TASAVVUF EHLiNiN YOLU
Yukarıda bahsi geçen ilmleri –Felsefe(Riyaziyye, Mantık, Tabiat İlimleri, İlahiyyat, Siyasiyyat, Ahlak), Kelam, Mezahib el-Ulum- inceledikden sonra, bütün dikkat ve gayretimle tasavvuf yolunu incelemeye başladım. Şunu anladım ki, tasavvuf yolu, ilm ve amel ile tamâmlanıyor. Tasavvuf ehlinin ilminin özü nefse âid olan mâni’leri geçmek, nefsi kötü huylardan ve fenâ vasıflardan temizlemekdir. Kalbde Allahü teâlâdan başka herşeyin düşüncesini atmak ve kalbi Allahü teâlânın zikriyle süslemekdir. Tasavvufun bu ilm yönü, bana amel yönünden dahâ kolay geldi. Bu sebeble önce tasavvuf ehlinden Ebû Tâlib Mekkînin (Kut-ul-kulub) adlı kitâbını›, Hâris el- Muhâsibînin kitâblarını, Cüneyd-i Bağdâdînin, imâm-ı Şiblînin, Bâyezîd-i Bistâmînin “radıyallahü anhüm” ve diğer büyük sôfîlerden nakl edilen sözlerin bulundupğu kitâbları okuyup, incelemek sûretiyle, bu ilmi tahsîle başladım. Bu zâtların ilimle anlatdıkları maksadlarının özüne vâkıf oldum. Tasavvuf yolunun işitmekle ve öğrenmekle elde edilebilecek yönünü tahsîl etdim. Anladım ki, tasavvuf ehlinin bu büyüklerinin kavuşmak istedikleri gâye, öğrenmekle değil, tadmak, yaşamak, sıfatları ve hâli değiştirmekle ele geçer. Sıhhatin, tokluğun sebeblerini, şartlarını öğrenmek ayrı, sıhhatli ve tok olmak ayrı şeydir. Aralarında çok büyük fark vardır. Bunun gibi, sarhoşluk mideden dimâga yükselen buhârın, dimâgı sarmasından ortaya çıkan bir hâldir şeklindeki tarîfini bilmekle, şarhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Fakat, sarhoş olan sarhoşluğu tarîf edemez. Sarhoşluğun ne olduğunu bilmez. Aklı başında olan bir kimse ise, sarhoşluğu tarîf eder, alâkalı şeylerini bilir. Hâlbuki, kendisinde şarhoşluk hâli yokdur, şarhoş değildir. Hasta olan doktor, sıhhatin tarîfini, şartlarını ve ilâçlarını bilir.
Hâlbuki, o ânda sıhhatini kaybetmişdir. işte bunun gibi, zühdün, dünyâdan yüz çevirmenin hakîkatini, şartlarını, sebeblerini bilmekle, zâhid olarak yaşamak arasında fark vardır. İyice anladım ki, tasavvuf ehli güzel hâllere sâhib ve kuru sözlerden uzakdırlar. Tasavvufda ilm yoluyla öğrenilmesi mümkün olan şeyleri tahsîl etdim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamışdı. Dînî ve aklî ilmleri iyice kavramak için, layıkıyla öğrendiğim ilm dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü teâlâya, Peygamberliğe ve âhiret gününe, şübhe götürmez, sağlam bir îmân kazandırmışdı. Îmânın esâsları belli bir delîl ile değil, bilâkis sayısız sebeblerle, karînelerle ve tecrübelerle kalbime iyice yerleşmişdi. bunu iyice anladım ki, âhiretde sa’âdete kavuşmak için, takvâ üzere yaşamak, harâmlardan sakınmak, nefsi hevâ ve hevesinden menetmek tek çâredir. Bu işin başıda, bir gurûr ve aldanış yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, âhirete bağlanmak, bütün varlığı ile tamâmen Allahü teâlâya yönelmek, kalbin dünyâdan alâkasını kesmekdir. Bu ise, ancak, maldan, makâmdan, yüksek gâyelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkin olur. Sonra, kendi vaziyyetimi tedkîk etdim. Gördüm ki, dünyâ meşgâlelerine dalmıştım. Bu meşgâleler beni temâmen sarmış hâldedir. Yapdığım işleri düşündüm. En güze işim, ders vermek ve talebe yetişdirmekdi. Bu işde de âhirete pek fâidesi olmayan, mühim olmıyan bir takım ilmlerle meşgûl olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araştırdım. Onun da Allah rızası için olmadığını, şân ve şöhret kazanmak, makâm ve mevki sâhibi olmak arzûsundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenârında olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanâat getirdim. Bir müddet devâmlı bunu düşündüm. Henüz irâdeme hâkim durumda idim. Birgün Bağdâddan ayrılıp gitmeğe ve o hâllerden kurtulma-ğa kesin karâr verirdim. Ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim. Karârsız bir hâlde idim. Bir sabâh âhiret arzûsu kuvvet bulsa, akşam dünyâ arzûları bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzûyu mutlaka dağıtıyordu. Dünyâ arzûları bir zincir gibi, beni makâm ve mevki’ye doğru sürüklüyordu. Îmân münâdîsi de şöyle sesleniyordu: (Göç zamânı geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun âhıret yolculuğu vardır.şimdiye kadar öğrendiğin ilm ve yapdığın amel hep riyâdır, gösterişdir. şimdi âhirete hâzırlanmazsan, ne zamân hâzırlanacaksın. Dünyâ alâkalarını şimdi kesmezsen, ne zamân keseceksin.) O zamân içimdeki önceki arzû yeniden uyanrdı. Bağdât’dan ayrılıp gitmek karârım kuvvetlenirdi. Bu sefer şeytân şöyle vesvese verirdi: Bu hâlin bir hastalıktır. Sakın itibâr etme. Çünki, çabuk geçecek bir hâldir. Eğer ona uyarak şu ânda bulunduğun mevkiyi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayâtı terk edersen, bir gün nefsin tekrâr dönmek ister. Fakat bir dahâ ele geçmez. Hicrî dörtyüzseksensekiz senesi Receb ayından itibâren, altı ay kadar dünyâ arzûları ile âhiret arzûları arasında karârsız kaldım. Sonra, artık iş ihtiyârî olmakdan çıkıp, zarûrî bir hâle döndü. Çünki, Allahü teâlâ dilime bir kilit vurdu. Ders veremeyecek sûretde ba¤landı. Talebelerimi memnûn etmek için, birgün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fakat dilim bir kelime dahî söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle midemde hazm kuvveti kalmadı. Yemekden, içmekden kesildim. Boğazımdan su geçmiyordu. Bir lokmayı hazm edemiyordum. Bu yüzden bedenim zayıfladı. Doktorlar bana ilâcın fâide vereceğinden ümîdi kesdiler. Bu durum, kalbe âid bir hâldir. Ondan da mîzâca, yanî tabî’atına sirâyet etmişdir.
Kalbde meydâna gelen bu büyük üzüntü gitmedikce, ilâcla iyileşdirmeye imkân yokdur, dediler.Âciz kaldığımı, irâdemin temâmen elden çıktıığını görünce, çâresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahü teâlâya dığındım. Çâresiz kalanlarnn duâsını geri çevirmeyen Allahü teâlâ düâmı kabûl buyurdu. Bana makâm,
mevki’, mal, âile, evlâd ve dost gibi şeylere gönül bağlamakdan kurtulmayı ihsân etdi. Şâmda ikâmet etmeye karâr verdim. Halîfenin ve beni sevenlerin bu arzûmu öğrenmelerini istemiyordum. Mekkeye gidecekgibi göründüm. Bir dahâ dönmemek üzere Bağdât’dan ayrılmayacağımı latîf, uygun hîlelerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irâk âlimleri gitmemem için, tenkîdde bulundular. Onların arasında, herşeyden yüz çevirmemindînî bir sebebden olduğunu kabûl edecek bir kimse yokdu. Onlar benim bulunduğum mevkinin, dînin en yüksek mevki’i olduğunu zan ediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkında bir takım tahmînler ileri sürdü. Irâkdan uzak olanlar ise, bu gidişimin memleketi idâre eden devlet adamlarının arzûlarından ileri geldiğini zan ediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni bırakmamak için ne kadar uğraşdıklarını, yapdığımı kınadıklarını, benimde onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allahdan gelmiş bir işdir. Âlimlere ve ehl-i islâma nazar değdi. Bunun başka bir sebebi olamaz diyorlardı. Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdım. Geri kalanını tamâmen dağıtdım. Irâk malı müslimânlara vakf olduğu için, böyle işlere ayrılması câizdir. Dünyâda, bir âlimin çocukları için ayıracağı bu maldan dahâ iyi bir mal görmedim. Nihâyet, Bağdâddan ayrılıp, Şâm’a gitdim. Şâmda iki seneye yakın ikâmet etdim. Bu zamân içinde, tasavvuf kitâblarından öğrendiğim gibi, nefsimi fenâ hâllerden temizlemek, ahlâkımı güzelleşdirmek, Allahü teâlâyı zikr etmek, kalbimi tasfiye etmekle meşgûl oldum. insanlardan uzak durup, zamanımı riyâzetle ve ibâdetle geçirdim. Şâmdaki Emevî câmi’nde bir müddet itikâfa girdim. Câmi’nin minâresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüse gitdim. Beyt-i mukaddese girdim. Her gün Sahrâtullaha (Peygamberlerin ve Evliyânın ibâdet mahalli olmakla meşhûr yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim. Kudüsü ve hazret-i ibrâhîm Halîlullahı “aleyhisselâm” ziyâretden sonra,hac farizâsını yerine getirmek, Mekke-i mükerremenin ve Medîne-i münevverenin bereketlerine kavuşmak, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabr-i şerîfini ziyâretle şereflenmek arzûsu kalbime düşdü. Hicâza gidip, bu arzûma kavuşdum. Dahâ sonra, çocuklarımın daveti ve içimdeki arzû, beni vatanıma çekdi. Hiç dönme düşüncesinde olmadığım hâlde, döndüm. Yine insanlardan uzak yaflamayı tercîh etdim. Yalnız kalmağa, Allahü teâlâyı zikr etmeğe ve ondan başka herşeyi kalbimden ç›karmağa çok hırslı idim. Zamânın hâdiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzûrumu bozuyor, yalnızlıktan duydu¤um tadı bozuyordu. Bu tadı ancak arasıra duyuyordum. Bununla berâber, o hâle kavuşmakdan ümîdimi kesmedim. On sene kadar böyle devâm etdim. Yalnıklarım sırasında bana o kadar şey ma’lûm oldu ki, onları tamâmen anlatmak mümkin değildir. Fâidelenmek için birazından bahsedeyim. Kesin bir şeklide anladım ki, tasavvuf ehli, Allahü teâlânın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti, onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmını değiştirmek, dahâ iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Dahâ iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtınen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınıştır.
Yeryüzünde ise, nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nûr yokdur. Hâsılı bir tarîkat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalbden mâsivâyı, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi çıkarmakdır. Bunun anahtarı, kalbin dâimâ Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olmasıdır. Bu hâl, namâzdaki iftitâh tekbîri mesâbesindedir. Netîcesi, temâmen Allahü teâlânın varlığında yok olmakdır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir. Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçda istek ve irâde ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa aslında o fenâ makâmı, tarîkatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarîkatın başlangıcından i’tibâren keşifler, müşâhedeler başlar. Hattâ öyle olur ki, sâlikler (tarîkat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rûhâniyyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pekçok fâideler elde ederler. Dahâ sonra onların rûhâniyyetlerini ve sîretlerini görmekden öyle yüksek derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkin değildir. Kim o hâli anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkânsız açık hatâlar olur. Hülâsâ iş, Allahü teâlâya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleşdiğini, bir zümre Allaha vâsıl olduğunu tahayyül eder. Bunun tamamı hatâdır. Niçin hatâ olduğunu (El-Maksad-ul-aksa) kitâbımızda açıkladık. Kendisinde bu hâl meydâna gelen kimse:
Aklıma getirmediğim şey oldu,
Aslını sorma, iyi zanda bulun.
Ma’nâsında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir. Netîce olarak, tasavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile vâkıf olmayanlar, nübüvvetin hakîkatini anlayamazlar. Sâdece ismini bilirler. Evliyâdan hâsıl olan kerâmetler, Peygamberlerden ilk zamânlarda hâsıl olan hâllerdir. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberliği bildirilmeden önce, Hîra dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahü teâlâya ibâdet etdiği sıradaki hâli böyle idi. Hattâ arablar, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rabbine âşık oldu, dediler. Bu öyle bir hâldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tasavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecribe ede ede ve işite, işite hâllerin alâmeti ve delâleti ile anlarlar. İşte tasavvuf ehli ile birlikde bulunanlar, onlardan bu yakîni istifâde ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar, dalâletde kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrûm kalanlar, (ihya-u ulumid-din) kitâbımızdan “Acâib-ül-kalb” kısmında bahsetdiğimiz gibi, aklî delîllerle bunun mümkin olduğunu yakînen anlarlar. Bu hâlleri, aklî delîllerle incelemek ilmdir. O hâller ile hâllenmek ise zevkdir, tatmakdır. Hüsn-i zan ve tecribe ile kabûl etmek îmândır. İşte bu, ilm, hâl (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Mücâdele sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilm verilenleri derecelere yukseltir...) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışınnda kalan bir takım câhil kimseler vardır ki, bu hâlleri inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyânlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkında Allahü teâlâ, Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” meâlen şöyle buyurdu: (O munafıklardan seni dinlemeye gelende var. Hatta Senin yanından çıktıkları zaman, (Eshâb-ı kirâmdan) kendilerine ilm verilmiş olanlara şöyle derler: O biraz önce ne soyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerini mühürlemişdir de, hep hevalarına uymuşlardır.” (Muhammed sûresi: 16.ci âyet-i kerîmesi
------------------------------------------------------
İmam-ı Gazali El Munkız Min ed-Delal