
Serpil Memişoğlu
Fitnenin ayyuka çıktığı bir dönemdeyiz. İşlenen oyunların hepsi Müslümanlar üzerine. Nerden nasıl tutarsa hesabı her yöntem farklı farklı. En belirgin olanlardan ikisi ayrıştırmak ve karıştırmak…Bir grup Müslümanlık kibrini alıp göklere çıkartıyor ama bunu Müslüman’a hissettirmiyor. Ona usulca yaklaşıp “sen Müminsin, senden gayrisi ya sapık mezhepten ya da kâfir. Onları deşifre etmeli, toplumdan soyutlamalı, yok saymalı hatta yok etmeli” diye fısıldıyor ve başlıyor ayrıştırmaya.
Müslüman’ın cahilliği, fanatikliği birde kibri birleşince ortaya hayal dahi edemeyecekleri bir grup çıkıyor. Bunlar kendilerinden başka herkese, her şekilde düşmanlar. Zaman zaman kendi içlerinde dahi ayrılabiliyorlar.
Kibirleri onları öyle bir hale bürür ki kendilerini fetva merciinde dahi görürler. Ayetleri, Hadisleri kendi kafalarına göre yorumlar ve hareket ederler. Ayetin tefsiri, Hadisin manası ve söylenmede ki koşulları onlar için çokta önemli değildir. Zahirde ne görürlerse odur. Konu kapanmış cihad (!) başlamıştır.
Oysa Âlemlere Rahmet gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında Müslümanların gördüğü zulmün dayanılmaz hâl alması üzerine “O, ülkesinde kimseye zulmedilmeyen kraldır” diyerek övdüğü Hıristiyan olan Habeş Kralı Necasi’nin ülkesine Hicret izni vermiştir Mümin kardeşlerimize. O Hıristiyan’dır dememiş adaletli oluşuna dikkat çekmiştir.
Mesela Osmanlı Devleti bir “din devleti”ydi. Yapısı gereği İslâm Dini’ni “tek din” olarak görürdü. Bu anlamda başka “din” tanımazdı. Ne var ki, insanın “tercih hakkı”na (iradesine) saygı gösterir, kendi inancını doğru yaşarken, diğer insanların inancına (dinine değil) karışmazdı.
Hatta her insanın kendi inandığını yaşayabilmesini kolaylaştıracak düzenlemeler yapardı.
Meselâ Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u feth eder etmez yayınladığı “Amannâme”de, gayrimüslimlere “inanç, ibadet, kıyafet, (kıyafet konusunda bizimle birlikte bazı sözde “demokratik” Avrupa ülkeleri, hâlâ ayak sürçüyor) seyahat, ticaret” özgürlüğü tanıyor, patrik tayin ediyor, patriğe protokolde şeyhülislamla eşit bir statü veriyor, ruhban okulunu açık tutuyordu...
Çarpıcı bir örnek daha…
Macar milli kahramanı Jan Hunyad’ın (Hunyadi-Janos), Sırbistan’ı işgal edip bütün Ortodoks kiliselerini yıkacağını söylemesi üzerine büyük bir korkuya kapılan Sırplı yöneticiler Fatih Sultan Mehmed’e bir hayat gönderdiler. Heyet, Fatih’e şu teklifte bulundu:
“Hunyad bizi ve inancımızı yok etmek istiyor, lütfen ülkemizi siz feth edin, bizi Hunyad’ın zulmünden kurtarın.”
Fatih “Tamam” dedi. Ancak heyetin içinde az da olsa bir endişe kalmıştı. Heyet Başkanı bunu Padişah’a açtı: “Gerçi adaletinizden ve müsamahanızdan eminiz, ancak kiliselerimizi yıkmayacağınızı ağzınızdan duyarsak, daha mutlu döneceğiz.”
Fatih Sultan Mehmed, şu mealde cümlelerle Sırp önderleri rahatlattı:
“İnşallah Sırbistan’a hâkim olduğumuzda, camiler yaptıracağız, ancak kiliselerinize dokunmayacağız. Siz nerede bir cami görürseniz yanına kilise yaptırabilirsiniz. Hatta duvarını bitiştirebilirsiniz de... Bizim dinimiz işte böyle bir dindir.”
Yavuz Bahadıroğlu’nun düşüncesine ki bende aynı fikireyim Fatih’in örneği Hazret-i Ömer’di: Hz. Ömer, Kudüs fethinden sonra, üst düzey rahipler eşliğinde gezdiği Kıyamet Kilisesi’nde (sözde Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği mekânda ki kilise), kendisinden sonra gelenler onun hatırına camie çevirmesinler diye, namaz kılmıyor; geçmekte olan namazını kilisede eda etmesi için ısrar eden rahiplere şöyle bir gerekçe bildiriyordu: “Ben burada namaz kılarsam, korkarım benden sonra gelenler bunu delil gösterip kilisenizi camiye çevirirler, bu yüzden namazımı dışarıda kılacağım.”
Ve namazını avluda kılıyordu (Namaz kıldığı mekânda bugün “Hz. Ömer Camii” var).
Bu yaklaşımlar Hıristiyanlığa değil, Hıristiyan inancını benimsemiş insanların tercihine duyulan saygının ürünüdür. Elbette bir Müslüman, İslamiyet dışındaki dinleri “din” olarak görmez. Ancak insanların farklı inanç tercihine saygı göstermek de Müslüman’ca müsamahanın gereğidir.
Çünkü İslâm’da insan “hayatın merkezi”dir. Hayat insan için var edilmiştir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Kâinat hayat için, hayat insan içindir.”
Bir Peygamber olarak Efendimiz (s.a.v.)’i, Halife olarak Hz. Ömer (r.a.), Ecdad olarak Cennetle müdelenen Mehmed Han’ı örnek almamız bizlere yeter.
Herkes her şartta düşman değildir. Ancak İslam’a dolayısıyla insanlığa düşman olanla Cihad etmeliyiz. Yanlış inançtaki herkes cenk edeceklerimiz arasında olmamalıdır. Bizlere düşen onlara tebliğde bulunmak. Kalpler Allah’ın elindedir. Her kâfirin Müslüman, her Müslüman’ın kâfir olarak ölme müjdesi ve riskini göz önünde tutarak kibrimiz adaletli davranmamıza mani olmamalı.
Diğer bir grupta bunların tam tersi.
Nerede İslam’ın reddettiği aykırı bir şey varsa tutar İslam’ın içine sokmaya çalışır. Tasavvufu ve birçok şeyi yok sayar İslam’ı (Estağfurullah) kupkuru bir dal haline getirmeye çalışırlar.
Zamanında İslam âlimleri tarafından “Allahü teâlânın dalalete sürüklediği, azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimse olarak” karar kıldığı ne kadar bozuk fikriyata sahip adam varsa tutar çıkartırlar ve onun yolundan giderler.
Bu gruptan diğerleri de "Şüphesiz, Allah katında tek din, İslâm'dır."(Âl-i İmran Sûresi, 19) ayetini (Estağfurullah) hiçe sayarlar. Dünya üzerinde nam salmak uğruna öpmedikleri ayak, tapmadıkları put bırakmazlar.
Her inancı hak sayar barış ve hoş görü adı altında Allah’ın hor gördüğü ne varsa onun peşinden giderler. Oysa Rahman onları açıkça uyarmıştır. "Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki; kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, Ahiret’te ziyan edenlerden olacaktır."(Âl-i İmran S., 85)
Onlara göre peygambere de (Estağfurullah) gerek yoktur. La ilahe illallah (Allah’tan başka İlah yoktur) ‘a iman eder, Muhammedün resulullah (Muhammed (s.a.v.) O’nun Resulüdür)’ı çıkartırlar. Onlara göre Allah’tan başka İlah yoktur diyen Cennet’e girer. Allah’a şirk koşmaları, Hz. İsa (a.s.)’ın Allah’ın (Estağfurullah)oğlu olduğunu söylemeleri ve son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)e biat etmemelerinin bir önemi yoktur.
Kur’an-ı kerim baştan sona kadar Hz. Muhammed (s.a.v.)’e iman edip uymayı emrediyor, uymayan Müslüman olamaz, kâfir olur buyuruyor. İşte bazı âyet-i kerime mealleri:
(Allah’a ve Resulüne itaat edin!) [Enfal 20]
(Resulüme uyun ki, doğru yolu bulun!) [Nur 54]
(Allah ve Resulüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.) [Ahzab 71]
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(De ki, “Allah’a ve Peygambere itaat edin! Eğer [uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [Al-i İmran 32]
(Allah ile resullerinin arasında farklı bir yol tutmak isteyenler kâfirdir.) [Nisa 150,151]
(Allah ve Resulüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.) [Nisa 13,14]
(Allah’a ve Resulüne inanmayan [kâfir olur] kâfirler için de çılgın bir ateş hazırladık.) [Feth 13]
(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.) [Ahzab 36]
(Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygambere çağırıldıkları vakit: Müminler, “İşittik, itaat ettik” derler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.) [Nur 51]
(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, bilsin ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.) [Enfal 13]
(Allah ve Resulü, bir işte hüküm verince, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih, seçme hakkı kalmaz.) [Ahzab 36]
(O, [Resulüm] vahyden başkasını söylemez.) [Necm 3,4]
Hadislerde bu tip insanların halleri;
(Beni duyup da iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan elbette Cehenneme girecektir.) [Hakim]
(Cennete sadece Müslüman olan girer.) [Buhari, Müslim].
Bunca Ayetlere ve daha burada paylaşamadığım kaynaklara rağmen, “Muhammedün Resulullah demeye lüzum yok” diyenler çıkarsa, bunların cahil değil, sinsi birer misyoner olduklarında şüphe kalmaz.
Ayrıştırıcılar ve karıştırıcılara karşı bize düşen görev galeyana gelmemek durumu doğru değerlendirmektir. Bunca fitne fesadın içinde doğru karar vermenin yegâne yolu Kur-an, Siyer ve Ehl-i Sünnet Âlimlerini okumak ve onların etrafında toplanmaktır.
Rabb’im bizleri İslam dini üzeri yaşatsın ve o şekilde vefat ettirsin.
Selam ve dua ile…
Kaynaklar:
Yavuz Bahadıroğlu – Osmanlı’nın Birlikte Yaşama Sanatı
İ. Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, c. 1, s.501-502, İstanbul 1979, Tercüman Yayınları