Günümüzde rahatlıkla hissettiğimiz bir çok ailevi problemin temelinde, süs, gösteriş, desinler diye yapılan ölçüsüz harcamaların faturası yatmaktadır. Bu anlamda günümüzün çağdaş imkânlarından faydalanmanın yanında, geçmişte yaşayanların hayatları nazara alınırsa, çok daha mütevazi, ama mutlu aileler oluşacaktır. Zira dünyanın ve dünyalıkların "fânî" olduğunu hepimiz bilmekteyiz.
Aile, toplumun en küçük örneğidir. Dar anlamda anne, baba ve çocuklardan oluşmaktadır. Buna çekirdek aile denmektedir ve günümüzde giderek yaygınlaşmaktadır. Geniş anlamda ise büyükanne ve büyük babayı, hatta daha geniş anlamda aynı soydan gelenleri de katabiliriz bu oluşuma. O zaman adı geniş aile olmaktadır.
Toplumları oluşturan bu küçük örnek ne kadar sağlamsa, şüphesiz bunların oluşturduğu toplumlar, devletler de o oranda güçlü ve sağlıklıdır. Aile ne kadar huzurluysa, toplum da o derece huzurludur. Bu husus hemen her bakımdan söylenebilir. Yani sağlık, eğitim, ekonomi ve akla gelebilecek her konuda aileler, meydana getirdikleri toplumların küçük birer aynasıdırlar. Eğer aileler sağlıklıysa, bu insanların oluşturacakları cemiyetler de sağlıklı olacaklar. Eğer her aile evini ve çevresini temiz tutuyorsa, o beldenin ve dolayısıyla o ülkenin sokakları tertemiz olacaktır. Aile; cinsellik, neslin devamı, toplum huzuru, geleneklerin sürekliliği gibi bir çok görevi, otomatik olarak üstlenmiş bir kurumdur.
Günümüzde önemi daha da iyi anlaşılan aileye, bütün dinlerde büyük değer verildiğini görüyoruz. Gerek Musevilik, gerek Hıristiyanlık ve gerekse yüce dinimiz İslamiyet, aile müessesesine çok geniş yer vermiş ve toplumun bu önemli yapı taşı hakkında olabildiğince teferruata inilmiştir. Neslin devamı ve nefsin terbiyesi için evlenmenin lüzumundan tutun da, kiminle hangi şekilde evlilik yapılacağı, çocukların iyi birer insan olarak yetiştirilmesi için nelerin yapılması gerektiği, karıkoca hukuku, ebeveynçocuk hukuku, büyüklere ve akrabalara yardıma kadar günlük hayatta akla gelebilecek her husus aydınlatılmıştır.
AİLEDE ÇÖZÜLME
Ancak, bütün önemine rağmen dünyada sanayi toplumlarının oluşması ile birlikte ailede bir çözülmenin yaşandığını görmekteyiz. Özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra gelişmiş ülkelerde ilk zamanlar ekonomik açılımla birlikte aile kurumunun yıprandığı göze çarpmaktadır. Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri, zamanla bir tehlike unsuru olmaya yüz tutan bu çözülmeyi farkederek, derhal gerekli tedbirleri almaya başlamışlardır. Bu anlamda "aile politikaları" oluşturulmaya başlanmış, hatta bazı ülkelerde Aile Bakanlığı kurulmuştur.
Zira sözkonusu ülkelerde aile kurumu, sosyal, ekonomik ve psikolojik olarak tam bir dağılımın eşiğine gelmiş, boşanma oranları yüzde 50'lere kadar çıkmış, doğum oranları alabildiğince düşmüştür. Evet ülkemizde aile kurumu her şeye rağmen bu denli tehlike altında değildir. Bu, belki de millî ve manevî yapımızdan kaynaklanan bir mukavemetin ürünüdür; ancak eğer gerekli tedbirler alınmazsa, ileriye dönük olarak Türk ailesinin uğradığı erozyon da küçümsenemeyecek bir duruma gelir. Çünkü Batı toplumlarında doğum oranının hızla düşmesi ve dağılan aileler, tek ebeveynli aileler, uyuşturucu kullanımı gibi problemler yüzünden, ülkelerin gelecekleri tehlikeye düşmüş ve iş gücü hemen hemen kaybolmaya yönelmiştir.
Yeni bir asra girerken "aile"nin yüzyüze kaldığı tehlikeyi farkeden batı ülkeleri, geç de olsa hatalarını telafi etmenin yollarını aramaya başlamışlardır. Hatta bu çerçevede Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi gibi uluslararası kurumlar politikalar geliştirerek, üye ülkelere yardımcı olmaya çalışmışlardır. Yine bir uluslararası kuruluş olan Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), özellikle çocukların durumunun düzeltilmesi için dünya liderlerinin biraraya geldiği zirveler tertip etmiş ve çalışan, ezilen çocukların korunması yolunda kararlar çıkartmıştır. Birleşmiş Milletler 1994 yılını "Aile Yılı" ilan ederek, dünya genelinde aile konusunu yıl boyunca gündemde tuttu. Bu çerçevede çalışan annelerin şartları mümkün olduğunca düzeltilmiş, doğum teşvik edilmiştir.
NEREYE GİDİYORUZ?
Yukarıda da değindiğimiz gibi, Türk ailesi belki geleneksel ve manevî dinamikleri sayesinde Batı ülkelerindeki kadar deforme olmadı. Ancak, özellikle son yıllarda Türk aile sisteminde de önemli değişikliklerin olduğu bir gerçek. Büyükşehirlere göç, iletişim dünyasındaki hızlı gelişme, otokontrolsuz TV yayınları ve ekonomik şartlar, aile yapımızdaki farklılaşmaların yaşanmasında en önemli unsurlar olarak önümüze çıkmaktadırlar. Bu çerçevede gerek belirgin bir şekilde ortaya çıkan farklılaşmaların önüne geçilmesi ve gerekse globalleşen dünya düzeni içinde yer tutabilmek için gelişmiş ülkelerin aldığı kararlara uyum sağlanması çerçevesinde Türkiye'de de Aile Araştırma Kurumu kuruldu. Bu anlamda devlet politikalarının oluşturulması amacıyla 1990 yılında kurulan Aile Araştırma Kurumu, ilk yıllarında aktif faaliyetlerde bulunduysa da müteakip yıllarda ülkemizin siyasi kıskacı altında aktivitesini kaybetti. Kurum, kuruluş yıllarında tertip edilen Aile Şuraları ile geçici olarak da olsa dikkatleri "aile" kurumunun üzerine çekti. Ancak ilerleyen yıllarda bu dikkatlerin dağıldığını üzülerek de olsa gördük. GÖÇ, EĞİTİM VE EKONOMİK SORUNLAR
Gün geçmiyor ki, gazete sayfalarında ve TV ekranlarında bir aile dramına şahit olmayalım. Çocukları tarafından dövülen, gasp edilen ve hatta öldürülen annebaba haberleri içimizi burkuyor. Harçlık için babaannesinin "kefen parası" olarak yastık altında sakladığı altınlarını çalma senaryoları ile işlenen suçları sık sık medyadan takip etmekteyiz. Hatta zaman zaman gazete sayfalarının, aile cinayetleri sebebiyle kanrevan olduğunu görüyoruz.
Bu sosyal patlamanın temelinde yatan sebepler ise maalesef zamanla artış eğilimi göstermektedir. Ülkemizin nüfusunun büyük bir kısmı göç eğilimindedir ve bu akım artarak devam etmektedir. Son yıllarda bir takım "geri dönüş" tedbirleri alınsa da gerek ekonomik ve gerekse terör eylemleri dolayısıyla büyük illere göç devam etmektedir. Bu çerçevede en büyük göçü alan İstanbul ise bugün bir çok ülkenin bile nüfusunu geride bırakan rakamlara ulaşarak, yeni sorunlar yumağı oluşturmuştur. Aile Araştırma Kurumu araştırmalarına göre Türkiye'de 19351985 yılları arasında nüfusun yüzde 90'ı ilden ile göç etmiştir. Göçün sonucu olarak da büyük şehirlerde altyapıdan tutun da istihdama, barınmaya ve eğitime kadar bir dizi problem ortaya çıkmıştır. Zor şartlarda yaşama savaşı veren, çok zor iş imkânları ile ve çok sağlıksız barınma ortamlarında yaşayan aileler göz önüne alındığında, bu acı tablo bir kere daha kendisini gösterecektir.
Eğitim ise başlı başına bir konu. Her ne kadar eğitimle ilgili rakamları yukarıya çekmek maksadıyla zorunlu eğitim 8 yıla çıkarılsa bile; bırakın Anadolu'nun ücra köşelerini, başta İstanbul olmak üzere bir çok büyük ilde bile yüzlerce, binlerce çocuk imkânsızlık yüzünden okula gidemiyor. Körpecik yürekleriyle boyacılık yaparak, simit satarak "aile bütçesi" ne katkıda bulunmak durumunda olan çocukların ilerde oluşturacakları aileler ne kadar huzurlu ve mutlu olabilir? Kaldı ki okuma şansı bulan çocukların da ileriye dönük bir çok sorunu var. Vardiyalı ve ezbere dayalı eğitim sistemi, üniversiteye giriş, işsizlik korkusu vs... Son yıllarda okul önlerini mesken tutan beyaz zehir tacirleri ise eğitim yuvaları için başlı başına bir tehdit unsuru olmaktadırlar. Ancak herşeye rağmen, okula gitme imkânı olmayan çocukların yanında, onlar yine de şanslı sayılırlar.
Birbirine bağlı olarak ekonomik sorunlar ise ailelerin önündeki en önemli problemlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Başta barınma olmak üzere beslenme, eğitim, sağlık harcamaları, günümüzün zor şartları altında aileler için adeta kâbus olmaktadır. Eğer birde işsizlik gibi bir tehlike varsa, o halde o ailede huzur aramak nafile... Bütün bunlara rağmen, kıt kanaat geçinmek durumunda olan aile fertlerinin, aşırı reklam kıskacında tüketime yönlendirilmesi, toplum üzerinde tam bir psikolojik bunalım oluşturmaktadır.
Diğer taraftan aile içindeki önemli bir sıkıntı kaynağı da, maalesef evlerimizin başköşesini işgal eden televizyonlar olmaktadır. Otokontrol sisteminden mahrum, millî ve manevî hususlara riayet etmeyen yayınlar, maalesef özellikle çocuklar ve gençler üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır. Her ne kadar RTÜK tarafından "ahlâkî kurallara uyulmadığı" gerekçesiyle ekranlar sık sık karartılsa da; eğitim seviyesi düşük insanların büyük (!) ilgi gösterdiği şiddet ve cinsellik dolu bu programlar, sihirli kutudan genç beyinlere zehir enjekte etmeye devam etmektedirler. Eğitici ve belgesel nitelikli programların hemen hemen görülemediği ekranlar maalesef, "reyting" uğruna toplumumuzu uyuşturmaya devam ediyorlar. Bu çerçevede özellikle çocukların büyük ilgi gösterdikleri çizgi filmler de içerdikleri şiddet temaları ile çocukları olumsuz yönlendirmektedirler.
NELER YAPILABİLİR?
Allah’ü Tealâ’nın yarattığı eşrefi mahluk olan insan, eğer iyi bir eğitim alırsa, aşamayacağı hiç bir engel olamaz. O halde önümüze çıkan mesele, önce iyi bir eğitim. Eğer yetişen her nesle millî ve manevî değerlerle donatılmış kaliteli bir eğitim verilebilirse, o zaman gelecekten endişe etmek yersiz olur. Bu çerçevede, hâlen uygulanmakta olan "eğitim sistemi"nin yetersizliğini hemen herkes rahatlıkla ifade edebiliyor. Ancak her nedense gün gibi açık olan bu konuda, bir çok hususta olduğu gibi olumlu adımlar atılamıyor. Özellikle kişinin vicdanına yönelik olarak verilmesi icab eden dini eğitimin son derece zayıf olduğunu üzülerek ifade ediyoruz. Çünkü, insanları öncelikle yaradılış gâyesine uygun olarak, yaradanın istediği şekilde eğitmeliyiz. Bunun için de kişi öncelikle Allah Celle Celalühu’yu tanıyacak, Allah sevgisi ve Allah korkusunu bilecek. Müteakiben annebaba hakkı, akraba hakkı, karşılıklı saygı sevgi ve topluma karşı görevler öğretilecek insana. Eğer bunları yeteri kadar verebilirsek yeni yetişen nesillere, o zaman hiç bir evlat; bırakın cinayeti, annebabaya karşı "of" bile demeyecektir. Cemiyeti kemiren hırsızlık, uyuşturucu, şiddet gibi kötü davranışlar toplumda olmayacaktır. Dinimizin çok önem verdiği konulardan olan "kul hakkı"nın şuurlara yerleştirilmesi, toplumsal barışın ve hoşgörünün tesis edilmesinde büyük bir vazife yapmış olacaktır. Aile içi şiddet ortadan kalkacaktır. İnsanların her birinin başına birer kolluk kuvveti dikmenin mümkün olmadığı gerçeğini düşünürsek, verilecek olan dini terbiye ve eğitimin ne kadar büyük bir görev ifa ettiği ortaya çıkacaktır.
TÜKETİM ÇILGINLIĞI
YA DA İSRAF!
Sanayileşme ile ağırlığını hissettiren "tüketim toplumu" olma eğilimi, özellikle dar gelirli ailelerin en önemli problemlerinden birisi olmaktadır. Günümüzde büyük bir hızla yaygınlaşan iletişim vasıtalarının da marifetiyle reklam kıskacı altına alınan insanlar, adeta birer tüketim aracı haline getirilmişlerdir. Halbuki bu hal, ayağını yorganına göre uzatmayan insanlar için birer huzursuzluk ve hatta bunalım kaynağı olarak bir süre sonra karşısına çıkmaktadır. Yine günümüzde yaygınlaşan bir teknoloji ürünü olarak "kredi kartları" da bu anlamda tüketim çılgınlığını teşvik etmektedir.
Bu çerçevede, yüce dinimizin "israf"ı haram kıldığı, az ile yetinme, kanaatkârlık ve sabır konularındaki telkinleri, insanların dizginlenemeyen nefisleri için caydırıcı unsur olacaktır. Zira, günümüzde rahatlıkla hissettiğimiz bir çok ailevi problemin temelinde, süs, gösteriş, desinler için yapılan ölçüsüz harcamaların faturası yatmaktadır. Bu anlamda günümüzün çağdaş imkânlarından faydalanmanın yanında, geçmişte yaşayanların hayatları nazara alınırsa, çok daha mütevazi, ama mutlu aileler oluşacaktır. Zira dünyanın ve dünyalıkların "fânî" olduğunu hepimiz bilmekteyiz.
ÖNCÜLÜK GÖREVİ DEVLETİN
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız, aileyi ve dolayısıyla toplumu tehdit eden unsurlara karşı fert bazında alınabilecek tedbirler mutlaka faydalı olacaktır. Ancak, bir otorite ve yönlendirici olarak bu konuda esas görev devlete düşmektedir. Başta eğitim olmak üzere, göç, ekonomik meseleler, yayınların kontrolü ve benzeri konularda esas itibarıyla devlet gerekli tedbirleri almalıdır. Bu konuda oluşturulacak politikalar, toplumumuzun refahı ve geleceği için hayli önemlidir.
UZMAN GÖZÜYLE
“AİLE BAĞLARI ZAYIFLADI”
Ülkemizde son zamanlarda saldırganlık ve meseleleri kaba kuvvetle halletme eğiliminde bir artış görülmektedir. Bu çerçevede aile içi iletişimin kaybolduğunu ve aile bağlarının zayıfladığını görmekteyiz. Dolayısıyla, toplumun temel kurumu olan ailenin desteklenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Zira bu tür şiddet olaylarını ancak aileyi destekleyerek önleyebiliriz.
Şiddet olayının temelinde eğitimdeki aksaklıklar yatmaktadır. Çocuğun şiddet eğilimi çizgi filmlerdeki şiddet unsurunun hakimiyeti ile başlamakta ve yer yer şiddete dayalı eğitimle desteklenmektedir. Ayrıca adli sistemdeki aksaklıklar da bunu artırmaktadır. Bu da aile içi şiddeti üzücü boyutlara taşımaktadır.
Hal böyle olunca maalesef, aile içinde iletişimin kaybolduğunu, sıcak ortamın yokolduğunu ve aile bağlarının zayıfladığını görüyoruz. Halbuki aile toplumun temelidir ve toplumun mutluluk ve huzuru ailenin sağlamlığı ile paraleldir. Bu sebeple tekrar diyoruz ki, ailenin desteklenmesi, aile düşmanı akımlarla mücadele edilmesi, ülkemiz insanının geleceği açısından büyük bir öneme sahiptir.
Aile, toplumun en küçük örneğidir. Dar anlamda anne, baba ve çocuklardan oluşmaktadır. Buna çekirdek aile denmektedir ve günümüzde giderek yaygınlaşmaktadır. Geniş anlamda ise büyükanne ve büyük babayı, hatta daha geniş anlamda aynı soydan gelenleri de katabiliriz bu oluşuma. O zaman adı geniş aile olmaktadır.
Toplumları oluşturan bu küçük örnek ne kadar sağlamsa, şüphesiz bunların oluşturduğu toplumlar, devletler de o oranda güçlü ve sağlıklıdır. Aile ne kadar huzurluysa, toplum da o derece huzurludur. Bu husus hemen her bakımdan söylenebilir. Yani sağlık, eğitim, ekonomi ve akla gelebilecek her konuda aileler, meydana getirdikleri toplumların küçük birer aynasıdırlar. Eğer aileler sağlıklıysa, bu insanların oluşturacakları cemiyetler de sağlıklı olacaklar. Eğer her aile evini ve çevresini temiz tutuyorsa, o beldenin ve dolayısıyla o ülkenin sokakları tertemiz olacaktır. Aile; cinsellik, neslin devamı, toplum huzuru, geleneklerin sürekliliği gibi bir çok görevi, otomatik olarak üstlenmiş bir kurumdur.
Günümüzde önemi daha da iyi anlaşılan aileye, bütün dinlerde büyük değer verildiğini görüyoruz. Gerek Musevilik, gerek Hıristiyanlık ve gerekse yüce dinimiz İslamiyet, aile müessesesine çok geniş yer vermiş ve toplumun bu önemli yapı taşı hakkında olabildiğince teferruata inilmiştir. Neslin devamı ve nefsin terbiyesi için evlenmenin lüzumundan tutun da, kiminle hangi şekilde evlilik yapılacağı, çocukların iyi birer insan olarak yetiştirilmesi için nelerin yapılması gerektiği, karıkoca hukuku, ebeveynçocuk hukuku, büyüklere ve akrabalara yardıma kadar günlük hayatta akla gelebilecek her husus aydınlatılmıştır.
AİLEDE ÇÖZÜLME
Ancak, bütün önemine rağmen dünyada sanayi toplumlarının oluşması ile birlikte ailede bir çözülmenin yaşandığını görmekteyiz. Özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra gelişmiş ülkelerde ilk zamanlar ekonomik açılımla birlikte aile kurumunun yıprandığı göze çarpmaktadır. Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri, zamanla bir tehlike unsuru olmaya yüz tutan bu çözülmeyi farkederek, derhal gerekli tedbirleri almaya başlamışlardır. Bu anlamda "aile politikaları" oluşturulmaya başlanmış, hatta bazı ülkelerde Aile Bakanlığı kurulmuştur.
Zira sözkonusu ülkelerde aile kurumu, sosyal, ekonomik ve psikolojik olarak tam bir dağılımın eşiğine gelmiş, boşanma oranları yüzde 50'lere kadar çıkmış, doğum oranları alabildiğince düşmüştür. Evet ülkemizde aile kurumu her şeye rağmen bu denli tehlike altında değildir. Bu, belki de millî ve manevî yapımızdan kaynaklanan bir mukavemetin ürünüdür; ancak eğer gerekli tedbirler alınmazsa, ileriye dönük olarak Türk ailesinin uğradığı erozyon da küçümsenemeyecek bir duruma gelir. Çünkü Batı toplumlarında doğum oranının hızla düşmesi ve dağılan aileler, tek ebeveynli aileler, uyuşturucu kullanımı gibi problemler yüzünden, ülkelerin gelecekleri tehlikeye düşmüş ve iş gücü hemen hemen kaybolmaya yönelmiştir.
Yeni bir asra girerken "aile"nin yüzyüze kaldığı tehlikeyi farkeden batı ülkeleri, geç de olsa hatalarını telafi etmenin yollarını aramaya başlamışlardır. Hatta bu çerçevede Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi gibi uluslararası kurumlar politikalar geliştirerek, üye ülkelere yardımcı olmaya çalışmışlardır. Yine bir uluslararası kuruluş olan Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), özellikle çocukların durumunun düzeltilmesi için dünya liderlerinin biraraya geldiği zirveler tertip etmiş ve çalışan, ezilen çocukların korunması yolunda kararlar çıkartmıştır. Birleşmiş Milletler 1994 yılını "Aile Yılı" ilan ederek, dünya genelinde aile konusunu yıl boyunca gündemde tuttu. Bu çerçevede çalışan annelerin şartları mümkün olduğunca düzeltilmiş, doğum teşvik edilmiştir.
NEREYE GİDİYORUZ?
Yukarıda da değindiğimiz gibi, Türk ailesi belki geleneksel ve manevî dinamikleri sayesinde Batı ülkelerindeki kadar deforme olmadı. Ancak, özellikle son yıllarda Türk aile sisteminde de önemli değişikliklerin olduğu bir gerçek. Büyükşehirlere göç, iletişim dünyasındaki hızlı gelişme, otokontrolsuz TV yayınları ve ekonomik şartlar, aile yapımızdaki farklılaşmaların yaşanmasında en önemli unsurlar olarak önümüze çıkmaktadırlar. Bu çerçevede gerek belirgin bir şekilde ortaya çıkan farklılaşmaların önüne geçilmesi ve gerekse globalleşen dünya düzeni içinde yer tutabilmek için gelişmiş ülkelerin aldığı kararlara uyum sağlanması çerçevesinde Türkiye'de de Aile Araştırma Kurumu kuruldu. Bu anlamda devlet politikalarının oluşturulması amacıyla 1990 yılında kurulan Aile Araştırma Kurumu, ilk yıllarında aktif faaliyetlerde bulunduysa da müteakip yıllarda ülkemizin siyasi kıskacı altında aktivitesini kaybetti. Kurum, kuruluş yıllarında tertip edilen Aile Şuraları ile geçici olarak da olsa dikkatleri "aile" kurumunun üzerine çekti. Ancak ilerleyen yıllarda bu dikkatlerin dağıldığını üzülerek de olsa gördük. GÖÇ, EĞİTİM VE EKONOMİK SORUNLAR
Gün geçmiyor ki, gazete sayfalarında ve TV ekranlarında bir aile dramına şahit olmayalım. Çocukları tarafından dövülen, gasp edilen ve hatta öldürülen annebaba haberleri içimizi burkuyor. Harçlık için babaannesinin "kefen parası" olarak yastık altında sakladığı altınlarını çalma senaryoları ile işlenen suçları sık sık medyadan takip etmekteyiz. Hatta zaman zaman gazete sayfalarının, aile cinayetleri sebebiyle kanrevan olduğunu görüyoruz.
Bu sosyal patlamanın temelinde yatan sebepler ise maalesef zamanla artış eğilimi göstermektedir. Ülkemizin nüfusunun büyük bir kısmı göç eğilimindedir ve bu akım artarak devam etmektedir. Son yıllarda bir takım "geri dönüş" tedbirleri alınsa da gerek ekonomik ve gerekse terör eylemleri dolayısıyla büyük illere göç devam etmektedir. Bu çerçevede en büyük göçü alan İstanbul ise bugün bir çok ülkenin bile nüfusunu geride bırakan rakamlara ulaşarak, yeni sorunlar yumağı oluşturmuştur. Aile Araştırma Kurumu araştırmalarına göre Türkiye'de 19351985 yılları arasında nüfusun yüzde 90'ı ilden ile göç etmiştir. Göçün sonucu olarak da büyük şehirlerde altyapıdan tutun da istihdama, barınmaya ve eğitime kadar bir dizi problem ortaya çıkmıştır. Zor şartlarda yaşama savaşı veren, çok zor iş imkânları ile ve çok sağlıksız barınma ortamlarında yaşayan aileler göz önüne alındığında, bu acı tablo bir kere daha kendisini gösterecektir.
Eğitim ise başlı başına bir konu. Her ne kadar eğitimle ilgili rakamları yukarıya çekmek maksadıyla zorunlu eğitim 8 yıla çıkarılsa bile; bırakın Anadolu'nun ücra köşelerini, başta İstanbul olmak üzere bir çok büyük ilde bile yüzlerce, binlerce çocuk imkânsızlık yüzünden okula gidemiyor. Körpecik yürekleriyle boyacılık yaparak, simit satarak "aile bütçesi" ne katkıda bulunmak durumunda olan çocukların ilerde oluşturacakları aileler ne kadar huzurlu ve mutlu olabilir? Kaldı ki okuma şansı bulan çocukların da ileriye dönük bir çok sorunu var. Vardiyalı ve ezbere dayalı eğitim sistemi, üniversiteye giriş, işsizlik korkusu vs... Son yıllarda okul önlerini mesken tutan beyaz zehir tacirleri ise eğitim yuvaları için başlı başına bir tehdit unsuru olmaktadırlar. Ancak herşeye rağmen, okula gitme imkânı olmayan çocukların yanında, onlar yine de şanslı sayılırlar.
Birbirine bağlı olarak ekonomik sorunlar ise ailelerin önündeki en önemli problemlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Başta barınma olmak üzere beslenme, eğitim, sağlık harcamaları, günümüzün zor şartları altında aileler için adeta kâbus olmaktadır. Eğer birde işsizlik gibi bir tehlike varsa, o halde o ailede huzur aramak nafile... Bütün bunlara rağmen, kıt kanaat geçinmek durumunda olan aile fertlerinin, aşırı reklam kıskacında tüketime yönlendirilmesi, toplum üzerinde tam bir psikolojik bunalım oluşturmaktadır.
Diğer taraftan aile içindeki önemli bir sıkıntı kaynağı da, maalesef evlerimizin başköşesini işgal eden televizyonlar olmaktadır. Otokontrol sisteminden mahrum, millî ve manevî hususlara riayet etmeyen yayınlar, maalesef özellikle çocuklar ve gençler üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır. Her ne kadar RTÜK tarafından "ahlâkî kurallara uyulmadığı" gerekçesiyle ekranlar sık sık karartılsa da; eğitim seviyesi düşük insanların büyük (!) ilgi gösterdiği şiddet ve cinsellik dolu bu programlar, sihirli kutudan genç beyinlere zehir enjekte etmeye devam etmektedirler. Eğitici ve belgesel nitelikli programların hemen hemen görülemediği ekranlar maalesef, "reyting" uğruna toplumumuzu uyuşturmaya devam ediyorlar. Bu çerçevede özellikle çocukların büyük ilgi gösterdikleri çizgi filmler de içerdikleri şiddet temaları ile çocukları olumsuz yönlendirmektedirler.
NELER YAPILABİLİR?
Allah’ü Tealâ’nın yarattığı eşrefi mahluk olan insan, eğer iyi bir eğitim alırsa, aşamayacağı hiç bir engel olamaz. O halde önümüze çıkan mesele, önce iyi bir eğitim. Eğer yetişen her nesle millî ve manevî değerlerle donatılmış kaliteli bir eğitim verilebilirse, o zaman gelecekten endişe etmek yersiz olur. Bu çerçevede, hâlen uygulanmakta olan "eğitim sistemi"nin yetersizliğini hemen herkes rahatlıkla ifade edebiliyor. Ancak her nedense gün gibi açık olan bu konuda, bir çok hususta olduğu gibi olumlu adımlar atılamıyor. Özellikle kişinin vicdanına yönelik olarak verilmesi icab eden dini eğitimin son derece zayıf olduğunu üzülerek ifade ediyoruz. Çünkü, insanları öncelikle yaradılış gâyesine uygun olarak, yaradanın istediği şekilde eğitmeliyiz. Bunun için de kişi öncelikle Allah Celle Celalühu’yu tanıyacak, Allah sevgisi ve Allah korkusunu bilecek. Müteakiben annebaba hakkı, akraba hakkı, karşılıklı saygı sevgi ve topluma karşı görevler öğretilecek insana. Eğer bunları yeteri kadar verebilirsek yeni yetişen nesillere, o zaman hiç bir evlat; bırakın cinayeti, annebabaya karşı "of" bile demeyecektir. Cemiyeti kemiren hırsızlık, uyuşturucu, şiddet gibi kötü davranışlar toplumda olmayacaktır. Dinimizin çok önem verdiği konulardan olan "kul hakkı"nın şuurlara yerleştirilmesi, toplumsal barışın ve hoşgörünün tesis edilmesinde büyük bir vazife yapmış olacaktır. Aile içi şiddet ortadan kalkacaktır. İnsanların her birinin başına birer kolluk kuvveti dikmenin mümkün olmadığı gerçeğini düşünürsek, verilecek olan dini terbiye ve eğitimin ne kadar büyük bir görev ifa ettiği ortaya çıkacaktır.
TÜKETİM ÇILGINLIĞI
YA DA İSRAF!
Sanayileşme ile ağırlığını hissettiren "tüketim toplumu" olma eğilimi, özellikle dar gelirli ailelerin en önemli problemlerinden birisi olmaktadır. Günümüzde büyük bir hızla yaygınlaşan iletişim vasıtalarının da marifetiyle reklam kıskacı altına alınan insanlar, adeta birer tüketim aracı haline getirilmişlerdir. Halbuki bu hal, ayağını yorganına göre uzatmayan insanlar için birer huzursuzluk ve hatta bunalım kaynağı olarak bir süre sonra karşısına çıkmaktadır. Yine günümüzde yaygınlaşan bir teknoloji ürünü olarak "kredi kartları" da bu anlamda tüketim çılgınlığını teşvik etmektedir.
Bu çerçevede, yüce dinimizin "israf"ı haram kıldığı, az ile yetinme, kanaatkârlık ve sabır konularındaki telkinleri, insanların dizginlenemeyen nefisleri için caydırıcı unsur olacaktır. Zira, günümüzde rahatlıkla hissettiğimiz bir çok ailevi problemin temelinde, süs, gösteriş, desinler için yapılan ölçüsüz harcamaların faturası yatmaktadır. Bu anlamda günümüzün çağdaş imkânlarından faydalanmanın yanında, geçmişte yaşayanların hayatları nazara alınırsa, çok daha mütevazi, ama mutlu aileler oluşacaktır. Zira dünyanın ve dünyalıkların "fânî" olduğunu hepimiz bilmekteyiz.
ÖNCÜLÜK GÖREVİ DEVLETİN
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız, aileyi ve dolayısıyla toplumu tehdit eden unsurlara karşı fert bazında alınabilecek tedbirler mutlaka faydalı olacaktır. Ancak, bir otorite ve yönlendirici olarak bu konuda esas görev devlete düşmektedir. Başta eğitim olmak üzere, göç, ekonomik meseleler, yayınların kontrolü ve benzeri konularda esas itibarıyla devlet gerekli tedbirleri almalıdır. Bu konuda oluşturulacak politikalar, toplumumuzun refahı ve geleceği için hayli önemlidir.
UZMAN GÖZÜYLE
“AİLE BAĞLARI ZAYIFLADI”
Ülkemizde son zamanlarda saldırganlık ve meseleleri kaba kuvvetle halletme eğiliminde bir artış görülmektedir. Bu çerçevede aile içi iletişimin kaybolduğunu ve aile bağlarının zayıfladığını görmekteyiz. Dolayısıyla, toplumun temel kurumu olan ailenin desteklenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Zira bu tür şiddet olaylarını ancak aileyi destekleyerek önleyebiliriz.
Şiddet olayının temelinde eğitimdeki aksaklıklar yatmaktadır. Çocuğun şiddet eğilimi çizgi filmlerdeki şiddet unsurunun hakimiyeti ile başlamakta ve yer yer şiddete dayalı eğitimle desteklenmektedir. Ayrıca adli sistemdeki aksaklıklar da bunu artırmaktadır. Bu da aile içi şiddeti üzücü boyutlara taşımaktadır.
Hal böyle olunca maalesef, aile içinde iletişimin kaybolduğunu, sıcak ortamın yokolduğunu ve aile bağlarının zayıfladığını görüyoruz. Halbuki aile toplumun temelidir ve toplumun mutluluk ve huzuru ailenin sağlamlığı ile paraleldir. Bu sebeple tekrar diyoruz ki, ailenin desteklenmesi, aile düşmanı akımlarla mücadele edilmesi, ülkemiz insanının geleceği açısından büyük bir öneme sahiptir.