_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,042
- Puanları
- 113
- Yaş
- 42
İmsak ve sabah namazlarının vakitlerini dikkate alan kardeşlerimiz, fecr ve iki fecr ifadelerinin ne anlama geldiğini sanırım bilirler. Meselenin fıkhi yönündeki tanım ihtilafına değil, ihtilafsız olan vakıa yönüne değinmek istiyorum.
Fecr, tan yerinin ağarması, güneş doğmazdan evvel doğuda hasıl olan ağarma, aydınlanma anlamına geliyor. Tabi ki bu fecr vakıası fecr-i kazib ve fecr-i sadık olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yalancı fecr anlamına gelen (ki yalancı yerine geçici demek daha doğru olur) fecr-i kazib, tan yerindeki ilk aydınlanmaya deniliyor. Kalıcı olmayan bu ilk ağarma ve aydınlanma, kısa bir süre sonra kayboluyor ve tan yeri kararıyor. İşte bu kararmadan sonra tan yerinde tekrar başlayan ağarma ve aydınlanmaya fecr-i sadık, yani gerçek ve hakiki fecr deniliyor. Fecr-i sadıkla başlayan ağarma ve aydınlanmanın ise tekrar kaybolması söz konusu değil. Nitekim bu kalıcı ve gerçek ağarma, gerçek güneşin doğmasıyla neticeleniyor.
Fecr ve güneşin doğması, fiziki olarak kolaylıkla açıklanabilir hadiselerdir. Güneşin doğudan doğması, dünyanın doğu istikametinde dönmesinden kaynaklanır. Dünya batıya doğru dönseydi, güneş hiç şüphesiz ki batıdan doğacaktı. Mesele toplumsal düzlemde de aynıdır. Toplumlar da döndükleri istikamette karanlıklarla, döndükleri istikamette aydınlıklarla karşılaşacaklardır. Nitekim son asırlarda ışık ve aydınlanma umuduyla batıya doğru dönen dünya toplumları, uzaktan parlak gözüken teknolojik aydınlanmaya yaklaştıkça, bu aydınlanmanın voltajı düşen bir ışık gibi karardığını görecekler ve aynı istikametteki dönüşleriyle batının batısındaki doğu ile karşılaşabileceklerdir. Doğuya varmak için batı İstikametinde gitmek, cahillere özgü uzun bir yol olmasına rağmen, son asırlardaki cahil yöneticilerin tercihleri ne yazık ki bu yönde olmuştur. Netice olarak uzun bir süredir batıya doğru dönmekte olan dünya toplumları, belli bir süre sonra güneşin batıdan, daha açık bir ifadeyle batının batısından doğduğuna şahit olabileceklerdir.
Resuluilah (s.a.v.)'in haber verdiği güneşin batıdan doğacağı hadisesini acaba böyle mi anlamak gerekir? Tabi ki değil!.
Çünkü bu belirttiklerim sadece kişisel bir yorumdur ve hiçbir İlahi haber, akli ve mantıklı da olsa bazı kişisel yorumlarla sınırlandırılamaz. Kaldı ki bu kişisel yorumun sahibi dahi, muhkem haberler dururken böylesi kişisel yorumları fazlaca dikkate almaz. Ancak bu söylediklerimde dikkate almamız gereken husus, şanı yüce Rabbimizin gece ve gündüzle ilgili bu sünnetinin, insan ve toplum düzleminde de yürürlükte olup-olmadığıdır.
İnsanların ve toplumların hayatında da gece, fecr, şafak gibi hadiseler yok mudur?
Yoktur diyemiyoruz!. Nitekim Yüce Kitab'ımızda cehalet ve dalaletin karanlıklarla, İslam ve hidayetin ise nur ve aydınlıklarla örneklendirildigini dikkate alırsak, iki olayın bazı farklılıklarla beraber birbiriyle benzer boyutlarının da olduğunu anlayabiliriz.
Allah'ın emrine isteyerek itaat eden yeryüzünde gerçekleşen gece ve gündüz olayı, sadece ve sadece Allah'ın takdir ve dilemesiyle gerçekleşen olaylardır. Yeryüzünde meydana gelen gece ve gündüzü Allah'tan başka gerçekleştirebilecek hiçbir güç, hiçbir merci yoktur.
“De ki: “Gördünüz mü söyleyin; Allah, kıyamet gününe kadar geceyi sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa, Allah'ın dışında size aydınlık verecek ilah kimdir'? Yine de dinlemeyecek misiniz?” “De ki: “Gördünüz mü söyleyin, Allah, kıyamet gününe kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa, Allah'ın dışında size içinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir? Yine de görmeyecek misiniz?”,“Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için içinde dinlenmeniz ve O'nun fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz.”
Ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, yeryüzünde Allah'ın takdiriyle gerçekleşen gece ve gündüz olayı, insanlar için başlı başına bir rahmettir. Gündüzünde çalışıp, gecesinde dinlenebilecekleri hikmetli bir İlahi takdirdir.
Toplumsal düzen ve yaşantıdaki cehalet ve dalalet karanlığı ise hiç şüphesiz ki insanlar için başlı başına bir zillettir. Ancak şanı yüce Rabbimiz hiçbir kavmin, hiçbir toplumun sürekli karanlıklarda kalmasına rıza göstermemiş, cahili karanlıkların yoğunlaştığı dönemlerde peygamberler göndererek, insanlara nura ve aydınlığa giden yolu göstermiştir. Nitekim Hz. Musa (a.s.) ve diğer bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi, İnsanların dalalet karanlığından, hidayet aydınlığına çıkarılması içindir.
“Andolsun Biz Musa'yı: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle göndermiştik. Şüphesiz bunda pek sabreden ve pek şükreden herkes için gerçekten ayetler vardır.”
“Efendimiz (s.a.v.)'in gönderiliş gayesi de aynıdır, Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitab'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.”
“Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir.”
Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, insanların karanlıklardan aydınlığa çıkarılması için indirilen Kur'an-ı Kerim, hidayet ve aydınlığın kaynağı niteliğindedir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in irtihalinden sonra bile bu aydınlık, aydınlık kaynağına bağlı müslümanlar tarafından belli bir süre devam ettirilmiştir.
Yeryüzündeki gece ve karanlık, Allah'ın rıza ve dilemesiyle gerçekleşmesine rağmen, toplumsal düzlemdeki karanlık. Allah'ın rıza ve dilemesiyle değil, insanların sapık tercihleri ile gerçekleşmektedir. Şanı yüce Rabbimiz insanları aydınlığa davet etmekte ve bu aydınlık üzere müstakim olmalarını tavsiye etmektedir. Ancak bu aydınlığa tahammülleri olmayan tüm tağutlar, insanları karanlıklara davet etmekte ve kendilerini dost kabul eden herkesi karanlığın acımasız girdabına çekmektedirler.
“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları da nurdan karanlıklara çıkarırlar, işte onlar, ateşin halkıdırlar, onda sürekli olarak kalacaklardır.”
Evet, yaşadık bütün bunları!. Saadet asrından, aydınlık asırdan ve bu aydınlığın kaynağından uzaklaşıldıkçâ, cahili karanlıklara yaklaşıldığını açıkça müşahade ettik. İçinde bulunduğumuz son asîra “Ben müslümanım!” demelerine rağmen karanlığın destekçiliğini, karanlığın bekçiliğini yapan kitlelerle birlikte geldik!.
Türbelere diktikleri mumları İslam güneşi sanan zavallılarla, batıla giden otobanları, hakka giden sırat-ı müstakime tercih eden batıperestlerle, batının gümrüğünden geçebilmek için kızının ve karısının avret yerlerini açan takkeli deyyuslarla... birlikte yaşıyarak bu günlere geldik!.
Ancak, son on yıllarda bir şeyler oldu!.
Özellikle gençler, genç müslümanlar arasında bir ses yükseldi.
“La ilahe illa Allah”
Asırlardır söylenen, asırlardır telaffuz edilen sesten farklı, çok farklı bir sesti bu!. Ellerine teşbih alarak hergün binlerce “La ilahe illa Allah” diyenlerin, “La ilahe İlla Allah” diyerek müzik eşliğinde dönenlerin sesinden Vallahi farklı, Billahi çok farklı bir sesti bu!.
Rabbim şahittir ki,
Efendimiz (s.a.v.)'in nübüvvetiyle başlayan ve Mekke sokaklarında yükselen “La ilahe ilia Allah” sesine benziyen, o sesi andıran kutlu bir sesti bu. Çünkü bu kutlu sözün kutlu manası, Rabbimizin lutfuyla kalplere inen ve kalplerden yükselen bir manaydı.
Allah'ın lutfuyla açılmış ve anlaşılmıştı keiime-i tevhidin manası, “La ilahe illa Allah” ifadesi, “Allah'tan başka ilah yoktur, ancak ve ancak Allah vardır” kutlu gerçeğinin, kutlu ifadesiydi.
Kalplerimizde makes bulan bu mana ile, kalp gözlerimiz açılmıştı sanki. Daha önceleri göremediğimiz, görüpte anlayamadığımız dünyayı ve dünyanın içindekileri ayan beyan görmeye ve anlamaya başlamıştık!. Karanlık dünyamız ağarmaya, karanlık dünyamız aydınlanmaya başlamıştı.
Şaşırmıştık!.
Bu bir fecir miydi?
Haktan kaynaklanmayan geçici bütün ağarma ve aydınlanmalar, hiç şüphesiz ki fecr değildi. Rabbimizin;
“Fecre andolsun” buyruğu ile üzerine yemin edilen fecr, haktan kaynaklanan bir ağarma, haktan kaynaklanan bir aydınlanmaydı. Ve bu ağarma da ve bu aydınlanma da, haktan kaynaklanmıyor muydu?
Yeni bir ağarma, yeni bir aydınlanma için, yeni bir peygambere elbetteki gerek yoktu. Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'e indirilen Kuram Kerim mucizesi, günümüzde de aynı tazeliği ile yaşayan bir mucizeydi. Efendimiz (s.a.v.) insanları nasıl ki Kur'an-ı Kerim ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalışmışsa, günümüz müslümanlan da, günümüz alimleri de aynı aydınlık kaynağına yönelerek bu kutlu eylemi gerçekleştirmeye çalışacaklardı. Ve öyle oluyordu işte!.
Asr-ı saadet döneminde Rabbimizin katından indirkleri Kur'an-ı Kerim, şimdi de raflardan indirilmeye başlanmıştı. Asırlardır raflarda duran Kur'an-ı Kerimler indiriliyor, insanlar ayet ayet Kur'an-i Kerime, Kur'an-ı Kerim'in pak ve aydınlık olan tevhid mesajına davet ediliyorlardı.
Evet, bu bir fecirdi. Şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de kutladığı, mübarek kıldığı bir vakitti.
“Güneşin kaymasından gecenin kararmasına kadar namazı kıl, fecir Kur'an'ını (namazını) da; çünkü fecir Kur'an'ı, işte o, şahidli olunandır.”
Fakat, özellikle seksenli yılların ilk yarısında genel düzlemde başlayan bu ağarma ve aydınlanma, şeytani müdahaleler ve nefsani marazlar nedeniyle pek uzun sürmedi. Yakın zamana kadar insanlar için birer aydınlık davetçisi olan bazı müslümanların, yaşadığımız günlerde aynı insanları cahili gölgenin değişik tonlarına davet ettiklerine şahit olmaya başladık!. Nitekim tartışmasız gerçekler bir kenara bırakılmış, tartışmaya açık davetlerde bulunulmaya başlanmıştı!
Ve bu davetler, ne yazık ki yine Allah adına yapılıyordu!.
Artık müslümanların genel gündeminde “La ilahe illa Allah” yoktu. Tevhid konuşulmuyor, insanlar tevhidin aydınlığına davet edilmiyordu. Sayıları az olsa da tevhid gerçeğini konuşan, bu gerçeği anlamaya ve yaşamaya çalışan müslümanlar, genel gündemin oldukça dışına itilmişti.
Çünkü genel gündemde büyük meseleler vardı!.
Tağutun İslamizasyon politikasından, kemik kapma yarışı başlamıştı!. İlahi vahyin gündemine sadık kalarak üç-beş insanla tevhidi konuşmaktansa, televizyon patronlarının gündemine sadık olup, kitlelere hitap etmek kaçırılmayacak bir fırsattı!.
Ve kaçınlmadı ve kaçınlmıyor bu fırsatlar!.
Evet, ne yazık ki yaşadığımız günleri ve yakın geçmişteki bazı muvahhid kardeşlerimizin şu an ki durumlarını anlatıyorum!. Netice oiarak şu an ki genel gündemde bir ağarma, şu an ki genel durumda bir aydınlanma yoktur.
İşte özellikle seksenli yılların ilk yansında başlayan ağarmanın, yaşadığımız günlerde tekrar kararmaya yüz tuttuğunu gördüğümüz zaman aniıyor, anlıyoruz ki, sevinç ve umudla karşıladığımız ilk ağarma, İlk aydınlanma bir fecirdi. bir fecirdi ama, fecr-i kazib idi!.
Kalıcı olmayan geçici bîr fecir idi.
Ve bizler, biz müslümanlar, fecr-i kazib ve fecr-i sadık arasındaki, bu iki fecr arasındaki karanlığa girer gibiyiz!.
Fecr, tan yerinin ağarması, güneş doğmazdan evvel doğuda hasıl olan ağarma, aydınlanma anlamına geliyor. Tabi ki bu fecr vakıası fecr-i kazib ve fecr-i sadık olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yalancı fecr anlamına gelen (ki yalancı yerine geçici demek daha doğru olur) fecr-i kazib, tan yerindeki ilk aydınlanmaya deniliyor. Kalıcı olmayan bu ilk ağarma ve aydınlanma, kısa bir süre sonra kayboluyor ve tan yeri kararıyor. İşte bu kararmadan sonra tan yerinde tekrar başlayan ağarma ve aydınlanmaya fecr-i sadık, yani gerçek ve hakiki fecr deniliyor. Fecr-i sadıkla başlayan ağarma ve aydınlanmanın ise tekrar kaybolması söz konusu değil. Nitekim bu kalıcı ve gerçek ağarma, gerçek güneşin doğmasıyla neticeleniyor.
Fecr ve güneşin doğması, fiziki olarak kolaylıkla açıklanabilir hadiselerdir. Güneşin doğudan doğması, dünyanın doğu istikametinde dönmesinden kaynaklanır. Dünya batıya doğru dönseydi, güneş hiç şüphesiz ki batıdan doğacaktı. Mesele toplumsal düzlemde de aynıdır. Toplumlar da döndükleri istikamette karanlıklarla, döndükleri istikamette aydınlıklarla karşılaşacaklardır. Nitekim son asırlarda ışık ve aydınlanma umuduyla batıya doğru dönen dünya toplumları, uzaktan parlak gözüken teknolojik aydınlanmaya yaklaştıkça, bu aydınlanmanın voltajı düşen bir ışık gibi karardığını görecekler ve aynı istikametteki dönüşleriyle batının batısındaki doğu ile karşılaşabileceklerdir. Doğuya varmak için batı İstikametinde gitmek, cahillere özgü uzun bir yol olmasına rağmen, son asırlardaki cahil yöneticilerin tercihleri ne yazık ki bu yönde olmuştur. Netice olarak uzun bir süredir batıya doğru dönmekte olan dünya toplumları, belli bir süre sonra güneşin batıdan, daha açık bir ifadeyle batının batısından doğduğuna şahit olabileceklerdir.
Resuluilah (s.a.v.)'in haber verdiği güneşin batıdan doğacağı hadisesini acaba böyle mi anlamak gerekir? Tabi ki değil!.
Çünkü bu belirttiklerim sadece kişisel bir yorumdur ve hiçbir İlahi haber, akli ve mantıklı da olsa bazı kişisel yorumlarla sınırlandırılamaz. Kaldı ki bu kişisel yorumun sahibi dahi, muhkem haberler dururken böylesi kişisel yorumları fazlaca dikkate almaz. Ancak bu söylediklerimde dikkate almamız gereken husus, şanı yüce Rabbimizin gece ve gündüzle ilgili bu sünnetinin, insan ve toplum düzleminde de yürürlükte olup-olmadığıdır.
İnsanların ve toplumların hayatında da gece, fecr, şafak gibi hadiseler yok mudur?
Yoktur diyemiyoruz!. Nitekim Yüce Kitab'ımızda cehalet ve dalaletin karanlıklarla, İslam ve hidayetin ise nur ve aydınlıklarla örneklendirildigini dikkate alırsak, iki olayın bazı farklılıklarla beraber birbiriyle benzer boyutlarının da olduğunu anlayabiliriz.
Allah'ın emrine isteyerek itaat eden yeryüzünde gerçekleşen gece ve gündüz olayı, sadece ve sadece Allah'ın takdir ve dilemesiyle gerçekleşen olaylardır. Yeryüzünde meydana gelen gece ve gündüzü Allah'tan başka gerçekleştirebilecek hiçbir güç, hiçbir merci yoktur.
“De ki: “Gördünüz mü söyleyin; Allah, kıyamet gününe kadar geceyi sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa, Allah'ın dışında size aydınlık verecek ilah kimdir'? Yine de dinlemeyecek misiniz?” “De ki: “Gördünüz mü söyleyin, Allah, kıyamet gününe kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa, Allah'ın dışında size içinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir? Yine de görmeyecek misiniz?”,“Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için içinde dinlenmeniz ve O'nun fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz.”
Ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, yeryüzünde Allah'ın takdiriyle gerçekleşen gece ve gündüz olayı, insanlar için başlı başına bir rahmettir. Gündüzünde çalışıp, gecesinde dinlenebilecekleri hikmetli bir İlahi takdirdir.
Toplumsal düzen ve yaşantıdaki cehalet ve dalalet karanlığı ise hiç şüphesiz ki insanlar için başlı başına bir zillettir. Ancak şanı yüce Rabbimiz hiçbir kavmin, hiçbir toplumun sürekli karanlıklarda kalmasına rıza göstermemiş, cahili karanlıkların yoğunlaştığı dönemlerde peygamberler göndererek, insanlara nura ve aydınlığa giden yolu göstermiştir. Nitekim Hz. Musa (a.s.) ve diğer bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi, İnsanların dalalet karanlığından, hidayet aydınlığına çıkarılması içindir.
“Andolsun Biz Musa'yı: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle göndermiştik. Şüphesiz bunda pek sabreden ve pek şükreden herkes için gerçekten ayetler vardır.”
“Efendimiz (s.a.v.)'in gönderiliş gayesi de aynıdır, Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitab'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.”
“Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir.”
Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, insanların karanlıklardan aydınlığa çıkarılması için indirilen Kur'an-ı Kerim, hidayet ve aydınlığın kaynağı niteliğindedir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in irtihalinden sonra bile bu aydınlık, aydınlık kaynağına bağlı müslümanlar tarafından belli bir süre devam ettirilmiştir.
Yeryüzündeki gece ve karanlık, Allah'ın rıza ve dilemesiyle gerçekleşmesine rağmen, toplumsal düzlemdeki karanlık. Allah'ın rıza ve dilemesiyle değil, insanların sapık tercihleri ile gerçekleşmektedir. Şanı yüce Rabbimiz insanları aydınlığa davet etmekte ve bu aydınlık üzere müstakim olmalarını tavsiye etmektedir. Ancak bu aydınlığa tahammülleri olmayan tüm tağutlar, insanları karanlıklara davet etmekte ve kendilerini dost kabul eden herkesi karanlığın acımasız girdabına çekmektedirler.
“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları da nurdan karanlıklara çıkarırlar, işte onlar, ateşin halkıdırlar, onda sürekli olarak kalacaklardır.”
Evet, yaşadık bütün bunları!. Saadet asrından, aydınlık asırdan ve bu aydınlığın kaynağından uzaklaşıldıkçâ, cahili karanlıklara yaklaşıldığını açıkça müşahade ettik. İçinde bulunduğumuz son asîra “Ben müslümanım!” demelerine rağmen karanlığın destekçiliğini, karanlığın bekçiliğini yapan kitlelerle birlikte geldik!.
Türbelere diktikleri mumları İslam güneşi sanan zavallılarla, batıla giden otobanları, hakka giden sırat-ı müstakime tercih eden batıperestlerle, batının gümrüğünden geçebilmek için kızının ve karısının avret yerlerini açan takkeli deyyuslarla... birlikte yaşıyarak bu günlere geldik!.
Ancak, son on yıllarda bir şeyler oldu!.
Özellikle gençler, genç müslümanlar arasında bir ses yükseldi.
“La ilahe illa Allah”
Asırlardır söylenen, asırlardır telaffuz edilen sesten farklı, çok farklı bir sesti bu!. Ellerine teşbih alarak hergün binlerce “La ilahe illa Allah” diyenlerin, “La ilahe İlla Allah” diyerek müzik eşliğinde dönenlerin sesinden Vallahi farklı, Billahi çok farklı bir sesti bu!.
Rabbim şahittir ki,
Efendimiz (s.a.v.)'in nübüvvetiyle başlayan ve Mekke sokaklarında yükselen “La ilahe ilia Allah” sesine benziyen, o sesi andıran kutlu bir sesti bu. Çünkü bu kutlu sözün kutlu manası, Rabbimizin lutfuyla kalplere inen ve kalplerden yükselen bir manaydı.
Allah'ın lutfuyla açılmış ve anlaşılmıştı keiime-i tevhidin manası, “La ilahe illa Allah” ifadesi, “Allah'tan başka ilah yoktur, ancak ve ancak Allah vardır” kutlu gerçeğinin, kutlu ifadesiydi.
Kalplerimizde makes bulan bu mana ile, kalp gözlerimiz açılmıştı sanki. Daha önceleri göremediğimiz, görüpte anlayamadığımız dünyayı ve dünyanın içindekileri ayan beyan görmeye ve anlamaya başlamıştık!. Karanlık dünyamız ağarmaya, karanlık dünyamız aydınlanmaya başlamıştı.
Şaşırmıştık!.
Bu bir fecir miydi?
Haktan kaynaklanmayan geçici bütün ağarma ve aydınlanmalar, hiç şüphesiz ki fecr değildi. Rabbimizin;
“Fecre andolsun” buyruğu ile üzerine yemin edilen fecr, haktan kaynaklanan bir ağarma, haktan kaynaklanan bir aydınlanmaydı. Ve bu ağarma da ve bu aydınlanma da, haktan kaynaklanmıyor muydu?
Yeni bir ağarma, yeni bir aydınlanma için, yeni bir peygambere elbetteki gerek yoktu. Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'e indirilen Kuram Kerim mucizesi, günümüzde de aynı tazeliği ile yaşayan bir mucizeydi. Efendimiz (s.a.v.) insanları nasıl ki Kur'an-ı Kerim ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalışmışsa, günümüz müslümanlan da, günümüz alimleri de aynı aydınlık kaynağına yönelerek bu kutlu eylemi gerçekleştirmeye çalışacaklardı. Ve öyle oluyordu işte!.
Asr-ı saadet döneminde Rabbimizin katından indirkleri Kur'an-ı Kerim, şimdi de raflardan indirilmeye başlanmıştı. Asırlardır raflarda duran Kur'an-ı Kerimler indiriliyor, insanlar ayet ayet Kur'an-i Kerime, Kur'an-ı Kerim'in pak ve aydınlık olan tevhid mesajına davet ediliyorlardı.
Evet, bu bir fecirdi. Şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de kutladığı, mübarek kıldığı bir vakitti.
“Güneşin kaymasından gecenin kararmasına kadar namazı kıl, fecir Kur'an'ını (namazını) da; çünkü fecir Kur'an'ı, işte o, şahidli olunandır.”
Fakat, özellikle seksenli yılların ilk yarısında genel düzlemde başlayan bu ağarma ve aydınlanma, şeytani müdahaleler ve nefsani marazlar nedeniyle pek uzun sürmedi. Yakın zamana kadar insanlar için birer aydınlık davetçisi olan bazı müslümanların, yaşadığımız günlerde aynı insanları cahili gölgenin değişik tonlarına davet ettiklerine şahit olmaya başladık!. Nitekim tartışmasız gerçekler bir kenara bırakılmış, tartışmaya açık davetlerde bulunulmaya başlanmıştı!
Ve bu davetler, ne yazık ki yine Allah adına yapılıyordu!.
Artık müslümanların genel gündeminde “La ilahe illa Allah” yoktu. Tevhid konuşulmuyor, insanlar tevhidin aydınlığına davet edilmiyordu. Sayıları az olsa da tevhid gerçeğini konuşan, bu gerçeği anlamaya ve yaşamaya çalışan müslümanlar, genel gündemin oldukça dışına itilmişti.
Çünkü genel gündemde büyük meseleler vardı!.
Tağutun İslamizasyon politikasından, kemik kapma yarışı başlamıştı!. İlahi vahyin gündemine sadık kalarak üç-beş insanla tevhidi konuşmaktansa, televizyon patronlarının gündemine sadık olup, kitlelere hitap etmek kaçırılmayacak bir fırsattı!.
Ve kaçınlmadı ve kaçınlmıyor bu fırsatlar!.
Evet, ne yazık ki yaşadığımız günleri ve yakın geçmişteki bazı muvahhid kardeşlerimizin şu an ki durumlarını anlatıyorum!. Netice oiarak şu an ki genel gündemde bir ağarma, şu an ki genel durumda bir aydınlanma yoktur.
İşte özellikle seksenli yılların ilk yansında başlayan ağarmanın, yaşadığımız günlerde tekrar kararmaya yüz tuttuğunu gördüğümüz zaman aniıyor, anlıyoruz ki, sevinç ve umudla karşıladığımız ilk ağarma, İlk aydınlanma bir fecirdi. bir fecirdi ama, fecr-i kazib idi!.
Kalıcı olmayan geçici bîr fecir idi.
Ve bizler, biz müslümanlar, fecr-i kazib ve fecr-i sadık arasındaki, bu iki fecr arasındaki karanlığa girer gibiyiz!.