YAZMAK
Dr. Hakkı Açıkalın
Tarih insan aksiyonundan azâde műcerred bir vetire degildir. O, merkezinde insan-halife olan, dűnyevî mahiyeti itibârıyla ideolojik bir kategoridir. Biz, dinamik tarihi meydana getirme-geliştirme mes’uliyetimiz zâviyesinden bakarız olaylara ve olgulara. Ve bu cűmleden olarak deriz ki, istikbâldeki âlemşumŭl műcâdelenin çerçevesini İslâm belirleyecek ve bu műcâdelenin őznesi de Műslűmanlar olacaktır. Őznenin de őznesi yani ‘mim’in ‘mim’i ise İbda fikriyatıdır ve bu fikriyatın kemendiyle Tarih’i İslâm limanına rabtetmek gibi çok yűce ve bir o kadar da meşakkatli bir mukaddes ődevle karşı karşıyayız. Evet tarih sűreçleri yaban atları gibidirler, yakalayabildiğin őlçűde hâkim olursun, tahakkűm edersin. Aksi hâlde kemend kendi boynuna geçer.
Bu műcâdelenin hayli şiddetli geçeceğini sőylemek için kâhin olmaya gerek yok. Bőyle bir tarihi yapabilmek ve yazabilmek için en pasif fert’ten kűçűk bir topluluğa, cemaate ve nihâyet topyekŭn műcâdele organizasyonuna kadar bűtűn kademelerde ideal veyahut műnâsip bir ideolojik-siyâsî ve fizikî techizat ve hareket tarzı bilâ kayd-u şarttır. Bőyle bir vetirede, sıradan-basit birey veya yapıların tarihî bir netice elde etmeleri műmkűn olamaz. Cumhuriyet tarihi diliminde yaşanan pratik bunu yűzűműze vurmuş, tâbir-i âmiyâne ile ifâde etmek gerekirse ‘façamızı bozmuştur’. Cumhuriyet bıçağının parçalamaya çalıştığı suretimizin, kendini yeniden ve műkemmel bir estetikle űretmesi/rejenere etmesi için gerekli olan olan tarihî neşterler, Űstad ve Kumandan tarafından imâl edilmiş olup altına yatmamızı beklemektedirler. Eski deriyi atmamızın zamanı çoktan gelip geçmektedir.
Tarih bazı dőnemlerde şerire bir de kanat takar, silahlarını daha da geliştirir fakat bu sűreçler asla irreversible (geri dőnűşsűz) değildir. Mutlaka bir Musa çıkar ve şeririn kanatlarını yakar. İşte Musa’yı ve onun misyonunu teşhir etmek için yapılabilecek asgarî iş yazmaktır, şűbhesiz yazmak yeterli değildir, belirleyici olan yapmaktır aynı Historiografi’nin (Tarih Yazımı) yer yer yetersiz ve çarpıtıcı ve Historurgia’nın (Tarih Yapımı) ise műşahhas ve belirleyici olması gibi. Yazı ancak ete kemiğe bűrűnűnce mânâ kazanır, o nedenle İbda pratiğinin devri artık gelmiştir, yazı ise bu pratiğin vazgeçilmez ve ayrılmaz bir parçası olmaya devam edecektir, o nedenle yazmaya ve heyecanı diri tutmaya devam…
Sahte bilimsellik dayatmasına karşı başkaldırmak mânâsına;
Bilimin kıymeti tâ Antik Yunan’dan, Eski Hint ve Çin’den, Mezopotamya’dan ve İslâm medeniyetinin başından beri tartışılmış, gűnűműze kadar da sayısız değişik fikir (fikir ayrılığı) ortaya atılmış ve bu tartışmalar, gűnűműzde çok daha derinleşmiştir. Bir yanda, bilimi yeni bir din olarak lanse ederek onu hayatın en gűvenilir rehberi, hakikatin tek yolu, yanılmaz-tartışılmaz, eleştirilmez bir modern tabu olarak kabul edenler diğer yanda ise onu tamamen zararlı sayanlar ortaya çıkmış ve tartışmanın çerçevesi daralmış ve sűnműştűr. Bilimin bugűnkű durumu, mânâ yoluna yeni girmiş bir műridin her yeni őğrendiği şeyden sonra havalanıp kendini bűyűk műrşid zannetmesine ve bazen de burnundan kıl aldırmamasına benzemektedir. Neredeyse 100 yıl boyunca acı biber’in mide-barsak űlserlerinde kontrendike (karşı tesirli, azdırıcı, yasak, kullanılamaz, uygulanamaz) olduğu dayatıldı, mide problemleri olanlar bilirler, onlara ilk sőylenen şey sakın acı (biber) yemeyin, mideniz delinir olurdu. Bundan 15 yıl kadar evvel ise yapılan araştırmalar da ise acı biber zararlı değil aksine mide űlserinin şifasıymış kararına varıldı ve artık ilâç olarak tavsiye ediliyor/kullanılıyor. Yine mide-barsak űlserinde, yıllarca sebeb olarak gősterilen acı âmilinin yerini hiç beklenilmeyen bir âmil olarak HP (Heliobacter Pylori) isimli bir bakteri aldı. Çok somut olduğu için bu misali veriyorum. Haydi buyurun, kendini sűrekli geliştirmek ve billurlaştırmak gibi bir misyonu olan bilimin iki de bir ‘ben kusursuzum, hatasızım, ilâhım’ iddiasında bulunması hem mânâsız hem de tehlikelidir. Tehlikelidir zirâ bu tarzın sonucunda bilim ideoloji hâline gelmekte ve hâkim gűçlerin elinde bir tahakkűm ve sőműrű vasıtasına dőnűşmektedir. Onun için Yahudi bilimi biçiminde tanımlıyoruz yani tűccarların ideolojisi oluyor, onların elinde çok rafine bir ideolojik silaha dönűşűyor. Bűyűk bir çoğunlukla da İslâm topraklarında sanki ‘irtica’nın ilâcı imiş, iksiriymiş gibi takdim ediliyor. Bu tezgâha gelen Műslűmanlar’ın sayısı da hayli fazla. Şimdi yine bana kızanlar olacak, sen sanki tezgâha gelmiyor musun diyenler olacak. Fakat ben ısrarla tekrar ediyorum; tezgâha gelmemek için okuyup yazmış olmak, master/doktora yapıp akademik unvanlara sahib olmak hattâ Batı’da eğitilmek yetmiyor. Tâ çocukluğundan beri onların kűltűrűnű, hayatını teneffűs edip İslâm’la ânı ânına mukayese edip sıcak enstantaneler devşirmek ve bunları bir hayat bilgisi kitabına sığdırmak ve bu bilgiyi devamlı kılmak gerekiyor. Tűrkiye’de ve hattâ dűnyada bunu becerebilen insan ve/veya çevre sayısı çok azdır, bilginin bir kanadı mutlaka kırık-aksaktır. İki kanadın da sağlam olduğu tek fikir İbda, iki adam da Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’dur. Onlardan birincisi akılalmaz bir dâhî simyacı, her ân çőzűmlűyor, imbikten geçiriyor ve Allah’ın verdiği bűyűk rasatçılık istidadıyla, aldığı Batı kűltűrűyle Şer’î ve tasavvufî derunîliğini műtemadiyyen mukayese edip ideal fikir alaşımını keşfediyor ve oradan da en değerli fikir műcevherlerini elde ediyor, âdeta bir sihirbaz. İkincisi ise sezgi ve tecrid dehâsı. Sezginin bu kadar ileri olduğu bir beyinde hiçbir inaktif nokta olamaz, binbir bariyerli binbir labirentli beynin dűnyanın en ileri sezgi gűçlerinden biriyle yűrűmesi műdhiş bir enerji doğuruyor ve bu enerji bűtűn cűrufları arıtıyor. Kanatlı Kaplan’dır O! Bu iki nur’un aydınlattığı yerde kudret vardır, ilm vardır, ruh vardır, canlılık vardır ve terakki vardır. İbda bu yőnűyle bir bilim mektebidir. Sokratis, Platon, Zinon başkaldırmışsa tűm sahte bilim hokkabazlıklarına biz de başkaldıracağız. Sigmund Freud’űn, Samuel Charles Darwin’in zırvalarını reddedeceğiz çűnkű onlar ve onlar gibi daha niceleri yahudi ‘bilimi’nin militanları ve ideologlarıdır ve kendi açılarından ideallerine sahib çıkma bağlamında haklıdırlar ama bize nisbetle konumları dűşmandır. İki bűyűk zırhlı beyin bizi diğer Műslűmanlar’ın içine dűştűğű/dűşeceği tehlikeden muhafaza ediyor. Bu bir nűans değil bir yardır, uçurumdur.
Yukarıda da belirttiğimiz űzere hadise sâdece, bilimin ahlâkı, dini, san’at ve kűltűrű, edebiyatı, entellektűaliteyi iğdiş etmesi ve yozlaştırması değil, bizzat pűr (saf) bilimsel mevzulardaki iç çelişkilerdir ki bunların çoğu siyâsî-ideolojik ve ekonomik altűstoluşlara yol açacağı için gizli kalır. İsteyenler ekologlara, biyologlara, zoologlara, farmakologlara vs. sorsun, nelerin hasıraltı edildiğini ve dudakları uçuklasın. Bilim adamlarının bizzat kendileri şunu reddetmiyorlar; bilimin teknolojideki uygulamalarının yol açtığı endűstriyel nizamda, beşeriyetin binyılların derinliklerinden sűzűlűp gelen entelektűel, ahlâkî ve san’atsal değerler sűr’atle kaybolmakta, yerlerini kőksűz, mânâ bűtűnlűk ve derunîliğinden mahrum ve rengârenk kelebekler misâli hoş ama geçici birtakım davranış, dűşűnme ve his biçimleri almaktadır. Bilim, insanların gűya daha rahat ve gűvenli yaşamaları için birçok kolaylık sağlıyor ancak bu doğru olsa bile, daha ziyâde onun toptan imhâsını da beraberinde őngőrűyor. Bilim materyalisttir, kainât Allah’la değil, nedeni yine tabiatta bulunan mekanik kuvvet ve hareketlerle izah edilir. Bu, ruh’un ve dolayısıyla insan varlığının inkârıdır.