İbni Hacer-i Mekkî hazretlerinin (Fetâvâ-i Hadîsiyye) isimli eserinin sonunda diyor ki: Ebû Sa’îd Abdüllah, İbn-üs-Sakkâ ve seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, ilim öğrenmek için Bağdâda geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zamân çok gençti. Hâce Yûsuf-i Hemedânî "kuddise sirruh" hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vaaz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karâr verdiler. İbn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek,” dedi. Ebû Sa’îd Abdüllah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edep timsâli olan seyyid Abdülkâdir-i Geylânî de, “Allahü teâlâ korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim”, dedi. Nihâyet Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. O ânda orada yoktu. Bir sâat kadar sonra geldi.
İbn-üs-Sakkâya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevabını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevabı da şöyledir. Ben anlıyorum ki, senden küfür kokusu geliyor”, buyurdu. Sonra Ebû Sa’îd Abdüllaha dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevabını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek”, buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâ’yı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdâdda bir kürsüde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; “Benim ayağım, bütün Evliyânın boyunları üzerindedir” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün Evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim” buyurdu. Kendisini bir dahâ göremediler. Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişti. Zamânında bulunan Evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makâmlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsüde oturuyor vaaz ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün Evliyânın boyunları üzerindedir.” Zamânında bulunan bütün Evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında hürmette kusûr etmezler idi. Bunlar meydâna çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılmış oldu. İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî hazretleri ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, şer’î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizansa gönderdi. Hıristiyânlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına aldanarak Hıristiyân oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: “Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrâr kıbleye döndürdüm. O tekrâr başka tarafa çevirdi ve böylece öldü.”
Ebu Sa’id Abdüllah da diyor ki: “Ben Şâma geldim. Bazı vazîfelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım geçti. Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydâna geldi.”
(El-Meşrevü’r-Revî) kitabının sahibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî eş-Şâfi’î buyuruyor ki: “Bu menkıbe, rivâyet edenlerin çokluğu sebebiyle lafızları değişik olsa bile, manâ yönünden tevâtür hâlini almış bir menkıbedir. Allahü teâlâ’nın Evliyâsını inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır.
İlminin ve amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkânın, sonunda böyle sonsuz bir felâkete düşmesinin sebebinin, Evliyâ hakkında edepsizlik yapması olduğu (Behcet-ül-Musannîfe)de Abdülkâdir-i Geylânî "kuddise sirruh" hazretlerinin menkıbeleri anlatılırken zikr edilmektedir.
Muhyiddîn-i Arabî "rahmetullahi aleyh" hazretleri bir kitabında diyor ki, (602) senesinde şeyh Evhâd-eddîn-i Hâmid Konyaya geldi. Hemedânda Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, altmış yıldan ziyâde irşat etmiştir. Bir gün bir yere gitmek istedi. Hayvanın yularını serbest bıraktı. Hayvan bunu şehir hâricinde bir mescide götürdü. Mescitde bir genç, buna bir şey sordu. Cevabını verdi, dedi. Muhyiddîn-i Arabi hazretleri burada buyuruyor ki, “Sâdık olan talebe, üstâdı kendi yanına çeker.”
------------------
Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, bir gün kendi evinde idi. Gönlüne dışarı çıkmak arzûsu geldi. Cuma gününden başka günde dışarıya çıkmak âdeti değildi. Bu arzû, ona o kadar ağır bastı ki, niçin gitmek icap ettiğini bilemedi. Merkebine bindi. “Allahü teâlâ nereye dilerse oraya gitsin!” diyerek, hayvanının yularını salıverdi. Merkep onu şehirden dışarı çıkarıp, vâdî tarafında bir mescide götürdü. Gördü ki bir genç, başını önüne eğmiş, tefekkür ediyordu. Onu bekledi. Ancak bir sâat sonra başını kaldırdı. Heybetli görünüşü olan bu genç, Yûsuf-i Hemedânî’nin “rahmetullahi aleyh” talebelerinden biri idi. Hocasına dedi ki: “Ey hocam, başımda hâlledemediğim bir müşkül mesele var. İyi oldu ki siz geldiniz! Ne yapacağımı şaşırmıştım.” Genç, meselesini hocasına anlattı. Hocası da onu sıkıntıdan kurtaracak bir şekilde cevaplandırdı. O ândan sonra, talebesi olan bu gence dedi ki: “Ey genç. Ne vakit bir sıkıntıya düşersen şehre gel, benden sor! Beni buraya kadar yorma!” Muhyiddîn-i Arabî "kuddise sirruh" hazretleri, bu hâdiseyi anlattıktan sonra buyurdu ki: “Sâdık bir talebe, doğruluğu ve ihlâsı ile hocasını kendi yanına hareket ettirip getirmeğe muktedîr olabilir.”
İbn-üs-Sakkâya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevabını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevabı da şöyledir. Ben anlıyorum ki, senden küfür kokusu geliyor”, buyurdu. Sonra Ebû Sa’îd Abdüllaha dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevabını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek”, buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâ’yı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdâdda bir kürsüde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; “Benim ayağım, bütün Evliyânın boyunları üzerindedir” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün Evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim” buyurdu. Kendisini bir dahâ göremediler. Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişti. Zamânında bulunan Evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makâmlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsüde oturuyor vaaz ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün Evliyânın boyunları üzerindedir.” Zamânında bulunan bütün Evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında hürmette kusûr etmezler idi. Bunlar meydâna çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılmış oldu. İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî hazretleri ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, şer’î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizansa gönderdi. Hıristiyânlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına aldanarak Hıristiyân oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: “Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrâr kıbleye döndürdüm. O tekrâr başka tarafa çevirdi ve böylece öldü.”
Ebu Sa’id Abdüllah da diyor ki: “Ben Şâma geldim. Bazı vazîfelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım geçti. Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydâna geldi.”
(El-Meşrevü’r-Revî) kitabının sahibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî eş-Şâfi’î buyuruyor ki: “Bu menkıbe, rivâyet edenlerin çokluğu sebebiyle lafızları değişik olsa bile, manâ yönünden tevâtür hâlini almış bir menkıbedir. Allahü teâlâ’nın Evliyâsını inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır.
İlminin ve amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkânın, sonunda böyle sonsuz bir felâkete düşmesinin sebebinin, Evliyâ hakkında edepsizlik yapması olduğu (Behcet-ül-Musannîfe)de Abdülkâdir-i Geylânî "kuddise sirruh" hazretlerinin menkıbeleri anlatılırken zikr edilmektedir.
Muhyiddîn-i Arabî "rahmetullahi aleyh" hazretleri bir kitabında diyor ki, (602) senesinde şeyh Evhâd-eddîn-i Hâmid Konyaya geldi. Hemedânda Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, altmış yıldan ziyâde irşat etmiştir. Bir gün bir yere gitmek istedi. Hayvanın yularını serbest bıraktı. Hayvan bunu şehir hâricinde bir mescide götürdü. Mescitde bir genç, buna bir şey sordu. Cevabını verdi, dedi. Muhyiddîn-i Arabi hazretleri burada buyuruyor ki, “Sâdık olan talebe, üstâdı kendi yanına çeker.”
------------------
Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, bir gün kendi evinde idi. Gönlüne dışarı çıkmak arzûsu geldi. Cuma gününden başka günde dışarıya çıkmak âdeti değildi. Bu arzû, ona o kadar ağır bastı ki, niçin gitmek icap ettiğini bilemedi. Merkebine bindi. “Allahü teâlâ nereye dilerse oraya gitsin!” diyerek, hayvanının yularını salıverdi. Merkep onu şehirden dışarı çıkarıp, vâdî tarafında bir mescide götürdü. Gördü ki bir genç, başını önüne eğmiş, tefekkür ediyordu. Onu bekledi. Ancak bir sâat sonra başını kaldırdı. Heybetli görünüşü olan bu genç, Yûsuf-i Hemedânî’nin “rahmetullahi aleyh” talebelerinden biri idi. Hocasına dedi ki: “Ey hocam, başımda hâlledemediğim bir müşkül mesele var. İyi oldu ki siz geldiniz! Ne yapacağımı şaşırmıştım.” Genç, meselesini hocasına anlattı. Hocası da onu sıkıntıdan kurtaracak bir şekilde cevaplandırdı. O ândan sonra, talebesi olan bu gence dedi ki: “Ey genç. Ne vakit bir sıkıntıya düşersen şehre gel, benden sor! Beni buraya kadar yorma!” Muhyiddîn-i Arabî "kuddise sirruh" hazretleri, bu hâdiseyi anlattıktan sonra buyurdu ki: “Sâdık bir talebe, doğruluğu ve ihlâsı ile hocasını kendi yanına hareket ettirip getirmeğe muktedîr olabilir.”