Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Vicdan Ve Fetva (Çıktı) (1 Kullanıcı)

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
666.png






Takdim
Bismillahirrahmanirrahim!

Aziz din kardeşlerim, elinizde bulunan bu kitap çoğu zaman vicdan ve akıl arasında kalmış bir takım muhasebenin muhakemesidir. İnsanoğlunun aklının yettiği yere kadar yol alması ve yolun ötesini düşünememesine görememesine eminim ki çoğu kez çevremizde şahit olmuşuzdur. Vicdan ve Fetva İslam dini ve İnsanoğlu fıtratındaki sorulara ve merak duyulan suallere fıkıh ve din hükmüyle cevap vermektedir.

Etrafımızda ve hayatlarımızda araştırmaya dayalı bir kalıntı olmadığı gibi İslamiyet hakkında araştırmaya dayalı içgüdülerimizin olamayışı bize anne ve babanın tabi olduğu din inancını vermektedir. Oysaki İslamiyet araştırılıp öğrenilmeye dayalı bir derya ummanıdır. Gelenekçi inançlara sahip olduğumuz ve hakkında birçok şeyi bilmediğimiz fetvalar, sözcükler, terimler hayatımızdaki anlamsızlıklarını hala yerinde korumaktadır. Bir Müslüman’ın ruh halini hayat ilmihalini öğrenmesi oysaki araştırmaya dayalı ve sahih kaynaklara ihtiyaç duyması hayatındaki gerçek manada birçok değişiklere sebebiyet verecektir. Aksi durumda ağızdan ağza nesilden nesile ulaşmakta olan İslamiyet gırtlaktan öteye geçmeyecektir. Yıllar evvel İslamiyet’i araştırmaya başlamış ve İslamiyet’in barındırdığı derin mevzuları okurken hayretler içinde kaldığım vakitler olmuştur. İslam’a mal edilmeye çalışan birçok değişlerin İslamiyetle alakalarının olmadığını ve tamamen batıl inançlar diye ayırabileceğim birçok hadise gördüm. Bu ve buna benzer birçok olayın İslamiyet’i araştırarak gün yüzüne çıkacağına yürekten inanıyorum. Hayatımızın diğer alanlarında bizlerin canını sıkan birçok olumsuzların üzerine gidip neden sonuç ilişkisini araştırmaya cesaretimiz hep olmuştur. Elbette ki araştırılmalıdır hayatımızı etkileyen ve hayatımızda büyük ölçekte yer kaplayan olayların neden ve sonuçlarını bilmemiz gerekmektedir. Ve bilmeliyiz ki bu hayatta bizim birde inancımız vardır. Bu inanç Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kazanın ve kaderin Allah’tan olduğuna, evrenin ve ebedin tek sahibin Allah olduğunu hepimiz biliriz ve bilmeliyiz de. Allah c.c. anlamak hatırlamak onu araştırmakla mümkün olur. Dünyaya geliş sebepleri ve mensubu olduğum inancımın hakkıyla layıkıyla bendeki yeri bunları bilmek bizleri rahatlatmakla yetmeyip hayatta atmış olduğumuz adımın alıp vermiş olduğumuz nefesin şükrünü bizi ve bizim için yaratılmış bu âlemin bilincine varacak daha az hata yapmaya gayret göstereceğiz.

Düşünüyorum o halde varım, mantığı ile etrafımızda neler oluyor, çevremizde ve hayatımızda kimler var? Bugün varım ama yarın ne olacağım yaşam için garantim var mı? Allah’ın bana bahşetmiş olduğu inanç için İslamiyet için neler yaptım ve hayatımda ne kadar inancıma değer verdim? Hal ve hareketlerim, davranış biçimlerim ruh halim ve bedenimle İslamiyet’e uygun mu yaşadım. Yaptıklarımın sonucunda vicdanım rahat değil bu halimin fetvası nedir? Aklımızdaki ve vicdanımızdaki hükümlerin meselelerini öğrenmek için hayatımızdaki anlamsız gelen suallerin cevabını alabilmek için sahih kaynaklardan araştırıp okuyalım. Diyebilmek için Vicdan ve Fetva.

Selam ve Dua ile

Muhammed KUTSAL (Aşka Mecnun)
 

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
Vicdan ve Fetva İçindekiler_____________________________________________________

1. Adam Öldürmek ve Dinde Cezası,


2. Ağıt Yakmak Caiz mi?


3. Akrabanın Önemi.


4. Aksırmak.


5. Alevi ve Alevilik Nedir?


6. Alış-Verişin Dini Hükmü Nedir.


7. Âmin Ne demektir.


8. Anne ve Babanın Üzerimizdeki Hakları,


9. Ayıp Örtmek.


10. Babalar ve Uhrevi Sorumluluk.


11. Başı Açık Gezmek İnsanı Nasıl Bir Tehlikeye Götürür.


12. Başımı Örtmememden Eşim Sorumlu Tutulur mu Günahı Varmadır?


13. Bu Asrın Bu Kadar İsyanlarına Rağmen, Niçin Helâk Olmuyoruz?


14. Buğz Etmek.


15. Burç, Burçlar ve Burç Falı.


16. Büyü Nedir? Kaç Çeşit Büyü Vardır?


17. Büyük Günahlar Nelerdir (KEBÂİR).


18. Kendimizden yaş itibari ile büyük olan insanlara sadece ismini ifade etmenin dini hükmü nedir?


19. Cimri Kime Denir.


20. Cünüp Olarak Bir Şey Yenip İçilebilir mi?


21. Dargınlık Nedir?


22. Dedi-Kodu Nedir ve Neden dedi-kodu yapılır?


23. Dilencilik.


24. Dinimizde Flört Etmek Caiz mi?


25. Domuz Etinin Yasaklanış Sebepleri?


26. Dövme Yaptırmanın Dindeki Hükmü.


27. Dua Nedir ve Dua Kime Yapılır?


28. Eşlerin Uzun Süre Ayrı Odalarda Yatmasının Hükmü.


29. Ecel.


30. Eti Yenen Hayvanlar.


31. Eti Yenmeyen Hayvanlar.


32. Evlat Edinme.


33. Evlenme ve Evlilik.


34. Gazab Nedir?


35. Gelin, Damat Kaynanasına, Kayınpederine Bakmak Zorunda mıdır?


36. Dini Açıdan Anne Babaya Bakmak Zorunda Kalan kimdir?


37. Mutlu Bir Aileye Dört Mektup,


38. Gençliğin Tehlikelerinden Sakınınız!


39. Gıybet Nedir?


40. Gusül (Boy Abdesti).


41. Günah Nedir?


42. Haram Nedir?


43. İbadet.


44. İçki Nedir ve İçki Neden Haram Kılınmıştır?


45. İftira Etmek.


46. İnsanın Yaratılış Gayesi,


47. İslam’da Miras Hakkı,


48. İslam’da Muskanın Yeri,


49. İslam Hukukunda Talak (Boşanma).


50. İslam’da İNTİHAR neden günah?


51. İslam’a Göre Çocuklara Nasıl İsim Konmalıdır?


52. İslam’da Noel.


53. İslam’da Çalgı Çalmanın Hükmü,


54. İslam’da Düğün Merasimi.


55. İslam’da Fahiş Fiyatların Hükmü?


56. İslam’da İpek Giysilerin Hükmü?


57. İslam’da Kadın ve Görevleri,


58. Kadına Bakmak.


59. Ailede Kadın.


60. İslam’a Göre Kardeşlik.


61. İslamiyet’te Namazın Önemi,


62. İslam’da Ölüm Meselesi,


63. İslam’da Rüyaların Hükmü,


64. İslam’ın İnsana Verdiği Temel Haklar Nelerdir?


65. İslam’ın Siyasete, Bakışı,


66. İstiğfar Yapmak.


67. İtikad Nedir?


68. İyilik (Güzel Huy).


69. Kadın - Erkek Eşitliği Söz Konusu mudur?


70. Kadının Başı Açık Gezmesi İbadetlerine Mani Olur Mu?


71. Kan Kardeşliği.


72. Kan Nakli.


73. Kaza ve Kader.


74. Kefaret.


75. Kına Yakmak.


76. Kıyamet.


77. Lânet ve Lânet Okuma.


78. Misvak ve Faydaları,


79. Nasıl Öleceğiz?


80. Nazar.


81. Oruç.


82. Örtünmemek Ayıp mı, Suç mu, Günah mı?


83. Peruk Takmak Caiz mi?


84. Rabıta Nedir?


85. Sakal Kesmek Caiz mi?


86. Şeytan ve Şerler Niçin Yaratıldı?


87. Şeytan.


88. Şifa İlaçtan mıdır?


89. Takva Nedir, Müttaki Kime Denir?


90. Tövbe Namazı.


91. Tüp Bebek.


92. Uyuşturucu Maddeler Meselesi.


93. Vesvese.


94. Visal Orucu Nedir?


95. Vücudu Traj Etmek.


96. Yalan Söylemek.


97. Yalan Yemin.


98. Yeni doğan çocuğun kulağına ezan ve kamet okunması hakkında bilgi verir misiniz?


99. Yıllar önce birisine haksız bir muamele yapmıştım. Fakat daha sonra onunla helalleştim. Ancak bir türlü vicdan azabından kurtulamıyorum. Tövbe istiğfar ettim. Tövbemin kabulünü nasıl anlayacağım?



100. Yolculuk Namazı.


101. Yüzük Takmak.


102. Zina.


103. Ziynet.
 

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
ADAM ÖLDÜRMEK VE DİNDE CEZASI

Başkasının hayatına kıymak, katl. Cinayet, bir terim olarak insanın hayatına ve vucut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış fiillerdir. Cinayet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır. Öldürme, dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir fiildir. Dünyadaki cezası kısas*, ahiretteki ise cehennem azâbıdır. Çünkü o, dünyada Allah'ın yaratmasına tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdid eden bir fiildir.
Kur'an-ı Kerim'de adam öldürmenin haram olduğunu bildiren birçok ayet vardır.



Bu ayetlerin birinde şöyle buyurulur:
"Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın. Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velisine (mirasçısına hakkını isteme konusunda) bir yetki vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar kılınmıştır." (el-İsrâ, 17/33)


Âdem (a.s.)'ın oğlu Kâbil*in Hâbil'i öldürme suçu, öldürmenin insanlığa tecavüz anlamına gelen bir suç olduğunu gösterir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bu yüzden İsrâiloğulları'na şu gerçeği hükmettik: Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmaksızın, öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur." (el-Mâide, 5/32)


Katil için kısas cezası şu ayetle sabittir:


"Ey iman edenler, öldürenler hakkında size kısas (misilleme) yazıldı. Hür hür ile; köle köle ile; dişi dişi ile kısas edilir. Fakat öldürenin lehinde, öldürülenin kardeşi (velisi) tarafından cüz'î bir şey af * olunursa kısas düşer. Artık örfe uyarak, maktulün velisine güzellikle ödemede bulunmak gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bu aftan ve diyetin edâsından sonra, katile veya yakınlarına karşı tecavüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azap vardır. Ey akıl sahipleri kısasta sizin için bir hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız. " (el-Bakara, 2/178-179)


Kısas hükmü, geçmiş semâvî dinlerde de yer almıştır: "Biz onda (Tevrat*ta) onların üzerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır. Sonuç olarak yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bu hakkını bağışlarsa, o kendisine keffârettir. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir." (el-Mâide, 5/45)


Kur'an-ı Kerim, başkasını kasden öldüren katil için bir ceza daha bildirir:
"Kim bir mümini kasden öldürürse, cezası içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir. Allah ona gazabetmiş ve lânet etmiştir. Ve ona büyük bir azap hazırlamıştır. " (en-Nisâ, 4/93)


Hadiste, kişinin ancak üç durumda ve hâkim kararıyla öldürülebileceği bildirilmiştir.



Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
"Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur. Zina eden evli, cana karşılık can, dinini terkeden ve İslâm toplumundan ayrılan kimse." (Buhârî, Diyet, 6; Müslim, Kasâme 25; Ebû Davud, Hudud, I; Tirmîzî, Hudud, 15) Bu hadisi İbn Mes'ud (r.a.) rivâyet etmiştir.


Başka bir rivâyet şöyledir: "Kişinin kanı üç durumda helâl olur: İmandan sonra kâfir olan yahut evlilikten sonra zina eden yahut da haksız yere bir cana kıyan kimse."
Katlin ve intiharın haramlığı konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir: "Bir müminin öldürülmesi, Allah katında, dünyanın sona ermesinden daha büyük bir olaydır."
"Şüphesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi birbirinize haramdır." (Buhâri ilim, 37; Hacc, 132; Hudûd, 9; Müslim, Hacc, 147; Tirmîzî, Fiten, 6)


"Yedi helâk edici şeyden sakınınız. Bir tanesi de haklı durumlar müstesna Allah'ın haram kıldığı cana kıymaktır. " (Buhârî, Müslim, Ebû Davud ve Nesâi)
Kasden öldürmenin cezasını hadis tesbit etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Kasden öldürmede kısas vardır. Ancak, maktulün velisinin affetmesi halinde durum değişmektedir."


Yani başkasını kasden öldüren, maktulün akrabaları tarafından affedilmedikçe ona kısas uygulanması gerekir.


Kasden adam öldüren kimse asî ve fâsık olur. Onun işi Allah'a kalmıştır. Dilerse ona azap eder, dilerse bağışlar. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre katilin tevbesi makbûldür. Böyle diyenlerin delilleri şu ayetlerdir:
"Şüphesiz Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. " (en-Nisâ, 4/48-116)
"Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret eder." (ez-Zümer, 39/53) İbn Abbâs (r.a.) katilin bağışlanabileceği konusunda aksi görüştedir. Çünkü birisini kasten öldürenin cehenneme gireceği, Nisâ sûresi 93. ayetle sabittir.


Diğer yandan yüz kişi öldüren kimsenin tevbesinin bile kabule şayan olduğunu bildiren hadis-i şerif malûm ve meşhurdur. (Buhâri, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe, 46-47). Kâtilin, sürekli cehennem ateşine gireceğini bildiren ayetin, tevbe etmeden ölmesi haliyle ilgili olduğu yahut durumunun Cenâb-ı Hakk'ın dilemesine bağlı bulunduğu öne sürülmüştür.
Şâfiî mezhebi, öldürmenin hükümlerini beş kısma ayırır: Farz, haram, mekruh, mendub ve mubah.


1- Farz: Mürted (dinden çıkan)'ın tevbe etmediği ve düşman savaşçısının İslâm'a girmediği yahut cizyeyi vermediği zaman öldürülmesi farzdır.
2- Haram: Kanının dökülmesi caiz olmayan masum kimsenin öldürülmesi haramdır.
3- Mekruh: Bir kimsenin, kâfir olan hasmını Allah'a ve Resulüne sövdüğü zaman onu öldürmesi mekruhtur.
4- Mübah: Kısas tatbik edilecek kimseyi veya devlet başkanının savaş esirini öldürmesi mubahtır. Çünkü o maslahata göre öldürüp öldürmemekte serbesttir. Nefis müdafaası için saldırganı öldürmek de mubahtır.
Dört büyük mezheb imamı, öldürmenin mübah olduğu halleri şu şekilde sıralarlar: Bir kimse yabancı birisinin evine girdiğini; yabancı bir erkeği karısı veya yakın akrabası ile zina ederken görse onu öldürmesi helâldir. Katile kısas gerekmez. Zina, erkekle kadının rızası sonucu oluşmuşsa Hanefi ve Hanbelîlere göre kadının kocası onları suçüstü yakalaması halinde her ikisini de öldürebilir. Eğer erkek, kadını zinaya zorlamışsa kadının bu erkeği öldürmesi mübah görülmüştür.


Hamdi DÖNDÜREN


Vicdan ve Fetva Hazırlayan Muhammed KUTSAL (Aşka Mecnun)
 

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
AĞIT YAKMAK CAİZ MİDİR?




Ölü ardından söylenen, ölüyü yücelten ve belli bir makam ile terennüm edilen şiir. Ayrıca ölen kişinin fazilet ve kahramanlığından söz edilerek ağlamak anlamına kullanılmaktadır. Ağıt yakmak insanın acı ve elemini dile getiren bir duygunun ifadesi olduğu için hemen hemen bütün toplumlarda görülen bir alışkanlıktır. Eski Yunan, Çin, Sümer, Mısır, Arap ve Türk toplumlarında ağıt yakma adetine rastlanmaktadır. Bazen ölenin başucunda toplanan kadınlar tek tek saç-baş, yaka-paça yırtıp ağıt söyleyip ağlarlar bazan de cenaze* kalktıktan sonra ölenin eşya ve elbisesi ortaya konup, kadınlar etrafında toplanıp, şiddetle ağlayarak üst ve başlarını yırtar, saçlarını yolar ve durmadan dövünür, elleriyle yüz ve vücutlarına vururlar. Bu davranışlar ölü mezara götürülürken de yapılırdı.


Eski din ve toplum anlayışlarına yeni bir bakış açısı getiren İslâm, her hususta olduğu gibi cenazenin kaldırılması, defni ve definden sonraki durumlarına kendine has usûl ve çözümler getirmiş ve ölüm ile karşılaşıldığında, insanın ızdırabını nasıl ve hangi ölçü ve prensiplerde ifâde edebileceğini belirlemiştir .


Öncelikle insanı yaratan ve onu sevdiklerine veren Cenâb-ı Allah'tır. Ölümle de insanın ruhunu kabzeden yine Allah olduğuna göre, Allah'a inanan bir mü'min böyle bir musibet karşısında cahili bir takım duygu ve alışkanlıklarını yok etmesini bilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) her hususta olduğu gibi ölüm karşısında da müminlere sabırlı olmalarını tavsiye etmiştir.


Rivayete göre Resulullah'ın kızı Hz. Zeyneb'in can çekişen çocuğunun ölmek üzere olduğunu babasına bildirince Hz. Peygamber kızına şu haberi göndermişti:
"Allah'ın aldığı da verdiği de kendinindir. Onun katında her şey belli bir ecele bağlıdır. Sabret ve sevabını Allah'tan bekle."


Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah ile birlikte oğlu İbrahim'in süt annesi olan Ebû Seyf Berra' b. Evs'in zevcesinin evine gittik. Resulullah, oğlu İbrahim'i kucağına aldı, öptü, kokladı. İkinci kez o eve gittiğimizde İbrahim can çekişiyordu. Nihâyet ruhunu teslim etti. Resulullah'ın iki gözü yaş dökmeye başladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf:
"Ya Resulullah! Halk musibet anında sabretmeyebilir, fakat sen de mi?" diye hayretini ifade etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Ey Avf'ın oğlu! Bu durum, bir babanın çocuğuna karşı beslediği rikkat ve şefkat*tir. Yoksa sabır* ve tevekkülü* zedeleyen bir haykırış ve ağıt yakma değildir. " buyurdu. Sonra Resulullah'ın bu göz yaşlarını diğer damlaların izlediği görüldü. Bunun üzerine de Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Göz ağlar ve kalb mahzûn olur. Biz, Rabbimiz'in razı olacağı sözden başka bir kelime ile kederimizi ifade etmeyiz. Ey İbrahim, senin ayrılığınla çok mahzun ve kederliyiz." (Buhârî, Cenâiz, 44; Ebû Davud, Cenâiz, 24; İbn Mâce, Cenâiz, 53, 60; Ahmed b. Hanbel, III, 193)


"Nihaya"; nevh kökünden alınmış olup, "ağlarken sesi yükseltmek" demektir. Hadîsler bağırıp çağırmanın haram olduğunu açıklamışlardır. Ebû Mâlik el-Eş'ari (r.a.)'den rivayete göre Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimde, cahiliyet işlerinden olup, terketmedikleri dört şey vardır: Geçmişleriyle övünmek, kişilerin neseplerine ta'n etmek, yıldızlardan yağmur beklemek ve ölünün ardından bağırıp çağırmak." Yine şöyle buyurdu: "Bağırıp çağıran, ölmeden önce tövbe etmezse kıyamet günü üzerinde katrandan bir gömlek ve yırtık bir deri olduğu halde kalkar."
Ümmü Atıyye (r.a.) şöyle demiştir: "Resulullah, ölüye bağırıp çağırmayacağımıza dair bizden söz aldı." Bezzâr'ın, râvileri sika'dan olan bir senetle rivayet ettiğine göre; Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"İki ses dünya ve ahirette lânetlenmiştir. Nimet zamanı çalgı çalmak, musibet zamanı inlemek. " Buhârî ve Müslim'de, Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.)'den rivayet ettiğine göre; o demiştir ki; Resulullah'ın uzak olduğu şeyden ben de uzağım. Resulullah bağırıp çağırmaktan, musibet zamanı başını yolmaktan ve yaka yırtmaktan nehyetmiştir." İmam Ahmed b. Hanbel'in Enes (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, Enes (r.a.) demiştir ki: "Resulullah (s.a.s.) kadınlarla bey'atleştiği zaman, bağırıp çağırmamaları hakkında onlardan söz aldı." Kadınlar: "Ya Resulullah, cahiliyet döneminde bazıları bizimle beraber ölülerimize ağlaştılar. Şimdi biz de onların ölülerine ağlamayalım mı?", Resulullah (s.a.s.): "İslâm'da ölünün arkasından bağırarak ağlaşmak haramdır" buyurdu.


Resulullah'ın: "Ölüye akrabalarının ağlaması onun azabını arttırır." (Buhârî, Cenâiz, 32; Meğâzi, 8; Müslim, Cenâiz, 16, 17 vd.; Ebu Davud, Cenâiz 54) buyurduğu bilinmektedir. Ancak Hz. Âişe (r.a.)'ya bu hadis hakkında görüşü sorulunca, Hz. Peygamber'in bununla, kâfir kimse için akrabaları ağlarken kendisinin de azap edildiğini kasdettiğini söylemiştir. Hadisin manası: "Ölü acı duyar, ehlinin ölü için bağırıp çağırması onu üzer. Çünkü o ağlamalarını işitir. Yaptıkları işler ona arz olunur." demektir. Yoksa "âilesinin ağlamasından dolayı azap ve ceza görür" anlamında değildir.Çünkü hiçbir kimse diğerinin günahını yüklenemez. İbn Cerir'in Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: "Yaptığınız işler yakınlarınızdan ölenlere arz olunur. Eğer bir hayır görülürse, buna sevinirler; kötülük görürlerse hoşlanmazlar."
Ölü arkasından yas tutma durumuna gelince; kadının, ölen yakınları için, kocası izin verdiği müddetçe üç gün yas tutması caizdir. Üç günden fazla yas tutması ise haramdır. Ancak ölen, kendi kocası ise iddet boyunca yas tutması gerekir. İddet müddeti ise, dört ay on gündür. Ümmü Atiyye (r.a.)'den rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur. "Kadın üç günden fazla ölüye yas tutamaz. Ancak ölen kendi kocası ise, dört ay on gün yas tutar. Yas elbisesi hariç boyalı (nakışlı elbise giymez, sürme çekmez, koku sürünmez, kına yakmaz, yıkanma dışında taranmaz. Hayızdan temizlenip yıkandığında ise güzel koku sürülü bir bez parçasını kullanması caizdir." Yas tutmak; kadının, süsleneceği süslerden sürme, ipek koku ve kına gibi şeylerden vazgeçmesidir. Yas tutmak yalnız kocanın hakkına vefâ etmek ve hakkını gözetmek için iddet boyunca kadına aittir.


İslâm âlimlerinin bu hadislerden hareketle vardıkları sonuç şudur: Bir kimse ölüm musibetiyle karşılaşınca mutlaka kederlenir. Fakat sadece sessiz ağlayarak bağırıp çağırmadan, yüzüne gözüne vurmadan, elbisesini yırtmadan ah ve feryad etmeden kederini açığa vurmasında bir sakınca yoktur. Fakat böyle bir anda müslümanın kendinden geçip âdeta Allah'ın verdiği bu canı almakla ona isyan* edercesine ah ve figan ederek, üstünü başını yırtıp yüzünü gözünü tırmalaması asla caiz* değildir.
İbn Mâce, Ebû Ümâme'den rivayet edilen bir hadisi şöyle kaydetmektedir: "Ölüm karşısında ölü için yüzünü tırmalayan, yakasını yırtan ve mahv ve helâkini isteyen kadına Allah gazab eder. " (İbn Mâce, Cenâiz 52). Bu duruma göre ölüye ah ve figan ederek, elbisesini yırtıp, bağırıp çağırarak ağlamak haramdır.


Ahmed AĞIRAKÇA
Vicdan ve Fetva Hazırlayan Muhammed KUTSAL (Aşka Mecnun)
 

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
AKRABA'NIN ÖNEMİ


Birbirine yakın kimseler, aralarında, nesep, süt veya evlilikten doğan bir yakınlık bulunanlar.


Birbirinin soyundan gelmek veya evlilik sebebiyle eşlerden birinin kan hısımları ile diğer eş arasında meydana gelen yakınlığa akrabalık; bu durumda olan her bir kimseye de akraba denir. Akraba, hısım manasına gelen "karîb" kelimesinin çoğulu olup, aslı "akribâ"dır. Fakat bu kelime Türkçe'mizde akraba şeklinde yaygınlaşmıştır. İslâm'da akrabalar; 1. Aynı sülbden gelenler (kan akrabaları), 2. Evlilikle kurulan (sıhrî akrabalar), 3. (Diğer hukuk sistemlerinden ayrı olarak) Süt akrabaları olmak üzere üç kısımdır. Süt akrabalığı, bir kimsenin süt çağındayken (iki yaşına kadar) sütünü emdiği kadın ve akrabalarıyla kendisi arasında meydana gelen akrabalık bağıdır. Meselâ: Sütünü emdiği kadın onun süt annesi kocası süt babası çocukları da süt kardeşleri olur. İki yaşa kadar emilen süt çocuğun vücut yapısını tamamladığı için, emzirenin bir parçası: emziren de emenin-tıpkı öz annesi gibi- bir annesi durumundadır. Bir de, hukukî işlemler sonucu oluşan, "evlât edinme tebennî-" şeklinde bir akrabalık bağı vardır. Cahiliye devri Arapları arasında yaygın olan bu tür bir akrabalığı, İslâm, bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırmıştır.


Dînimiz, akrabalar arasındaki ilişkilerin sağlam, sıcak ve devamlı olmasına, akrabaların birbirine maddeten ve mânen destek olmalarına çok önem vermektedir. Hısımlık hakkını gözetmek, Allah ve Resulü'nün ısrarla emrettiği şeylerdendir. Kur'an-ı Kerim' de Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
"Allah'a kulluk edin, O'na hiç bu şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve size hizmet eden kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez. " (en-Nisâ, 4/36).


"Akrabalarına, düşküne ve yolcuya hakkını ver, elindekileri de hepten savurma." (el-İsrâ, 17/26).


Toplumun çekirdeğini oluşturan aile* ve onun etrafını sıkıca saran akrabalık bağları ne kadar sağlam olursa, toplum da o kadar sağlam ve güçlü olur. ilâhî kanun gereği insanoğlu, dünyaya bazı kişilerle arasında hısımlık bağları ile birlikte gelir, bu bağın sağlam olması, insana yüksek bir moral gücü kazandırır. İşte bu güç kişiye, hayatın zorluklarını göğüsleme ve ondan zevk alma şansını sağlar. Hz. Peygamber (s.a.s.); mutluluğun kaynağı olan sevginin, verâset yoluyla (yani yakın ve uzak akrabalar kanalıyla) kazanılacağını belirtmiştir. (Buhârî, el-Edebu'l-Müfred, 22). Birbiriyle sıkı ve sıcak ilişkiler içinde olan akrabalardan meydana gelen cemiyet*ler de güçlü olur. Hatta, devlet de bundan güç alır. İslâm'ın hedeflerinden biri de, sağlam bir müslüman toplum oluşturmaktır. İşte bunda, sılayı rahmin (akrabalık ilişkilerini devamlı ve canlı tutmanın) büyük bir yeri vardır.


İslâm, akrabalık bağlarının sağlamlığına ne kadar gayret ediyorsa, münâfıklar ve bugün onların görevini yerine getiren yıkıcı cereyan müntesipleri de, aile ve akrabalık bağlarını koparmak için o kadar gayret ediyorlar. Ayet-i Kerime'de buna şöyle işaret edilmektedir: "(Ey münâfıklar) demek idareyi ele alırsanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi?" (Muhammed, 47/22)
Müslümanlar, bugün çeşitli cereyanların zaafa uğratmak istediği bu bağları sağlamlaştırmak mecburiyetindedir. İslâm sadece sılayı rahimle yetinmeyip, akrabaların birbirine maddeten ve manen iyilik yapmasını da emir ve tavsiye etmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.), "Kime iyilik edeyim ya Resulallah!" diye soran bir sahâbîye, "Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve bunları takip eden akrabalarına iyilik etmek senin görevindir" şeklinde cevap vermiştir. (Buhârî, el-Edeb, 25).


Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.s.)'e "Amellerin hangisi Allah'a daha çok sevimlidir?" diye sordum. " Vaktinde kılınan namazdır " diye buyurdular. "Sonra hangisidir" dedim. "Anne ve babaya iyilik etmektir" buyurdu. "Sonra hangisidir?" dedim. "Allah yolunda cihaddır " buyurdu. (Tecrîd-i Sarîh tercümesi, II, 318).


Başka bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden misâfirine ikram etsin. Allah'a ve ahiret gününe iman eden akrabasını görüp gözetsin..." (Riyâzu's-Sâlihîn, Birru'lValideyn, 312)


Akrabaya İslâmî akîde gereği yakınlık duymak, onların yardımlarına her zaman koşmak, sık sık ziyaret etmek, uzakta bulunanları arayıp sormak, onlarla haberleşmek şarttır. Toplumun önemli bir kurumu olan ailenin sağlam bir yapıya kavuşturulması, ancak bu görevlerin tam anlamıyla yerine getirilmesiyle mümkündür. Sağlam bir aile sağlam bir topluma götürür. Akrabalar arasındaki ilişkiler, hukûkî ve ahlâkı olmak üzere ikiye ayrılır:


Akrabalığın Hukukî Neticeleri
1. Evlenme yasağı; kan, süt ve evlenmeden meydana gelen her üç akrabalıkta, belli bir sınıra kadar, evliliğe manîdir. Evlenilmesi haram olan akrabaları, Kur'an şöyle sıralamaktadır:


"Sizlere; analarınız, kızlarınız kızkardeşleriniz, halalarınız teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanınızda kalan üvey kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bir engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir arada almak suretiyle evlenmek, -geçmişte olanlar artık geçmiştir- size haram kılındı. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder. Kocalı kadınlar ile evlenme de haram kılınmıştır..."'(en-Nisâ, 4/93)


2. Mirasçı olmak; Yakınlık derecelerine göre akrabalar birbirine mirasçı olur. Kimin kime hangi oranda mirasçı* olacağı Kur'an ve Sünnetle tesbit edilmiştir.
3. Nafaka temini: Bir kimse, usûl (sulbünden geldiği kimseler) ve fürûunun (kendi sulbünden gelenlerin) nafakasını, muhtaç duruma dilerlerse yakın akrabalarının nafakalarım, teminle yükümlü olur.


Akrabalığın Ahlâkî Neticeleri
1. Sılayı rahim: Akrabaların birbirleri ile ilişkilerini kesmeyip devam ettirmeleri, ahlâkî ve dînî bir görevdir. Peygamberimiz (s.a.s.) buyurur ki:
"Rahim (akrabalık), Allah'ın rahmetinin eserlerindendir. Kim bu bağı korursa, Allah ona merhamet eder. Kim onu koparırsa, Allah da ondan ihsan ve rahmetini keser." (Buhârî Edeb, 13)


"Akrabalarıyla ilişkiyi kesen Cennet'e giremez" (Buhârî, Edeb, 11 )
2. Akrabalara ikram ve ihsanda bulunmak: Yukarıda geçen hadislerden de anlaşılacağı gibi akrabalara maddî ve manevi ikramlarda bulunmak Peygamberimizin bize tavsiye ettiği hususlardandır. Malını, Allah yolunda harcanması için hibe etmek isteyen Ebu Talha'ya Peygamberimiz, onu akrabalarına harcamasını tavsiye etmiştir.
Dinimizin emir ve tavsiye ettiği bu akrabalık görevlerini yerine getiren kimseyi de Peygamberimiz(s.a.s.) şöyle müjdelemektedir:


"Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını isterse sılayı rahim yapsın." (Buhârî, Edeb, 12)


Akif KÖTEN
Vicdan ve Fetva Hazırlayan: Muhammed KUTSAL (Aşka Mecnun)

 

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
AKSIRMAK


Burun zarının ve nefes verme kaslarının sarsıntılı bir hareketiyle havayı bir anda ağızdan ve burundan dışarı atmak. Aksırmak, insanda meydana gelen fizikî bir olaydır. Halk arasında "hapşırmak" diye bilinen bu olay bir terim olarak İslâm dini âdâb-ı muâşeretinde * "Teşmitu'l Âtis" şeklinde geçer.


Aksırmak vücutta meydana gelen bir zorlama sonucu olur. Bu ihtiyacı duyan kimse aksırdığı anda ferahlar. Bu ferahlamadan dolayı da müslümanın Allah'a şükretmesi gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), bu konuda şöyle buyururlar:
"Allah kulunun aksırmasını sever, fakat esnemesinden hoşlanmaz. Ey Müminler sizden biriniz aksırıp Allah'a hamd ederse, (el-Hamdülillah derse) onun hamdettiğini işiten her. müslümana, "Yerhamükellah" diye karşılık vermesi gerekir. Esneme işi şeytandandır. Birinize esneme hâli gelirse mümkün olduğu kadar esnemeye engel olsun. Çünkü biriniz esnemek üzere ağzını açınca onun bu gafletine şeytan güler. " (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 165).


Bu hadîs-i şerif'e göre aksıran kişinin: "Elhamdülillah" demesi icab eder. Karşısındaki müslüman da ona: "Yerhamükellah " diye karşılık verince aksıran kişinin tekrar dönüp bu kardeşine: " Yehdîkumullah ve yuslih bâleküm" (Yani Allah sizi hidâyet kılsın ve hatırınızı hoş tutsun), demesi sünnetin talimi gereğidir.


Aksırma anında büyük bir gürültü ve ağızdan etrafa tükrük yayılabileceği için, aksıranın eliyle veya başka bir şeyle ağzını kapatarak, bunlara engel olması edeptendir. Bu da Resulullah'ın tavsiyesi ve sünnetidir.


Akif KÖTEN
Vicdan ve Fetva Hazırlıyan Muhammed KUTSAL (Aşka Mecnun)



 

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
ALEVÎ-ALEVÎLİK NEDİR?

Dördüncü halife Hz. Ali'nin soyundan gelen, onu diğer sahâbeden ve diğer üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse. Alevîlik düşüncesi, ister açıkça, ister gizlice, Ali'ye uyup onun Kur'an'daki nâs ve Resulullah (s.a.s.)'ın vasiyetiyle imamlığa tayin edildiğini ileri süren; imametin* onun soyundan dışarı çıkmayacağına inanan ve onu diğer sahâbeden üstün gören zümrelerin başlattığı fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çıkan" hareketin genel adıdır. Bu fikir ve harekete katılanlar, Ali'ye (r.a.) uydukları ve onu, öteki sahâbîlerin önüne geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da 'tarafını tutan' anlamında "Şia"* denilmiştir. Şia, Alevîliğin ifade ettiği katılıktan daha mûtedîl bir kelimedir ve İslâm âlimleri Alevîlik için Şia'dan farklı olarak 'Râfıza' 'Ravâfız' tabirlerini kullanırlar. İslâm tarihinde Hz. Peygamber'den sonra halîfe olarak Hz. Ali'yi tanıyanlara, Ali'ye mensup, inancı bakımından, Ali taraflısı anlamında "Alevî" tabiri kullanıldı. Alevîlik, halifelikte Hz. Ali'nin hakkının yendiğini, sahâbenin Hz. Peygamber'den sonra Ebû Bekr*'e bey'at etmekle, İslâm'a aykırı hareket ettiği iddiasını yansıtır. Alevîler Hz. Ali'nin hilâfette hak sahibi olduğunu şu sebeplere dayandırırlar: Ali*, Hz. Peygamber'in tabii olarak varisiydi. O, İslam'ı ilk kabul eden kimsedir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcasının oğlu ve damadıdır. İslâm savaşlarının kahramanıydı. Yaşadığı sürece Hz. Muhammed'in en yakın yardımcısıydı. Onun bütün işlerine bakardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Ali'ye olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe olacağına işaret etmiştir. Bu yüzden onlar, Ebû Bekir, Ömer* ve Osman*'ın işbaşına getirilişini batıl saydılar. Yani bunu şerîat kurallarına ve Hz. Peygamber'in sünnetine aykırı görerek bununla savaşmayı dinî bir görev kabul ettiler. Ancak, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali hakkında söyledikleri ve Ali'nin üstünlükleri doğru olmakla birlikte, Allah Resulü benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi diğer büyük Sahâbîler hakkında da söylemiştir. Üstelik, hastalandığında imamlığa Hz. Ebû Bekr'i geçirmiştir. Diğer yandan Hz. Peygamber, kendisinden sonra müslümanların başına kimin geçeceğini isim vererek belirtmeden bu dünyadan ayrılmıştır. Böyle bir hadîs olsaydı, Hz. Ebû Bekr'in halife seçildiği sırada yapılan konuşma ve müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi. Çünkü ashâb-ı kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz. Peygamber'den işittiğini nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir. Ancak, Allah Resulü'nün cenaze işleriyle uğraşması yüzünden, halîfe seçimi sırasında hazır bulunamayan Hz. Ali ile bu kadar önemli bir konunun istişare edilmemiş olması bir eksiklik sayılabilir. Fakat, Ensâr'ın hilâfet konusunu müzâkere etmekte olduğu topluluğa Hz. Ömer'le Hz. Ebû Bekr bile sonradan katılmıştı. Bu çok önemli meselede yanlış bir adımın atılması endişesi ve işin kısa sürede çözülmesi zarûreti, seçimin Hz. Ebû Bekir lehine yapılmasını gerekli kılmıştır. Nitekim daha sonra Hz. Ali de Ebû Bekr'e bey'at* etmiştir.


Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen 'Ali ve ailesini' öteki Ashâb-ı Kîram'dan ve Allah Resulü'nün öteki halîfelerinden ayırmadan severler. Onun ailesine yapılan haksızlığa ve zulme karşıdırlar ve tarih içinde de karşı olmuşlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel* (rh.a), "Ehlü's-Sünne ve'-l Hadîs" taraftarlarının Hz. Muhammed (s.a.s.)' in ailesine hak ettikleri muhabbeti gösterdikleri ve Ali İbn Ebî Tâlib'in (r.a.) haklarını tanıdıkları için "Ali'nin 'şiası, taraftarı" olduğunu ifade etmektedir. Aynı tavrı İmam-ı Â'zam da takınarak Abbasîlere karşı İmam Zeyd'i desteklemiştir. Bu anlamda Şia, îtikâdî ve siyasî bir mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz. Ebû Bekr es-Sıddık'a (r.a.), Ömer el-Faruk'a (r.a.) ve Osman Zünnureyn (r.a.)'e ve daha pek çok ashâb-ı kirâm'a buğz ve düşmanlık taşıyan fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir. Bu ifrata sebep olan Emevilerdi. Emeviler devrinde, Ömer İbn-i Abdulaziz'in hilâfetine kadar cuma hutbelerinde Ali İbn Ebî Tâlib'e (r.a.) ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu. Onların bu yanlış hareketleri öteki müslümanları bağlamazdı. Çünkü onlar, bütün müslümanları temsil edemezlerdi. Hele hilâfet konusundaki olayları göze alarak öteki, müslümanları zalim görmek ve göstermek haksızlıktır ve hakdan sapmadır. Ne Resulullah'ın üç halifesi ne de Ashâb-ı Kirâm, Ali İbn Ebi Talib hakkında düşmanlık eseri bırakmamışlardır. Alevîlik, zaman içinde parçalanmış ve sayısı yüze varan tarîkatlara ve yollara ayrılmıştır. Ancak bunları İmam Ebu Câ'fer es-Sâdık'ın içtihatlarıyla amel eden ve müslümanlarla aralarında bir fark görmediklerini söyleyen, yeryüzünde Allah'ın hâkimiyetini istediklerini haykıran Ca'feriyye ve Zeydiye kollarına bağlı müslümanlarla karıştırmamak gerekir. Câferî müslümanları Şia içerisinde incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel ilişkisiyle gözönüne almak ve ona göre değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Câferîlerle, Zeydîleri Alevîliğin diğer kolları olan Batînîler, * Karmatîler, * hatta kuzey Afrika ve Mısır'da uzun yıllar hüküm süren Fâtımîlerden, bugün Anadolu'da yaşayan Alevîler'den, Lübnan ve Suriye'deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayırt etmek gerekir.


Alevîlerden Gulât olanlar yani aşırı gidenler Hz. Ali'de, diğer halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler olduğuna inanıyorlar. İslâm tarihinde bu görüşü ve inancı daha da ileri götürerek, Allah'ın Ali'nin varlığında, insan suretinde görünüş alanına çıktığını, onun bir ilâh-insan olduğunu söyleyenler bile çıktı. Ali'nin mehdi olduğunu, ölmediğini ve kıyamet gününden önce çıkarak dünyada adaleti sağlayacağını öne sürdüler. Bunlar "sebeîler"dir. İslâm'da ilk dînî ayrılık hareketini teşkil eden ilk Alevîlik, Hz. Ali daha hayatta iken San'alı bir Yahudi olan İbn Sebe'nin telkini ile başlamıştır. Bundan sonra Ali'nin ve soyunun, hatta İbn Sem'an, Ebû Mansur el-İclî, Ebu'l-Hattâb, Horasanlı Ebû Müslim gibi Ali ile aile bağı bulunmayan ve sadece taraftarlık yapan birtakım yabancıların öncülük ettiği tenâsüha, ibâhaya, farzları terketmenin caiz olduğuna ve imanın, imamı bilmekten ibaret bulunduğuna inanan birçok Alevî kolları meydana çıkmıştır.


Dağınık Alevî kollarını birleştiren Câ'fer es-Sâdık'*a bir aralık gidip gelen ve inanışlarında İslâm'a aykırı şeyler bulunduğu için kovulan, İmam Câfer'in lânetlemesine uğrayan Ebî Mansur el-İclî ile Ebû'l-Hattâb'ın ekolü, "İsmâiliye*" veya "Yedi İmam" mezhebini oluşturmuştur. Batınîlik adı verilen bu mezhep Yemen'de kökleşmiş, Irak, İran, Horasan ve Türkistan'a kol atmış ve batıda Endülüs'e kadar yayılmıştır. Bu mezhepten olanlar Bahreyn'de ve Ahsâ'da Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfe'de ve Basra'da birçok ihtilâlleri, Mağrip'te önce "Alevî Hükûmeti"ni, sonra Mısır'da Fâtımî halifeliğini vücûda getirmişlerdir. Cebel-i Dürûz'da Lübnan'da yaşamakta olan "Dürzîlik"le daha birçok fırka ve mezhepler Batınîlikten doğmuştur. Muhammed b. Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan "Nusayrîlik"i kurmuştur.


Hz. Ali'nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbelâ olayı Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi, Alevî topluluğun siyasî bir görüş çevresinde toplanmasına yol açtı. Sonraları Şia (Şiîlik) adını alan ve daha çok İran'da gelişen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar zinciri oldu. İslâm ordusunun doğuya doğru ilerlediğini gören İran, bağımsızlığını kaybedeceğini anlayınca, İslâm'ın içinde doğan ve gelişen Hz. Ali taraftarlığını eski dîn ve siyasetleriyle kaynaştırarak benimsedi. Bundan Alevîliğin, bir başka kolu doğdu. Alevî inancı bu yeni ad altında hızla gelişti. Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçişini (tenâsüh) kabul eden Hind inançları da yine İran etkisiyle karıştı.


Anadolu Alevîliği ise, sadece Batınîlik'in devamı değildir. Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk tarikatlarının, Hurûfiliğin, Vücûdiyye ve Dehriyye inançlarının karıştığı, bazı Türk gelenek ve göreneklerinin ve halk şiirinin yaşadığı bir dünyadır. Onda "tenâsüh", "hulûl", "ibâha" ve bir çeşit "iştirak" ilkeleriyle birlikte, Türk şölenlerini andıran âyinler de görülür. XIII. yüzyılda Anadolu'nun fikir hayatında Orta Asya'dan ve Horasan'dan göçen bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri olmuştur. Bu arada Harezm'li göçmenler, köylere varıncaya kadar Anadolu'nun dînî havasının değişmesine yol açmışlardır. Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde varlığını sürdürmektedir. Şiîlik, Bektâşîlik ve Kızılbaşlık gibi Alevî kollarının özel törenleri, toplantıları bulunmaktadır. Bu kolların hepsinde Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edildiği 10. Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir. Şiîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, ağlar, yakınırlar. Kızılbaş ve Bektâşîler bu günün acısını çeker, fakat dövünmezler. Alevî törenlerinin en büyüğü kadınların da katıldığı "cem âyini"dir. Bu tören cuma günleri düzenlenir. Cem âyininin küçüğüne "dernek" denir. Bu toplantılar sazlısözlü, içkili olur. Özel zikirler yapılır. Töreni yöneten dede tarafından bir sure veya ayet okunur. Ayrıca cem'âyininden başka "görgü âyini", canlardan birinin diğerini şikâyeti hâlinde "sorgu âyini" düzenlenir. Nevrûz, hem bahar bayramı, hem de Hz. Ali'nin doğum günü sayıldığı için, genellikle kutsal kabul edilir ve törenler düzenlenir .


Alevîlik İran'da olduğu gibi Anadolu'da da daha çok şiir ve edebiyatla yayılmıştır. Alevîlerin büyük tanıdığı yedi şair; Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânî'dir. Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî dışındakiler tam batinîdirler.
Yollarını müstakil bir dîn ekolü ve İslâmiyetin esası kabul eden Alevîler, Hz. Peygamber, Hz. Ali, Oniki İmam ve Hacı Bektaş Velî'yi kendi yorumcu ve düşünürleri sayarlar.


Hamdi DÖNDÜREN

Vicdan ve Fetva Hazırlayan Muhammed KUTSAL (Aşka Mecnun)
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
selamun aleykum kardeşim emeğinize sağlık inşallah alıcam..rabbim razı olsun sizden inşallah şiir kitabınızıda bekliyoruz kardeşim..
selam ve dua ile
<<B)>>​
 

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
selamun aleykum kardeşim emeğinize sağlık inşallah alıcam..rabbim razı olsun sizden inşallah şiir kitabınızıda bekliyoruz kardeşim..
selam ve dua ile
<<B)>>​


Aleykümselam

Amin ecmain olsun inşallah Allah nasip ederse neden olmasın nasipten ötesi olmaz Allah'ın izniyle inşallah oda nasip olur..

Yorum için teşekkür ederim selam ve dua ile
 

Aşkâ Mecnun

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
3,521
Tepki puanı
2
Puanları
0
Konum
Fatih - İstanbul
ALIŞ-VERİŞİN DİNİ HÜKMÜ NEDİR

Değeri olan bir malı yine değeri olan başka bir mal veya para karşılığında değiştirme. Alış-veriş tarafların karşılıklı onayı ile yani icab ve kabûl ile gerçekleşir. İki taraftan biri malı, diğeri karşılığı olan para veya kıymet taşıyan başka bir malı ele geçirmeleri netîcesinde satışın gerçekleştiği söylenebilir .


İnsanlar dünya hayatlarında geçimlerini sağlamaları için belirli bir ölçü içinde karşılıklı mal mübâdelesinde bulunmak zorundadırlar, buna da 'rızık temini' denilir.
Cenâb-ı Hakk, "Yeryüzünü size boyun eğdiren (ondan yararlanmanız için size itâat ettiren) Allah Teâlâ'dır. O halde yeryüzünün sırtlarında (dağlarında tepelerinde ve ovalarında) dolaşın da Allah'ın size verdiği rızıklardan yararlanın." (el-Mülk, 67/15). buyurmuştur. Yeryüzünde dolaşmaktan maksat insanlara faydalı olan nîmetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve bunun için araştırma yapmaktır. Cenâb-ı Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır. Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'tan rivayet edilen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Rızık sağlamak gayesiyle çalışmak her müslüman üzerine farzdır. " Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve aile ferdlerinin rızıklarını sağlamak zorundadırlar. Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah'ın rızası ve O'nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû Bekr'in: "Haram ile beslenen bir vücûda ancak Cehennem ateşi yakışır." sözü müslümanın rızık temini ve alış-veriş anlayışını en güzel bir şekilde belirtmektedir. Ashâbın helâl alışveriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz. Ticaretle uğraşan bir müslümanın, İslâm'ın alışverişe dair koyduğu bütün hükümleri ana hatlarıyla bilmesi gerekir. Günlük hayatta yapılan alış-verişleri Allah'ın razı olacağı bir usûlde yürütebilmek için de bu hükümleri asgarî ölçüde bilmek her müslüman için farzdır.


İslâm fıkhına göre bir müslümanın kendisinin ve ailesinin nafakasını sağlamaya ve varsa borçlarını ödemeye yetecek kadar para kazanması 'farz'dır. Bunun dışında, fakîr müminlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve akrabalarına ikram etmek için kazanmak da 'müstehap'tır. Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için bundan fazlası için çalışmak 'mübah'tır. Başkalarına karşı kibirlenmek, dünyevî hırsa kapılarak başkasının servetiyle yarışmaya kalkışmak ve bu mal ile azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak, bu kazanç helâl yolla dahi olsa 'haram'dır. Buna karşılık, küfre karşı verilen mücadelede maddî katkıda bulunmak ve malını Allah yolunda infak için samimî bir niyetle çok çalışıp para kazanmak da güzel bir ibadettir. Bu gaye için çalışıp para kazanan kişi sürekli ibadet hâlinde sayılır.


Aynı şekilde İslâm, çalışıp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin dilenmesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a yemin ederim ki sizden birinizin, ipini alıp da, dağdan bir bağ odunu taşıyıp getirmesi ve bu odunu satıp onunla ailesinin ve kendisinin geçimini sağlaması, başka birinden istemesinden çok hayırlıdır. Kim bilir yardım istediğiniz kimse ya verir minnetine girersin, yahut vermez zilletini çekersin. " (Buhârî Musâkât, 13, Zekât, 50, Buyû', 15; İbn Mâce, Zekat, 25; İbn Hanbel, I, 167)". Buna göre, çalışmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meşrû değildir.
İslâm'da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad'tan (ganimetten) sonra ticarettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaattır. Bütün bu rızık temin etme yollarında alış-veriş işlemi sözkonusu olmaktadır.


Gerçekte insanın ihtiyacını gideren eşya, tarım veya sanayi ürünüdür. Bundan dolayı bazı ekonomik sistemler, insanların, tarım ve sanayi dışındaki yollarla kazanç temîn etmesini kabul etmezler. Fakat, bir malın üretilmiş olması, ihtiyaçların giderilmesi için yeterli değildir. İhtiyaç, ancak üretilen eşyanın, muhtaç olanlara ulaştırılmasıyla giderilir. Çiftçi veya sanayicinin ürettiği malı, ihtiyacı olanlara ulaştırabilmesi ise mümkün değildir. Türkiye şartlarında düşünecek olursak, bir fabrikanın ürettiği malları tüketicisine ulaştırabilmesi için birçok yerde şube açması ve bunlarla dağıtımını yapması gerekir. Diğer taraftan tüketicilerin, ihtiyaç duydukları eşyayı elde edebilmeleri için doğrudan üretici ile ilişki kurmaları da imkânsızdır. Öyleyse, eşya ile tüketici arasında köprü olacak, bunları birbirine ulaştırarak, yukarda zikredilen mahzûrları ortadan kaldıracak fakat yaptığı bu hizmet için belirli bir kâr elde edebilecek bir hizmet sektörüne ihtiyaç vardır. İşte bu da, 'Ticaret Sektörü'dür.


İnsanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu manadaki ticareti İslâm meşru ve makbûl saymıştır. Ticaret hakkında Allah'u Teâlâ şöyle buyurur;


"Allah, ticareti helâl, ribâyı da haram kıldı." (Bakara, 2/275)
"Güvenilir, doğru ve müslüman tacir, kıyamet günü şehidlerle beraberdir."(İbn-i Mâce, Ticârât, 1). Hadîs-i Şerîfi de dürüst ticaretin sahibine ne kadar sevap kazandıracağını belirtmektedir.


İslâm'a göre ticaret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında değiştirmektir. Dinimizin ticarette gözettiği gaye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil, insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşru bir kazanç sağlamaktır. Meşru bir ticarette şu özellikler bulunmalıdır:


1) Alan ve satanın rızası,
2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,
3) Ticaretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.

Vicdan ve Fetva
Hazırlayan: Muhammed KUTSAL
 

ebuzer25

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Ağu 2008
Mesajlar
1,845
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
aska mecnun kardeşim bu sizin kitabınızmı?
 

ebuzer25

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
16 Ağu 2008
Mesajlar
1,845
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
damla kardeşin yazdıgınım okudum evet sizin kitabınızmış bende alıcam inşallah...emeginize saglık ne kadar güzel inanın cok duygulandım rabbim sizi nice hizmetlere nasıb etsin..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt