine gıda olmuştu.

Şam işgal edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve bütün Arabistan’ı fiilen kaybetmişti. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması aynı gün Sadrazam Ahmet İzzet Paşa imzalı acele bir telgrafla Osmanlı ordularına şöyle duyuruldu: “Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda akıllara sığmayacak fedakârlıklar gösterildikten sonra içinde bulunduğumuz devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması Osmanlı Devletimizi, İtilaf Devletleriyle antlaşma yapmaya zorladı…”

Antlaşmanın bir maddesinde Hicaz ve Yemen’de bulunan Osmanlı kıtaları ve garnizonlarının en yakın İtilaf Devletleri kumandanına teslimi şartı bulunmaktaydı. Mütareke haberi değişik kanallardan Medine’ye yayıldığında, Fahreddin Paşa askerlerini ve Medine’nin ileri gelenlerini Haremi Şerif’te topladı. Mescid-i Nebevi’de toplanan herkes nefeslerini tutmuş halde Paşa’nın minbere çıkışını izliyordu. Fahreddin Paşa, Ravza-i Mutahhara’nın tam karşısındaki minberden Peygamberimizin “Ey Nas!” hitabıyla söze başladı:

“Ey Nas! Malumunuz olsun ki bu kahraman askerlerim, bütün İslam’ın manevi desteğiyle hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son neferine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur! Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir! Bu asker Medine’nin enkazı altında ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateş içinde kırmızı bir kefende görülmedikçe, Medine kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minarelerinden ve yeşil kubbesinden al sancak alınamayacaktır! Allah-ü Teâlâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O’nun Resûlü Peygamber Efendimizdir! Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit subayları! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim! Kardeşlerim! Evlatlarım!.. Allah’ın huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberimizin karşısında hep beraber diyelim ki; Ya Resûlullah, biz seni bırakmayız!”

I.Cihan Harbi bitmiş, Osmanlı orduları bütün cephelerden tahliye edilmişti. Bir tek Medine direniyordu. Fahreddin Paşa bu konuşmayı neye dayanarak yapıyordu? O, Balkan Savaşı gazilerindendi. Mondros Antlaşması’nın akıbetinin Bulgarlarla yapılan antlaşmaya benzemesini umut ediyordu. Balkan Harbi’nde Bulgarlar bize antlaşmayı Çatalca’da imzalatmışlardı fakat biz onlara sulhu Edirne’de yaptırmıştık. Paşa, İngilizlerin sözüne de güvenmiyordu. Bu düşüncesini 27 Aralık 1918’de Medine’deki karargâhında askeri erkâna şöyle açıklıyordu: “Anadolu’da bulunan 20 bin İngiliz esiri çoktan beri İngiltere’ye iade edildiği halde, İngilizler bizim Mısır’daki esir kardeşlerimizi; hatta kadın, çocuk ve ihtiyar acizleri bırakmamışlar ve üstelik bizi de esir almak istemişlerdir…”

Fahreddin Paşa, bu nedenle Ahmed İzzet Paşa’dan gelen emre net bir cevap vermedi. Aynı emir bu sefer Harbiye Nazırı Cevat Paşa imzasıyla 30 Kasım 1918’de yine İngilizler tarafından kendisine ulaştırıldı. Silah arkadaşlarına bu emri okudu ve şöyle dedi: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka hilafet ve padişahın bir iradesi olmalıdır.”

Fahreddin Paşa gökyüzünü bir alev gibi kaplayan güneş altında, bir damla su için çatlak dudaklarıyla matara ağızlarına yapışan, Mehmetçikle birlikte bir destan yazıyor; Medine’den Milli Mücadeleye de taşınacak olan bir meşale yakıyordu. Paşa, teslim olmuyordu!

Saygın din bilginlerinden olan Haydar Molla; Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldenizi aşıp Medine’ye vardı. Fahreddin Paşa’ya; “İrade istemiştiniz getirdim. Hatta halifemiz efendimizin ayrıca selamları var.” dedi.

Paşa, padişahın bu iradeyi mutlaka düşman baskısı altında verebileceğini düşünüyordu. Ve baskı altındaki irade beyanının hükmünün olmadığını söyledi. Haydar Molla, eli boş ve çaresiz İstanbul’a döndü.

Artık geri dönmeleri için İstanbul’dan da emirler değil birbiri ardına ricalar ve ricacılar geliyordu. Fahreddin Paşa, 5 Ocak 1919’da en yakın arkadaşı Albay Ali Necip’le hayatının en zor kararını verecekti. Arkadaşı, Fahreddin Paşa’ya sonuna kadar bağlı kalacaklarını ama Osmanlı’nın menfaatleri gereği artık teslim olmaktan başka çare kalmadığını, antlaşma maddeleri bütünüyle tatbik edilmezse İtilaf Ordusu’nun İstanbul’dan çıkmayacağını söyledi. Paşa, arkadaşını sessizce dinlemiş ve Osmanlı’ya zarar verme ihtimalinden korkmuştu. Çaresiz teslim olacaktı.

Osmanlı Devleti’nin silah bıraktığı Mondros Antlaşması’ndan sonra, 70 gün Medine’nin savunmasını terk etmeyen Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, 7 Ocak 1919’da “Seni nasıl bırakırım ben ya Resûllullah…” yakarışlarıyla Ravza-i Mutaharra’nın başında bekliyordu. Peygamber’le son kez vedalaşmaya giden Paşa, “Ben burada mücavir olarak kalacağım, Peygamber’in şefaatine sığınıyorum!” diyordu. Tam teslim şartları konuşulacakken Fahreddin Paşa’nın bu hareketi, yeni bir siyasi kriz doğuracaktı. Eşyaları arabaya yüklenmiş olan Paşa’nın eşyaları indiriliyor, bir doktor çağrılıp Paşa’nın hasta olduğu İngilizlere söyleniyordu. Asi bedeviler aniden ürken develerine, “Ne o, suda Fahreddin’i mi gördün?” diyorlardı. Fahreddin Paşa’nın mücavir olarak bile olsa, yaşadığı Medine’yi nasıl tam teslim alacaklardı?

Fahreddin Paşa’nın ziyaretine gelen silah arkadaşları, birbirlerine bakıp bir hamlede Paşa’nın etrafını sımsıkı sardı. Zira İngilizlerin, Paşa’nın teslim olması yönünde artık çok büyük bir baskısı vardı. Gözyaşları içinde Paşa’ya sarılan arkadaşları, kendisini hep birden kucaklayarak teslim aldılar. Ancak Fahreddin Paşa, kılıcını düşmana teslim etmiyor, Hazreti Peygamber’in mescidine emanet olarak bırakıyordu.

İngilizler tarafından önce Mısır’da daha sonra da Malta’da tutuklu bulunan Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, 1921 yılında serbest bırakılınca soluğu doğruca Sakarya’da, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında alır. Mustafa Kemal Paşa, İslam ülkelerinden kurtuluş mücadelesine yardım gelmesini sağlaması için, kendisinin Afganistan’da görev almasını teklif eder. Böylece Çöl Kaplanı Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk sefirikebiri olarak Kabil’de görev yapmaya başlar. Camilerde konuşmalar yaparak Afgan halkından büyük miktarlarda yardım toplar.

1926 yılında Anadolu’ya dönen Fahreddin Paşa, 1948 Kasım’ında İstanbul’da vefat eder.

Neden anılarını yazmıyorsun diye kendisine soranlara Paşa’nın verdiği cevap onun nasıl bir irade ve ruhun timsali olduğunu göstermeye yeter: “Ben sadece görevimi yaptım. Herkes zamanı geldiğinde vatana karşı olan borcunu yerine getirir.”

Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa’nın şahsında tüm şehit ve gazilerimize Allah’tan rahmet dilerken; Medine Müdafaası’nda Paşa’nın komutası altında savaşan Üsteğmen İdris Sabih Bey’in şiiriyle, kahraman ecdadımızı bir kez daha vecd içinde selamlayalım:

“Unuttuk İlhan'ı, Kara Oğuz'u,
İşledik seni göz bebeğimize.
Bağışla ey şefî kusurumuzu,
Bin küsur senelik emeğimize.

Nedense kimseler dinlemez eyvah!
O kadar saf olan dileğimizi.
Bir ümmî isen de Ya Resûlullah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.



Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, cananı veremez Türkler.
Ebedi hadim'ul haremeyniniz,
Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.”




Ana Kaynak:
Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası – Feridun Kandemir – Yağmur Yayınları


SERKAN BİLGE
 

Çeşm-i Bülbül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Mar 2009
Mesajlar
13,384
Tepki puanı
6
Puanları
0
İsmailağa Camii içerisinde şehit edilen Bayram Ali Öztürk Hocanın oğlu Mahmut Öztürk, babasını ve son anlarını anlattı. Babasının son zamanlarında ve şehit olduğu sohbet esnasında da son cümlelerinin şehadet olduğunu dile getiren Öztürk, “O hep şehadeti arzuladı ve gitti. Gece 3 gibi eve geldi ve mutfakta ahireti özlediğini söyledi. Sabah herkesle vedalaştı ama hiçbir şey söylemeyerek evden çıktı ve sonra şehit oldu” dedi. Babasının büyük bir kitap sevdalısı olduğunu ve 20.000 civarında kitabının olduğunu söyleyen Öztürk; “Onun için kitapları öz evlatları gibiydi. Çok farklı okumaları vardı. Her gün saatlerce kitap okurdu. Kitapları eli ile sever, okşardı” diye konuştu.

allah razı olsun abi...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
ZAMANI GELMEDİ Mİ ?
Acı çekmesin yürek ağlamasın göz
Gülmenin zamanı gelmedimi ?
İslamiyetin hakimiyeti için söz
Vermenin zamanı gelmedimi ?

Tutmazsa bırak tutmasın aşı
Ezilir inşAllah zalimin başı
Kalplerden pası,gözlerden yaşı
Silmenin zamanı gelmedimi ?

İslamın adı kalmış geçmez zamana
Varılsın dosdoğru gerçek imana
Yeniden tevhid,sünnet,kuran’a
Dönmenin zamanı gelmedimi ?

İslam dünyada hakim olsun diye
Hak her zaman yerini bulsun diye
Yapılan zulümler son bulsun diye
Vahdetin zamanı gelmedimi ?

Bırakalım boş işlerle uğraşı
Zalim Yahudi bozar hep barışı
Yapmayın ne olur şeytanla yarışı
Görmenin zamanı gelmedimi ?

İçinde cevher saklı,inanç saklı
Ahirette her şey farklıdır farklı
Her şey ortadayken Müslüman hakkı
Bilmenin zamanı gelmedimi ?

Düşün susmanın günah,sevabını
Zulme cihad diyor oku kitabını
Katillerden zulümlerinin hesabını
Sormanın zamanı gelmedimi ?

Akan kan senin gider hoşlarına
Dayanır mı yürek gözyaşlarına ?
Zalimlerin tahtlarını başlarına
Yıkmanın zamanı gelmedimi ?

Kapatalım çenesini ağzını
Keselim zalimlerin cezasını
Müstekbirin kafirin boğazını
Sıkmanın zamanı gelmedimi ?

Kıralım bizde kolunu bacağını
Yeter Sürelim Yahudi alçağını
Göklere tekrar tevhid sancağını
Dikmenin zamanı gelemdimi ?

Şehid olmuş ana,baba,kardeş,eşi
Allah ‘tan başka nesi var nesi
Gökleri yıkıyor mazlumun sesi
Duymanın zamanı gelmedimi ?

Mazlumu yetimi hor görüp üzeni
Yokmudur yılanın başını ezeni
Bu zulüm dolu müstekbir düzeni
Atmanın zamanı gelmedimi ?

Biter söner hep münafıklığın mumu
Haram belli,deme şumu doğru bumu ?
Yeniden kalplere iman tohumu
Ekmenin zamanı gelmedimi ?

Hadi kalk yatma artık Allah sorar
Dilden değil kalpten ver söz ikrar
Yeter artık doğrul ayağa tekrar
Kalkmanın zamanı gelmedimi ?

Susar gönül konuşmuyor artık dil
Sil gözyaşlarını artık ağlama sil
Çıkarma akıldan,anla iyi bil
İmanın zamanı gelmedimi ?

Tekrar LAİLAHEİLLALLAH sesi duyulacak
Bir güneş gibi üstümüze doğacak
Yeniden dünyaya hakim olacak
İslamın zamanı gelmedimi ?

Çiçekler toprağa düşer demet demet
Buğz et yürekten ne olur bizahmet
Söyle Allah aşkına ne olur memet
Kuran’ın zamanı gelmedimi ?
İmanın zamanı gelemdimi ?
CİHADın zamanı gelmedimi ?
İslamın zamanı gelmedimi ?...
 

salavatqetir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Eki 2010
Mesajlar
1,596
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
30
Benim ALLAH'A Sözüm Var Benim CANIMI RAHLENİN BAŞINDA AL ALLAH'IM ...

♥ Şehit Bayram Ali Öztürk Hocamız ♥


 

salavatqetir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Eki 2010
Mesajlar
1,596
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
30
BU DÜNYADA BİR EFENDİ HZ.LERİMİZ K.S DOYAMADIM BİRDE KİTAPLARIMA ...

Şehit Bayram Ali Öztürk Hocamız


 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt