Not: Salih Özaytürk'ün "Kötülenen Üçlü: Nefis, Akıl ve Ene" isimli şu makalesini ..
Hemen tüm düşünce tarihi boyunca, insanın mahiyetinde yerleştirilmiş olan özellikler binlerce yıl iki temel kategori altında ele alınmış, bir taraf kutsanırken diğer tarafa savaş açılmıştır. Felsefe takipçileri tarafından akıl neredeyse ulûhiyete yakışır bir makama yükseltilmiş, buna karşılık imân ve tasdik, bu düşünürler arasında hakettiği yeri bulamamıştır. Tasavvufî çizgiyi merkeze alan İslam düşünürlerinin aleminde ise, insanın melekî yönü yüceltilirken, hayvani yönü aşağılanmış, akla şüpheyle bakılmış, benlik duygusu ise hepten reddedilmiştir. Gerçi bu tavrın anlaşılır bir tarafı bulunmaktadır. Zira, insanı felakete sürükleyen süreçlerin arkasında genellikle nefis ve enaniyet vardır. İçerisinde yaşadığımız şu ahirzaman şartlarının, bencilliğin, nefsâniliğin ve dalaletin her nevinin toplumları sardığı, bireyleri sarhoş ettiği bu felaket zemininin oluşumunda nefis-ene-akıl üçlüsünün payı reddedilmez bir gerçektir.
I. Nefis, Akıl ve Ene Üzerine Eleştirel bir Yaklaşım
Nefis insanda çok erken bir dönemde gelişim gösterir. Neredeyse varoluşuyla, nefes almaya başlamasıyla birlikte açığa çıkar. Yine insandaki en temel, en primitif dürtüler olan faydalanmanın ve lezzetçiliğin kaynağı ve muhatabıdır. Öyle ki, nefis faydalanmanın olmadığı, lezzetin bulunmadığı anlamsal alanlara karşı tümden ilgisizdir. Temel yönlendiricileri nefis olan hayvanların yaşamsal merkezleri, yine faydalanma ve lezzettir. Yaşantılarının merkezinde faydalanmanın ve lezzetin bulunduğu insanların da hayvanlardan farklı bir düzlemde olmadıkları görülmektedir. Çünkü, çok yakınsak olan bu iki duygu bir varlığın iç âleminde hakim duruma geçtikleri zaman, diğer özelliklerin ve yönelimlerin tümünü bastıracak kadar etkili olabilmektedirler. Bu etkinin arkasında duyguların varoluşsal açıdan, fikirlerden daha derin etkinlikte yaratılmaları yatmaktadır. Bu durumu tersinden izah etmek mümkündür. Aklın bir meseleyi kavraması için, doğrulayabileceği bir anlatımın bir kez ifade edilmesi, çoğunlukla anlık bir tasdikle sonuçlanırken, duygulara sinebilmesi için defalarca tekrar edilmesine ve sınırı belirsiz bir sürecin işlemesine ihtiyaç vardır. Denklemin yönü çevrilirse; duyguların akıldan, tekrar sayısı çarpı işleyen sürecin aklın kavrama süresine oranı kadar kuvvetli olduğu gerçeği karşımıza çıkacaktır. Böylesine güçlü bir arzu ile yoğrularak yaratılan duyguların, kendisine oranla kat be kat zayıf kalan aklı defalarca mağlup etmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. İşte bu nedenle, hazır lezzetlere aşk derecesinde duygularla bağlı olan nefis, kendisinde var olan duygular kadar güçlü bir donanıma sahip vicdan ile ve şuura hitap eden vahyin prensipleriyle dizginlenmez ise, insan yaşantısını koşar adım bataklığa sevkedecektir.(2)
İnsanın gelişiminde kritik dönemeçlerden birini oluşturan, lezzetçilik ve faydalanmadan sonra en erken dönemde açığa çıkan benlik duygusunun öncelikli tavrı, etken olduğunu duyumsadığı bir zeminde, ciddi bir sahiplenmedir. Sahiplenmek, asla ve öze yönelik bir bağımlılık duygusunun neticesidir. Kendi varlığını, kendisine bağlı gibi görünen herşeyin aslı olarak algıladığı için de öncelikle kendisine sevdalıdır. O denli yoğun bir sahiplenme arzusuna sahiptir ki, temsil ettiği bütünsel yapının çelişkilere düşmesine aldırmadan sahiplenmeye devam eder. Zaten kendini temsil ettiği bütünsel yapının aslı olarak gördüğü içindir ki, bir çelişki hissetmeden sahiplenmesine devam eder. Sahiplenebileceği alan dışındaki değerlerin kime ve niçin verildiğiyle ilgilenmezken, kendi tasarruf bölgesine kimsenin yaklaşmasına müsaade etmez. Kainat onun sahiplenebileceği bir alan değildir. Bu nedenle kainatın bir yaratıcısı olduğu düşüncesine karşı çıkmaz. Ancak kainatın içerisinde olması nedeniyle, kainatın Yaratıcısına ait olduğu şüphe götürmez bir nesneyi, şüphe duygusuna aldırmadan sahiplenebilir.
Sahiplenmek ilk bakışta basit bir eylem gibi görünse bile, bir inanışa dönüştüğü zaman insanın mahiyetinde meydana getireceği tahribat tasavvur ötesidir. Ben vurgusunun merkezde olduğu bir insanın, benliğin edilgenliğini vurgulayan vahiyle çelişmemesi mümkün değildir. İlahî vahiy ise insanın merkeze taşınabilmesinin, kendisini merkeze koymamasıyla mümkün olduğunun altını çizmektedir. İktidarı elinin ulaşabildiği alanlarla sınırlı olan, bu iktidarın dahi gerçek sahibi olamayan bir noktanın kendiliğinden merkeze oturarak, kalbin, vicdanın, nefsin, duyguların hayal ötelerine uzanan ihtiyaçlarını yerine getirebilmesi, insanın varlığının her yönünden fışkırarak kendi özünde buluşan bekâ talebini karşılayabilmesi mümkün değildir.(3) İnsanın, böyle bir benliğin etkisiyle çelişkilere düşmesi, acz ve ihtiyaçlar ikileminde kalarak, ihtiyacı olan iktidarı kolay bir yol olan tahrip ve zulümde araması, bu sürecin beklenen sonucudur. Şu içerisinde yaşadığımız felaket zeminin arkaplanında, varlığını mutlak bir kudrete dayandırmayan benliğin, sönük iktidarını tehdit eden herşeyi kendine düşman edinerek kapıldığı derin paranoyanın, huzursuzluğunu besleyen ihtiyaç-acz ikileminin neticesinde içerisine düştüğü şizofrenik hezeyanlarının ciddi bir payı vardır.(4)
Sebep-sonuç bağlantılarını irdeleyerek düşünebilen ve böylece bir hükme ulaşabilen akıl ise, vahye teslim olmadığı sürece determinizm açmazından kendini kurtaramamaktadır. İslamî zeminde yetişerek hayatı inceleyen filozoflardan Muallim-i Sani olarak anılan İbn Rüşd dahi, yoktan yaratılmayı kavrayamamış, maddenin ezeliyeti fikrinden kurtulamamıştır. Tüm dünya tarafından epistemolojik açıdan yüksek bir yere oturtulan İbn-i Sina gibi bir dâhi, iman ve yakîn ile değil, teslimiyet ve kabul ile küfürden yakasını kurtarabilmiştir.
Bu ilginç açmazın, gerçekten birer dehâ seviyesinde düşünce gücüne sahip olan bu insanların hakka vasıl olma noktasında içerisine düştükleri derin aczin nedeni, kainatın maddi ve manevi yönlerini ayrıştırarak eşyaya muhatap olmalarıdır. Fizik ve metafizik inceleme alanları olarak kainattaki mahlukatın maddî ve manevi yönleri birbirinden koparıldıktan sonra, gerçek bir hükme ulaşabilmek ve ulaşılan sonuçları telif edebilmek mümkün değildir. Ruhu çıkmış bir vücut nasıl ceset seviyesine iniyorsa, anlamsal arayışı olmayan bir nazar karşısında kainat sönükleşmekte, hakkı ifade noktasında derin bir sessizliğe bürünmektedir. Kainatı bir otopsi salonuna çeviren, mahlukatı ise birer ceset seviyesine indirgeyen bu nazarın arkasında ise elbette ki, akıl vardır. Çünkü, anı kavramaktan aciz olan, zamanın hep gerisinde koşan akıl, sürekli hareket halinde olan eşyayı kavrayabilmek için geçici olarak dondurur, parçalar, sonra sebep sonuç bağlantılarını bu geçici donukluğun içerisinde ilintilendirebilir. Eğer bu donukluk, kişinin iç dünyasında uyanık bir halde bulunan vicdandaki şuur ve kalpteki iman ile çözülmez ise veya şuur uykuya, kalp ise karanlıklara gömülmüşse, bu zihin sahibinin mahlukattaki anlamsal devinimi seyredebilmesi, eşyanın varlığında, kainat içerisinde bulunduğu noktada, diğer varlıklarla olan ilişkilerinde ve daima bir akış halindeki hareketlerinde açığa çıkan anlamları çözebilmesi imkansızlaşacaktır. Her sabah, komşusunun tebessümüne tebessümle cevap veren insanın, kendisine her şafakta binler tebessüm ve selam gönderen güneşi, tebessümsüz ve selamsız karşılaması bu nedenledir.
Yaratıcıdan gaflet ederek yaşayan bir insanın, kendi tercihleri sonucu yaratılan eserleri sahiplenmesini, iç aleminde kibrin açığa çıkışı takip edecektir. Kibir gibi manevi bir hastalığa yakalanan insanın enaniyeti firavunlaşacak, aklı iblisleşecek, nefsi ise frenlenemeyecek derecede şımaracaktır. Modern zaman iblislerinin telkinleriyle Yaratıcısını, ruhunu ve dinini terk ederek derin bir boşluğa düşen insanlığın çırpınışlarını ve iç aleminde oluşan bu boşluğun derin sancılarını gidermek için, şuuru uyuşturan cazibeli eğlencelerle avutulmaya girişilmesi yeterli olmamıştır. Modern zamanlarda postmodern arayışlara giren insanlık, geriye dönerken izini kaybetmiş, yol üzerine ağ geren ve şimdilerde artık bir sektöre dönüşerek kapitalizmin en verimli aletlerinden biri haline gelen tüketiciliğin ve mistisizmin tuzaklarına takılmıştır.
Nefsi ve enaniyeti takip etmekle açığa çıkan, aklın mutlak gerçekliği kavrama gücünün yetersizliğiyle bir perde gibi araya giren tüm bu olumsuzluklar, nefsi ve enaniyeti reddeden, aklı olumsuzlayan insanları haklı çıkarır niteliktedir. İnsanın içsel donanımının bir yönünü oluşturan bu özellikler, gerçekten birer iblis gibi, sırf insan mücadele ederek karşı duruşunu netleştirebilsin, bu özelliklerin ilk bakışta karşısında yer alan kalp, şuur gibi melekî yönlerini geliştirebilsin diye mi verilmiştir? Tüm bu olumsuz yönelimlerine rağmen, insanın bu özelliklerinden istifadesi mümkün değil midir? İnsanın bu yönleri tümden aşağılanmayı gerçekten hak etmekte midir? Diğer taraftan insana verilen vicdan ve kalp gibi özellikleri birer melek gibi masum mudur, handikapları yok mudur? İnsanın, iki ucu buluşturan ifrat-tefrit ortasında bir denge noktasına gelmesiyle açılabilecek kapıların tasavvuru mümkün müdür?
II. Melek, Hayvan ve İnsan
Kainattaki varlıkların durumuna dikkat edilecek olursa, maddî alemin merkezinde hayatın yer aldığı fark edilecektir. Maddî olan ne varsa ya doğrudan yada dolayısıyla hayat ile irtibatları vardır, hayata doğru akmaktadırlar. Bir vücutta merkezî bir konumda olan beyin, nasıl ki vücudun diğer tüm unsurlarını birleştirip irtibatlandırıyor ise, hayat da kainattaki unsurların irtibatlandırdığı bir merkez olarak kendini göstermektedir. Ruhun devreye girmesiyle, ruhsal hayat sahibi olan varlığın hareketlerinde bu irtibat fiilen ispat edilmekte, hayatın ve ruhun üzerinde kendini gösteren şuur ise bu irtibatları anlamlandırmaktadır.
Cansız cisimler kendi varlıklarından dahi habersiz oldukları için, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, en küçük bir canlı mahlukun irtibat alanının genişliğine ulaşamazlar.(5) Örneğin bir dağa oranla bir kelebek, bir arı veya karınca çok küçük oldukları halde, hayat sahibi oldukları için, tüm kainatla doğrudan veya dolaylı olarak irtibatları vardır. Doğrudan irtibat alanı en dar olan karıncaya dikkat edilirse, ihtiyaçlarının karşılanması için tüm kainata ihtiyacı olduğu, ihtiyaçlarını aramaya girişmesiyle, tüm kainatın var olması için fiîli bir dua halini izhar ettiği fark edilecektir.
Karınca her adımında kainatın tümüyle var olması için dua etmektedir, ancak, karıncanın kendi varlığından şuursal bir haberdarlığı bulunmamaktadır. Bu nedenle, hayatiyetin vermiş olduğu irtibatla kainattan istifadesi mümkün olsa da, bu istifade şuursal yansımalar içermediği için içselleşemez, nesnel bir planda kalır. Gerçi bu durum şuursuz ve idraksiz birer nefis sahibi olan hayvanların, kainatın mülkî boyutundan gölgesizce istifadelerini sağlayarak, fiîli şükür halini mutlak boyutta yaşamalarına da imkan sunmaktadır. Akıl olmadığı için geçmişin ve geleceğin muhakemesi yoktur. Dolayısıyla, düşünsel bir hafıza sahibi olmadıkları için geçmişin elemini taşımazlar ve yorum kabiliyetleri olmadığı için de gelecek kaygısı duyumsamazlar. Lezzetlerini bulandıracak geçmişin elemleri ve gelecek kaygıları bulunmadığı için de, sadece bulundukları anın içerisinde elemsiz bir lezzet alırlar.
Şuurun, yani farkındalığın devreye girmesiyle bu istifade birden basamak atlayarak, içsel bir boyuta taşınır. Şuur sahibi varlık fark edebilme yeteneğine sahip olduğu içindir ki, ikramın nedenselliği arkasında ikram edicinin sıfatlarını kavrayabilir, bu sıfatların sahibi olan Zâtın varlığını idrak edebilir, nimetin nimet olduğunun ayrımına vararak, fiili hamd basamağından sözlü hamd basamağına geçişler yaşayabilir. Melekleri yüksek bir hamd ve tesbih mertebesine taşıyan sahip oldukları bu şuur ve idrak kabiliyetleridir, yaratılmasındaki incelik ve gerçeklik bu yüksek şuur ve idrak kabiliyetlerinde gizlidir. Mutlak bir adâlet, mutlak mizan ve nizamı, mizan ve nizam ise tasarrufta mutlakiyeti gerektirir. Şuurlu birer varlık olarak insanlar yaratılmakta olan kainatın çok küçük bir kısmına muhatap olabilmektedirler. Muhatap oldukları bu yüzeysel ve dar alanda dahi hakkıyla hamd ve sena gerçekleştirememektedirler. Hamd ve senânın gerçekleşmediği bir vasatta yaratılmakta olan mahlukattaki sanat, mahlukat üzerinde ifade edilmekte olan kemâl, yansımakta olan esmâ ve sıfatı İlâhiyenin tümü abesiyete gider, israf olur. Böyle bir durumda yaratmanın kendisi, ilahî bir oyun mertebesine düşer. Melekler kainatta cereyan eden incelikli tasarrufun ve her şeyi anlamlandıran hikmetin ciddi bir gereği olan hamd ve senayı yerine getirmek üzere yaratılmışlardır. Meleklere iman adâlet, hikmet, nizam ve mizanın bir gereğidir, Allah'ın abesle iştigâl etmekten münezzeh olduğunun bir tasdikidir. Bu nedenledir ki, imanın rükünleri arasına girmistir.
Fakat, meleklerin bulunduğu mertebede hakikatler öylesine perdesiz, öylesine gerçek bir boyutta algılanabilmektedir ki, meleklerin hamd ve tesbihleri, şuursuzca ve idraksizce veya robotçasına değil, ama bir annenin bebeğini sevmesi gibi, neredeyse kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Melekler bir annenin bebeğine muhatap olduğu yakınlıktan çok daha yakın, çok daha perdesiz bir mertebeden Allah’ın rahmetine, keremine, ihsanına, kahrına, azametine, celaline muhatap olup, çok daha derinden bir sevgi ve haşyet içerisinde, samimi ve gölgesiz bir hal ile hamd ve tespih etmektedirler. Kainatın manevî boyutundan gerçek anlamda istifadeleriyle, icraat-ı İlâhiyenin perdesiz muhatapları, cemal-i İlâhinin mutlak huzur içerisindeki beklentisiz aşıklarıdırlar onlar. Bu huzurlarını, manevî lezzetlerini bozacak nefis gibi, enaniyet gibi fitne unsurlarından da uzaktırlar, nazarlarını bulandıracak aklî verilerden de.
Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın kendine muhatap olabilir bir istidatla yarattığı insanın kainattaki durumu diğer varlıkların tümünden daha ileri ve daha risklidir. İçerisinde yaşadığı âleme nazarını salan akl-ı selim bir insan, en mutlu yaşayanların ve en güzel başarıya zorlanmaksızın ulaşanların, önce bitkiler, sonra da hayvanlar olduğunu görecektir. Mutsuz bir bitki veya bir hayvan yoktur, bu dünyaya mutlu ve başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir. Donanımları da böyle bir yaşam için oldukça uygundur. Meleklerin durumu da farklı bir açıdan hayvanların durumu gibidir. Onların da huzurlarını bozacak nefisleri, benlikleri, arzular gibi kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun istekleri yoktur.
İnsan ise ne melek, ne de hayvandır. İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır. Melek ve hayvan karışımı olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problem iken; ayrıca, ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan sebebi olabilecek mahiyette yaratılmıştır. Hazır lezzetinin içerisine geçmişin elemleri ve geleceğin kaygıları katılır, problemleri çözülmedikçe gerçek bir lezzeti tatması kaygılar sebebiyle imkansızlaşır. Bu imkansızlıklar içerisinde ne ibadet, hamd ve sena cihetiyle meleklere yetişebilir, ne de lezzet ve menfaat cihetiyle hayvanları geçebilir. İnsanın meleklerden ve hayvanlardan farklı olarak yaratılışında gizli gerçeğin ve gayenin anlaşılabilmesi için, insanın mahiyetine yerleştirilmiş olan temel özelliklerin ve bu özelliklerin birlikteliğinin mümkün hale getirdiği kazanımların sorgulanması gerekmektedir.
III. İnsanın Temel Özellikleri
Meleklerin ibadetlerinden bahseden hadislere göz atınca, insan ibadet noktasında meleklere yetişemeyeceğini biraz da hüzünlenerek fark etmektedir. Diğer taraftan insanın zemini meleklerin bulunduğu zemine oranla kaygan ve sislidir. İnsanın yaşamsal zemini hayrın ve şerrin karışımından oluşturulmuştur. Üstüne üstlük bir de lezzetlere aşk derecesinde meftun bir yoldaşı vardır insanın. Bu nedenle, lezzetlere aşık bir nefis sahibi mahluk olarak insanın günahlara düşmeden yaşaması, istisnalar hariç mümkün olamamıştır. Yaratıcının varlığının doğrudan hissedilmediği bir vasatta, sahiplenmeye şiddetle meyilli bir benlik sahibi oluşu, nefsin verilişi, nefis sahibi bir varlık olarak insanın hayır ve şer denkleminde yaratılışı birlikte düşünülünce açıkça görülmektedir ki, insan günahsızlık mertebesine erişebilmesi için yaratılmamıştır. Meleklerin neredeyse kaçınılmaz ibadetlerine karşılık, insanın ibadeti tercihidir, bu durum da insanın ibadetlerindeki verimi düşürmektedir. Diğer taraftan, israftan ve malayani iştigalden münezzeh olan Allah’ın insanı böyle bir nefisle ve şiddetli bir benlikle dünyanın karışık zeminine göndermesinin arkasında, şanına yakışır maksatların olması gerekliliğini dikkate alarak nefsi, aklı ve benliği analiz altına almak, O’nun hikmetinin ve rahmetinin gereğidir. Ayrıca, nefis, akıl ve ene gerek temel özellikleri, gerekse işlevsel nitelikleri açısından irdelenmeden önce, öncelikle bütünsel bir varlık olarak insanın diğer özelliklerine kısaca değinilecektir.
Kalp, hafıza, fıtrat, şuur, vicdan, heva, heves ve irade
Ruhtaki kalbin ruha hizmeti ile, vücuttaki kalbin vücuda hizmeti arasında bağlantılar vardır. Vücuttaki kalp, kanı harekete geçirerek vücûda yaşamsal ihtiyacı olan enerjiyi pompalar. Vücuttaki diğer tüm organlar bu yaşamsal enerjiyi kullanarak harekete geçerler. İnsanın ruhsal enerjisi ise, duygulardır. İnsanı harekete geçiren dürtü hemen daima duygulardan gelir. Düşünceler duygulara dönüşür veya duygular düşünceleri etkileyerek eyleme akarlar. Hatta çoğunlukla sadece duygunun kendisi eyleme dönüşebilecek bir potansiyel gösterebilir. Eylemler ve fikirler içerisinde dağılan insanları derleyen ve buluşturan duygulardır. Duyguların çıkış ve dönüş yeri ise kalptir. Duyguların tümünü sentezleyerek bir tek manaya dönüştürme kabiliyetine sahip olan kalp, vücuttaki pencerelerden gelerek birer duygu olarak kendisine yönelen manaları buluşturur, sentezler, tevhid ederek yoğurur. Bu nedenle kalp, çokluk içerisinde birliği görebilecek bir potansiyele sahiptir. Yine bu nedenle kalp imanın kendini gösterdiği yerdir.(6) Hafıza ise, gerektiği zaman yeniden gündeme gelebilmeleri için kalpteki bu manaların simgelere dönüştürülerek saklandığı yerdir. Görsel, duygusal veya düşünsel bir uyaranla —çağrışım— kalp hafızaya yönelerek, hafızadaki simgesel veriyi duygulara dönüştürür, bu duygular dimağda analize tabi tutularak gerçeklenir ve nihayetinde hayal ekranında yansımalarla sonuçlanır.
Fıtrat ise, kainatı tümüyle içeren bir özet programdır. Kamera sistemine sahip bir bilgisayarın kendisine gösterilen bir nesneyi tanıyabilmesi için, önceden gerekli programlarla nesnenin bilgisayarda tanımlanması gerekmektedir. Önceden tanımlanmamış bir nesnenin bilgisayarca tanınabilmesi olanaksızdır. Bir köpeğe havlamanın değişik şekillerini öğretebilmek mümkün iken, koyun gibi veya kanarya gibi ses çıkarmayı öğretmek imkansızdır. Yine köpeğe etin değişik şekillerini sevdirebilmek imkan dahilinde iken, bir keçi gibi ağaç yaprağı yemeğe alıştırabilmek imkan haricidir. Çünkü, köpeğin mahiyetine, dünyaya gelmeden önce, kanarya gibi ötebilme yeteneği değil, havlama kabiliyeti yerleştirilmiştir; ağaç yaprağı değil, et sevdirilmiştir. Dünyaya gözlerini açan köpek, annesinden de duyduğu seslerin yardımıyla havlayabilmeyi kolayca, çok kısa bir süre içerisinde öğrenebilmesi özüne simgesel olarak bu kabiliyetin yerleştirilmiş olmasıyla mümkün olmaktadır. İnsan konuşmayı öğrenebiliyorsa, Yaratıcısı özüne simgesel olarak bu yeteneği, açılmaya müsait bir halde yerleştirdiği içindir. Yine çevremizdeki nesneleri tanımlayabiliyorsak eğer, bu durum nesnelerin simgesel olarak biz dünyaya gelmeden önce mahiyetimize yerleştirildiğinin kesin bir göstergesidir. Doğruluğu, adaleti, güzelliği, ikramı, letafeti, lezzetleri sevmeyi dünyaya geldikten sonra öğreniyor değildir insan, bunları sevmek sevdirilmiştir insana. Yine adaletsizlikten, yalandan, kibirden, zulümden, iki yüzlülükten, ikrah edilen şeylerden nefret, öğretilmiştir insana. İnsan dünyaya geldikten sonra, kainattaki herşeye, kainatta kendini gösteren esma, sıfat ve şuunat-ı ilahiyeye karşılık gelebilecek derinlikte özüne önceden derc edilmiş bulunan şifresel anlamlar, çevresel imkanlar ve kişisel çaba dahilinde çözülür, sonrasında insan birer duygu olarak hissettiği bu anlamları ifade edebilmeyi öğrenir. Bu nedenle, çok özet bir şekilde şunu söyleyebiliriz ki, duyumsayarak “Allah var!” diyebiliyorsak Allah kesinlikle vardır. Yada mahiyetimizde sınır tanımaz bir kudrete, karşılık beklemez bir merhamete ihtiyaç hissedebiliyorsak, mahiyetimizde böyle bir duygunun varlığına şahitlik edebiliyorsak, bu perdenin gerisinde bu kudret ve merhamet kesinlikle vardır. Fıtrat ve vicdan bunun yanılmaz şahitleridir.(7) İnsandaki vicdan, şuur, kalp, nefis, akıl, ene, irade gibi diğer tüm özellikler, insanın özüne yazılmış olan bu temel simgesel verileri içeren böyle bir fıtrat üzere çalışır.
Şuur ise, şiir ile birlikte, ‘uygunluk’ anlamındaki ‘şeare’ kökünden gelen bir kelimedir. Şuur vezn üzere çalışır, hak ile batılı ayırt eder. Hakikat olarak sunulan şeyin, fıtrat ile karşılaştırmasını yaparak uygunluğunu ölçer, neticede tasdik eder veya reddeder. Fıtrat tahrip olmadığı sürece, fıtratta bir yalan veya yanlışlığın yerleşmesi mümkün olmadığından şuurun yanılması beklenemez. Bu ikisinin birlikteliği olarak kendini gösteren ve ‘derin coşku’ anlamındaki ‘vecd’ kökünden gelen vicdanı, Risale müellifi “fıtrat-ı zîşuur” olarak vasıflandırmıştır.(8) İnsanın dünya hayatının karışık zemininde, nefsin yoğun yakınsak talepleri, benliğin haksız sahiplenişleri, heva ve hevesin belirsiz yönelişleri, insanın nefsinde açığa çıkan ve muhatabının durumunu dikkate almayan yoğun nefret ve istek eksenli duyguları karşısında, çokça şaşırmadan gerçeği takip edebilmesi için, vicdan gibi doğru sözlü ve duygu yoğunluklu, coşkulu bir yoldaşa zarûret derecesinde ihtiyacı olacaktır. İdrak ise, Türkçe’de de kullandığımız ‘tedarik etmek’ ile aynı kökten gelen anlamları bütünleştirici bir kabiliyettir.
Bir çocuk gibi, hoşlandığı her yöne koşmak isteyen hevanın ve gördüğü her güzellikten bir pay isteyen hevesin insana veriliş nedenine gelince; cennetin huzurlu zemini için yaratılan, her arayışının altında bir bekâ isteği, bir huzur arayışı bulunan insan için dünya gerçek bir zindandır. Cennete giden yolculuğunda —ifade edebildiğimiz, edeceğimiz ve ifade etmekten aciz kaldığımız hikmetli ve rahmetli nedenlerle— dünya zindanından geçmek mecburiyetinde bulunan insanın, dünyanın dar, zulümlü ve kasavetli zemininde boğulmaması için çocuksu isteklere her zaman ihtiyacı bulunacaktır. En sıkıntılı zamanınızda bile sizdeki hevanın ve hevesin etkilenebileceği güzel bir yemek, hoş bir manzara, hafif eğlenceli bir atmosfer girdiğiniz girdaptan sizi çıkarabilecek potansiyele sahiptir. Eğer insanda nefis, heva ve heves olmasaydı, kalbin ve vicdanın ciddi işleri, derin ve samimi beka talepleri karşısında dünyanın faniliğinin verdiği hüzünlü duygular melankolik krizlere neden olarak insanlığı intiharların eşiğine getirebilecekti.
İrade ise, eylemdeki tercihin netleştiği, fiile akmadan önce son bir tahlile tabi tutulduğu, ruhun bir anlamda şuurlu bir direksiyonu gibi iş gören tercih aracıdır. Aynı zamanda ruhtaki tüm eylemsel isteklerin çarpışma yeridir.