emsal-i nur
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 8 Tem 2009
- Mesajlar
- 359
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 35
Hak aşıklarının temel usüllerinden biri de Vukuf-i Kalbî’dir. Kısaca manası, kalpte olanların farkında olup kalbi tanımak ve her durumda gafletten sıyrılıp Yüce Allah’a bağlanmaktır. Hedef, gönül kâbesini temiz tutup Yüce Dost’un teşrifine hazırlamak ve böylece dünyada iken cenneti yaşamaktır.
Allah Rasulü s.a.v. Efendimiz, Allah’ı zikreden kalbin diri, zikretmeyen kalbin ölü olduğunu belirtmiştir (Münzirî, et-Tergib). Zikrin zıddı gaflettir. Gaflet, kalbin manen perdelenmesi, günahla katılaşması, kapanması ve sonuçta ölmesidir. Hak yolcusunun ilk işi, kalbini ilâhi sevgi ve zikirle diriltmektir.
Vukuf-i Kalbî, özellikle zikir ve ibadet anında istenmektedir. Zikir, hatırlamak, hatırda tutmak, anmak, övmek, sevmek, yüceltmek ve yad etmektir. El, zikir tesbihini döndürürken, kalp de zikrettiği zata dönmelidir ki, gerçek zikir olsun. Namaz da bir zikirdir. Hatta zikirlerin en büyüğüdür. Fakat kalbin katılmadığı ve gaflet içinde kılınan bir namaz kul için sevap değil, kınama sebebi olmaktadır. (Maun Suresi, 4-5)
KALBİMİZDE KİM VAR?
Şu halde üzerinde durulması gereken en önemli iş kalbimizi uyandırmaktır. Bir ibadete niyet anında kalbin uyanık olup, bunu kim için yaptığını bilmesi gerekir. Bu kadar huşu her müminden istenir. Fakat arifler der ki, gafletle de olsa zikir çekmeye, namaz kılmaya devam etmelidir. Böyle bir zikir ve namaz hiç yapmamaktan iyidir. Çünkü o anda vücut, bir günahta değil, taklitle de olsa iyi bir amelle meşgul olmaktadır. Fakat, zikre ve namaza devam ederken, bu gaflet için istiğfar etmeli, o hale üzülmeli, razı olmamalıdır. Gafletin gitmesi için Allah’tan yardım, salihlerden de dua istemelidir.
İnsan, yaşadığı anda kalbinin ne halde olduğunu, neye ve kime yöneldiğini bilmelidir. Arifler, buna murakabe diyorlar. Murakabe kalbi devamlı kontrol altında tutmak, Allah ile huzuru ve edebi korumak şeklinde tarif edilmiştir. Şah-ı Nakşibend k.s., Vukuf-i Kalbî’yi bu iki manada almış ve onun üzerinde çok durmuştur.
Vukuf-i Kalbî kavramı ile anlatılanlar, her iş ve ibadette bizden istenmektedir. Efendimiz s.a.v.’in her mümine gösterdiği kulluk hedefi “ihsan” halidir. İhsan, kalbin Allah’ı görüyor gibi bir safiyet ve sadakata ulaşmasıdır.
Alimler, müminlerin gafletle müşahede arasında üç halde kulluk yaptıklarını belirtmişlerdir. En yüksek seviye kalbin günah ve gafletten temizlenip Allah’ı görür gibi bir safiyete ulaşmasıdır. Buna “müşahade makamı” denir. Bunun bir alt seviyesi, kulun Allah’ın her an kendisini gördüğünü yakinen bilmesi ve ona göre hareket etmesidir. Buna “murakabe makamı” denir. En alt seviye ise bu makamlara ulaşmadan dini taklit yoluyla yaşamaktır. Bu, iman edip İslâm dairesine girenlerin halidir. Ekseri müslümanlar bu hale razı olmuşlardır. Halbuki Yüce Rabbimiz o halde kalmamıza razı değildir.
DEĞERİMİZ KALBİMİZ KADAR
Her mümin, Allah katında ne kadar kıymetli olduğunu ve Allah tarafından ne derece sevildiğini bilmek ister. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, bunun cevabı için kalbinize bakın buyuruyor ve ekliyor: “Kul kalbinde Yüce Rabbi’ne ne kadar yöneliyor, değer veriyor, onu seviyor ve zikrediyorsa, bilsin ki Allah katında kıymeti o kadardır.” (Hakim, Müstedrek; Ebu Ya’la, Müsned; Beyhakî, Şuabu’l-İman)
Yüce Allah kalbimizi kendisi için yaratmıştır. Kalbe yüce zatını tanıma ve sevme kabiliyeti vermiştir. Onu Arş’ın ve Melekût Alemi’nin özellikleri ile donatmıştır. İlâhi huzur ve nazar yeri yapmıştır. Onun tamamen kendi sevgisine tahsis edilmesini ve razı olmadığı bütün sevgi, düşünce, hesap ve hedeflerden temizlenmesini emretmiştir. Kalbin bu sıfatına “takva” denir. Takva sahibi yani müttaki, Yüce Allah’ın dostudur. Ahirette ancak kalb-i selim fayda verecek, müttakilerin yüzü gülecek, dünya için elde edilen mal, mülk, evlat, makam ve itibarın hiçbir faydası olmayacaktır. (Şuara, 88-90)
Kalb-i selim, Allah’ın zikri ve sevgisi ile huzur bulmuş, manen sıhhatine kavuşmuş, fani olan sevgilerden arınıp ebedi sevgiliden razı olmuş kalptir. İşte bütünüyle dinimiz, insana bu terbiyeyi vermeyi hedeflemiştir. Bu terbiyenin sonucu, Allah’ın rıza, sevgi ve cennetine erip, cemalini seyretmektir. Bu, insan için en büyük saadettir
Allah Rasulü s.a.v. Efendimiz, Allah’ı zikreden kalbin diri, zikretmeyen kalbin ölü olduğunu belirtmiştir (Münzirî, et-Tergib). Zikrin zıddı gaflettir. Gaflet, kalbin manen perdelenmesi, günahla katılaşması, kapanması ve sonuçta ölmesidir. Hak yolcusunun ilk işi, kalbini ilâhi sevgi ve zikirle diriltmektir.
Vukuf-i Kalbî, özellikle zikir ve ibadet anında istenmektedir. Zikir, hatırlamak, hatırda tutmak, anmak, övmek, sevmek, yüceltmek ve yad etmektir. El, zikir tesbihini döndürürken, kalp de zikrettiği zata dönmelidir ki, gerçek zikir olsun. Namaz da bir zikirdir. Hatta zikirlerin en büyüğüdür. Fakat kalbin katılmadığı ve gaflet içinde kılınan bir namaz kul için sevap değil, kınama sebebi olmaktadır. (Maun Suresi, 4-5)
KALBİMİZDE KİM VAR?
Şu halde üzerinde durulması gereken en önemli iş kalbimizi uyandırmaktır. Bir ibadete niyet anında kalbin uyanık olup, bunu kim için yaptığını bilmesi gerekir. Bu kadar huşu her müminden istenir. Fakat arifler der ki, gafletle de olsa zikir çekmeye, namaz kılmaya devam etmelidir. Böyle bir zikir ve namaz hiç yapmamaktan iyidir. Çünkü o anda vücut, bir günahta değil, taklitle de olsa iyi bir amelle meşgul olmaktadır. Fakat, zikre ve namaza devam ederken, bu gaflet için istiğfar etmeli, o hale üzülmeli, razı olmamalıdır. Gafletin gitmesi için Allah’tan yardım, salihlerden de dua istemelidir.
İnsan, yaşadığı anda kalbinin ne halde olduğunu, neye ve kime yöneldiğini bilmelidir. Arifler, buna murakabe diyorlar. Murakabe kalbi devamlı kontrol altında tutmak, Allah ile huzuru ve edebi korumak şeklinde tarif edilmiştir. Şah-ı Nakşibend k.s., Vukuf-i Kalbî’yi bu iki manada almış ve onun üzerinde çok durmuştur.
Vukuf-i Kalbî kavramı ile anlatılanlar, her iş ve ibadette bizden istenmektedir. Efendimiz s.a.v.’in her mümine gösterdiği kulluk hedefi “ihsan” halidir. İhsan, kalbin Allah’ı görüyor gibi bir safiyet ve sadakata ulaşmasıdır.
Alimler, müminlerin gafletle müşahede arasında üç halde kulluk yaptıklarını belirtmişlerdir. En yüksek seviye kalbin günah ve gafletten temizlenip Allah’ı görür gibi bir safiyete ulaşmasıdır. Buna “müşahade makamı” denir. Bunun bir alt seviyesi, kulun Allah’ın her an kendisini gördüğünü yakinen bilmesi ve ona göre hareket etmesidir. Buna “murakabe makamı” denir. En alt seviye ise bu makamlara ulaşmadan dini taklit yoluyla yaşamaktır. Bu, iman edip İslâm dairesine girenlerin halidir. Ekseri müslümanlar bu hale razı olmuşlardır. Halbuki Yüce Rabbimiz o halde kalmamıza razı değildir.
DEĞERİMİZ KALBİMİZ KADAR
Her mümin, Allah katında ne kadar kıymetli olduğunu ve Allah tarafından ne derece sevildiğini bilmek ister. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, bunun cevabı için kalbinize bakın buyuruyor ve ekliyor: “Kul kalbinde Yüce Rabbi’ne ne kadar yöneliyor, değer veriyor, onu seviyor ve zikrediyorsa, bilsin ki Allah katında kıymeti o kadardır.” (Hakim, Müstedrek; Ebu Ya’la, Müsned; Beyhakî, Şuabu’l-İman)
Yüce Allah kalbimizi kendisi için yaratmıştır. Kalbe yüce zatını tanıma ve sevme kabiliyeti vermiştir. Onu Arş’ın ve Melekût Alemi’nin özellikleri ile donatmıştır. İlâhi huzur ve nazar yeri yapmıştır. Onun tamamen kendi sevgisine tahsis edilmesini ve razı olmadığı bütün sevgi, düşünce, hesap ve hedeflerden temizlenmesini emretmiştir. Kalbin bu sıfatına “takva” denir. Takva sahibi yani müttaki, Yüce Allah’ın dostudur. Ahirette ancak kalb-i selim fayda verecek, müttakilerin yüzü gülecek, dünya için elde edilen mal, mülk, evlat, makam ve itibarın hiçbir faydası olmayacaktır. (Şuara, 88-90)
Kalb-i selim, Allah’ın zikri ve sevgisi ile huzur bulmuş, manen sıhhatine kavuşmuş, fani olan sevgilerden arınıp ebedi sevgiliden razı olmuş kalptir. İşte bütünüyle dinimiz, insana bu terbiyeyi vermeyi hedeflemiştir. Bu terbiyenin sonucu, Allah’ın rıza, sevgi ve cennetine erip, cemalini seyretmektir. Bu, insan için en büyük saadettir