HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
YAHUDİ VE HIRİSTİYANLARLA MÜCADELE
Müslüman olmayanlar,müslümanların kuvvetini hissetmeye başladılar. Hissediyorlardı ki, bu kuvvet muhakkak ki İslâm yolunda kurban oldukları, ondan dolayı çeşitli eziyetleri taddıkları bilinen, kalplerin derinliklerinden ortaya çıkan bir kuvvettir. O kalpler; sabahken akşama, akşamken sabaha çıkmayı ummazlardı. Şimdi ise o Dinin emirlerinin ilân edildiğini hükümlerinin uygulandığını ve kelimesinin yüceltildiğini görmekten zevk alıyorlardı. Ve böylece mutluluğu saadeti tadıyorlardı.
Fakat bu durum, İslâm'ın düşmanlarının hiç hoşlanmadığı, kötü buldukları bir şeydi ve bunun eserleri komşuları Yahudilerde görüldü. Nitekim korkuları başladı. Ve Medine'de müslümanların güç ve kuvvetçe artışlarını, İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe artışını gördükten sonra, Muhammed (sas) ve ashabı ile olan durumları hakkında ciddî bir şekilde düşünmeye başladılar. Bazı Yahudilerin de İslâm'a girmeleri, onların öfke ve hiddetlerini daha da artırdı. Korktular ki İslâm, muhakkak onların saflarına kadar uzanıp toplulukları içinde yayılacak. Onun için İslâm'a, İslâm'ın akidesine ve hükümlerine hücum etmeye başladılar. Böylece Mekke'de, Kureyşle müslümanlar arasında olan mücadeleden daha şiddetli bir düşmanlıkla ve daha bir saldırıyla, müslümanlarla Yahudiler arasında bir cedel harbi (fikrî mücadele) başladı.
Bu fikrî harpde desise (entrikalar, gizli düzen ve oyun kurmalar), nifak, geçmiş resuller ve nebîlerin haberleriyle ilgili ilim Yahudilerin elinde silah olarak vardı. Bununla Muhammed (sas)'e, risaletine, Muhacirden ve Ensardan ashabına saldırıyorlardı. Nitekim şöyle bir oyun düzenlediler: Onların ahbarlarından (alimlerinden) bazısı, müslüman olduklarını ilân ediyor ve müslümanlar arasına oturmaya muktedir olan takvalı bir görünüme bürünüyordu. Daha sonra çok gecmeden şek ve şüpheler ortaya koyuyordu. Müslümanların nefislerinde akideleri ve onun kendisine çağırdığı Hak'kın risaleti (çağrısı) sarsılır hesabıyla gelip Muhammed (sas)'e sorular soruyordu. Evs ve Hazreç'ten münafık olan bir cemaat da sorular sormak ve müslümanlar arasında nifak sokmak için Yahudilerle birleştiler.
Yahudilerle müslümanlar arasındaki cedel (mücadele) had safhasına vardı, çok şiddetlendi. Öyle ki, aralarında andlaşma (ahd) olmasına rağmen bazen elle saldırıya bile ulaşıyorlardı. Yahudilerin inadcılıkları ve cedeldeki düşmanlıklarını tasvir etmek için şu olay yeterlidir:
Yumuşak tabiatlı, sakin bir yapıyla yaratılmış olmasına rağmen, onlar Ebu Bekir (t)'ın sabrını, sakinliğini taşırdılar. Rivayet edilir ki, Yahudiler kendisine Finhas denilen bir Yahudi aliminin etrafında toplanmış oldukları bir halde iken Ebu Bekir (t) onların yanına gider ve Finhas'ı İslâm'a davet eder. Finhas şu sözüyle bu daveti red eder. Der ki: "Vallahi ey Ebu Bekir, bizim Allah'a hiç bir ihtiyacımız yoktur. O, bize muhtaçtır. Biz O'na tazzarru etmeyiz (yalvarmayız). Nitekim O, bize yalvarır. Biz, muhakkak O'ndan zenginiz. O ise, bizden zengin değildir. Şayet bizden zengin olsa, bizim mallarımızı borç istemez. Nitekim arkadaşınız (Muhammed (sas)) böyle iddia ediyor. Sizi ribadan nehyeder ve onu bize verir. Şayet bizden zengin olsaydı bize ribayı vermezdi." Finhas, Allah'ın şu sözüne işaret ediyordu:
"Allah'a karşılığını artırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?" (Bakara 245)
Fakat Ebu Bekir, Finhas'ın bu cevabına sabr edemedi. Kızdı ve Finhaş'ın yüzüne şiddetli bir tokat vurdu. Ve şöyle dedi: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, bizimle sizin aramızda ahid olmasaydı, ey Allah'ın düşmanı, başını vururdum."
Müslümanlarla Yahudiler arasındaki cedelleşme işte böyle şiddetlendi. Bu ara Medine'ye bir Necran Hristiyan heyeti altmış binek ile geldiler. İhtimal ki bu heyet, Medine'ye ancak müslümanlarla Yahudiler arasındaki ihtilafı duyunca, düşmanlığa dönüşesiye kadar o ihtilafın şiddetlenerek artırılmasını umarak geldi. Umuluyor ki, böylece Hristiyanlar güçlenir ve iddialarına göre Hristiyanlığı sıkıştıran eski ve yeni dinlerin her ikisi de yok olur.
Nitekim bu heyet gelip Nebî (sas) ve Yahudilerle kontak kurdu. Resul (sas), Kitab ehli oldukları için onları ve Yahudileri bekliyordu. Gelince onların hepsini İslâm'a davet etti ve onlara Allah'ın şu sözünü okudu:
"De ki; Ey Kitab ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin (ki o şudur) Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim. Eğer yine de yüz çevirirlerse deyin ki; Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız." (Ali İmran 64)
Yahudiler ve Hristiyanlar resullerden kime iman edileceğini Resulullah'a (sas) sordular. Bunun üzerine onlara Allahu Teâlâ'nın şu sözünü okudu:
"Deyin ki; Biz; Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile Peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırd etmeyiz ve biz O'na teslim olmuşuz (müslümanız)." (Bakara 136)
Onlar bu durumda ona karşı söyleyecekleri bir söz, nefislerini müdafaa eden bir delil bulamıyorlardı. Hak açığa çıkmıştı. Fakat onlar, konumlarına düşkünlüklerinden dolayı iman etmediler. Hatta onlardan bazısı bunu açığa vurdu. Nitekim rivayet edilir ki; Ebu Hârise, Necran heyetindendi. Ve o, Necran Hristiyanlarının ilim ve marifetle en büyüğü idi. Necran'dan Resulullah (sas)'e döndüklerinde yanında bir arkadaşı vardı. Ebu Hârise dedi ki: "Valahi o, elbette bir Nebî'dir. Onu bekliyorduk." Bunun üzerine arkadaşı ona şöyle dedi: "Sen bunu bildiğin halde ondan seni men eden nedir?" Dedi ki: "İşte bu kavmin bize yaptığı şeydir. Bizi şereflendirdiler, bizi mal sahibi yaptılar ve bize ikramda bulundular. Muhammed'e karşı gelmekten başka bir şeye razı değiller. Şayet bunu yapsam bizden gördüğün şeyleri çekerler."
Bu da gösteriyor ki; onların imansızlıkları, kibirlenmeleri ve inadcılıkları yüzündendir.
Daha sonra Resul (sas), Yahudileri lânetleşmeye davet etti ve Allahu Teâlâ'nın şu sözünü okudu:
"Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki; Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lânetleşelim de Allah'ın lânetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım." (Ali İmran 61)
Sonra onlar, aralarında istişare ettiler ve ilân ettiler ki; onlar onunla lânetleşmemeyi, onu dini üzerine bırakmayı ve kendilerinin dinleri üzerine dönmeyi uygun görüyorlar. Fakat onlar, ihtilaf ettikleri şeylerde aralarında hükmedecek bir adamı kendileriyle birlikte göndermesini Resulullah'tan taleb ettiler. Resul (sas) de Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı ihtilaf ettikleri konularda İslâm'la hükmetmesi için onlarla gönderdi.
İşte böylece İslâmî Davetin kuvveti ve İslâmî fikrin gücü sağlam, delilin kuvveti hakim oldu. Ki o Yahudilerin, münafıkların ve Hristiyanların etrafa yaydıkları bütün sözlü mücadelelerin üstüne çıkmış, üstün gelmiştir. Ve o gayri İslâmî fikirlerin tamamı gözden kayboldu. Sadece İslâm kaldı ki, hükümlerinin anlaşılması ve kendisine davetin yapılması hakkında tartışılıyordu. İslâm, iyice yerleşti ve sabitleşti. İslâm'ın sancağı, ister fikrî yönden isterse hüküm yönünden yayıldı. Fakat Yahudi ve münafıkların nefisleri hâlâ müslümanları kerih görmeye devam etti. Onlara kin beslemeye, buğz etmeye devam ediyordu. Buna rağmen İslâm'ın otoritesi/sultası Medine'de yerleşti. İslâm'ın toplumu da Medine'de her şeyin üstüne çıkarak yerleşti. O peşi peşine gelen seriyelerden ve açığa çıkan kuvvetlerden dolayı bu hasta nefislerin suküt bulmasında tesirli oldu. Ve Allah'ın Kelimesi yükseldi. Medine ve çevresindeki İslâm'a karşı gelenler susmak ve müslümanların otoritesi karşısında boyun bükmek zorunda bırıkıldılar...
Müslüman olmayanlar,müslümanların kuvvetini hissetmeye başladılar. Hissediyorlardı ki, bu kuvvet muhakkak ki İslâm yolunda kurban oldukları, ondan dolayı çeşitli eziyetleri taddıkları bilinen, kalplerin derinliklerinden ortaya çıkan bir kuvvettir. O kalpler; sabahken akşama, akşamken sabaha çıkmayı ummazlardı. Şimdi ise o Dinin emirlerinin ilân edildiğini hükümlerinin uygulandığını ve kelimesinin yüceltildiğini görmekten zevk alıyorlardı. Ve böylece mutluluğu saadeti tadıyorlardı.
Fakat bu durum, İslâm'ın düşmanlarının hiç hoşlanmadığı, kötü buldukları bir şeydi ve bunun eserleri komşuları Yahudilerde görüldü. Nitekim korkuları başladı. Ve Medine'de müslümanların güç ve kuvvetçe artışlarını, İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe artışını gördükten sonra, Muhammed (sas) ve ashabı ile olan durumları hakkında ciddî bir şekilde düşünmeye başladılar. Bazı Yahudilerin de İslâm'a girmeleri, onların öfke ve hiddetlerini daha da artırdı. Korktular ki İslâm, muhakkak onların saflarına kadar uzanıp toplulukları içinde yayılacak. Onun için İslâm'a, İslâm'ın akidesine ve hükümlerine hücum etmeye başladılar. Böylece Mekke'de, Kureyşle müslümanlar arasında olan mücadeleden daha şiddetli bir düşmanlıkla ve daha bir saldırıyla, müslümanlarla Yahudiler arasında bir cedel harbi (fikrî mücadele) başladı.
Bu fikrî harpde desise (entrikalar, gizli düzen ve oyun kurmalar), nifak, geçmiş resuller ve nebîlerin haberleriyle ilgili ilim Yahudilerin elinde silah olarak vardı. Bununla Muhammed (sas)'e, risaletine, Muhacirden ve Ensardan ashabına saldırıyorlardı. Nitekim şöyle bir oyun düzenlediler: Onların ahbarlarından (alimlerinden) bazısı, müslüman olduklarını ilân ediyor ve müslümanlar arasına oturmaya muktedir olan takvalı bir görünüme bürünüyordu. Daha sonra çok gecmeden şek ve şüpheler ortaya koyuyordu. Müslümanların nefislerinde akideleri ve onun kendisine çağırdığı Hak'kın risaleti (çağrısı) sarsılır hesabıyla gelip Muhammed (sas)'e sorular soruyordu. Evs ve Hazreç'ten münafık olan bir cemaat da sorular sormak ve müslümanlar arasında nifak sokmak için Yahudilerle birleştiler.
Yahudilerle müslümanlar arasındaki cedel (mücadele) had safhasına vardı, çok şiddetlendi. Öyle ki, aralarında andlaşma (ahd) olmasına rağmen bazen elle saldırıya bile ulaşıyorlardı. Yahudilerin inadcılıkları ve cedeldeki düşmanlıklarını tasvir etmek için şu olay yeterlidir:
Yumuşak tabiatlı, sakin bir yapıyla yaratılmış olmasına rağmen, onlar Ebu Bekir (t)'ın sabrını, sakinliğini taşırdılar. Rivayet edilir ki, Yahudiler kendisine Finhas denilen bir Yahudi aliminin etrafında toplanmış oldukları bir halde iken Ebu Bekir (t) onların yanına gider ve Finhas'ı İslâm'a davet eder. Finhas şu sözüyle bu daveti red eder. Der ki: "Vallahi ey Ebu Bekir, bizim Allah'a hiç bir ihtiyacımız yoktur. O, bize muhtaçtır. Biz O'na tazzarru etmeyiz (yalvarmayız). Nitekim O, bize yalvarır. Biz, muhakkak O'ndan zenginiz. O ise, bizden zengin değildir. Şayet bizden zengin olsa, bizim mallarımızı borç istemez. Nitekim arkadaşınız (Muhammed (sas)) böyle iddia ediyor. Sizi ribadan nehyeder ve onu bize verir. Şayet bizden zengin olsaydı bize ribayı vermezdi." Finhas, Allah'ın şu sözüne işaret ediyordu:
"Allah'a karşılığını artırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?" (Bakara 245)
Fakat Ebu Bekir, Finhas'ın bu cevabına sabr edemedi. Kızdı ve Finhaş'ın yüzüne şiddetli bir tokat vurdu. Ve şöyle dedi: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, bizimle sizin aramızda ahid olmasaydı, ey Allah'ın düşmanı, başını vururdum."
Müslümanlarla Yahudiler arasındaki cedelleşme işte böyle şiddetlendi. Bu ara Medine'ye bir Necran Hristiyan heyeti altmış binek ile geldiler. İhtimal ki bu heyet, Medine'ye ancak müslümanlarla Yahudiler arasındaki ihtilafı duyunca, düşmanlığa dönüşesiye kadar o ihtilafın şiddetlenerek artırılmasını umarak geldi. Umuluyor ki, böylece Hristiyanlar güçlenir ve iddialarına göre Hristiyanlığı sıkıştıran eski ve yeni dinlerin her ikisi de yok olur.
Nitekim bu heyet gelip Nebî (sas) ve Yahudilerle kontak kurdu. Resul (sas), Kitab ehli oldukları için onları ve Yahudileri bekliyordu. Gelince onların hepsini İslâm'a davet etti ve onlara Allah'ın şu sözünü okudu:
"De ki; Ey Kitab ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin (ki o şudur) Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim. Eğer yine de yüz çevirirlerse deyin ki; Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız." (Ali İmran 64)
Yahudiler ve Hristiyanlar resullerden kime iman edileceğini Resulullah'a (sas) sordular. Bunun üzerine onlara Allahu Teâlâ'nın şu sözünü okudu:
"Deyin ki; Biz; Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile Peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırd etmeyiz ve biz O'na teslim olmuşuz (müslümanız)." (Bakara 136)
Onlar bu durumda ona karşı söyleyecekleri bir söz, nefislerini müdafaa eden bir delil bulamıyorlardı. Hak açığa çıkmıştı. Fakat onlar, konumlarına düşkünlüklerinden dolayı iman etmediler. Hatta onlardan bazısı bunu açığa vurdu. Nitekim rivayet edilir ki; Ebu Hârise, Necran heyetindendi. Ve o, Necran Hristiyanlarının ilim ve marifetle en büyüğü idi. Necran'dan Resulullah (sas)'e döndüklerinde yanında bir arkadaşı vardı. Ebu Hârise dedi ki: "Valahi o, elbette bir Nebî'dir. Onu bekliyorduk." Bunun üzerine arkadaşı ona şöyle dedi: "Sen bunu bildiğin halde ondan seni men eden nedir?" Dedi ki: "İşte bu kavmin bize yaptığı şeydir. Bizi şereflendirdiler, bizi mal sahibi yaptılar ve bize ikramda bulundular. Muhammed'e karşı gelmekten başka bir şeye razı değiller. Şayet bunu yapsam bizden gördüğün şeyleri çekerler."
Bu da gösteriyor ki; onların imansızlıkları, kibirlenmeleri ve inadcılıkları yüzündendir.
Daha sonra Resul (sas), Yahudileri lânetleşmeye davet etti ve Allahu Teâlâ'nın şu sözünü okudu:
"Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki; Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lânetleşelim de Allah'ın lânetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım." (Ali İmran 61)
Sonra onlar, aralarında istişare ettiler ve ilân ettiler ki; onlar onunla lânetleşmemeyi, onu dini üzerine bırakmayı ve kendilerinin dinleri üzerine dönmeyi uygun görüyorlar. Fakat onlar, ihtilaf ettikleri şeylerde aralarında hükmedecek bir adamı kendileriyle birlikte göndermesini Resulullah'tan taleb ettiler. Resul (sas) de Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı ihtilaf ettikleri konularda İslâm'la hükmetmesi için onlarla gönderdi.
İşte böylece İslâmî Davetin kuvveti ve İslâmî fikrin gücü sağlam, delilin kuvveti hakim oldu. Ki o Yahudilerin, münafıkların ve Hristiyanların etrafa yaydıkları bütün sözlü mücadelelerin üstüne çıkmış, üstün gelmiştir. Ve o gayri İslâmî fikirlerin tamamı gözden kayboldu. Sadece İslâm kaldı ki, hükümlerinin anlaşılması ve kendisine davetin yapılması hakkında tartışılıyordu. İslâm, iyice yerleşti ve sabitleşti. İslâm'ın sancağı, ister fikrî yönden isterse hüküm yönünden yayıldı. Fakat Yahudi ve münafıkların nefisleri hâlâ müslümanları kerih görmeye devam etti. Onlara kin beslemeye, buğz etmeye devam ediyordu. Buna rağmen İslâm'ın otoritesi/sultası Medine'de yerleşti. İslâm'ın toplumu da Medine'de her şeyin üstüne çıkarak yerleşti. O peşi peşine gelen seriyelerden ve açığa çıkan kuvvetlerden dolayı bu hasta nefislerin suküt bulmasında tesirli oldu. Ve Allah'ın Kelimesi yükseldi. Medine ve çevresindeki İslâm'a karşı gelenler susmak ve müslümanların otoritesi karşısında boyun bükmek zorunda bırıkıldılar...