Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuranda namaz kavramı (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Şuara suresi ayet 118
"Bundan böyle, benimle onların arasını açık bir hükümle ayır ve beni ve benimle birlikte olan mü'minleri kurtar."

"Benimle, müminlerden beraberindekileri kurtar":
"Yalnızca kimin doğruda, kimin yanlışta olduğu konusunda hüküm verme; öyle bir hüküm ver ki, Hakikat'in izleyicileri kurtulsun, yalanın ve sahtenin izleyicileri bütünüyle yeryüzünden silinsin.

Şuara suresi ayet 119
Bunun üzerine, onu ve onunla birlikte olanları (insan ve hayvanlarla) yüklü gemi içinde kurtardık.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Şuara suresi ayet 169
"Rabbim, beni ve ailemi bunların yapmakta olduklarından kurtar."

Bu, şu anlamlara da gelebilir: "Rabbim, onların kötülüklerinin sonuçlarından bizi kurtar" veya "Şerli kavmin ahlâksızlıklarının kötü etkilerinden müminlerin çocuklarını koru."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Neml suresi ayet 62
Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne kadar da az öğüt-alıp düşünüyorsunuz.

Arap müşrikleri, bela ve felaketleri sadece Allah'ın kaldırıp uzaklaştırdığını bizatihi biliyor ve anlıyorlardı. Bundan dolayı bir musibetle karşılaştıkları zaman yardım için yalnız Allah'a yalvardıklarını, Kur'an-Kerîm onlara tekrar tekrar hatırlatır.
Ama, kötülük üzerlerinden kaldırılıp uzaklaştırıldığında, Allah'ın yanında daha başka tanrılara dua ve yakarmaya başladıklarını da ifade eder.

Bu durum sadece Arap putperestler için değil, aynı zamanda diğer bütün putperestler hakkında da doğrudur. Hatta o kadar ki, dine karşı düzenli bir propaganda sürdüren dinsiz sosyalist Ruslar bile, İkinci Dünya Savaşı'nda Alman kuvvetleri tarafından sarıldıkları zaman Tanrı'ya yalvarmak mecburiyetinde kaldılar.

Bunun iki mânâsı vardır:
1 "O, bir kuşaktan sonra başka bir kuşağı, bir kavmin arkasından başka birini ortaya çıkarır"
2 "Dünyada hüküm sürmeniz için O, size güç-kuvvet verir."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Kasas suresi ayet 16
Dedi ki: "Rabbim, gerçek şu ki, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla." Böylece (Allah) onu bağışladı. Hiç şüphe yok O, bağışlayandır, esirgeyendir.

Hz. Musa'nın (a.s) bu duası şu anlama gelir: "Ey Rabbim! Bu günahımı affet: Bu günahı isteyerek işlemediğimi biliyorsun, onu ört ve halktan gizle!"

Bu ifade iki anlama gelir ve ikisi de burada kullanılmıştır: Allah, Hz. Musa'nın suçunu halktan gizlediği gibi, hatasını da bağışladı. Zira ne bir Mısırlı, ne de Mısır hükûmetinin herhangi bir yetkilisi, olaya şahid olabileceği bir zamanda yoldan geçmedi. Böylece Hz. Musa (a.s) cinayet mahallinden teşhis edilmeden uzaklaşma imkânı bulmuş oldu.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Kasas suresi ayet 21
Bunun üzerine Musa, korka korka, çevresini gözetleyerek şehir*den çıktı. "Rabbim, beni şu zalim kavimden kurtar." dedi.

Musa bunun üzerine Firavunun yaşadığı şehirden çıktı. Öldürdüğü adam karşılığında kendisinin de öldürüleceğinden korkuyordu. Kendisini yakalamak isteyenlerin her taraftan gelebilecelerini düşünerek etrafı gözetliyordu. İşte o an*da rabbine yönelerek: "Rabbin, seni inkâr ederek kendilerine zulmeden bu kâfir kavimden beni kurtar." diye niyazda bulundu.

Kasas suresi ayet 22
Musa, Mcdycn tarafına yönelince: "Umarım rabbim bana doğru yolu gösterir." dedi.

Hz. Musa rabbine dua etti. Zira o yol bilmiyor, sonunun ne olacağını kesti remi yordu. Çünkü yola çıktığında ne bineği vardı ne azığı ne de kılavuzu. Halbuki Mısır ile Medyen şehri arasında sekiz günlük bir mesafe vardı.

MED YEN:
Medyen aslında bir kabilenin ismidir. Bu kabile Hicaz bölge*siyle Şam arasında "Maun" şehri yakınında yaşıyordu. Bunların yaşadığı yerlere kendi adlan verilerek "Medyen" denmiştir.


Kasas suresi ayet 24
Bunun üzerine Musa, onların hayvanlarını sulayıvcrdi. Sonra gölgeye çekildi: "Rabbim göndereceğin hayra ve rızka çok muhtacım." de*di.

Hz. Musa güçlü kuvvetli bir insandı. Şuayb (a.s.)'in kızlarının hayvan*larını sulamak için, ancak birkaç kişinin beraberce kaldırabileceği taşı kuyunun ağzından kaldırdı ve kuyudan su çekerek hayvanları suladı. Sonra yorgun bir halde bir ağacın gölgesine çekildi ve orada halini rabbine arzederek: "Ey rab-İ bim, senin bana göndereceğin hayıra pek muhtacım." dedi.

Hz. Musa'nın, bu duasıyîa yiyecek istediği ve halini kadınlara duyurmaya; çalıştığı rivayet edilmektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Kasas suresi ayet 47
Kendi ellerinin öne sürdükleri dolayısıyla, onlara bir musibet isabet ettiğinde: "Rabbimiz, bize de bir peygamber gönderseydin de böylece biz de senin ayetlerine uysaydık ve mü'minlerden olsaydık" diyecek olmasalardı (seni göndermezdik) .

Bu tema, Rasûllerin gönderilme hikmeti meyanında Kur'an'ın müteaddid yerlerinde zikredilmiştir. Fakat bundan bir Peygamber'in her yerde ve her durumda bu amaçla gönderildiği şeklinde bir sonuca varmak doğru olmayacaktır. Peygamberlerin mesajı, bu dünyada dejenere olmadan etkinliğini sürdürdükçe, bu mesajı iletebilme vasıtaları bulundukça, yeni bir peygambere ihtiyaç yoktur. Yeter ki mesaja ilave yapma yahut yeni bir mesajla değiştirme ihtiyacı doğmasın. Bununla birlikte peygamberlerin mesajı unutulduğu yahut hatalarla karıştığı veya sapmalara maruz kaldığı zaman artık onlara hidayet vasıtaları olarak güvenilemez. Bu durumda insanlar şöyle bir mazerette bulunma şansını ele geçirmiş olurlar: Hakla bâtılı birbirinden ayırt etmelerine yarayacak, kendilerine doğru yolu gösterecek hiç bir düzenlemeye sahip değiller, şu halde kendilerine doğru dürüst hidayet edilmiş sayılmaz. Böyle bir mazerete meydan vermemek için Allah bu tür durumlarda peygamberler gönderir. Ta ki yanlış yoldakiler, artık bu sapıklıklarından sorumlu tutulabilsinler.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Ankebut suresi ayet 65
Onlar gemiye bindikleri zaman, -dini yalnızca O'na 'halis kılan gönülden bağlılar' olarak, Allah'a yalvarıp-yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca da, hemen şirk koşarlar.

Müşrikler, denizde gemiye bindikleri zaman orada boğulacaklarından ve helak olacaklarından korkunca yalnızca Allahtan yardım dilerler ve sadece ona boyun eğerler. Artık putlarından ve Allaha ortak,koştukları şeylerden yardım istemeyi bırakırlar. Allah onları tehlikelerden kurtarıp karaya ulaştırınca da hemen Allaha ibadette ona ortaklar koşarlar ve putlarını da Allah ile birlikte rabler edinirler.

Muhammed b. İshak diyor ki:
"Resulullah Mekke'yi fethedince, henüz müslüman olmamış olan îkrime b. Ebu Cehl Mekke'den çıkıp Habeşistan'a doğru yola çıkmıştır. Oraya gitmek için gemiye binmiş ve gemi fırtınaya yakalanmış, gemide bulunanlar: "Ey insanlar, sadece rabbinize yalvarın zira sizi buradan ondan başka kimse kurtaramaz." demişlerdir. Bunun üzerine İkrime b Ebu cehl, şöyle demektedir: «AH, yemin olsun ki bizleri denizde kurtarıyorsa karada da ondan başka kimse kurtaramaz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Rûm suresi ayet 33
İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, 'gönülden katıksız bağlılar' olarak, Rablerine dua ederler,sonra kendinden onlara bir rahmet taddırınca hemencecik onlardan bir grup Rablerine şirk koşarlar.

Bu, onların kalplerinin derinliklerinde hâlâ tevhidin izlerinin bulunduğunun bir delilidir. Ne zaman ümitler yıkılmaya başlasa, kalpleri içten gelerek, ancak kâinatın gerçek hakiminin Mabud olduğunu ve ancak O'nun yardımının bir fayda vereceğini ilan eder.

Yani, "Onlar, tekrar başka ilahlara ibadet etmeye ve başlarındaki şansızlığın şu veya bu veli veya türbenin yardımıyla geçip gittiğini iddia etmeye başlarlar."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Lokman suresi ayet 32
Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O'na 'halis kılan gönülden bağlılar' olarak Allah'a yalvarıp-yakarırlar (dua ederler) . Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim ayetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkâr etmez.

"İktisad"ın sözlük anlamı, sadık(doğru) olmak anlamına da, mutedil olmak anlamına da gelebilir. Birinci anlamında ayet şu demek olur: "Onlardan yalnızca birkaçı fırtınaya tutulduklarında izlemeye söz verdikleri tevhid üzere kalır ve kıyıya çıktıktan sonra da sadıklardan olurlar." Eğer mutedil anlamına alınırsa ayet şu demek olur.
"Onlardan bir kısmı dinsizlik ve şirklerinde daha mutedil, daha esnek bir tavır alır yahut felaket ihtimalinin etkisiyle eski inançlarına olan coşku ve bağlılıklarının bir kısmını yitirir. "Pek muhtemeldir ki Allah bu anlam yüklü ibareyi iki durumu da aynı anda ima etmek için kullanmış olsun. Gaye muhtelemen bir deniz kasırgası esnasında herkesin zihninin kendiliğinden rayına oturduğuna ve herkesin dinsizlik ve şirkten vazgeçip bir olan Allan'tan yardım istediğine işaret etmektir. Fakat emniyet içinde kıyıya varır varmaz içlerinde pek azı bu tecrübeden ders ve ibret almış görünür. Dahası bu küçük topluluk üç gruba ayrılır: Kıyıya çıktıktan sonra da bu inanca sadık kalanlar; inançsızlıklarında inattan vazgeçip mutedil hale gelenler ve bu tehlikeyle geçici olarak bağlılık duygularından bir kısmını yitirenler.

Bu iki nitelik daha önceki ayette anılan iki niteliğin tam zıttıdır. Hain, tam anlamıyla sadakatsiz, söz ve vaadine uymayan kimsedir. Nankör ise kendisine sağlanan iyilik, kâr ve yararı teslim etmeyen ve hatta bu nimetleri kendisine verene karşı âsice davranandır. Bu niteliklere sahip olanlar tehlikede tereddüt etmezler. Afaklarında olduğu gibi, enfüslerinde de bir takım ayetleri idrak ettiklerini unutmuş görünürler; aslında fırtınaya tutulduklarında Allah'ın varlığı ve birliği hakkında müşahede ettikleri âfaki ayetler ile Allah'a yalvarırken müşahede ettikleri enfüsi ayetler aynı hakikati idrak etmelerinin bir sonucuydu. Aralarındaki dinsizler bu davranışlarını şöyle açıklamaya kalkışır: " O, bizim karışık ve şaşırtıcı bir durumda açığa vurduğumuz bir zaaftı. Oysa bizi fırtınadan kurtarmış olabilecek bir Allah yoktur. Biz aslında şu,şu alet,vasıta ve kaynaklar sayesinde paçayı kurtardık." Müşriklere gelince onlarda genellikle şöyle bir telâfi mekanızmasına başvururlar: " Biz zaten şu velinin, şu tanrı ve tanrıçanın koruması altındaydık; onlar sayesinde kurtulduk." Böylece, kıyıya çıkar çıkmaz bu bâtıl ilâhlara şükranlarını sunmaya başlarlar ve tapınaklarında onlara hediye sunarlar. Bütün umutlarını yitirdikleri ve Allah'tan başka kendisinden yardım isteyecekleri kimse kalmadığı zamanı hatırlamak onları hiç rahatsız etmez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Zümer suresi ayet 8
İnsana bir zarar dokunduğu zaman, gönülden katıksızca yönelmiş olarak Rabbine dua eder.Sonra ona kendinden bir nimet verdiği zaman, daha önce O'na dua ettiğini unutur ve O'nun yolundan saptırmak amacıyla Allah'a eşler koşmaya başlar. De ki: "Küfrünle biraz metalanıp-yararlan; çünkü sen, ateşin halkındansın."

Burada "insan" ifadesiyle, Allah'a nankörlük eden kâfirler kastolunmaktadır.

Yani, iyi durumlarında diğer ma'budlarına, bir felakete uğradıklarında ise, Allah'a yalvarırlar. Çünkü bu durumda diğer ma'budlarından ümitlerini keserler. Kalblerinin derinliklerinde, aslında diğer ma'budların aciz varlıklar ve gerçek güç sahibinin ise Allah olduğunu bilirler.

Yani, o kötü anlar geçtiğinde yine Allah'ı bırakarak, diğer ilâhlarına taparlar.

Yani, kendilerinin dalâlette oldukları yetmiyormuş gibi, "Bir musibete uğramıştım, falan zat, filan şeyh, filan keramet sahibi beni o musibetten kurtarmıştı" diyerek başkalarını da teşvik eder ve böylece dalâlette olanların halkasını genişletirler.

Yani, tekrar o ilahlarına tapmaya başlayıp, onlar için kurban ve adaklar keserler.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Zümer suresi ayet 49
İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: "Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi. " Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme) dir. Ancak onların çoğu bilmiyorlar.

Yani onlar, sadece Allah'ın adı zikredildiğinde yüzlerini ekşitirler.

Bu cümle iki anlama da gelebilir. Birincisi, "Allah, bana verilen nimetlere layık olduğumu bilmektedir. Çünkü layık olmayıp yanlış bir inanca sahip olsaydım, Allah bana bu nimetleri bağışlamazdı." İkincisi, "Ben bu işin ehli olduğum için bana bu nimetler verilmiştir."

Cahiller kendilerine verilen nimetleri, Allah indinde makbul kimseler olduklarının alâmet ve delili zannederler. Oysa, Allah'ın bu dünyada verdiği nimetler bir fitneden (sınamadan) başka bir şey değildir. Dünyada verilen nimetler ikram olsun diye değil, imtihan için verilmektedir. Eğer aksi olsaydı, Hak üzerinde olanlar yoksulluk içinde kıvranırken dalâlet üzerinde olanlar lüks ve zenginlik içinde yüzmezlerdi. Dünyada nimet sahibi olmak, Allah katında makbul olmanın alâmeti değildir. Çünkü yeryüzünde iyi insanların yoksulluk çekerken, kötü oldukları herkesçe bilinen insanların refah içinde yaşadıkları aşikârdır. Bu husus üzerinde derin bir şekilde düşünüldüğünde, akıl sahibi her insan, dünyadaki yoksulluk ve zenginliğin Allah'ın sevgi ve nefretine bir ölçü teşkil edemeyeceğini anlayacaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Fusslet suresi ayet 51
İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir dua sahibidir.

İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah Utbe b. Rabia, Şeybe b. Ra-bia, Umeyye b. Halefi kastetmektedir. Bunlar İslâm'dan yüz çevirdiler ve ondan uzaklaşıp gittiler.

"Yan çizip, uzaklaşır" buyruğu: Hakka boyun eğmeyi kendi*sine yedirmez, Allah'ın peygamberliğine karşı büyüklenir, demektir."uzaklaştı" anlamında olduğu söylenmiştir. " Ondan uzaklaştım, uzaklaşmak"; "Onu uzaklaştırdın, o da uzaklaştı"; " Uzaklaştılar" demektir, "Pek uzak yer" anlamındadır,

Yezid b. el-Ka'ka'da "yan çizip, uzaklaşır" anlamındaki buyruğu: diye hemzeden önce bir "elif" ile okumuştur. Bunun "Kalktı" fiilinden gelmesi mümkün olduğu gibi, birincisinin anlamında fakat hemzenin kalbedilmesi (yer değiştirmesi) ile okunmuş olması da mümkündür.

"Eğer ona kötülük hoşuna gitmeyen bir şey isabet ederse, bu sefer de uzun uzadıya pekçok dua eder."

Araplar çokluğu ifade etmek maksadı ile uzunluk ve enlilik lafızlarını kullanırlar. Mesela: "Filan kişi sözü uzattı ve enlice dua etti" denilir. Bunları çok yaptığı anlatılmak istenir.

İbn Abbas dedi ki:
"Uzun uzadıya dua eder" çokça yalvarıp yakarır, demektir. Kâfir zorlu ve sıkıntılı zamanlarda Rabbini tanır, fakat bolluk ve rahatlık zamanlarında O'nu tanımaz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
m) Musibet sırasında duâ

Duhân suresi ayet 20
"Ve doğrusu ben, sizin beni taşa tutmanızdan benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan (Allah) a sığındım."

Duhân suresi ayet 21
"Eğer siz bana iman etmiyorsanız, bu durumda benden kopup-ayrılın."

Bu konuşma, Firavun'un, Hz. Musa'nın gösterdiği mucizeleri inkar ettiği ve Mısır halkı ile devlet yöneticilerinin etkilenmelerinden ötürü korku ve telaş içinde olduğu bir zamanda yapılmıştır. Firavun bu yüzden ilk kanaatlerini kendi meclisinde yaptığı bir konuşmada (Zuhruf 51-53) açıklamıştır. (İzah için bkz. Zuhruf an: 45-49) Daha sonra tahtının sallandığını hissedince de, Hz. Musa'yı katletmeye karar vermiştir. Bunun üzerine Hz. Musa "Ben, hesab gününe inanmayan her mütekebbirden benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım" der. (Mümin: 27) . Yukarıdaki ayette Hz. Musa işte bu sözüne telmihte bulunmak suretiyle, Firavun ve onun yöneticilerine "Ben sizden Alemlerin Rabbi olan Allah'a sığındım. Tebliğ ettiğim gerçeklere ister inanın, ister inanmayın ama hiç olmazsa bana el kaldırmaya kalkışmayın. Aksi takdirde bu tavrınız sizler için çok kötü sonuçlar doğurur." demiştir.

Duhân suresi ayet 22
Sonunda Rabbine: "Gerçekten bunlar, suçlu günahkâr bir kavimdirler" diye dua etti.

"Firavun ve kavmi suçludur ve onların suçu kesin bir şekilde açığa çıkmıştır. Artık onların doğru yola geleceklerine dair herhangi bir ümit de kalmamıştır. Dolayısıyla ey Allah'ım! Şimdi onlar hakkında son kararı sen ver" şeklindeki bu ifade, Hz. Musa'nın Allah'a Firavun ve kavmi hakkındaki son raporudur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
n) Müslümanlara duâ

Haşr suresi ayet 10
Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin."

20. Buraya kadar, Fey ile ilgili kanunlarda Fey'in Allah'a, Rasulüne, Rasul'ün akrabalarına, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara, Muhacirlere, Ensara ve kıyamete kadar gelecek tüm Müslüman nesillere ait bir hak olduğu beyan edilmiştir. Kur'an'ın bu önemli yasası ışığında Hz. Ömer (r.a) Irak, Şam ve Mısır'ın fethi sonrasında ele geçen mülk ve arazi ile oranın eski yöneticilerinin mal ve mülkleri hakkında bu şekilde karar vermiştir. Bu ülkeler fetholunduktan sonra, bazı ileri gelen sahabiler, örneğin Hz. Zübeyr, Hz. Bilal, Hz. Abdurrahman bin Avf ve Hz. Selman-ı Farisî ele geçen mal ve mülkün ganimet olarak askerlere dağıtılması gerektiğini savunmuşlardır.
Onlar bunun Haşr Suresi'ndeki tanıma girdiğini sanıyorlardı. Çünkü Müslümanlar bunları ele geçirmek için atları ve develeri koşturmuşlardır. Bu bakımdan savaşmadan teslim olan şehir ve bölgelerin dışındakilerin ganimet tanımına girdiğini düşünüyorlardı. Bu hükme göre, bu bölgelerin arazisinin ve halkının beşte biri, Beyt'ul-Mal'a verildikten sonra geriye kalan beşte dördün askerler arasında paylaştırılması gerekiyordu. Ancak bu görüş, şu nedenlerden dolayı doğru değildir. Hz. Peygamber'in hayatında bile, fetholunan bölgelerin arazisi ve halkı ganimet gibi, beşte biri Hz. Peygamber (s.a) alıp, beşte dördün askerler arasında paylaştırılmamıştır. Bu konuda iki örnek vardır. Birincisi Mekke'nin Fethi, ikincisi Hayber'in Fethi. Mekke ele geçtikten sonra Hz. Peygamber (s.a) herşeyi oranın halkına bırakmamıştır. Hayber'e gelince Beşir bin Yasar'dan rivayet olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Hayber'i 36 parçaya bölüp, içinden 18 parçayı toplumsal zorunluluk dolayısıyla vakfetmiş ve geri kalanı askerler arasında paylaştırmıştır. (Ebu Davud, Beyhaki, Kitab'ul-Emval, Ebu Ubeyd; Kitab'ul-Haraç, Yahya bin Adem; Fütuhu'l-Buldan, Belazuri; Fethu'l-Kadir, İbn'ul-Humam) Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tatbikatından anlaşıldığına göre, bir arazi savaş sonucunda bile ele geçmiş olsa ganimet sayılmayabilir. Aksi takdirde Hz. Peygamber (s.a) nasıl olur da Mekke'yi ve halkını aynen bırakıp, Hayber'in beşte birini değil de, yarısını Beyt'ul-Mal'a alabilirdi? Bu bakımdan uygun gördüğü şekilde davranmanın döneminin imamının hakkı olduğu sünnet ile sabittir. İsterse onları askerler arasında paylaştırabilir, isterse Mekke örneğinde olduğu gibi orayı halkın kendisine bırakabilir.
Ancak Hz. Peygayber döneminde pek fazla ülke ele geçmediği için, mesele ayrıntılı bir şekilde açığa çıkmamıştır. Hz. Ömer döneminde büyük ülkeler ele geçtiğinden, sahabiler ele geçen mülkün Ganimetin mi, Fey'in mi kapsamına girdiği hususunda tereddüt etmişlerdir. Örneğin Mısır'ın fethinden sonra Hz. Zübeyr, tüm ülkenin Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber'i paylaştırdığı gibi taksim edilmesi gerektiğini teklif etmiştir. Yine Şam ve Irak fetholunduğunda Hz. Bilal, tüm arazinin askerler arasında ganimet şeklinde dağıtılmasında ısrar etmiştir. (Kitabu'l-Haraç, Ebu Yusuf) Diğer yandan Hz. Ali, bu arazilerin onu işleyenlere bırakılıp, gelirinin Müslümanlara verilmesi görüşündeydi. (Ebu Yusuf, Ebu Ubeyd) . Musa bin Cebel'e göre, bu mülkün böyle dağıtılması halinde çok kötü sonuçlar doğabilirdi. Yani büyük topraklar sayılı bir grubun, birkaç kişinin eline düşer, onların ölümünden sonra da bu mallar varislerine kalır ve onca arazinin sahibi bir kadın veya bir erkek olabilirdi.
Sonuçta da gelecek nesillere bir şey kalmayacağı için onların ihtiyaçları güçlükle giderilecektir. Üstelik İslâm topraklarının sınırlarını korumak için yapılan harcamalar nasıl karşılanacaktır? O halde bu topraklar, gelecek nesillerin de, şimdiki nesillerin de menfaatlerinin zedelenmeyeceği bir şekilde dağıtılmalıdır. (Ebu Ubeyd, sh. 59, Feth'ul-Bari, cilt: 6, sh. 138) Hz. Ömer, ırak paylaştırıldığında kişi başına 2-3 köle düşeceğini hesaplamıştır. (Ebu Yusuf, Ebu Ubeyd) . Hz. Ömer bu toprakların taksim edilmemesi gerektiğine kanaat getirdikten sonra, kendisine itiraz edenlere, "Siz kendinizden sonra gelenlere hiçbir şeyin bırakılmamasını ister misiniz?" demiştir. (Ebu Ubeyd) "Bizden sonra gelecek olan Müslüman nesil, tüm arazi ve kölelerin, önceden veraset olarak bazı kimselere kaldığını görecektir. Bu ise kesinlikle doğru değildir" (Ebu Yusuf) "Sizden sonra gelecek olan Müslümanların durumu ne olacak? Endişe ediyorum ki, ben bunları paylaştırırsam, siz su için bile birbirinizle savaşırsınız" (Ebu Ubeyd) "Şayet ben gelecek nesilleri düşünmemiş olsaydım fetholunan ülkeleri, Hz. Peygamber'in (s.a.) paylaştırdığı gibi taksim ederdim" (Buhari, Muvatta, Ebu Ubeyd) "Hayır bu, gayrimenkul bir maldır. Ben bunu hem askerler hem de diğer Müslümanların ihtiyaçları için muhafaza edeceğim" (Ebu Ubeyd)
Bu cevaplara rağmen, birçok Müslüman ikna olmamış ve Hz. Ömer'e "sen zulmediyorsun" demeye başlamışlardı. En sonunda Hz. Ömer, Şura'yı toplayarak, meseleyi onlara arzeder. Hz. Ömer, Şura karşısında şöyle konuşmuştur: "Ben sizleri şu husus için çağırdım. Taşıdığım bu emaneti bana teslim eden ve idaresini veren sizlersiniz. Ben de sizlerden biriyim. Sizler Hakkı ikrar etmiş kişilersiniz. Görüşüme katılmanız veya itiraz etmeniz sizin hakkınızdır. Zaten ben, beni körü körüne taklit etmenizi ve görüşüme uymanızı istemiyorum. Siz de Hakkı söyleyen Allah'ın Kitabı'nı okuyorsunuz. Allah'a yemin ederim ki, söylediklerimden haktan başka bir şey kastediyor değilim (...) Sizler, haklarını vermediğimi ve kendilerine zulmettiğimi iddia eden kimseleri de dinlediniz. Oysa ben zulmetmekten Allah'a sığınırım. Bende hakkı olanın hakkını vermediğim takdirde bir gasıp olmuş olurum. Ancak ben, İran Kisrası'nın ülkesinden sonra, bu kadar büyük başka bir ülkenin fethedileceğini sanmıyorum. Allah İranlıların mal, mülk ve topraklarını bize nasip etti. Askerlerimizin elde ettiği ganimetten beşte birini aldıktan sonra, gerisini aralarında paylaştırdım.
Taksim edilmemiş bazı ganimet malları var, onları da paylaştırmayı düşünüyorum. Ancak arazileri ve işleticilerini taksim etmemek görüşündeyim. Çünkü o arazilerden bize devamlı ödeyecekleri haraç ve işleticilerden cizye almak istiyorum. Şimdiki Müslümanlar, askerler, Müslümanların çocukları ve gelecek Müslüman nesiller için bunu Fey olarak elde tutmak istiyorum. Sınırları korumak için, sürekli askerlere ihtiyacımızın olduğunu ve Irak, Şam, Kufe, Basra, Mısır gibi büyük vilayetlere de sürekli askerler gerektiğini ve tüm bunlara maaş vermek durumunda olduğumuzu sizler de görüyorsunuz. Şayet bu toprakları ve işleticileri paylaştırırsam, bütün bunların masraflarını nasıl karşılayacağız?"
Bu münazara iki üç gün devam etti. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Abdullah ibn Ömer, Hz. Ömer'in görüşünü destekliyorlardı ama, kesin bir karara varamamışlardı. En sonunda Hz. Ömer, Allah'ın Kitabı'ndan bir delil bulunduğunu açıklayarak, Haşr Suresi'ni 6. ayetinden 10. ayetine kadar okumuştur. "Allah'ın bağışladığı mülkün, sadece içinde yaşadıkları dönemdeki kimselere değil, gelecek nesilleri de kapsadığından dolayı fethedilen ülkeleri fethedenlere dağıtıp, ondan sonra gelenlere birşey bırakılmamasının bu delile ters düşeceğini öne sürmüştür. Ayrıca Allah Teâlâ "Ta ki o mal sizden sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın" diye buyurmuştur. Fakat şimdi biz bu toprakları, fetheden askerlere dağıtırsak, mülk sadece zenginler arasında dolaşır ve diğerlerine birşey kalmaz" Bu delil herkesi ikna etmiş ve tüm fetholunan ülkelerin Müslüman ümmetinin Fey'i olduğu konusunda icma hasıl olmuştur. Toprağın, onu işletenlerin eline bırakılacağına ve kendilerinden haraç ve cizye alınacağına karar verilmiştir. (Kitabu'l Haraç, Ebu Yusuf sa: 23-27-35, Ahkamu'l Kur'an, el-Cassas)
Bu karara göre, fetholunan ülkelerin toprakları tüm ümmetin malı, araziyi işletenler ise ümmetin kiracıları gibi olmuştur. Onlar, İslâm Devleti'nin belirlediği bir miktarda vergi ödeyeceklerdir. Böylece bu toprakları işletenler, bunları miras olarak bırakma veya satma haklarına sahip olmuşlardır. Ancak arazinin asıl sahibi yine de ümmettir. İmam Ebu Ubeyd, Kitabu'l Emval adlı eserinde Hz. Ömer'in Irak topraklarını, işletenler üzerine bıraktığını, onlara cizye ve haraç koyduğunu söylemektedir. (Sayfa. 57) . Yine sa: 84'de İmam'ın, (yani İslâm Devlet Başkanının) fetholunmuş ülkelerin topraklarını işleyenlerin eline bırakması halinde, onların bunu miras olarak bırakma veya satma hakkına sahip olduğunu söylemektedir.
Ömer bin Abdülaziz döneminde Şa'bi'ye, "Iraklılarla bir antlaşman var mı?" diye sorulduğunda, O, "Antlaşma yok ama onlar haraç vermeyi kabul ettikten sonra bu bir antlaşma sayılır" demiştir. (Ebu Ubeyd sa: 49, Ebu Yusuf sa: 28) Hz. Ömer döneminde Utbe bin Ferkad Fırat Nehri kenarında bir parça arazi satın aldığını söyleyince Hz. Ömer "Bu arazinin asıl sahibi bunlar (Muhacirler ve Ensar) 'dır." demiştir. Hz. Ömer'e göre arazinin gerçek sahibi Müslümanlardı. (Ebu Ubeyd sa: 74)
Bu karar gereğince, fetholunan ülkelerin toprakları tüm Müslümanlarındır.
a) İslâm Devleti'nin bir barış sonucunda eline geçen arazi ve topraklar;
b) Bir ülkeden savaşılmaksızın Eman karşılığında alınan fidye, haraç ve cizye;
c) Sahiblerinin bırakarak kaçtığı terk edilmiş mülk ve araziler;
d) Sahibinin vefat ettiği ve varisinin bulunmadığı mallar;
e) Daha önceden kimsenin sahib olmadığı topraklar;
f) Sahibinden cizye ve haraç alınan topraklar;
g) Önceki hükümdarların sarayları, malları ve mülkleri;
h) Önceki devletlerin malları ve mülkleri.
Ayrıntı için bkz. (Beda'iü's-Senayi cild: 7 sa: 116-118, Kitab'ul-Haraç, Yahya bin Adem sa: 22-64, Mugni'ul-Muhtaç cild. 3, sa: 93, Haşiyet'ud Dusûkî cild. 2, sa: 190, Gayet'ul-Muhtehi cild. 1 sa: 467-471)
Sahabe bu malların Fey olduğuna ittifak ile karar vermiş olduğundan fakihler arasında bazı konularda görüş ayrılıkları varsa da prensip itibariyle bir ihtilaf bulunmamaktadır. Bu ihtilafları aşağıda kısaca arzettik.
Hanefilere göre, fetholunan ülkelerin toprakları hakkında İslâm Devleti (fıkhî literatürde İmam) yetki sahibidir. O, Beyt'ül-Mal için beşte bir alıp, gerisini askerler arasında paylaştırabilir veya isterse onları sahiblerinin eline bırakır ve kendilerinden cizye ile haraç alır. İmam'ın bu şekilde davranması halinde bu mülk, Müslümanların vakfı sayılır. (Beda'iü's-Senayi, Ahkamu'l Kur'an, Cassas, Hidaye, Fethul Kadir) Aynı görüşü İbni Mübarek, Süfyan-ı Sevri'den nakleder. (Yahya b. Adem ve Ebu Ubeyd)
Malikilere göre, Müslümanların fethettikleri araziler kendiliğinden vakıf haline gelir. Bu toprakların vakıf olması için ne İmam'ın izni, ne de askerlerinin rızası gerekir. Malikiler, bunun yanısıra sadece arazilerin değil, binaların da Müslümanların vakfı olduğu görüşündedirler. Ancak İslâm Devleti binalardan kira almaz. (Haşiyet-ud-Dusukî)
Hanbeliler, savaşanlar arasında mülkü paylaştırmak veya Müslümanlara vakfetme İmam'ın yetki sahibi olduğunda Hanefiler ile ittifak halindedirler. Ele geçen ülkelerdeki binaların vakıf olduğu ve onlardan kira alınmayacağı konusunda da Malikilerle ittifak halindedirler. (Gayetul-Muntehi) .
Şafiilere göre, fetholunan ülkelerin menkul olan bütün malları ganimet, gayri menkul mallarıysa Fey'dir.
Bazı fakihlere göre, İmam, fetholunan ülkelerin topraklarını vakfetmesi halinde askerlerden izin alması gerekmektedir. Bu görüş için Hz. Ömer'in Irak'ın fethinden önce Cerir b. Abdullah el-Bahli'ye -ki onun kabilesi Kadisiyye Savaşı'nda ordunun dörtte biriydi- fetihten sonra ele geçen toprakların dörtte birini kendilerine vereceğine söz vermesini delil olarak öne sürmektedirler. Gerçekten de toprakların bir bölümü iki sene onların elinde kalmıştır. Fakat Hz. Ömer, daha sonra onlara, "Başkalarından da sorumlu olmasa idim eğer, bu toprakları sizlere bırakırdım. Ancak başkalarının da hakkı olduğu için sizler bu toprakları iade edin." demiştir. Hz. Cerir'in bu teklifi kabul etmesi üzerine de Hz. Ömer onu seksen dinarla taltif etmiştir. (Ebu Yusuf-Ebu Ubeyd) Hz. Ömer'in askerlerden rıza aldıktan sonra bu araziyi vakfetmiş olması ile istidlâl ediyorlar. Ancak fakihlerin çoğunluğu bu delili ikna edici bulmamıştır; zira fetholunan topraklarla ilgili olarak askerlerin tümünden rıza alınmamıştır. Hz. Ömer'in karar almadan önce kendisine söz verdiği Cerir b. Abdullah bu konuda istisna idi. Hz. Ömer, daha önce ona söz verdiği için kendisinden bu rızayı almıştır. Dolayısıyla bu bir kanun olarak vaz edilemez.
Bazı fakihlere göre vakıf kararı sonrasında bile İslâm Devleti dilerse bu toprakları orduya paylaştırabilir. Bu görüş sahipleri, Hz. Ali'nin şu görüşünü delil olarak öne sürüyorlar. Bir defasında Hz. Ali halka hitap ederken "Birbirinizle savaşmayacağınızdan emin olsaydım eğer, fetholunan bu toprakları aranızda paylaştırırdım demiştir" (Ebu Ubeyd, Ebu Yusuf) Ancak, cumhuru ulema bu görüşü de kabul etmemişlerdir. Onlara göre fetholunan bir ülkenin arazisinden bir kez cizye ve haraç alma kabul edilmişse, artık bu karar değiştirilemez.
Ayrıca, Hz. Ali'ye atfedilen bu sözü inceleyen İmam Cassas, Ahkam'ul-Kur'an adlı eserinde bu rivayeti ayrıntılarıyla ele alarak bu sözün Hz. Ali'ye ait olmadığını söyler.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bu ayet ile asıl kastedilen, Fey'in sadece bugünkü nesilleri değil, gelecek nesilleri de kapsadığının beyan edilmesidir. Ayrıca bu ayette Müslümanlar için ahlâki bir ibret de vardır. Buna göre Müslümanların kalbinde diğer Müslümanlar için buğz olmamalı ve önceki Müslümanların mağfireti için dua etmelidirler. Onlara lanet ve teberra etmemelidirler. Müslümanları birbirine bağlayan şey imandır; kalbinde taşıdığı imanı herşeyden daha önemli olduğu bir kimse kuşkusuz diğer mü'minler için iyilik ister. Böyle bir kimsenin kalbinde, başka bir Müslüman için kin, nefret, buğz'a yer yoktur. Ancak, imanı zayıflayan ve onun yerine kalbini daha önemsiz şeylerin işgal ettiği kimse, artık başka bir mü'min kardeşi hakkında kin ve nefret besleyebilir. Bu konuda en iyi örnek Hz. Enes'ten rivayet edilen bir hadistir. Bir defasında Hz. Peygamber (s.a) ardı ardına üç gün "Şimdi buraya Cennet ehlinden biri gelecek" der ve her defasında da Ensardan bir şahıs gelir. Bunu gören Abdullah b. Amr, bu şahsın Hz. Peygamber'in (s.a.) sürekli kendisini müjdelemesine sebep olacak hangi amelleri işlediğini merak eder. Bu yüzden cennetle müjdelenmeyi gerektirecek ne yaptığını görebilmek için o kimse ile üç gece birlikte kalır. Ancak onun istisnai hiçbir hareketini göremez. Ve açıkça ona "Ey kardeşim, Hz. Peygamber'in (s.a.) seni devamlı cennet ile müjdelemesine sebep olan ne yapıyorsun" diye sorar. "Benim ne yaptığımı sende gördün, ancak bir şey var ki, belki de sebep odur. Ben hiçbir Müslümana kin beslemiyor ve Allah'ın nimet verdiği kimseye hased etmiyorum" der.
Bunun anlamı bir Müslümanın, diğer bir Müslümanın sözünde veya amelinde hata görmesi halinde onu ikaz etmeyeceği demek değildir. İman, kişiden, mü'min kardeşinin yanlışına doğru demesini, ya da yanlışına yanlış dememesini gerektirmez. Ancak bir şeye delille yanlış demek ve edeple onu açıklamak lazımdır. Ama buğz, nefret, kin, gıybet, sövgü ayrı şeylerdir. Bir mümine kendi çağdaşları hakkında bile böyle davranmak yakışmazken, vefat etmiş kimselerin ardından bunu yapmak çok daha çirkindir. Çünkü en kötü nefs, ölüleri dahi affetmeye hazır olmayandır. Üstelik hakkında laf söylenen kimseler, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabıysa bu çok daha kötüdür.
O insanlar Hz. Peygamber'in (s.a.) ve İslâm'ın en sıkıntılı dönemlerinde İslâm nurunu yaymak için fedakârlıklarda bulunmuşlar ve böylece İslâm nimeti bize kadar ulaşmıştır. Onların arasında ihtilafların olması ve bir kısmının haklı, diğer kısmının da hata etmiş olması doğaldır.
Bir Müslüman sınırı aşmadan ve makul ölçülerde onların ihtilaflarını tartışabilir. Ama bu ihtilafı büyüterek görüşüne katılmadığı gruba buğz ve nefret etmesi ve diliyle onlara sövmesi Allah'tan korkan bir kimsenin yapmayacağı derecede şeni bir harekettir. Bu şekilde davranan kimseler "Kötü sözün mü'minler hakkında söylenmesi yasaklanmıştır. Bizim buğz ettiğimiz kimselere gelince, onlar mümin değil münafıktır" şeklinde bir gerekçe öne sürerler. Fakat bu gerekçe sözkonusu günahtan daha da çirkindir. Başka bir deyişle özürleri kabahatlerini geçmiştir. Kur'an'ın, sonraki müminlerin, önceki müminlere buğz etmemeleri ve onlara mağfiret dilemelerini emreden ayeti, onların yukarıdaki gerekçelerini bertaraf etmek için yeterlidir. Bu ayetlerde arka arkaya üç grup Fey'de hak sahibi olarak bildirilmiştir. 1) Muhacirler, 2) Ensar, 3) Onlardan sonra gelen Müslümanlar. Onlardan sonra gelen Müslümanlara, önceki müminler hakkında mağfiret istemeleri emredilmiştir. Siyak ve sibaktan anlaşıldığına göre önceki müminler, Muhacirler ve Ensarın dışında kimse değildir. Yine bu surenin 11. ayetinden 17. ayetine kadar münafıkların kim oldukları da bildirilmiştir. Burada münafıkların Benu Nadir ile yapılan savaşta Yahudilere cesaret veren kimseler oldukları ortadadır. Tam aksine bu savaşta Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında onlanlar ise müminlerdir. Buna rağmen kalbinde Allah korkusu taşımayan bir Müslümanın, onların mümin olmadığını söylemeye cesaret edebilmesi mümkün müdür? Mümkün değildir, zira bizzat Allah onların imanına şehadet etmiştir. İmam Malik ve İmam Ahmed bu ayeti delil alarak sahabeyi kötüleyenlerin Fey'de hakkı olmadığını beyan etmişlerdir. (Ahkamu'l Kur'an, İbn Arabi, Gayetul Muntahi) . Hanefiler ve Şafiler bu görüşe katılmamaktadırlar. Çünkü Allah Fey'de hak sahibi üç grubun vasıflarını açıklamıştır. Ama bu vasıflar şart olarak beyan edilmemiştir. Yani bu şart olmadığı takdirde onlara Fey'den pay verilmeyeceği söylenemez. Muhacirler hakkında, "Allah'ın lütuf ve rızası ile Allah'a ve Rasulüne yardım için her zaman hazırdırlar." denmesinin anlamı Muhacirlerden bu vasfa sahip olmayanların Fey'den mahrum olacakları demek değildir. Yine Ensar için Muhacirleri sevdikleri, sıkıntı içinde bile olsalar Muhacirlere verilenlerden ötürü hased etmedikleri bildirilmektedir. Bu Ensardan bir Müslümanın Muhacirlerden birine muhabbet beslememesi veya Muhacirlere verilenden talep etmesi, Fey'den mahrum kalacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla 3. grubun vasıfları olarak da kendilerinden önce Müslümanların bağışlanmaları için dua ettikleri ve kalblerinde kin olmamasını diledikleri bildirilmiştir. Bu da Fey'den pay almanın şartı değildir, sadece bir sıfattır ve Müslümanlara önceki mü'minler için nasıl davranacakları telkin edilmiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DUA VAKİTLERİ VE ORTAMLARI
n) Müslümanlara duâ

Nuh suresi ayet 28
"Rabbim, beni, annemi-babamı, mü'min olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla. Zalim olanlara da yıkımdan başkasını arttırma"

Nuh daha sonra şöyle demişti:
"Rabbim, beni affet, günahlarımı ört. Ana*mı babamı da affet ve günahlarını ört. Benim mescidime ve namazgahıma gi*renleri de affet. Bütün mümin erkek ve kadınları da affet. İnkarlanyla kendile*rine zulmedenlerin ise sadece zararlarını artır. Dünya ve âhirette hüsrana uğrat."

Mücahid diyor ki:
"Kavmi önceleri Nuh'u dövüyordu. Öyle ki o, bayılı*yordu. Kendisine gelince de "Ey rabbim, sen, kavmimi affet çünkü onlar bilmi*yorlar." diyordu
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Peygamberlerin duası

Bakara suresi ayet 124
Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle denemeden geçirmişti. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim'e "Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım" demişti. (İbrahim) "Ya soyumdan olanlar?" deyince Allah: "Zalimler benim ahdime erişemez" demişti.

Kur'an'ın değişik yerlerinde Hz. İbrahim'in (a.s.) insanlara imam ve rehber tayin edilmeden önce tâbi tutulduğu zor imtihanlardan bahsedilir. Hz. İbrahim (a.s.) bu imtihanları başarıyla atlatıp bu büyük sorumluluğu yerine getirebileceğini ispatladığında bu yüksek dereceye ulaşmıştı. Hakikat O'na vahyolunduktan sonra tüm hayatı bir dizi fedâkarlıklarla geçmişti. O, hayatında değerli olan her şeyi feda etmiş ve Hakk yolunda her türlü zorluğa göğüs germişti.

Yani, "Bu vaad, sadece, senin soyundan iyi ve yetenekli olan kimseler için geçerlidir, zalimler için değil." Bu nedenle sapık İsrailoğulları ve putperest İsmailoğulları bu vaade dahil değildirler.

Bakara suresi ayet 126
Hani İbrahim: "Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır" demişti de Allah: "Küfredeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o" demişti.

Hz. İbrahim (a.s.) , soyundan gelenler için Allah'tan bol nimet diledi. İlerde ortaya çıkacak zalimleri bu dileğinin dışında tuttu. Bunun nedeni Allah'ın da onları önderlik vaadinden hariç tutmasıydı. Fakat Allah, onun bu yanlış anlamasını düzeltti ve şöyle dedi: "Bu iki şey arasında çok büyük bir fark var. Önderlik sadece gerçek müminlere; fakat, dünya nimetleri hem müminlere, hem de kâfirlere verilecektir."
Bu, aynı zamanda kişinin sahip olduğu servetin, Allah katında o kişiden razı olmasının bir ölçüsü olmadığını da göstermektedir. Eğer, bir kimseye çok mal verilmişse, bu, Allah'ın ondan razı olduğu ve önderliğe lâyık olduğu anlamına gelmez.

Bakara suresi ayet 127
İbrahim, İsmail'le birlikte Evin (Ka'benin) sütunlarını yükselttiğinde ikisi şöyle dua etmişti: "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et, şüphesiz, Sen işiten ve bilensin";

Bakara suresi ayet 128
"Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (kıl) . Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin."

Bakara suresi ayet 129
"Rabbimiz, içlerinden onlara bir peygamber gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin."

"Onların temizlenmesi", inançların, amellerin, fikirlerin, alışkanlıkların, âdetlerin, kültürün, siyasetin, kısacası hayatın her yönünün temizlenmesi demektir.

Allah büyük bir kudrete ve hikmete sahip olduğu için Hz. İbrahim'in (a.s.) duasını kabul etmiş ve Hz. Muhammed'i (s.a.) peygamber tayin etmiştir.

Metinde kullanılan Arapça kelime, "Müslüman ol" veya "İslâm'ı kabul et" (Allah'ın isteğine boyun eğ) anlamlarına gelen "eslim"dir. O halde müslüman, kendisini tamamen Allah'a teslim eden ve O'na itaat eden, Rab, Mâlik, Hâkim, Yönetici, Kanun koyucu ve Mâbud olarak yalnız Allah'ı kabul eden O'nun koyduğu hayat düzenini yaşayan kimsedir. İslâm, bu inanç ve tutum üzerine kurulan bir dinî sistemdir. Farklı ülke ve milletlere gelen bütün peygamberlerin dini de buydu.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Peygamberlerin duası

Bakara suresi ayet 260
Hani İbrahim: "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" demişti. Allah ona: "İnanmıyor musun?" deyince "Hayır (inandım) , ancak kalbimin tatmin olması için." demişti. Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra onları (parçalayıp) her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir."

Yani, "Tecrübeyle elde edilen kesin bir kanaata sahip olmak istiyorum."

Bazıları yukardaki iki doğaüstü olay için çok garip yorumlar yapmışlardır. Fakat bu tür ayrıntılı ve uzak tefsirleri yapmak gereksizdir. Çünkü birinci olaydaki şahsın da belirttiği gibi Allah dilediği her şeyi yapmaya kâdirdir. Bunun yanısıra, Allah'ın peygamberleriyle olan ilişkisi çok olağanüstü bir yapıdadır. Sıradan bir mümin görevlerini yapmak için gerçekliği (reality) kendi gözleriyle görmeye ihtiyaç duymayabilir. Fakat bir peygamber, insanları çağıracağı gerçeklikleri kendi gözleriyle görmelidir ki görevini yapabilsin. Peygamberler tam bir gönül rahatlığı ile, kendilerinden emin bir şekilde: "Sizin sadece tahmin yürütebildiğiniz gerçeklikleri, biz gözlerimizle gördük. Siz cahilsiniz, fakat biz biliyoruz; siz körsünüz, biz görüyoruz" diyebilmelidirler. Onlara meleklerin insan şeklinde gelip görünmesinin nedeni de budur. Onlara göklerin ve yerin işleyiş sistemi, Cennet, Cehennem ve öldükten sonra dirilme, apaçık gösterilmiştir. Her ne kadar peygamberler, peygamber olarak tayin edilmeden önce de bunların tümüne inanıyorlarsa da peygamberliğin özelliği ve özel bir göreve tayin edilmeleri nedeniyle bu gerçeklikleri gözleriyle müşahade etmeleri gerekiyordu.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Peygamberlerin duası

Âli İmran suresi ayet 38
Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim bana katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen, duaları işetensin" dedi.

Hz. Zekeriya (a.s.) o döneme kadar çocuksuzdu. Bu temiz genç kızı görünce bir çocuğu olsun istedi. O'nun Allah'ın özel koruması altında ve O'nun tükenmez kaynaklarından verilen nimetlerle nasıl büyüdüğünü görünce, bu ileri yaşında bile Allah'ın kendisine, eğer dilerse, bir çocuk verebileceğini ümit etmeye başladı.

Âli İmran suresi ayet 40
Dedi ki: "Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım da kısır iken nasıl benim bir oğlum olabilir?" "Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar."

Yani, "Senin yaşlılığına ve karının kısırlığına rağmen Allah sana bir oğul bağışlayacak."

Âli İmran suresi ayet 41
(Zekeriya) Dedi ki: "Rabbim, bana bir alamet ver."
"Sana alamet, işaretleşme dışınıda, insanlarla üç gün konuşmamandır. Rabbini çokça zikret ve akşam sabah onu tesbih et." dedi.


"Benim gibi yaşlı bir adamla, karım gibi kısır bir kadından bir oğul dünyaya geleceğinden emin olabilmem için bana bir işaret ver."

Bu bölümün en önde gelen amacı Hıristiyanların, Hz. İsa'yı (a.s.) Allah'ın oğlu kabul edip, Ona karşı ibadet ederek yaptıkları büyük hatayı anlamalarını sağlamaktır. Hz. Yahya'nın (a.s.) mucizevi doğumu da onların bu yanlış inançlarını savunmalarına karşı bir delil olarak Kur'an'da anlatılıyor. Hz. İsa'nın (a.s.) mucizevi doğumu Onu ilâh olarak kabul etmeye yol açmamalıdır. Çünkü aynı ailede yetişen ve çok değişik bir şekilde yetiştirilen Hz. Yahya da (a.s.) bir mucize sonucu dünyaya gelmiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Peygamberlerin duası

Mâide suresi ayet 114
Meryem oğlu İsa da: "Allah'ım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için bir bayram ve Sen'den de bir belge olsun. Bizi rızıklandır, Sen rızık vericilerin en hayırlısısın" demişti.

Meryemoğlu İsa şöyle dedi: "Ey Rabbimiz olan Allah'ım, gökten bize bir sofra indir de bizler ve bizden sonra gelenler o sofranın indiği günü bayram edinelim. Ve o günde sana ibadette bulunalım. Ayrıca o sofra senden, benim Peygamberliğimi gösteren bir mucize olsun. Sen bizi rızıklandır. Çünkü sen, nziklandıranlann en hayırlısısm."

Müfessirler:
"Gökten bize bir sofra indir ki bize, bizden öncekilere ve bizden sonrakilere bir bayram olsun." cümlesindeki "Bayram olsun." ifadesinden neyin kastedildiği hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır.

Süddi, Katade ve İbn-i Cüreyc'e göre
bu ifadeden maksat, "Biz, yemeğin indiği o günü bayram edinelim. Bizler de bizden sonra gelecek olan insanlar da o günü kutsal bir gün edinsinler." demektir.

Abdullah b. Abbas'a göre
bu ifadeden maksat, "Bİz, inen o sofradan hep birlikte yeyip bayram etmiş olalım." demektir.

Diğer bir kısım âlimlere göre de
bu ifadeden maksat, "O yemek bizim için Allah tarafınan bir hatırlatma ve bir delil olsun." demektir.

Taberi bu izahlardan birinci izah şeklinin tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Yani, inen o sofra bizim için bir bayram olsun." ifadesiden maksat:
"Biz, sofranın indiği o günü bayram edinelim ve insanların, bayram günlerinde Rablerine ibadet ettikleri gibi bizler de o günlerde namaz kılalım ve sana İbadet edelim." demektir.
Taberi bu görüşü tercih etmesinin sebebinin "Bayram" kelimesinin Arapça'da bilinen mânâsının "Bayram yapma" demek olduğunu söylemiştir. Allah'ın kelamını mümkün olduğunca en açık şekline göre yorumlamak esastır. Bu İtibarla "Bayram"ı, "Bayram yapma" mânâsına almak daha evladır.

Müfessirler, bu âyette indirilmesi istenen sofranın fiilen indirilmiş olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Abdıırrahman, Atiyye, Abdullah b. Abbas, Vehb b. Münebbih, Müca-hid, İshak b. Abdullah, Ammar b. Yasir, Katade, Meysere ve Za'zan gibi müfes-sirfere göre Allah teâlâ istenen bu sofrayı gökten indirmiş, İsraiioğuîiarı da ondan yemişlerdir. Ancak indirilen sofrada ne türlü yiyeceklerin bulunduğu hususunda bu âlimler de kendi aralarında çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

aa- Abdurrahman es-Selemî, Aîiyye, Abdullah b. Abbas, Mücahid, İshak b. Abdullah ve Ammar b. Yasir'den nakledilen bir görüşe göre indirilen bu sofrada balık ve ekmek bitmiyordu. İsraiioğuîiarı bu sofradan yeyip doyuyorlardı. Fakat onlar daha sonraları bir takım günahlar işlediler. Bu yüzden de Allah teâlâ sofrayı indirmez oldu.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Meryemoğlu İsa'ya ve Havarilere gökten sofra indirilmiştir. Sofrada ekmek ve balık bulunuyordu. Onlar nerede konaklıyorlarsa sofra oraya geliyor ve onlar ondan diledikleri gibi yiyorlardı.

Bu hususta îsrailoğullarından biri diyor ki:
"Ben Ammar b. Yasir'in yanında namaz kıldım. O, namazı bitirince dedi ki: "Sen, İsrailoğullarına inen sofranın ne olduğunu biliyor musun?"
Ben de dedim ki:
"Hayır" O da dedi ki: "İsrailoğuîlan, Meryemoğlu İsa'dan, yiyecekleri ve tükenmeyecek olan bir sofra indirilmesini dilemesini istediler. Onlara denildi ki: "Sizler, indirilen sofradan bir şey saklamadıkça veya bir şeyine ihanet etmedikçe veya bir şeyini kaldırıp saklamadıkça o sizin için devamlı bulunacaktır. Şayet bunlardan birini yapacak olursanız ben sizlere, âlemlerden hiçbir kimseye yapmadığım bir şekilde azap ederim." Sofranın indirildiği birinci gün tamamlanmadan İsraiioğuîiarı ondan bazı şeyleri sakladılar. Kaldırıp belli yerlere koydular. Hainlik ettiler. Bunun üzerine de Allah onları, âlemlerden herhangi bir kimseyi cezalandırmadığı bir şekilde cezalandırdı. Ey Arap topluluğu, sizler de develerin ve koyunların arkasını bırakmayan kimselersiniz. Allah sizlere kendinizden Peygamber gönderdi. Siz onun soyunu biliyorsunuz. Allah sizlere Peygamberinizin lisanıyla bildirdi ki, sizler Araplara galip geleceksiniz. Allah sizlere, altın ve gümüşü biriktirip yığmanızı yasakladı. Allah sizlere, can yakıcı bir azapla azabedecekıir."

Ammar b. Yasir, İsrailoğullarına inen sofra hakkında Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Gökten inen sofra ekmek ve et idi. İsrailoğullarına, ihanet etmemeleri, ertesi gün için bir şey saklamamaları emredildi. Fakat onlar ihanet ettiler, sakladılar. Ertesi gün için sofradan yemek ayırdılar. Bu sebeple de Allah onları maymunlara ve domuzlara çevirdi,"

bb- Ammar b. Yasir ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre İsrailoğullarına gökten inen sofrada cennet meyveleri bulunuyordu. İsrailoğullarına, bunlardan herhangi bir şeyi saklamamaları emredildi. Fakat onlar bunlardan sakladılar, ihanet ettiler. Allah da onları maymunlara ve domuzlara çevirdi.

cc- Za'zan ve Meysereye göre ise İsrailoğullarına gökten indirilen sofrada etin dışında her türlü yemek mevcuttu.

b- Mücahid ve Hasan-i Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre Hz. İsa'nın, Allah teâladan, İsrailoğullarına gökten bir sofra indiımesini istemesine rağmen gökten herhangi bir sofra inmemiştir. Bu hususta Mücahid demiştir ki: "Allah teala bu âyet-i kerimeyi, sadece bir darb-ı Mesel olarak indirmiş ve insanların, Peygamberlerinden kendilerine verilmeyen bir takım şeyleri istemelerini yasaklamıştır.

Hasan-ı Basri de demiştir ki:
"Sofra indirildikten sonra sizden kim kâfir olursa ben ona, âlemlerden hiçbir kimseye yapmadığım bir azabı yaparım." denilmesi üzerine İsrailoğullan "Bizim böyle bir sofraya ihtiyacımız yoktur demişler, bu sebeple de onlara herhangi bir sofra indirilmemiştir.

Taberi diyor ki:
"Sofranın fiilen indirilip indirilmediği hususundaki iki görüşten, tercihe şayan olan görüş, sofranın indirildiğini söyleyen görüştür. Zira buna dair Resulüllahtan, sahabilerden ve onlardan sonra gelen müfessirlerden haberler zikredilmiştir. Buna ilaveten Allah teala, bundan sonra gelen âyette "Ben o sofrayı size indireceğim" buyurmuştur. Allah teâlânm, verdiği vaadden dönmesi imkansızdır. Bu itibarla sofranın indirildiği muhakkaktır.

Sofranın üzerinde bulunan yiyecekler hakkındaki görüşler hususunda doğru olan söz, sofranın üzerinde yiyeceklerin bulunduğunu söyleyen sözdür. Bu yiyeceklerin, balık, ekmek olması da mümkündür, cennet meyveleri olması da mümkündür. Bu yemeğin ne olduğunu bilmemek bize herhangi bir zarar vermez
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt