Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Yazmak (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
YAZMAK
Dr. Hakkı Açıkalın
Tarihî mânâda;
Tarih insan aksiyonundan azâde műcerred bir vetire degildir. O, merkezinde insan-halife olan, dűnyevî mahiyeti itibârıyla ideolojik bir kategoridir. Biz, dinamik tarihi meydana getirme-geliştirme mes’uliyetimiz zâviyesinden bakarız olaylara ve olgulara. Ve bu cűmleden olarak deriz ki, istikbâldeki âlemşumŭl műcâdelenin çerçevesini İslâm belirleyecek ve bu műcâdelenin őznesi de Műslűmanlar olacaktır. Őznenin de őznesi yani ‘mim’in ‘mim’i ise İbda fikriyatıdır ve bu fikriyatın kemendiyle Tarih’i İslâm limanına rabtetmek gibi çok yűce ve bir o kadar da meşakkatli bir mukaddes ődevle karşı karşıyayız. Evet tarih sűreçleri yaban atları gibidirler, yakalayabildiğin őlçűde hâkim olursun, tahakkűm edersin. Aksi hâlde kemend kendi boynuna geçer.
Bu műcâdelenin hayli şiddetli geçeceğini sőylemek için kâhin olmaya gerek yok. Bőyle bir tarihi yapabilmek ve yazabilmek için en pasif fert’ten kűçűk bir topluluğa, cemaate ve nihâyet topyekŭn műcâdele organizasyonuna kadar bűtűn kademelerde ideal veyahut műnâsip bir ideolojik-siyâsî ve fizikî techizat ve hareket tarzı bilâ kayd-u şarttır. Bőyle bir vetirede, sıradan-basit birey veya yapıların tarihî bir netice elde etmeleri műmkűn olamaz. Cumhuriyet tarihi diliminde yaşanan pratik bunu yűzűműze vurmuş, tâbir-i âmiyâne ile ifâde etmek gerekirse ‘façamızı bozmuştur’. Cumhuriyet bıçağının parçalamaya çalıştığı suretimizin, kendini yeniden ve műkemmel bir estetikle űretmesi/rejenere etmesi için gerekli olan olan tarihî neşterler, Űstad ve Kumandan tarafından imâl edilmiş olup altına yatmamızı beklemektedirler. Eski deriyi atmamızın zamanı çoktan gelip geçmektedir.
Tarih bazı dőnemlerde şerire bir de kanat takar, silahlarını daha da geliştirir fakat bu sűreçler asla irreversible (geri dőnűşsűz) değildir. Mutlaka bir Musa çıkar ve şeririn kanatlarını yakar. İşte Musa’yı ve onun misyonunu teşhir etmek için yapılabilecek asgarî iş yazmaktır, şűbhesiz yazmak yeterli değildir, belirleyici olan yapmaktır aynı Historiografi’nin (Tarih Yazımı) yer yer yetersiz ve çarpıtıcı ve Historurgia’nın (Tarih Yapımı) ise műşahhas ve belirleyici olması gibi. Yazı ancak ete kemiğe bűrűnűnce mânâ kazanır, o nedenle İbda pratiğinin devri artık gelmiştir, yazı ise bu pratiğin vazgeçilmez ve ayrılmaz bir parçası olmaya devam edecektir, o nedenle yazmaya ve heyecanı diri tutmaya devam…

Sahte bilimsellik dayatmasına karşı başkaldırmak mânâsına;
Bilimin kıymeti tâ Antik Yunan’dan, Eski Hint ve Çin’den, Mezopotamya’dan ve İslâm medeniyetinin başından beri tartışılmış, gűnűműze kadar da sayısız değişik fikir (fikir ayrılığı) ortaya atılmış ve bu tartışmalar, gűnűműzde çok daha derinleşmiştir. Bir yanda, bilimi yeni bir din olarak lanse ederek onu hayatın en gűvenilir rehberi, hakikatin tek yolu, yanılmaz-tartışılmaz, eleştirilmez bir modern tabu olarak kabul edenler diğer yanda ise onu tamamen zararlı sayanlar ortaya çıkmış ve tartışmanın çerçevesi daralmış ve sűnműştűr. Bilimin bugűnkű durumu, mânâ yoluna yeni girmiş bir műridin her yeni őğrendiği şeyden sonra havalanıp kendini bűyűk műrşid zannetmesine ve bazen de burnundan kıl aldırmamasına benzemektedir. Neredeyse 100 yıl boyunca acı biber’in mide-barsak űlserlerinde kontrendike (karşı tesirli, azdırıcı, yasak, kullanılamaz, uygulanamaz) olduğu dayatıldı, mide problemleri olanlar bilirler, onlara ilk sőylenen şey sakın acı (biber) yemeyin, mideniz delinir olurdu. Bundan 15 yıl kadar evvel ise yapılan araştırmalar da ise acı biber zararlı değil aksine mide űlserinin şifasıymış kararına varıldı ve artık ilâç olarak tavsiye ediliyor/kullanılıyor. Yine mide-barsak űlserinde, yıllarca sebeb olarak gősterilen acı âmilinin yerini hiç beklenilmeyen bir âmil olarak HP (Heliobacter Pylori) isimli bir bakteri aldı. Çok somut olduğu için bu misali veriyorum. Haydi buyurun, kendini sűrekli geliştirmek ve billurlaştırmak gibi bir misyonu olan bilimin iki de bir ‘ben kusursuzum, hatasızım, ilâhım’ iddiasında bulunması hem mânâsız hem de tehlikelidir. Tehlikelidir zirâ bu tarzın sonucunda bilim ideoloji hâline gelmekte ve hâkim gűçlerin elinde bir tahakkűm ve sőműrű vasıtasına dőnűşmektedir. Onun için Yahudi bilimi biçiminde tanımlıyoruz yani tűccarların ideolojisi oluyor, onların elinde çok rafine bir ideolojik silaha dönűşűyor. Bűyűk bir çoğunlukla da İslâm topraklarında sanki ‘irtica’nın ilâcı imiş, iksiriymiş gibi takdim ediliyor. Bu tezgâha gelen Műslűmanlar’ın sayısı da hayli fazla. Şimdi yine bana kızanlar olacak, sen sanki tezgâha gelmiyor musun diyenler olacak. Fakat ben ısrarla tekrar ediyorum; tezgâha gelmemek için okuyup yazmış olmak, master/doktora yapıp akademik unvanlara sahib olmak hattâ Batı’da eğitilmek yetmiyor. Tâ çocukluğundan beri onların kűltűrűnű, hayatını teneffűs edip İslâm’la ânı ânına mukayese edip sıcak enstantaneler devşirmek ve bunları bir hayat bilgisi kitabına sığdırmak ve bu bilgiyi devamlı kılmak gerekiyor. Tűrkiye’de ve hattâ dűnyada bunu becerebilen insan ve/veya çevre sayısı çok azdır, bilginin bir kanadı mutlaka kırık-aksaktır. İki kanadın da sağlam olduğu tek fikir İbda, iki adam da Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’dur. Onlardan birincisi akılalmaz bir dâhî simyacı, her ân çőzűmlűyor, imbikten geçiriyor ve Allah’ın verdiği bűyűk rasatçılık istidadıyla, aldığı Batı kűltűrűyle Şer’î ve tasavvufî derunîliğini műtemadiyyen mukayese edip ideal fikir alaşımını keşfediyor ve oradan da en değerli fikir műcevherlerini elde ediyor, âdeta bir sihirbaz. İkincisi ise sezgi ve tecrid dehâsı. Sezginin bu kadar ileri olduğu bir beyinde hiçbir inaktif nokta olamaz, binbir bariyerli binbir labirentli beynin dűnyanın en ileri sezgi gűçlerinden biriyle yűrűmesi műdhiş bir enerji doğuruyor ve bu enerji bűtűn cűrufları arıtıyor. Kanatlı Kaplan’dır O! Bu iki nur’un aydınlattığı yerde kudret vardır, ilm vardır, ruh vardır, canlılık vardır ve terakki vardır. İbda bu yőnűyle bir bilim mektebidir. Sokratis, Platon, Zinon başkaldırmışsa tűm sahte bilim hokkabazlıklarına biz de başkaldıracağız. Sigmund Freud’űn, Samuel Charles Darwin’in zırvalarını reddedeceğiz çűnkű onlar ve onlar gibi daha niceleri yahudi ‘bilimi’nin militanları ve ideologlarıdır ve kendi açılarından ideallerine sahib çıkma bağlamında haklıdırlar ama bize nisbetle konumları dűşmandır. İki bűyűk zırhlı beyin bizi diğer Műslűmanlar’ın içine dűştűğű/dűşeceği tehlikeden muhafaza ediyor. Bu bir nűans değil bir yardır, uçurumdur.
Yukarıda da belirttiğimiz űzere hadise sâdece, bilimin ahlâkı, dini, san’at ve kűltűrű, edebiyatı, entellektűaliteyi iğdiş etmesi ve yozlaştırması değil, bizzat pűr (saf) bilimsel mevzulardaki iç çelişkilerdir ki bunların çoğu siyâsî-ideolojik ve ekonomik altűstoluşlara yol açacağı için gizli kalır. İsteyenler ekologlara, biyologlara, zoologlara, farmakologlara vs. sorsun, nelerin hasıraltı edildiğini ve dudakları uçuklasın. Bilim adamlarının bizzat kendileri şunu reddetmiyorlar; bilimin teknolojideki uygulamalarının yol açtığı endűstriyel nizamda, beşeriyetin binyılların derinliklerinden sűzűlűp gelen entelektűel, ahlâkî ve san’atsal değerler sűr’atle kaybolmakta, yerlerini kőksűz, mânâ bűtűnlűk ve derunîliğinden mahrum ve rengârenk kelebekler misâli hoş ama geçici birtakım davranış, dűşűnme ve his biçimleri almaktadır. Bilim, insanların gűya daha rahat ve gűvenli yaşamaları için birçok kolaylık sağlıyor ancak bu doğru olsa bile, daha ziyâde onun toptan imhâsını da beraberinde őngőrűyor. Bilim materyalisttir, kainât Allah’la değil, nedeni yine tabiatta bulunan mekanik kuvvet ve hareketlerle izah edilir. Bu, ruh’un ve dolayısıyla insan varlığının inkârıdır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
José Ortega y Gasset, ‘Kitlelerin İsyânı’ isimli eserinde ‘Bilim Adamı’nı şőyle tanımlıyor:
"Herhangi bir bilim adamı, yığın-adam’ın tam bir prototipidir. Onun bu hususiyeti ne tesâdűfle, ne de ferdî kifâyetsizlik gibi bir nedenle izah edilebilir; onu bir ‘yığın-adamı’, bir ilkel varlık veya modern bir barbar yapan şey dűpedűz bilimin kendisidir. Tecrűbî bilim ilerlemesini şaşırtıcı bir derecede alelâde, hattâ alelâdenin de altında olan kimselerin çalışmasına borçludur. Demek oluyor ki, modern bilim hiçbir hususiyeti olmayan sıradan insanların çalıştıkları, başarılı neticeler elde edebildikleri bir alandır. Bunun nedenini, yeni bilimin ve temsil ettiği medeniyetin hem bűyűk avantajı hem de çok ciddî tehlikesi olan mekanizasyonda (makineleşme) aramak gerekir. Fizik veya biyolojideki çalışmaların oldukça műhim bir bőlűműnű herkesin (hemen hemen herkesin) becerebileceği mekanik tűrden işler oluşturmaktadır. Bu işlerde gőz kamaştırıcı birçok neticelere de ulaşılabilir. Belli bir alanın uzmanına entelektűel diyemeyiz; çűnkű o (istisnaî hâller hariç) kendi dar alanına girmeyen hiçbirşeyi (veya kavramı) bilmez. Fakat ona ‘cahil’ de diyemeyiz zira o bir ‘bilim adamı’dır, meselâ kainâtın en kűçűk bir parçasını iyi bilir. Ona belki de ‘bilen cahil’ demek en yakışanıdır. Bilim adamı dediğimiz kimselerin siyâset, san’at, din, felsefe gibi mevzularda ve hayatın tűm genel mes’eleleri karşısında ne kadar zavallı kaldıklarını isteyen herkes gőzleyebilir".
Katı bilimciliğin, sahte bilimin, bilimperestliğin, bilimden çok bilimciliğin, ‘bilimselcilik’e dayalı aşağılık kompleksinin, yahudi bilimi ideoojisinin, bilim sosuna batırılmış laikçi hıyânetin zokasını yutmamak ve çaparisine takılmamak için yazmak, onun için kafa gőz yara yara da olsa yazacağız. Kűrtler’in ‘Berxwedan Jiyâne’ (Yaşamak direnmektir) şiarı gibi, ‘Yazmak direnmektir’ diyoruz. Yazmayan direnemez.

İdeolojık-siyâsî propaganda vasıtası olarak;
Yazı en eski propaganda vasıtalarından biridir. Binyıllardır kullanılagelmiştir ve bir o kadar daha kullanılacağı konusunda kimsenin şübhesi olmasın. Tarihe şöyle bir gözatıldığında, büyük sıçramaların arkasında yazarlar, şairler, entellektüeller âdeta bir sosyal militan rolü oynamışlar ve tarihî sıçramalara vesile olmuşlardır. Meselâ, Che Guevera Kongo’daki devrimcileri eğitmek üzere 200 arkadaşıyla birlikte Kongo’ya gidişini, Laurent Desirée Kabila (sonradan Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin başına geçti) denen adamın ne kadar lakayd, soytarı, ciddiyetsiz ve disiplinsiz, ülküsüz bir adam olduğunu, devrimcilikle bir ilgisinin olmadığını, alkolik ve menfaatperest bir şahıs olduğunu, Kongolu devrimci militanların da (çoğunun) talancı-yağmacı ve mütecaviz insanlar olduğunu, sonunda bu insanları eğitmenin mümkün olmadığını daha sonra yayınlanan ‘Hiçbir yerde olmadığım yıl’ adlı eserde anlatmış ve bazı gerçekleri açığa çıkarmıştır. Bu sâdece bir hatırat kitabı değil aynı zamanda bir dönemin hakikatine ışık tutması açısından da çok mühimdir zira, 3. Cebhe olarak da adlandırılan Kara Afrika devrim cebhesi Che’nin yaklaşık bir yıllık tecrübesiyle sâkıt olmuş ve bu cebhe kapanmıştır. Tartışmalı da olsa hâlâ Kara Afrika’da diğer alanlara göre bir ‘Devrim’ vetiresi olasılığı çok zayıftır. Yani Che, kalemiyle de (silahıyla beraber) tarihin belli bir dönemine imza atmıştır, yani askerî militanlığının yanısıra Che aynı zamanda sosyal bir militandır da, Jean-Paul Sartre da, Cezayir savaşı sırasında De Gaulle’e açıktan tavır alarak Paris’te 1 milyon kişiyi yürütebilmiş ve ona ‘Dünyada bir tane Sartre var, onu durdurmayın!’ dedirtebilmiştir. Sartre’ı Sartre yapan da kalemidir, yani o da bir sosyal militandır. Üstad, Kumandan ve diğer İbda kadroları yazmasalardı, bu devâsa külliyat oluşur muydu? Neyin üzerine siyâset yapardık, ya da yapabilir miydik? İnsanları cesâretlendirebilir miydik? Her platformda konuşabilir miydik? Fincancı katırlarını ürkütebilir miydik? İdeolojimizi, ideallerimizi, dertlerimizi, gelecek hedeflerimizi hattâ hattâ aşklarımızı, sevgilerimizi, ihtirasımızı, ambiansımızı, tutkumuzu, iddiamızı, hissiyatımızı, nefret ve öfkemizi başkalarına anlatabilir miydik? Propagandamızı yapabilir miydik? Farkımızı ortaya koyabilir miydik? Emeğimizi ve çabamızı paylaşabilir miydik? Gözyaşlarımızla kâğıtları ıslatabilir miydik? Davamızı dile getirebilir miydik? Şehitlerimizi anabilir miydik? Hayır tabiî ki, haykıramazdık bütün bunları. Kansız devrim olmaz denir, doğrudur ancak kalemsiz-yazısız ve edebiyatsız hiç olmaz, Teorisiz, ideolojisiz, kalemsiz devrim düşünülemez. İşte bunları kitlelere yansıtmanın en mühim ve en etkin aracı yazıdır. Bu vasıtayı mutlaka ve mutlaka ve en kuvvetli bir biçimde kullanacağız. Çok klasik deyiştir ama etkisi hâlâ çok yükek: Verba volem, scripta manem yani ‘Söz uçar yazı kalır’.

Lűmpenizmi teşhir ve tel’in etme mânâsına;
Bâtıl ve tağutu tahrib ve tasfiye etmek bűyűk bir emek-aksiyon ve çaba işidir ve şanlı bir yűrűyűşű gerektirir. Hakkın ihyâ ve ibdaı bu hareketin aslî momentumunu oluşturur. Mukaddes değerlerin beşeri yűceltici enerjisi böylece ortaya çıkar. Âlemi şereflendirecek en bűyűk aksiyon İslâm inkılâbıdır. Yine beşeriyete yapılabilecek en bűyűk hizmet de, inkılâb műcâdelesini yűkseltmektir. Bunun zıd kutbunda ise emeksizlik-aksiyonsuzluk moda deyimle lűmpenlik oturur. Emekle-aksiyonla tűm bağlarını koparıp yűce değerlerin önűnű kapatmak, ışığını karartmaya çalışmak ve dahi onların űzerinde yűkselmeye çalışmak ahlâksızlığın, alçaklığın, pespâyeliğin, şerefsizliğin ve ihânetin eşdeyişle lűmpenliğin en belirgin hususiyetidir.
Mevcut nizamın lűmpen ideolojisinden ciddî nisbette etkilenen, onun őlçűleriyle şekillenen şahsiyet, inkılâb műcâdelesinin ve davanın őnűndeki en bűyűk ve en tehlikeli maniadır. İnkılâb vetiresi muazzam kıymetleri de ortaya çıkarırken, lűmpen şahsiyet tam bu noktada devreye girer/sokulur, inkılâb kıymetlerini fűtursuzca sabote etmeye yeltenir/eder. Kıymetleri ifsad etmek için, dejenere etmek için her tűrden gaspçılığa tevessűl eder ve sporlarını (tohumlarını) topluma eker. Binbir suretle karşımıza çıkar lűmpenizm; Futbol’la, fado’yla, envai çeşit fiesta, karnaval, faşing ve seremoniyle, yoz műzikle, televole-paparrazzi’yle, fuhuşla, kahvehâne ağzıyla, sahte mesih/mehdî’lerle, kurban-tűrban totolojileriyle, Brezilya-Meksika dizileriyle, Reha Muhtar’la, tűrbanlı şarkıcılarla ve daha nelerle…
Bu gaspçı, en kısa, en hileli ve namussuzca yollardan etki ve yetki sahibi olur. Dűzenin dejenere yaşamında lűmpenler, hiçbir emek-aksiyon ortaya koymadan halkı da uyuşturmak ve keyflerine âlet etmek suretiyle yűkselirler, bu vampirâne bir hayattır. Bu keyfe ulaşmak için her tűrlű dűşkűnlűğe, sefilliğe, kopukluğa, itliğe, desiseye, hayasızlığa, pisliğe bulaşır lűmpenler. Bu onların yaşam tarzıdır. İnkılâb gibi muazzam bir aksiyon vetiresinde farklı gőrűntűler altında da olsa aynı pratikleri sergilemenin ismi ‘Lűmpen pratik’tir.
Bu tip lűmpenlik, içtimaî lűmpenliğin çok ötesinde oldukça tehlikeli bir hâli ifâde eder. Bunlar műcâdelenin içinde her tűrlű sapmaya imzâ atarlar. Aksiyon vektörlerini dumura uğratıp sulandırmaya, pörsűtmeye ve nihâyet hareketsiz hâle getirip tasfiye etmeye műteallik herşeyi yaparlar. Fikriyatın ve aksiyonun toplumdaki tesiri ortaya çıktığında bunlar da menfur görevlerini ifaya soyunurlar. Bu mânâda lűmpenizm mağlubiyetin ve imhanın şartlarını hazırlar.
Phoenix misâli, kendi kűllerimizden kendimizi yeniden űretmeye kalkarken, lűmpenizm ideolojisinin kucağına dűşmek, onun dűmensuyuna girmek; tarihin spektakűler bir döneminde hakikati ıskalamak, tarihin binbir tuzağına dűşmek, ilmiğin boynumuza geçmesine izin vermek ve Allah’a karşı suç işlemek olur. Tam da ölűmcűl bir dengeye gelmişken lűmpenizm belâsıyla karşılaşmanın panzehiri onu ezmektir.
Lűmpen kişilik bizim műcâdelemize anlam veremez çűnkű onun değerleri gűdűkleşmiş, muhakeme kâbiliyeti körelmiş, nefsi tamamen şeytanın eline geçmiştir. O bir hadımdır, iğdiş edilmiş bir fizikî varlıktır, cesettir. O savaşamaz ve savaşanları da anlayamaz. Anlam veremedigi için de bűtűn değerleri manyakça bir insiyakla derdest eder, herşeyi tűketir. Műcâdelenin en kűçűk kazanımlarından tutun da en bűyűk ve stratejik varlıklarına kadar ne varsa tuz buz eder, canına okur.
Bizim kazanmaktan başka hiçbir seçeneğimiz olamaz, o nedenle yűrűyűşűműzűn őnűndeki temel manialardan biri olan lűmpenizmin beynini dağıtmaktan gayrı bir seçeneğimiz de yoktur. Kalemlerimizin ve namlularımızın sivri uçları ve parlayan yanakları lűmpenin yűreğini delip geçmedikçe rahat uyumak haramdır.
Akademya.org
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
VARLIK
İsus Theodoros
Yunanca’dan tercüme ve redaksiyon: Dr. Hakkı Açıkalın
Akademya’ya Doğru web sitesinin sürmanşetinde üç büyük ismin (Necip Fazıl-Salih Mirzabeyoğlu-İmam-ı Gazalî) "Varlık”la ilgili sözleri dikkatimi çekti (Hakkı Açıkalın bunları bana çevirdi). Birçok filozofun, ilâhiyatçının, bilim adamının kısacası eli kalem tutan ve düşünen herkesin üzerinde kafa yorduğu en önemli mevzu olan “Varlık Sorunu” anlaşılıyor ki, BD-İBDA fikriyatının da kaydadeğer bir parçasını teşkil ediyor. Eğer kabul ederseniz ben de kendi çapımda birşeyler söylemek isterim.
“Varlık” kavramının Yunanca karşılığı “İparksi” (İpo: Alt, aşağı, aşağıda ve Arho: İdâre etmek, yönetmek anlamında, “Arho” fiili ise Arhi (Başlangıçta olan, temel olan, ilk ilke, başlangıç ilkesi) kökünden geliyor. “İparho” fiili ise “Varolmak” mânâsına). Kaba (kelime kelime) bir tercüme yapacak olursak, “Alt idâre, alt’ın yönetimi, alt başlangıç, aşağıdan başlama” gibi anlamlar verilebilir. Yani, Yunanlar’ın (Eski Yunan) “Varlık”a yüklediği mânâ iki kavram içinde kendini buluyor: Birincisi, “Alt, aşağı” kavramı, ikincisi ise “Efendi, öğretmen, başlangıç, temel ilke, idâre, yönetim” kavramı. Buna göre, ortada bir “idâre eden, efendi-Mastoras”, bir de “aşağıda olan, idâre olunan-olunmaya muhtaç olan, kul olan” “İpo” var. Sanıyorum Salih Mirzabeyoğlu’nun bahsettiği “Müessir” ve “Eser”e biraz benziyor. Yani, “Allah-Müessir” ve “İnsan-Eser”. Aslında, biz Yunanca’da, İslâmî mânâdaki “Müessir”in karşılığı / yaklaşık karşılığı olarak “Dimiurgos” (İlk devindirici, devindirici kudret) kavramını, “Eser”in karşılığı olarak da “Anthropos” (İnsan, başını göğe kaldırmış, yukarı yönelmiş, yukarıdan beklentisi olan, yakaran anlamlarında) kavramını kullanıyoruz. Fakat, sanıyorum Müessir ve Eser mefhumları belki biraz zorlamayla da olsa, “Varlık” (Mahlûk) ve “Varedici” (Hâlik) ile de karşılanabilecektir.
“Varlık” kavramının klasik veyahut modern felsefedeki tartışma zemini iki temel problem bağlamında temerküz eder. Bunlardan birincisi, ‘Fictif’ (Kurgusal) eşyanın (mitolojik varlıklar gibi) varlık temelinde nereye oturtulacağı, diğeri ise ‘Mücerred Eşya’nın (örneğin, nitelik, sayı, aşk, ilişki vs.) nereye konacağı. Genelde filozoflar bunları, varlığın alt türleri olduğunu söylerler ve kavramsal olarak da, örneğin İngilizce’de, “being” (her türden varlık) kavramına dahil ederler, buna karşın kurgusal olmayan (Non-fictitious) ve soyut olmayan (Non-Abstract) yani “reel” (gerçek) varlıklar için “Exıstence” (Ekzistıns) kavramını kullanırlar.
‘Fiction’ (Kurgu, kurgulama) ile ‘Abstractıon’ (Soyutlama) kavramları birbirlerinden ayrı kavramlar olarak ele alınırlar zira, hem ‘Real Abstractıons’ (Gerçek soyutlamalar) hem de ‘Fictitious Abstractıons’ (Kurgusal Soyutlamalar) mevcuttur. Örneğin 8 ile 16 arasındaki ‘ilişki’ ‘reel’ (gerçek)tir. Ancak, 8 ile 9 arasındaki ilişki kurgusaldır. Öte yandan her ikisi de, hem ‘Müşahhas-somut’ (concrete) hem de ‘Mücerred-Soyut’ (Abstract) kurgulardır. Bir diğer misal olarak; Kanatlı At Pegasus da, 8-9 ilişkisi de hem müşahhas hem de mücerreddirler. Kanatlı At’ın ‘kurgusal’ olarak değerlendirilmesinin nedeni onu göremememiz, ona dokunamamamız, onun mevcud ilim normları dahilinde ontolojik (varlıkbilimsel) olarak somut bir taksonomik (sınıf nizâmı olarak) bir yere oturtulamaması, yani ‘kaba’ mânâda algılanamamasıdır. Bu anlamda Kanatlı At, “kurgusal”dır fakat aynı zamanda da onu ‘gerçek’ olarak kabul etmek durumundayız zira, o, “insan fikri”nde mevcuttur. Ben, burada idealist gözle değil de, materyalist gözle bakarak şunu söylerim: Materyalist fikre göre, düşünce maddeden neşet etmiştir yani maddîdir, düz mantık çıkarsamasıyla bakıldığında ‘düşünce maddedir’ ve dolayısıyla ‘düşüncede mevcut olan birşeyin gayrı maddî olması mümkün değildir ve yadsınamaz, o hâlde Kanatlı At da insan düşüncesinin yani maddenin bir yansıması olması hasebiyle, reeldir, kurgusal değildir’. Demek ki, biz Kanatlı At’ı beş duyu vasıtasıyla algılayamasak da onu, kaba algıyı by-pass ederek (atlayarak) derunî mânâda idrak edebiliriz. Burada aşılması gereken, eşdeyişle yoğunlaşılması gereken mesele, Kanatlı At’ın varlığından ziyâde ona yüklememiz gereken mânâ ve / veyâ mânâlar’dır. İşte bu noktada devreye İslâm, herhâlde, girer. (Hakkı Açıkalın’ın bana anlattığına göre, BD-İBDA fikriyatı bu ve benzeri birçok derin mevzuda çok farklı ve zengin açılımlar ortaya koyuyor). Zâten temel sorun da burada, İBDA, Kanatlı At’ı nereye koyuyor, ona hangi mânâları yüklüyor ve oradan kalkarak ve çeşitli labirentöz yolları da aşarak ‘kurgusal’ olanı nasıl reel olana eviriyor diğer bir deyişle bir ‘apokalips’ (örtüyü kaldırma) aksiyonu gerçekleştiriyor? Sanırım bütün bu meseleler üst seviyede Salih Mirzabeyoğlu tarafından ortaya konuyor.
Bir başka problem de, henüz ortaya çıkmamış veya ortadan kalkmış eşya (veya varlık) için ne demeliyiz. Bu, ilmin önemli bir problematiğidir. Meselâ ortadan kalkmış bir varlığı, “müşahhas-somut” bir varlık olarak mı kabul edecek ilim, yoksa “mücerred-soyut” bir varlık olarak mı? Bütün ilim adamları, neredeyse ittifakla, “Dinozor”ların somut bir varlık olduğuna inanırlar ve bunu paleontoloji, arkeoloji gibi ilimlerin verilerine dayandırırlar ama hiç kimse dinozorları görmüş değildir, onlarla ilgili hiçbir yazılı metin de yoktur, eldeki tek veri ‘fosil’ bulgularıdır yani ‘mevcut olmayanı’, ‘fosilinden’ teşhis edip ‘var’ kabul etmek. Ama Kanatlı At, ‘henüz fosiline rastlanmadığı’ gerekçesiyle ‘bilimsel!’ değildir. Velev ki, fosili olsa, ilim bunun ‘Kanatlı At’ olduğuna nasıl kanaat getirebilecektir. Üstelik, Kanatlı At’la ilgili olarak yazılan metin sayısı (kadîm metinler), dinozorlarla ilgili metin sayısından kat be kat fazladır, hattâ neredeyse hiçbir kadîm metinde dinozorlardan bahsedilmezken, Kanatlı At’tan ziyâdesiyle bahsedilir, Yunan Mitolojisi’ndeki Belloforon kanatlı atı, Hint efsânelerindeki Dhurakapalam, Tibet efsânelerindeki Thurakapalam, Yahudi itikadındaki Merkava ve İslâm’daki ‘Burak’ nedir? Pozitif İlim, bu sorunu kendi normları dahilinde kolay-kolaycı bir metodla çözdüyse de (kesip attıysa da), felsefe bu meseleyi kolay kolay kesip atamaz. Bu anlamda, mevcut olmayan dinozor mu reeldir, sayısız metinlere konu olmuş Kanatlı At mı, bunu kimse bilemez.
Yunanca, “İne” (dır, dir), İngilizce’deki “be” (bi)ye tekâbül eder. Ancak, esas kullanımı itibârıyla “ine”nin bugünkü “be”yle karşılanması mümkün değildir zira kadîm Yunan’da, “ine” varlığın bütün buudlarını (soyut-somut ayırdetmeksizin) ve tefekkür bağlamındaki karşılığıydı, oysa “be” bu kadar yükü kaldıracak bir kelime değil. Aynı şekilde, Almanca “Es gibt” ve Fransızca “Il y a” (dır, dir, vardır) deyimleri de, aslî mânâsı itibârıyla “ine”nin yerini tutamıyorlar. Yine, Almanca “Es ist” ve Fransızca “İl est” ve İngilizce “There is (veya) There are” biçimleri de “İne”ye tam karşılık olamıyorlar. Latince, “Est” (dır, dir)’den gelen “Existit” (var olma) kavramının, tefekkür anlamında eşyayı kavrayıp kavramadığı da tartışmalıdır. “İne”ye nazaran onun sadece bir vechini gösterebilen bu kavramların, “Eşya” ve “Varlık” hakkında “hüküm” teşkil edebilme makâmında olmadıkları ortada. Demek ki, modern metinler, varlığı (derinliğine ve genişliğine) anlamamızda kifâyetsizdir ve “Kadîm metinler”e ve tabiî ki, onların kaleme alındığı kadîm dillere, (Ârâmîce, Süryanîce, Keldanîce, İbrânîce, Arapça, Sanskritçe, Pehlevîce, Yunanca gibi) ihtiyaç vardır, başka türlü, “dil zâviyesinden”, “varlık” sorunu çözülemez.
Tekrar ve kısaca başa dönecek olursak, bu sefer, Yunanca “On” kelimesine biraz bakmak lâzım ki, bu kelime bir koldan “Ousia” (Usia-Türkçe’ye de “öz” olarak geçmiştir) diğer koldan ise “Ondos” (varlık) ve “Ondologia” (varlıkbilim) kavramlarına menşe oluşturur. İşte kilit nokta da herhâlde burası zira, “On” kelimesi modern dillerin hiçbirinde “aradığı” karşılığı bulamıyor, çok ağır geliyor. Bu nedenle, Batı modernizmi ve pozitif-protestan ilim “On”u anlamıyorlar ve ürettikleri bir sürü “sunî-yapay” ‘varlık muâdili’, kâinatın devâsa tefekkür alanında aksini bulamıyor. Parmenides de, Platon da, İraklitos da, Zinon da ve birçok diğer kadîm filozof da hâlâ bihakkın çözümlenemiyorlar. Bunlar çözümlenemiyorsa, İslâm tefekkürünü bütün buudlarıyla nasıl anlayabileceğiz, İslâm’daki “varlık”ın ne olduğunu nasıl kavrayacağız, bu nedenle İBDA’nın çok mühim bir rol üstlendiğini düşünüyorum.
Çok kısa olarak, Hristiyan ilâhiyatındaki varlığın bir vechesi olarak da, “Prosopo” kavramının “hüviyet” anlamında kullanıldığını eklemek isterim. “Prosopo” kavramı yunanca, “Yüz, Vech, Suret” mânâlarında kullanılırken, aynı zamanda “Hz. Âdem’in Yüzü" olarak da kullanılır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Sokratis, Platon, Zinon başkaldırmışsa tűm sahte bilim hokkabazlıklarına biz de başkaldıracağız. Sigmund Freud’űn, Samuel Charles Darwin’in zırvalarını reddedeceğiz çűnkű onlar ve onlar gibi daha niceleri yahudi ‘bilimi’nin militanları ve ideologlarıdır ve kendi açılarından ideallerine sahib çıkma bağlamında haklıdırlar ama bize nisbetle konumları dűşmandır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt