AHMED KILICKAYA
Kayıtlı Kullanıcı
بســـــــم الله الرمن الرحيـــــم
KÜRT SORUNUNA
VE
BÖLÜCÜLÜK-BÖLÜNMÜŞLÜK SORUNUNA
İSLÂMÎ ÇÖZÜM :
BÜTÜN MÜSLÜMANLARI
ALLAH’IN İNDİRDİKLERİ İLE YÖNETEREK
İSLAM KİMLİĞİNDE
İSLAMİ HAYATTA VE KARDEŞLİKTE
KELİME-İ TEVHİD BAYRAĞI ALTINDA
BİRLEŞTİRECEK OLAN
RAŞİDÎ HİLAFET DEVLETİ’NİN KURULMASIDIR
KÜRT SORUNUNA
VE
BÖLÜCÜLÜK-BÖLÜNMÜŞLÜK SORUNUNA
İSLÂMÎ ÇÖZÜM :
BÜTÜN MÜSLÜMANLARI
ALLAH’IN İNDİRDİKLERİ İLE YÖNETEREK
İSLAM KİMLİĞİNDE
İSLAMİ HAYATTA VE KARDEŞLİKTE
KELİME-İ TEVHİD BAYRAĞI ALTINDA
BİRLEŞTİRECEK OLAN
RAŞİDÎ HİLAFET DEVLETİ’NİN KURULMASIDIR
1-Giriş
Son günlerde Türk kamuoyunda ve dünya kamuoyunda Kürt Sorunu diye bir sorun yoğun bir şekilde yer almaya başladı. Bu yazımızda bu sorunu; Kürt Sorununun Tanımı, Tarihi Gelişim Süreci, Tespit ve Çözüm Önerisi, Çözüm İçin Somut Adım Önerileri başlıkları altında irdelemeye çalışacağız.
2-Kürt Sorunu Nedir?
Kürt Sorununun ne olduğunun tespitine, ne olmadığının tespitinden başlayalım.
Kürt Sorunu;
-Sadece bölgenin ekonomik yönden geri kalmışlık sorunu değildir.
-Sadece kültürel kimlik sorunu da değildir.
-Sadece bir terör sorunu da değildir.
Zira bütün bunlar sorunun neticelerindendirler.
Bugün artık Kürt Sorunu, Güneydoğu Anadolu, Kuzey Irak’ta ve Kuzey Suriye’de, İran’ın Doğusunda yaşayan insanların milli-national-ulusal kimliklerini yani bir Kürt milleti olduklarını tanıyıp onlara demokrasinin gereği "self determination" (kendi geleceğini tayin) yani “egemenlik” hakkını vermektir, başka bir deyimle bir Kürt Devleti kurmak sorunudur. Takriben 25-30 milyon Kürdün yaşadığı bölgede bu anlamda bir Kürt sorununun çıkmış olmasının elbette bir çok etkenleri ve arka planı vardır. Kürt sorununun arka planında öncelikle Demokrasi Sorunu , Türk sorunu ve Arap sorunu vardır.!..
3-Tarihi Gelişim Süreci
- Türkiye Cumhuriyeti Devleti Öncesi
16. yüzyılın sonuna kadar Avrupa devletlerinin bir “Şark / Doğu Meselesi / sorunu” vardı. Bu mesele, İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti’ne karşı nasıl ayakta durabiliriz şeklinde idi. 17.nci yüzyılın ortalarından sonra "Şark Meselesi" İslâm Devleti’ne karşı birlik oluşturma çabalarına dönüştü. 18.nci yüzyılda İslâm Devleti’nin açıklarını arama maksadı ile İslâm aleminin dini, dili, kültürel ve etnik yapısını incelemeye yönelik çalışmalara dönüştü.
1789 Fransız ihtilalinden sonra ekonomik ve teknolojik yönden güç kazanan Avrupa devletleri için yeni yeni hammadde ve pazar alanları gerekli oldu. Yani Fransız ihtilali ile ortaya çıkan kapitalizm ideolojisinin yayılma metodu gereği yeni yeni sömürü alanları keşfetmek ihtiyacı ortaya çıktı. Bu bağlamda İslâm Devleti ve hakim olduğu coğrafya alanı onların iştahını kabartmaktaydı. Onlar İslâm alemine bu azgın bakışlarla bakarken İslâm Devleti ve ümmeti İslâm’ı anlamak ve tatbik etmekte gösterdiği zafiyet neticesinde kendisinde var olan ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetme sürecine girmişti. İşte bu sürecin hızlandığı 19.Yüzyıldan itibaren Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’ne “Hasta Adam” gözü ile bakmaya başladılar ve "Şark Meselesi" artık İslâm Devleti’ni nasıl yıkıp ülkesini nasıl parçalar ve paylaşırız şekline dönüştü.
Bu dönemde Fransız ihtilaliyle birlikte kapitalizm ideolojisinin hayata geçmesi beraberinde laiklik, demokrasi, self determination (milletlerin kendi geleceklerini tayin hakkı), hürriyet, milli kimlik (nationalizm-milliyetçilik-ulusalcılık), gibi fikirler çağdaşlaşma adı altında popüler kılındı. Kapitalist devletler sömürü emellerine; bu fikirleri etrafa modernlik-çağdaşlık, ilericilik, evrensel değerler gibi ambalajlarla yaymakla ulaşmaya çalışıyorlardı. Çünkü bu fikirlerin özünde ifsat edicilik, fitne ve bölücülük vardı. İşte bu bağlamda İslâm alemine de bu fasit fikirlerini yaymanın yollarını arıyorlardı. Bilhassa nationalizm yani milliyetçilik ve milli devlet yada ulus devlet anlayışı, İslâm akidesi gereği ümmet anlayışı etrafında bütünleşmiş İslâm alemini “böl- parçala- hakim ol” ilkesi doğrultusunda bölmek parçalamak için kullanılmak istenmiştir. Misyonerlik, oryantalizm-şarkiyatçılık yani doğu dilleri ve kültürlerini araştırma, antropoloji, arkeoloji, sosyoloji gibi bazı bilimsel kisvelerle İslâm alemi içinde bu milliyetçilik faaliyetlerine yoğunluk vermişlerdi.
Sömürgeci Batı devletleri İslâm aleminde bu emellerine ulaşmak kastı ile milliyetçilik fikirlerini öncelikle İslâm alemindeki Müslüman olmayan zümreler vasıtası ile yaymaya çalışmışlardı. Araplar içinde Marunileri, Türkler arasında Dönmeleri-Yahudileri, Ermenileri, Rumları ve Şamanistleri kullanmışlardı. Kürtler arasında da Yezidileri, Zerdüşleri, Süryanileri ve dönme Yahudileri kullanmışlardı. Ayrıca Batı’da Üniversitelerde Türkoloji, Kürtoloji, Arabioloji gibi bölümler açıp güya bilimsel çalışmalar yapmışlar ve buralarda toplanan bilgiler bilimsel verilermiş gibi İslâm alemine o Müslüman olmayan odaklar vasıtası ile taşınmak istenmişti.
Bu gayretler Müslüman halklarda taban bulmayınca daha sonra bu küfür fesat fikirlerine İslâmi kılıflar geçirmeye yani hak ile batılı karıştırmaya yönelmişlerdi. Türk-İslâm, Arap-İslâm, Kürt-İslâm gibi sentezlerle bu iğrenç küfür, fesat-fitne hapı müslümanlara içirilmişti. Bir taraftan İslâmi anlayış zafiyeti artarken İslâm ümmetinin hayat iksiri olan İslâm’ı tatbikdeki zaafın artması ile birlikte bünyesine enjekte edilen bu yıkıcı ifsat edici virus etkisini gösterip ümmetin vücudunda kansorejen urların çıkmasına sebep olmuştur. Yani Jöntürkler, İT Partisi (İttihat Terakki Partisi), Arap Gençleri Cemiyeti, Arap Devrimi gibi teşkilatlar oluşmuştur. Çoğu dönmelerden ve diğer gayri müslim unsurlardan oluşan Batı hayranı ve işbirlikci İT Partili hainler 1908’de Halife II. Abdulhamid’i devirerek yönetime gelip Türkçü (!) tavırlar ve politikalar sergileyince, Türkçülük ve Arapçılığın taban bulmasında büyük rol almışlardı. Nihayet o hainlerin eliyle Osmanlı Devleti basiretsiz ve beceriksiz politikalar neticesinde girdiği I.Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak parçalanma sürecine girmişti. Sevr Anlaşması (10 Ağustos 1920) ile Osmanlı toprakları parçalanıp sömürgeci Batılı devletler arasında paylaşılmıştı. Bu paylaşmanın haritası dahi çizilmişti. Bu haritaya göre anlaşmanın 62-64. Maddelerinde geçtiği gibi Güneydoğu Anadolu’da bir Batılı devletin himayesinde bir Kürt Devleti de öngörülmüştü. Ancak ortada Kürt Devleti isteyen ne bir delege ne de bir halk vardı. Onun için sömürgeci Batılı devletler o zaman Kürt Devleti kurmaya muvaffak olamamışlardı.
Başta İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı sömürgeci devletlerin Sevr Anlaşması’yla öngördükleri Kürt Devleti’ni o zamanlarda kuramayışlarının sebebi, o bölgede yaşayan Kürtlerde “Kürtlük kimliği” ve “Kürt Devleti” isteğinin olmayışı idi. Yani millet-ulus ve milli-ulusal devlet anlayışı ve kimliği o bölgedeki halka mal olmamıştı. Zaman zaman bazı Türk aşiretlerinin yaptığı gibi bazı Kürt aşiretler de Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmış iseler de bu ayaklanmalar milli kimlik ileri sürerek değil de ya yönetimden gördükleri bir zulme karşı olmuştur ya da yönetimden bir maslahat elde etmek için olmuştur. Kürtçülük için ya da Kürt Devleti isteği ile değil. Hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki isyanlar dahi Kürtçülük esasına binaen değildi. Bazı Kürtçüler, Türkçüler ve Cumhuriyetçiler bu isyanları Kürt kimliği ile yapılan isyanlar olarak gösterme gayretinde olsalar da bu doğru değildir. Sömürgeci Batılı devletlerinin bunca yoğun gayretlerine rağmen bölge insanında o dönemlerde ulusal-milli kimlik ve bilinci oluşmamıştı.
- Cumhuriyet Dönemi
29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti milli-ulusal ve laik bir esas üzerine kurulduktan sonra artık topluma laik-milli- ulusal kimlik tepeden aşağıya doğru zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Jakoben yöntemlerle, dayatmalarla toplum; İslâmi kimlikten ve bilinçten uzaklaşıp Batıdan ithal edilen laik milli-ulusal kimliği ve bilinci benimsemeye zorlanmıştır. Bu amaç uğruna binlerce kişi katledilmiş ve zulme maruz bırakılmıştır. Bu coğrafyada yaşayan herkese “Türk” denilmiş ve her yere “ne mutlu Türküm diyene” sloganı yazılmıştır. Doğuda yaşayan Kürtler, Türkçe bilmezlerken onlara zorla “ne mutlu Türküm diyene” dedirtilmek, “Türküm doğruyum…” andı söylettirilmek istenmiş diyemeyenler kırbaçlanmış, aşağılanmış, hapse atılmış, zulme maruz bırakılmıştır.
Kendisine “Türk ulusu” denilen yeni bir “ulus yaratmak (!) projesi” gereği “cumhuriyet devrimleri ve devrim kanunları” denilen yıkım operasyonlardan birisi olan “soyadı kanununun” uygulanması kapsamında “Türkiye” denilen coğrafyada yaşıyan insanlara içerisinde “türk” kelimesi geçen birçok soyadları ilk zamanlar devlet terörü ile verilmiştir. Özellikle aslen türk olmayan insanlara daha çok “türk”ü bol soyadları verilmiştir. Bundan güdülen birinci maksad; aslen Türk ve müslüman olmadıkları halde “türküm” “müslümanım” diyen dönme yahudileri kamufla etmektir, ikinci maksad ise; toplumun iki ana unsuru olan Türkleri ve Kürtleri “yaratmayı (!) planladıkları Türk ulusuna” asimile etmektir. “Ahmet Türk”, “Öztürk”, “Türkoğlu” gibi soyadlarının özellikle daha çok Kürtlere verilmiş olması elbetteki rastlantı değildir.!.
Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölge insanını yani Kürtleri hep böylesi uygulamalar ile horlayıp, aşağılayıp zulüm yapmıştır, hizmet götürmemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında vukuu bulan Şeyh Said isyanı gibi meşru isyanların çoğunlukla bu bölgeden olması, laik cumhuriyetçileri bölge insanlarına potansiyel düşman ve tehlike olarak bakmalarına sevketmiştir. Dersim katliamı gibi katliamlar ile bölge halkı sindirilmek istenmiştir.
Batıdan ithal edilen ulus-devlet kimlikli laik cumhuriyet sisteminin ve yöneticilerinin 50 yılı aşkın bir zamandır o bölge halkına yönelik sergiledikleri o sadist, şovenist, jakoben yöntemleri bölge halkında tepkisel olarak kulaklarına fısıldanılan Kürt kimliğine yönelme eğilimi doğurmuştur. Nitekim Abdullah Öcalan önderliğinde 1976’da Kürdistan Devrimcileri adlı küçük bir örgüt kurulduğunda halk zemini böylesi faaliyetlere kucak açmaya müsait hale gelmişti. Bu küçük grup daha sonra 1978’de partisel örgütlenmeye gidip PKK (Partiye Karkeran Kürdistan) “Kürdistan İşçi Partisi”ni kurmuştur. 1979’da PKK silahlı eyleme geçiyor ve bir milletvekiline silahlı saldırı yaparak ismini duyuruyor. Daha sonra da 15 Ağustos 1984’de geniş çaplı terör eylemlerini bilfiil başlatmış oluyordu.
Son 30 yıldır bölücü terör örgütü PKK ile mücadele neticesinde T.C. resmi makamlarınca zaman zaman 40 Binden fazla kişinin öldüğü ve bu süreçteki terörle mücadelenin T.C.’ye maliyetinin 300 milyar Doları geçtiği belirtilmektedir. Bu fiilen bir savaşın varlığını gösteren rakamlardır. Böylesi uzun soluklu bir savaş, halk desteği olmadan sürdürülemez. Bu ise; PKK’nın bölge insanından büyük ölçüde destek aldığını gösterir. Zira bir silahlı örgüt dışarıdan ne kadar ekonomik, lojistik siyasi destek alırsa alsın halk tabanından destek görmedikçe böylesi bir potansiyele asla erişemez.
PKK’nın bölge insanından büyük ölçüde destek kazanması onun başarısı değil, T.C. Devleti’nin yukarıda zikredilen o çağdaş tağuti cahiliyye anlayışla sürdürdüğü politikanın eseridir. Halk, o tazyikten kurtuluş yolu ararken serseri de olsa Apo’yu, bir terör örgütü de olsa PKK’yı önünde bulunca denize düşen yılana sarılır hesabı çaresizce onlara sahiplendi. PKK’ya ABD’nin, İsrail’in, Avrupa devletlerinin ve bölgedeki işbirlikçisi devletlerin ve T.C. Devleti içindeki bazı çıkarcı zümrelerin yardımı, onun işini kolaylaştırmıştır.
İşte laik-milli-ulusal kimlikli T.C. Devleti’nin o malum uygulamalarının ve politikalarının oluşturduğu bu ortamda PKK’nın faaliyetleri ile bugünkü anlamda Kürt Sorunu ortaya çıkmıştır. Her ne kadar başka devletler kendi çıkarları doğrultusunda bu sorunla ilgileniyor, müdahale ediyor ve istismar etmek istiyor yada istismar ediyor olsalar da sorunun müsebbibini sadece dışarıda aramak; ya kafayı kuma gömerek bakanların işidir yada hedef saptırmaktan başka bir şey değildir.