VAHYİN SÖZLÜK ANLAMI
Vaha fiilinin mastarı olan vahiy sözlükte,gizli ve süratli bir şekilde bildirmek demektir.Vahyin bundan başka ilham etmek,ima ve işaret etmek,fısıldamak,emretmek,telkin etmek ve yazmak gibi manaları vardır.
Vahiy gayb sınırları içerisindedir,anlaşılabilirliliği ile ilgili,özellikle insanın mükellefiyetleri açısından herhangi bir problem söz konusu olmayacak mükemmelliktedir.
VAHİY GERÇEĞİ
Vahyin mahiyet itibariyle anlaşılıp anlaşılamayacağını ortaya koymak, önce onun gayb veya müşahade (fizik) alanındaki yerini, sonra da söz konusu yerin insan aklının ve bilgisinin faaliyet sınırları içersine girip girmediğini tesbit etmekle mümkün görünmektedir.
Bilindiği gibi vahiy Allah elçilerine mahsus özel bir tecrübedir. Çünkü insanlara, vahiy anını peygamberlerle paylaşma imkanı verilmemiştir.Allah elçilerinin vahyi alması; beşeri özellik ve irade dışında, tamamen ilahi iradenin yönetiminde gizli ve süratli bir tarzda, kulak vasıtası olmadan iyice anlaşılır özellikte beşere has harf ve kelimelerin mahrecinden çıkışlı konuşma şekline benzemeyen bir tarzda saniyeden de kısa bir zamanda uzun bir cümlenin bir anda belletilmesi ile gerçekleştirilen kutsallığı aşikar, olağanüstü bir tarzda haber iletilmesine dair bir olaydır.
Allah’ın elçilerine mahsus olan bu çeşit vahiy, özel manasıyla peygamberlik vahyi,diğer beşeri ilimlerin üstünde özel bir keyfiyet ve kesin zorunluluk ile gerçekliğinde şüphe olmayan bir ilim telkin eden hakkın tecellisinin özel ismidir.Dini yönden vahiy denildiği zaman da bu mana kastedilir.Vahyin diğer kısımları hem peygamberlerde,hem de diğerlerinde bulunabilir.fakat tam manasıyla peygamberlik,hangi çeşitle olursa olsun hiç şaşmayan özel bir vahiyle başlar.Bu ruhi bir hadisedir.Açık duyulardan gayet net bir şekilde kalbe gizli bir yol ile süratli anlayış telkin eden ruhani iniştir Kutsallığı aşikar beşerüstü bir olaydır..Birinci dereceden vahiy budur.
VAHİYLER İKİ KISIMDIR:
1. GERÇEKLE GELEN VAHİYLER : Yüce Allah’ın sıfatlarını emir ve yasaklarını, Peygamber hikâyelerini, Kıyamet, Cennet ve Cehennem hallerini bildirir. süratli kolay anlaşılır ve çok mübarek vahyle gelir
2. SÜNNET VAHYİ: Bunlar; Birinci kısımda belirtilenlerin teferruatları ile hadis söylemlerinden ibârettir. Zayıf hafif manevi sesle bazen zor bir algılama niteliğindedir.
VAHYİN ANLAŞILABİLİRLİĞİ
Resulullah Muhammed (sav)’in vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği vahiy alma şekli,çıngırak yahut zil sesine benzer bir sesle aldığı vahiydir..Aişe (ra)’nin naklettiği bir hadiste Allah Resulu (sav) şöyle buyurur:Vahiy bazen bana zil çalar(yahut çıngırak sesi)gibi bir sesle gelir.Bu benim için vahyin en ağır olanıdır O(hal) beni terk edince onun(Cebrail’in) ne dediğini bellemiş olurum.
Öncelikle burada şu hususa işaret etmek gerekir ki,hadiste yer alan zil çalar gibi ifadesi zannedildiği kadar kesin olmayabilir.Zira bu sözün Arapça karşılığı olan cümlede bulunan el-ceresu(zil),kelimesini,el-cersu ve el-cirsu şeklinde de okumak mümkündür.ancak o zaman manası alçak ses yahut iyi anlaşılmayan ses demek olur.(Bkz.ibn Manzur Lisanu’l-arab.VI.35)
Üstelik bu cümleciğin daha başka manaları da vardır.Mesela,bir madenin dövülmesi yahut bir kuşun kanatlarını çarpması esnasında çıkan sese de el-cersu denilmektedir.Fakat bu manaların hepsinin ortak noktası,sözü edilen sesin zor duyulabilecek nitelikte alçak bir ses olmasıdır.(Bkz.vahiy gerçeği.ilahiyat vakfı.yayınları no:118 Muhsin Demirci)
VAHYİN BENZER OLGULARLA
KARŞILAŞTIRILMASI
Vahiy olayını incelerken vahyin yanısıra, elbette ki ilham ve keşf gibi bazı gayr-i maddi bilgi vasıtalatından da söz etmek gerekmektedir. Bilindiği gibi tasavvuf iiteratüründe kullanılan terimler arasında ilham ve keşfle oldukça yakın anlamları bulunan birçok ıstılah mevcuttur.Bilhassa seyr-i süluk esnasında karşılaşılan tecellilerin hemen tamamı keşfin kapsamı içine sokulacak niteliktedir.
1. VAHİY ve İLHAM
İlham, lehm mastarından türemiş if’âl kalıbında bir kelimedir. Lehm sözlükte, herhangi bir şeyi ‘kalbe atmak’,’lokmayı bir çırpıda yutmak’ gibi manalara gelmektedir. İlham ise ‘yutturmak ve feyz yoluyla bildirmek’ demektir. Söz konusu kelime aynı zamanda ‘yakalamak’, ‘kavramak’ ve ‘keşfetmek’ manasına gelen ‘sezgi’ anlamını da ifade etmektedir.
İlham terim olarak ise, ‘herhangi bir mananın tefekkür ve istidlal yoluna başvurmaksızın insanların kalbine yerleştirilmesi şeklinde tarif edilmiştir. (Bkz. El-Curcâni, et- Ta’rifât, s.34; Kesteli’ala şerhi’l akaid,İst.1326, s. 45; et-Tehânevi, Keşşaf,2,1308.
İlham kavramı, içerdiği anlamlar yönünden oldukça kapsamlı bir terim niteliğindedir.Ancak İslâmi terminolojide ilham denilince daha çok kalbleri tasfiye edilmiş kişilere ‘âni olarak verilen tefekkür ve istidlâl dışı bilgiler kastetilmektedir.İşte bu anlamda ilhâm hem peygamberler hem de bunların dışında bazı insanlar için söz konusudur. Ancak bağlayıcılık açısından her iki ilham birbirinden farklıdır.
İlham kelimesi, ‘(Allah) ona (nefse) günahlarını da takvasını da ilham etti’ (Bkz.eş-Şems 91/3) ,tarzıda yalnız Kur’an ayetinde yer almaktadır.Ancak hemen belirtelim ki, ez-Zemahşeri (öl.538/1310), en-Nesefî (öl. 710/1310) ve Elmalılı (öl. 1368/1948) gibi dirayet müfessirleri söz konusu asyette yer alan elhame fiilini, Allah’ın nefse iyilik ve kötülükleri öğretmesi ve kavratması (ifham, i’kâl, beyan) tarzında yorumlayarak ilhamı, kulun kesbine paralel bir şekilde kendi nefsinde ortaya çıkan bir mertebe olarak değil, insana doğuştan verilen bir kabiliyet olarak telakki etmişlerdir.Bazı veliler,yüksek ruh ve inancına rağmen sefahate ,dünyaya yönelip ahireti unutan toplum arasında yaşamakla zaman zaman gafletle,zaman zaman bilgisizlikle bazı hatalar yapıyor aklı başına geldiğinde ve onları ikaz etmeye ve mücadele etmeğe gücü yetmediğinde Allah veli kullarına kemendini atıyor onları kendisini tamamen Allah yoluna yöneltmiş bir mürşidi ile karşılaştırıyor tövbe nasip ederek,ya dünyalıklarını büyük bir oranda ellerinden alarak veya bir hastalık ve musibet ve belalar vererek uzlete çekilmeye mecbur ediyor.Haller makamını yaşatıyor Kur’anda hem muhkem, hem müteşabih, hem de üstü örtülü olan ‘Allah’ın ayetlerini değersiz şeylerle değişmeyin’buyruğuna boyun eğdirtiyor. Dünyaya düşkün bir kimse veya din bilgisi var fakat eğitimini almamış bir kimse sözü edilen ayeti duyduğu zaman şöyle düşünür: ‘Demek ki Allah’ın ayetlerini kıymetli taşlar( altınlar, pırlantalar, yakutlar, zümrütler ) karşılığında bildirmem gerekiyor, fakat ben onlara Allah bildirilerinin birer nüshasını versem kim bunların karşılığında bana böyle değerli şeyler verir ki, kimse vermez. Hem herkes dünyaya o kadar düşkün ki, hem herşeyleri de bunların üzerine kurulu adeta...’ gibi sorular,cevaplar konuyla ilgili düşünceler insanın beyninden ister istemez, bir film şeridi gibi hızla geçip gidiyor...Aradan uzun yıllar geçiyor Rabbin eğiticiliği ile doğruyu yanlıştan ayırma vakti geldiğinde ve Allah’ın emriyle hükmetme karar verme, dönüş yapma fırsatı sunulduğunda her şeyi iyice anlıyor ve şu ayeti düşünmeden edemiyorsunuz. ‘Kantar kantar altın, gümüşler, nişanlı atlar ve evlatlara düşkünlük dünya hayatının metalarıdır.Doğruyu, yanlışı bildiren Allah sözü ne kadar da muazzamdır.Üzerinde düşünülüp, araştırılması, sonucunun iyice anlaşılıp bilinmesi bakımından Hz.Peygamber (s.a.v) ve sahabeleri, evliyalar, büyük İslam alimleri, yüzünü dünyadan çevirip ahirete yönelmek gerektiğini dünyada yaşarken sanki ölü yıkayıcısının elinde ölü gibi Allah’tan başka herşeyi terketmeyi, düstur olarak görmüş,netice itibariyle, tüm eserlerini bu konu üzerinde yoğunlaştırmış,’yaşa da gör’politikası içersinde ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır.-Allah onlardan razı olsun- Emir ve yasaklar ancak vahiyle sabit olur.Kıyamet günü herkes Kur’anın emir ve yasakları konusunda kendi sonucunun ne olduğunu iyice görecek ve iyice anlayacaklardır.
İmam Maturidi, İbn Rüşd ve Mu’tezile alimlerinden Ebu Haşim şöyle demişlerdir:İlhamın bazen kesin bilgi ifade etmeyeceğini, bilgi kaynağı kabul edilse bile, bütün insanlar için söz konusu olamayacağını ileri sürmüşlerdir.Çünkü ilham ekseriya ruhi riyazetin, uzun tefekkür ve murakabenin bir meyvesi olup insanda kesin bir bilgi meydana getirmez. Bu tıpkı güneşten yararlanmak isteyen bir kimsenin elindeki aynayı güneşe karşı tutması gibidir. Tabiatıyla bu durumdaki insan güneşten ancak ayna kadar istifade edebilir. Halbuki evinin çeşitli yerlerinden güneşe doğru pencereler, kapılar açan ve yollar yapan, güneşin ışığını devamlı ve çok bol tarzda alabilir: İşte vahiy de tıpkı bunun gibi umumi ve külli, ilham ise, hususi ve cüz’idir. Elbette ki, bu durumda kişiye özel bir bilgiyi umuma atfederek herkesi bağlayıcı olduğunu söylemek doğru olmaz.
İlham yoluyla elde edilen bilgiler, birbirini nakzedebilir. Bu bazen aynı şahısta olduğu gibi farklı şahıslarda da olabilir. Dolayısıyla bu bilgilerden hangisinin doğru olduğunu akıl da tayin edemez.Bu yüzden bazı ilhamlar ve sezgi, genel geçerliliği olan bir bilgi niteliğinde değildir. Halbuki vahiyde çelişki ve tutarsızlık yoktur.
VAHİY VE KEŞF
Arapça bir kelime olan keşf sözlük anlamı itibariyle bir şeyi ‘izah etmek, ‘ortaya çıkarmak’ ve ‘üzerindeki örtüyü kaldırmak’ demektir. Terim olarak ise, duyular ve akıl yoluyla bilinme imkanı olmayan gaybi hakikatlerin gözle görünürcesine apaçık bir şekilde kişiye kalb gözüyle yarı uyku yarı uyanık veya tamamen uyanık bir halde ve kişinin iradesi dışında film gibi izlettirilmesidir. Bazen izlerken sesli konuşmalara da tanık durumunda kalınmasıdır, mesela tanıdık yalancı bir şahsın ağzının yırtılıp yırtılıp tekrar dikildiği,yalancının gazabına uğrayan kimseye gösterilmekte,bazen cennete ait yeşil kuşlar, bazen cennetteki kuş tüyü ile örtülü gibi duran yumurtalar, bazen cennet elbiseleri, bazen cennet döşek ve yastıkları gösterilmektedir.Mükaşefe; kalp gözünün açılması ve gayb aleminin görülmesini sağlayan hal anlamındadır. Mükaşefe kavramının bir tasavvuf terimi olan müşahade ile de anlam yakınlığı vardır. Çünkü müşahade, hiçbir şüpheye mahal olmaksızın kalb gözüyle gerçeğin görülmesi demektir.
Keşf ve mükaşefe ile mana birliği olan daha başka kavramlar da vardır. Bunların bir kısmını şöyle sıralamak mümkündür: Basiret, firâset, hatır, ilm-i ledün, ma’rifet, tecelli, rüya, yakîn, vb. tecellilerin bazen kişiden kişiye değişerek bağlayıcı oladığını öne sürenler de mevcuttur.
KUR’AN VAHYİNİN TESBİTİ
Bilindiği gibi Allah Resulu (sav) hem Kur’an hem de sünnet vahyine muhatap idi. Ancak o, kendisine gelen bütün vahiyleri yazdırmıyordu. Hz. Peygamber (sav)’in yazıya geçirtmedikleri, elbetteki Kur’an vahyi dışında kalan sünnet vahyi ( ilhami vahiy niteliğinde gelen hads’i vahiyler) idi. Bunlar için bazen ‘Benden alın’ buyurur. Ve sonra açıklama yapardı. Bazen bu nitelikte gelen vahyi ‘Bana vahyolundu ki...’
Diyerek açıklardı. Bu iki halin dışında bazen de kendisine vahyin geldiğini etrafında bulunan insanlar hissederlerdi, fakat Resulallah (sav) vahyin geldiğine işaret eden herhangi bir ifade kullanmadan doğrudan açıklamada bulunurdu.
Buna mukabil Hz. Peygamber vahiy sonrasında, eğer gelen vahiy, vahy-i metluvv (Kur’an vahyi) kabilinden ise, onu behemahal yazdırtır ve tebliğ ederdi.
(Bkz.vahiy gerçeği,nde; el-Buhari. El-ilim,24;Müslim, el-Cenne,64.Örnek için bkz.el-Buhari, el-cihad,37; eŞehadat, 15; el-Hacc, 17; el-Umre, 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4, 104.
İslam bilginleri, Kur’an vahyi ile sünnet vahyi (hads’i vahiy)arasında mahiyet itibariyle herhangi bir fark görmemişlerdir.Nitekim İbn.Hazm (öl. 456/1063) bu mesele ile ilgili olarak şöyle demiştir: ‘(...) Bizim, Allah tarafından Resulüne gelen vahyi iki kısma ayırmamız doğru olur:
Birincisi, nazmı, tertibi itibariyle muciz olup, ibadetlerde tilavet olunan vahiydir ki, bu Kur’andır.
İkincisi de rivayet edilip nakledilen ve nazmı itibariyle muciz olmayan vahiydir ki, bu da Allah Resulü (sav)’den bize ulaşan hadislerden ibarettir. (...) Yüce Allah birinci tür vahye yani Kur’ana uymamızı emrettiği gibi, ikinci tür vahye uymamızı da emretmiştir. Sağlam kaynaklara yapışıldığı zaman vahyin bu iki türü arasında herhangibir fark söz konusu değildir.
EHL-İ SÜNNETE GÖRE VAHİY
Ehl-i sünnet alimlerine göre insanın bilgi vasıtalarından biri de vahiydir. Yüce Allah insanlarla irtibat kurarken ve dini konularda onları bilgilendirirken bu yolu kullanmıştır. Bunu da her defasında insanlar arasından seçtiği peygamberlerine, sözlü ayetlerini indirerek tahakkuk ettirmiştir. Bu sebeple vahiy, insanları aynı duyguda, aynı anlayışta ve aynı inançta bir araya getiren yegane unsur olmuştur.
El-Maturudi’ye göre ilham’ın bazı çeşitleri bilgi kaynağı değildir.Çünkü aynı konuda farklı ilham bilgilerine ulaşan kişilerin her biri, kendi bilgisinin doğruluğunu iddia edebilir Halbuki doğru bilgi vasıtasının zıt neticeler vermesi muhaldir. Ayrıca, birinin elinde diğerine ait bilgilerin yanlış olduğunu ortaya koyacak başka bir vasıta da yoktur. Yani ortada aynı zamanda ya iki doğru ya da iki yanlış söz konusu olmaktadır ki bu durumda da ilhamın neticesi, birbirini batıl saymak suretiyle yokluğa varır.
İLHAM’IN SÖZLÜK ANLAMI VE MAHİYETİ
Arap Dili’nde ilham,bir şeyi yalayıp sömürmek manasına gelen “iltiham’dan” türetildiği söylenmektedir.”Çocuk,annesinin memesindeki sütü emdi.”Cümlesinde iltiham bu manada kullanılmıştır.”süratli koşan at’a da,yolu yalayıp yutan”anlamında”Feresu lehim”tabir olunur.
Musa’nın annesine çocuğunu sepetin içine koyup suya bırakmasını ilham ettik.Böyle ilham isminden de anlaşılacağı gibi,.Peygamberlerin kalblerine vahiyden başka ilham da edilmiş, Musa’nın annesine ise sadece ilham edilmiştir..Bu tür ilham, dilin habersizken sütü yalayıp yutması gibi, şahsın anlayabileceği tarzda yapılır.Ayrıca ilham,özellikle Allah Teala ve cibril/Mele-i A’la tarafından zihne konulan bilgiye mahsustur.Şöyle ki:daha önce hiç duymadığı,öğrenmediği bir bilgiyi rüya ile de görmeden kendisine bilgi yüklenmiş ve öğretilmiş olarak uykudan kalkar.İlhamdan ayrı olarak peygamberler dahil istisnasız bütün beşeri ilgilendiren ve.insanın ihtiyarı dışında,onun gönlüne bir mevhibe olarak tecelli edince ona da’hatır’denir.Ancak,bazen böyle bir hatır veya ihtara,Hak’tan geldiği kendi karineleriyle kat’i değilse,şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir.Kendi karineleriyle Hak’tan geldiği muhakkak olan bir ilham apayrı şeydir.
Vahiy hakkında gerçekten ciddi tahliller yapmış bir müslüman düşünür olan Fazlur Rahman’ın vahiy çeşitlerinden biri ile ilgili olarak şöyle demiştir: Kur’an vahiy meleğinden bahsederken.Ruh’un esasen vahyin muhtevası olduğunu gösteren işaretler de vardır: İşte sana böyle emrimizden bir ruh vahyettik (Bkz.Şura 42/52), Allah, emrinden olan Ruh’u dilediği kimselere indirir.(Bkz.el-Mümin 40/15) ayetlerinde geçen Ruh’un, vahiy kesildiği dönemlerde, vahye ihtiyaç anında ve vahye daha önce muhatap olmuş olan Allah elçisinin bunu sadece Allah’ın dilemesi ve izni ile dileyerek kendini hazırladığında, zihinsel ses ve fikri kelimeler şeklinde rehber olabilecek ayetlere dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç olarak yorumlanabilir. Vahiy ve ilhamla ilgili olarak, kulun istek ve iradesi ne paralel bir şekilde ,kendi nefsinde ortaya çıkan bir mertebenin fazla özellik ve üstünlüğü bulunmaz.
Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığın’ buyrulmuştur. Zemahşeri bu ayeti yorumlarken şöyle demiştir: Kur’an okuyana şeytanın zararı, vesvese vermek, yanıltmak, manayı bozacak şekilde yanlış okutturmak, veya okuduğuna, Allah’ın vahyetmediği sözleri karıştırmak... gibi şeyler olabilir. Aksi halde havatırın,nefsin hevası cinsinden ve şeytanın vesveselerinden olması ihtimalden uzak değildir.Şeytani vesveselerin bulaşmış olması muhtemel bulunan havatır,şeytani; içinde nefsin hazlarının duyulup hissedileni de ‘heces’veya hevacis-i nefsanidir ki,böyle bir aldatılma alanına itilen salik,hemen Cenabı Hak’ka teveccüh edip durumunu,şeriatın muhkematına göre yeniden ince bir ayara tabi tutması gerekir Allah’a yakın bir yerde Cennet’te Âdem aleyhisselâmın başına böyle bir olay gelebiliyorsa yeryüzünde kimsenin bundan istisnâ tutulmaması gerekir Allah onu ve eşini cennetten yeryüzüne indirdiği vakit ona mükâfat olarak peygamberlik vermesi düşünülemez.O, balçıktan yaratılıp da Allah ona ruhundan üflediği vakit kendisine meleklerin secde ettirildiği ve gerek bilgileri gerekse, Allah’tan af dilemesi sonucu bağışlanmış olarak peygamber makamında olması tabiidir. Musa hakkında Kur’anda Allahü Teala şöyle buyurur: Musa şehre indiğinde bir arkadaşını kavga ederken gördü.Kendi tarafından olan arkadaşı Musa’dan yardım istedi.Musa, diğer taraftan olan kimseye bir yumruk atınca adam ölüverdi.Musa pişman oldu ve ‘Rabbim’ dedi. ‘Bu bir şeytan işidir.’Mümkün olabilir ki Allah’tan vahiy almaya alışkın olan Musa (aleyhisselam) şeytanın vesvesesiyle ilhamı karıştırıp şeytanın ‘haydi, git arkadaşına yardım et.Ona bir yumruk vur’vesvesesini, sinsice kalbine vehim sokmasını tam algılayamadı ve neticede adam öldürme işini yaptı.
Allah Tealâ Kur’anda şöyle buyurmaktadır:’ Âdemle Havva’ya cennette oturun dilediğiniz gibi yiyin için; yalnız şu ağaca (elma ağacına) dokunmayın, dedi. Şeytan (yılan şeklinde) onları kandırdı ve ayaklarını oradan kaydırdı.Ve o meyvayı yediklerinde daha önce kendiliğinden örtülü olan avret yerleri açılıverdi.Cennet yapraklarıyla oralarını örtmeğe koyuldular.’Bu konuda İsa (aleyhisselâm)der ki: Şeytan Cennet’in kapısına yaklaştı. Orada, deve ayakları ve her yanında bir ustura gibi kesilmiş ayak tırnakları olan korkunç bir yılan nöbet bekliyordu. Düşman ona dedi : ‘’Bi zahmet et, beni Cennet’e koyuver!’
Yılan cevap verdi: ‘ Allah bana seni çıkarmamı emretmişken, ben nasl seni içeri almak zahmetine katlanırım?’
Şeytan karşılık verdi: ‘Allah’ın seni ne kadar çok sevdiğini görüyorsun, ki seni insan denilen bir okka çamurun başında nöbet tutman için Cennet’in dışına koydu. Bu bakımdan, eğer beni Cennet’e alırsan, seni öyle korkunç yaparım ki, herkes senden kaçar ve arzu ettiğin yerde gider kalırsın.’
Sonra yılan dedi: ‘ Seni içeri nasıl koyacağım ben?’
Şeytan dedi: ‘Sen büyüksün; ağzını aç, ben karnına gireceğim ve sen Cennet’e girince, şu sıralarda yer üzerinde yürümekte olan iki okka çamurun yanında beni bırakacaksın.’
Sonra, yılan böyle yaptı ve Şeytan’ı kocası Âdem uyumakta olduğundan Havva’nın yanında bıraktı. Şeytan, güzel bir melek gibi kadının önünde durdu ve ona dedi : ‘Neden şu elmalardan ve mısırdan yemiyorsunuz?’
Havva cevap verdi: Rabb(ımız) bize, bunlardan yersek kirleneceğimizi ve kendisinin de bizi Cennet’ten çıkaracağını söyledi.’
Şeytan karşılık verdi:’O, gerçeği söylemez. Allah’ın kötü ve kıskanç olduğunu, bu nedenle de hiçbir dengine katlanamayıp, herkesi köle tuttuğunu bilmelisiniz ve kendisine eşit olmayasınız diye size böyle demiştir.Fakat sen ve yoldaşın benim tavsiyeme göre hareket ederseniz, diğerlerinden olduğu gibi şu meyvelerden de yiyecek ve başkalarına tâbi olarak kalmayıp, Allah gibi iyi ve kötüyü bilecek ve istediğinizi yapacaksınız. Çünkü, Allah’a denk olacaksınız.’
Sonra, Havva o meyvelerden alıp yedi ve kocası uyandığında, Şeytan’ın tüm dediklerini ona anlattıve o da karısının sunduğu meyveleri alıp yedi. Bunun üzerine, yenilenler aşağı doğru inerken Allah’ın sözlerini hatırladı; bu sebepten, yemeği durdurmak isteğiyle elini, her insanın işareti bulunan boğazına götürdü.’
Sonra her ikisi de çıplak olduklarını anladılar; dolayısıyla utanıp, incir yaprakları alarak gizli yerleri için bir elbise yaptılar. Öğle vakti geçince, bak ki, Allah kendilerine göründü ve Âdem’e seslenip dedi: ‘Âdem, neredesin?
O cevap verdi: ‘Rabb(ım), huzurundan kendimi gizliyorum, çünkü, ben ve hanımım çıplağız. Bu nedenle de, senin huzurunda bulunmaktan utanıyoruz.’
Sonra Allah dedi: ‘ Yediğiniz takdirde kirleneceğiniz ve cennette daha fazla kalamayacağınız meyveyi yemedikçe, sizi kim mâsumluğunuzdan soyup çıkarmıştır ki?’
Âdem cevap verdi: ‘Ey Rabb(im), bana vermiş olduğun eş (zevce) yemem için yalvardı, ben de ondan yedim.’
Sonra Allah, kadına dedi: ‘Nden dolayı böyle (bir) yemeği kocana verdin?’
Havva cevap verdi: ‘Şeytan beni aldattı ve ben de yedim.’
‘Ama, bu mel’un nasıl girdi buraya?’ dedi Allah.
Havva cevap verdi: ‘Kuzey kapıda duran bir yılan onu benim yanıma getirdi.’
Sonra Allah Âdem’e dedi: ‘Madem ki sen karının sözünü dinladin ve meyveyi yedin, yeryüzü senin işlerinle lânetlensin, belâ bulsun; senin için iğnelikler ve dikenler bitirecektir o; ve yüzünün teriyle ekmek yiyeceksin. Ve toprak ( balçık) olduğunu hatırla ve yine toprağa döneceksin.’
Ve Havva’ya da şöyle konuştu: ‘Ve Şeytan’a kulak asıp, kocana yemeği veren sen, seni köle tutacak olan erkeğin egemenliği altında yaşayacak ve doğum sancıları çekip, çocuklar dünyaya getireceksin.’
Ve yılanı da çağıran Allah, Allah’ın kılıcını tutan melek Mikaîl’e seslenip dedi : ‘Önce Cennet’ten bu kötü yılanı çıkar ve dışarıda bacaklarını kes; ki yürümek isterse, yerde vücudunu sürüsün.’ Ardından Allah, gülerek gelen Şeytan’a seslendi ve ona dedi: ‘Madem sen mel’un, bunları kandırdın ve kendilerini kirlettin, öyle ise Ben de diliyorum ki, onların ve bana gerçekten tövbe edip kulluk yapacak çocuklarının tüm kirlilikleri bedenlerinden çıktıkça senin ağzına girsin ve böylece sen kirliliklerle doyasın.’
Şeytan sonra korkunç bir şekilde kükredi ve dedi: ‘Madem sen benim daha da kötü olmamı dilersin, ben de o zaman, elimden geleni ardıma koymayacağım.’
Sonra Allah dedi: ‘Defol mel’un, Benim huzurumdan!’ Sonra Şeytan gitti; bunun üzerine Allah, ağlamakta olan Âdem’le Havva’ya dedi: ‘Birbirinize düşman olarak inin yeryüzüne, cezanızı çekin ve ümidiniz de yok olmasın, çünkü Ben,Şeytanın egemenlğini insan cinsinin üzerinden kaldıracak şekilde elçiler göndereceğim. Ve kendisine herşeyi vereceğim oğlunu göndereceğim.’
Allah gizlendi ve Melek Mikâil onları Cennet’ten çıkardı. Bunun üzerine Âdem, çevresine bakınarak kapının üstünde yazılı olan ‘ Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah’ın elçisidir’ sözünü gördü. Bu nedenle ağlayarak dedi: ‘Allah’ı râzı edici olsun ki ey oğlum, çabucak gelesin ve bizi perişanlıktan kurtarasın.’Böyle olmakla birlikte Yüce Allah Kur’anda şöyle buyurmaktadır: ‘İnananlar ;’Biz peygamberler arasında bir fark gütmeyiz’ demelidir.’
.Nefis ve onun hevacisi,şeytan ve onun da vesveseleri yalnızca birinci dereceden, vahiyle sadece Allah’ın dilemesi ile kulun istek ve irade dışı aniden beliren Allah vahyi ile diğer sağlam bir şekilde ilham edilişten ayrılabilinir.Vahiy ve ilhama muhatap kişi ,beşer sıfatına da sahip olması nedeniyle yukarıda sayılanlardan da uzak değildir.Allah elçisi (peygamberler) de yalnızca vahiy sırasında beşer sıfatından uzaklaşırlar.Çünkü şeytanlar vahiy almaktan ve vermekten azledilmişlerdir.Peygamberler Allah’ın seçtiği tebliğle görevlendirdiği kullarıdırlar.
Sufiye, Hak tarafından gelip kalbte yankılanan hitaba’hatır-ı hak, ’melekten geldiği bilinene ‘hatır-ı melek’,nefis ve şeytan tarafından esip ruhu saran manevi şerarelere de’hevacis’veya’şeytani vesveseler’diyegelmişlerdir ki,bunların arasını tefrik edebilme biraz da ‘usulü’d-din’ve sünnet-i seniye’mizanlarını bilmeye vabestedir.Zira bu türlü havatırın bazıları şer’i prensiplerle test edilerek anlaşılsa da,bazıları,zahiren dinin temel kaidelerine muhalif olmamakla beraber çok sinsi bir kısım şeytani gaye,emel ve maksatlara bağlı cereyan edebilir ki,onu da bu işin erbabından başkasının ayıt edebilmesi zordur.Allah elçileri şüphesiz kendilerine vahyedildiğini bilir...
GAYB ve MÜŞAHADE AÇISINDAN VAHİY
Vahiy gayb ve müşahade açısından iki boyutlu bir kavramdır. Bir boyutu ile Allah’ın peygamberlerine olağanüstü bir tarzda haber iletmesi, diğer boyutu ile de peygamberler tarafından insanlığa bildirilen veriler yani vahyin muhtevası (din) manasını ifade etmektedir.Buna göre vahiy bir tarafı ile gayb, diğer tarafı ile de müşahade alanına ait bir olgudur.
Vahyin müşahade alanına ait kısmı, akıl tarafından şöyle veya böyle anlaşılabilir durumdadır. Belki söz konusu alana ait konuların yorumunda aklın sıkıntıya düştüğü, hatta yer yer çıkmazlara girdiği olmuştur. Ama sonuçta kişisel anlamda da olsa, bir çıkış yolu bulabilmesi onun, fiziki alandaki başarısının bir kanıtı sayılabilir. Dolayısıyla müşahade alanına taalluk eden konuda vahyin mahiyet itibarıyle anlaşılabilirliği ile ilgili, özellikle insanın mükellefiyetleri (sorumluluğu) açısından herhangi bir problem söz konusu değildir. Ama aynı şeyi vahyin gaybi boyutu için söyleyemeyiz. Çünkü onun bu boyutu gayb sınırları içersinde yer almaktadır.
Ancak burada şunu da belirtelim ki alan olarak gaybın sınırları içinde bulunmakla birlikte, vahyin söz konusu boyutu ile ilgili nakil yoluyla bize ulaştırılan bazı bilgiler de mevcuttur. Tabiatıyla bunlar, Kur’an ve sünnet çerçevesindeki bilgilerdir. Ama bu bilgiler, vahyin gayb boyutunda bir şuhud (müşahade) alanının varlığı konusunda bize bir fikir vermektedir. Fakat şurası da bir gerçek ki, sözü edilen bu iki kaynaktan gelen bilgiler, vahyin mahiyeti konusunda bir ışık çaksa da, insanı bütün yönleryle bilgilendirecek ve vahyin bu alanındaki gayb perdesini tamamen ortadan kaldıracak nitelikte değildir.
Çünkü bunlar daha çok vahyin geliş tarzlarıyla ilgili bilgilerdir.
Vahyin gayb boyutunu oluşturan hususlar bunlardan ibaret değildir. Bilakis vahiydeki gayb unsuru, kadim (ezeli) olan bu sözlerin kayıtlı bulunduğu Levh_i Mahfuz’dan tutunuz da insanlara tebliğine kadar her aşamada söz konusudur. Mesela vahyin ilk kaynaktan sudur (çıkışı) ve kelam olarak aracı meleğe intikaline kadar yani aracı meleğin ve vahiy indirme konusunda ona eşlik eden yardımcı meleklerin yapmış oldukları görevlerin mahiyeti, ayrıca aracı meleğin vahyi peygamberlere ulaştırması esnasında yaşadığı hallerin perde arkası birer gayb olayıdır. Allah Teala onun hakkında ‘ kanadını açsa mağrib ile maşrık arasını doldurur’ buyurmuştur.
Vahiy yaratıcı kudretin genel olarak varlıklara, özel olarak da insanlarla münasebet kurup onları, belli tavır ve tutumlar takınmaya çağırdığı ilahi bir aktivitedir. Elbette ki bu aktivitenin akılla ilişkisi vardır. Ancak hemen belirtelim ki, vahyin muhatabı tek başına, insanda bulunan akıl cevheri değildir. Esasen vahyin muhatabı olan ve akleden insan, her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden bilgi ve akıl gücü ile ayırabilir. Ve akıl, sırf bu dünya için değil, ebedi hakikatleri, ceza ve sevabı da kavrasın diye insana verilmiştir.Çünkü akıl insanla kaimdirVahiy ile akıl arasında mutlak bir irtibat sözkonusudur.Vahiy insana hitabederken hep aklı ve tecrübeyi esas alır.Çünkü ilahi hitap, aklı muhatap almaktadır. Aklı olmayanın sorumluluğu da yoktur. Yüce Allah Kur’anda ‘Onlara haydi gelin siz de Allah’a inanın ve O’nun bildirdiklerine uyun’ denildiğinde; ‘biz atalarımızın yolundan yürürüz’ derler. Ya ataları doğruyu anlayamamış doğruyu bulamamışlarsa ne olacak, hiç düşünmezler mi?’.Bu ayet körü körüne taklidi reddederek insanın aklıyla, muhakemesiyle karar vermesini istemektedir. Çünkü taklid, kolaycılığa kaçmak suretiyle düşünceyi terkedip başkalarına tabi olmak demektir.Bu sebeple Kur’an insanların körü körüne birbirlerinin izinden gitmelerini reddederek insanların kendi bağımsız şahsiyetlerini oluşturabilmeleri için zemin hazırlamaktadır. Çünkü kişinin kendi sorumluluğu prensibini koyan Kur’anın kendisidir.Her ne kadar kişi, sosyal hayatta oynadığı rol itibarıyle diğer insanlara karşı sorumlu olsa da, mesele ahiret hayatı açısından ele alındığında, vahyin bütünlüğü içersinde insanların tek tek Allah’a karşı sorumlu oldukları görülür.Ve insanın da sadece akıldan ibaret bir varlık olmadığı son derece açıktır.Yüce Allah Kur’anda ‘onların kulakları, gözleri ve gönülleri mühürlüdür.İşte o kişiler gafildirler.’buyurarak hem akla hem de duyulara hitabetmekle insandan bütün yaşantısını Allah’ın emir ve yasakları doğrultusuna göre tanzim etmesini kendilerine sunulan eşyayı kavramaya çalışmasını ve sadece onların dış yüzüne takılıp kaldığında insanların onları binbir emek göznuru ile kullanıma hazır hale getirdiklerini, insan emekleriyle meydana gelen helal veya haram her işin Allah’a vardığını, inançlı kişilerse ahirette iyi işlerinin helal kazançlarının karşılığını göreceklerini ,eşyanın hakikatinin perde arkası düşünülüp araştırıldığında ise, herşeyi yaratan yalnızca Allah’tır. ve bütün işlerin ucunun, hammaddesinin, O’nun yaratmasıyle var olduğunun bilinmesini istemektedir.
Kur’anda’Bilenle bilmeyen bir olur mu hiç?’ buyrulmakla İlahi vahyin mahiyet itibariyle anlaşılır olup olmadığının belirlenmesinde aklın olduğu kadar, bilginin de önemli bir yeri vardır. Bilgi, esasen bilme işlemi, ma’rifet, idrak ve tesbit eylemi, tasavvur, tasdik, inanç, hareket ve anlam olarak nitelendirilmiştir. İslami terminolojide ise, daha ziyade bilen (süje) ile bilinen (obje) arasındaki ilişki, veya bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak açıklanmıştır.
Kur’an bilgiyi tanımlamadığı gibi, mahiyetini ve özelliklerini de belirtmemiştir. Ancak o, bilgi elde edilecek alanlara, bilgi vasıtalarına dikkat çekip duyuları ve aklı kullanmayı öğütlemektedir.Yüce Allah’ın bahşettiği apaçık lisan ile konuşarak, okuyup yazarak bilgi edinmek insanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerden biridir. İnsanlar, ihtiyaçları nisbetinde,yiyeceklerinden binalara,meşru dairede ihtiyaçları nisbetinde alış veriş, iş paylaşımı ile birbirlerinin yardım ve desteğine muhtaç olarak, imtihan nedeniyle hayvanlardan daha sosyal olma zorunluluğu ile yaratılan varlıklardır. Hayvanlara ise neredeyse doğar doğmaz hayatlarını devam ettirebilme yeteneği ve bu konudaki gerekli bilgi kendilerine yüklenmiş olarak dünyaya gelirler.İnsan yavaş gelişir ve zaman içinde öğrenir. Bu sebeple, ‘Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz’ buyrulmaktadır.
Mesela bir hayvanın su üzerinde yaptığı barınakla, ikibinli ylların teknolojisi ile yapılan barajın fotoğrafı çekilip yanyana konulduğunda şekil itibariyle aralarında hiçbir fark görülmez .Zaten Kur’anda Hayvanlardan Bahis Geçen Sure’de; sizin için onlarda ibretler,alınacak dersler vardır buyrulmaktadır
İnsanlar için her alanda ‘suje ile obje arasındaki ilişki sonucu ortaya çıkan şey bilgi olarak tanımlanabilir.Kur’an bilgiyi tanımlamadığı gibi, mahiyetini ve özelliklerini de belirtmemiştir İnsanın bilgisi kaynak itibariyle akıl, duyular ve habere dayanır.Pozitif ilimlerden olan fen gerçekliği kanıtlanabilir olması nedeniyle ilim ise Kur’an bildirilerinin Allah katından gelen gerçekler olarak ,gelecekteki tehlikelere karşı kanıtlanabilir uyarı niteliğinde olması dünya ve ahiret hayatına dair bilgi içermesi bakımından başlıbaşına bir ilimdir.İnsan dünyada teknolojik bilgilerle cennet ehli gibi her diledikleri ellerinin altında olabilir,ancak bunu maddi boyut içinde gerçekleştirebilir. Manevi boyut ölmezlik, çürümezlik, ebedilik ancak cennetler için söz konusudur.
Zaten vahyin takdim ettiği hususlar bir bütün olarak ele alındığı zaman onun, insanı bütün özellikleriyle ve unsurlarıyla muhatap olarak gördüğü anlaşılır. Öyle ki bazen o, insana duyguları coşturan, gönüllerin derununa tercüman olan eşsiz edebi bir parçanın ruhlarda icra ettiği tesirle kıyaslanmayacak bir üslupla karşımıza çıkarken, bazen sırf akla, muhakemeye hihabeden ilmi bir eserin gerçekliğinden daha üstün bir ifade tarzı sergiler. Sergilemesine de Hakim-i Mutlak Allah (CC)’ ın hiçbir kutsal kitabın orijinal metninin yeryüzünde kalmasını takdir etmediği de bir gerçektir..
Allah Resulüne yapılan vahiy, sadece Kur’an vahyinden ibaret değildir. O’nun bir beşer olarak söylediği sözler ve yaptığı davranışların dışındaki tebliğ ve din konusundaki icraatlarını da vahiy mahsulü saymak mümkündür..(Şöyle ki; Yüce Allah Kur’an vahyi ile gayet net olarak gerçekle gelen ayetler işte bunlardır Ayetlerimizi iyice anlamanız için böyle açıkça bildirmedeyiz buyurarak:’ inkar eden ve şer, kötü işler işleyenler cehenneme girecekler ve ebedi olarak orada kalacaklardır.Bir de derler ki: Cehennem ateşi bize sayılı günlerde dokunacaktır.Oysa bazı din adamları bu mevzuda rivayet edilen bazı hadisleri esas alarak şöyle söylemektedirler:müminler günahı kadar yanacak sonra da cennete girecektir. İlhami telkinle bu tür duyumlar olabilmekteyse de bu tür ilham, neredeyse kara karıncanın kara kaya üzerindeki yürüyüşünü duyup anlayabilmek gibi zordur.) Şöyle de olabilir mümin insan hata kusur günahı kadar azap görebilir. Allah’ın azabı en şiddetli olduğundan ayetlerden yüz çeviricilerden, gafillerden hesap soracaktır.Onlar için çok acı azap vardır buyurmaktadır.Bunlar da Resulullah (s.av) ‘e mirac gecesi gösterilen günaha göre azap derece ve şiddeti açıklanmaktadır.Şu gerçektir ki,İnkarcılar ve zalimler cehenneme girdiklerinde ebedi olarak kalacaklar ve oradan hiç kurtarılmayacaklardır.
İSLAM VAHYİNİN GELİŞ ŞEKİLLERİ
Kur’an-ı Kerim, Allah Teala’nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir. Şura Suresi 42/51. ayette bu yollar şöyle sıralanmıştır: Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder.O, çok yücedir ve hikmet sahibidir. Hüküm yalnızca O’nundur.
Görüldüğü gibi bu ayette Allah ile iletişim kurma yollarının ilki, vahiy kelimesiyle ifade edilmiştir. Söz konusu kelime, Allah’ın doğrudan doğruya, çok süratli ve gizli bir tarzda bilgi aktarması ve birden bire kalbe ilka etmesi anlamındadır.Başka bir değişle kelamın sırf ruhani olarak vasıtasız bir şekilde telakki edilmesidir.
Vahyin yukarıda zikredilen hem peygamberlerde,hem de diğerlerinde bulunabilen hadis (ilhami vahiy) gizli duyulardan tabiri caizse kara karıncanın kara kaya üzerindeki ayak seslerini işitme gibi bir sesle anlayış telkinidir Sebeliler Sure’sinde;Bir karınca “Ey karıncalar yuvanıza girin.Süleyman ve ordusu sizi bilmeden çiğnemesinler”dedi.Bunu duyan Süleyman gülümsedi.Bu ayet, karıncaların kendi aralarında anlaşmaları için bilgi ve iletişimin olduğu ve içlerinden birinin, Allah teala tarafından bilgilendirilmesi ile yuvalarına çekilmeleri.ve bunun da Hz.Süleymana aksettirilmesi olayıdır.Kur’an’da ‘Cinlerden bir ifrit,Süleyman’a ,’Sen daha yerinden kalkmadan gözünü açıp kapayana kadar ben onun tacını ve tahtını sana getiririm’dedi.Süleyman bir de baktı kadın hükümdarın tacı ve tahtı yanında duruyor.Yine aynı surede ‘Ölümüne hükmettiğimizde Süleyman’ın asasını kemiren bir solucandan başka kimse onun öldüğünü bilemedi’Ayetinden rahmeti geniş olan Allah Teala’nın özel bir şekilde bir solucanı, bilgilendirilmesi olayıdır.Ayrıca bunda cinlerden medet uman kimseler için de açıkça bir ikaz vardır.Cinlerden bir İfrit göz açıp kapamadan da kısa süre içinde, Allah’ın kendisine verdiği ilimle,kilometrelerce öteden bir yerden bir yere,eşyanın naklini gerçekleştiriyor da Süleyman’ın öldüğünden haberdar olmuyor fakat ağaç kemiren solucan Süleyman’ın öldüğünü biliyor.Bunda insanlar için dersler vardır. Binler belki onbinlerce yıl sonra İnsanoğlu henüz,Televizyonun icadı ile eşyanın suretinin naklini birtakım aletler yardımıyla ancak gerçekleştiriyor.Oysa Hz.Süleyman döneminde çok eski çağlarda Cinlerden bir İfrit, eşyanın hakikatinin naklini gerçekleştirmiş durumda.Bu olayda cennet ehlinin durumları ile de benzeşme vardır.Ne güzel yurttur cennet, orada her diledikleri ellerinin altında olacaktır.Her şeyi en iyi bilen ve her şeyi idare eden yalnızca Allah’tır.O’nun bildirileri,vahiyleri yaratıkları arasında cereyan etmededir.Hüküm yalnızca O’nundur.İkinci dereceden vahiy türü ise buna hadsi vahiy,ilhami vahiy denilse de olur net veya karine ile olabilir.Vahiy bir kimsenin kendisinde bulduğu ve Allah’tan olduğu hakkında kesin kanaat sahibi olduğu ve duyguları vasıtasıyla veya vasıtasız telakki etmiş olduğu bir bilgidir.Vahiyle hadisi ayırt eden husus şudur ki,hadsi şuur nereden geldiğini idrak etmeksizin bilir hale getirilir.Vahiyle hads’i ayırt eden husus şudur ki,hadsi şuur nereden geldiğini idrak etmeksizin bilir hale getirilir.Vahy beşeri benlik ve iradeden doğan bir şey değildir.
Allah elçilerinin vahiy telakki etmeleri bir anda,bir kere göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir müddet içinde meydana gelir.Bu vahyin üstünlüğü tartışılmazdır.Vahiy müslüman müellifler tarafından da muhtelif şekillerde incelenmiş bulunmaktadır.Bilhassa Şeyh Abduh Risalesi’nde bu mevzuya şöyle temas etmiştir.”Hukuki manasıyla vahy,Allah’ın peygamberlerinden birisine ya hukuki veya başka mahiyette bir kaide hakkında vermiş olduğu bir haber olarak tarif etmiştir.Vahiy bir kimsenin kendisinde bulduğu ve allah’tan olduğu hakkındaki kat’i kanaat sahibi olduğu ve duyguları vasıtasıyla veya vasıtasız telakki etmiş olduğu bir bilgidir.Vahiyle hads’i atırt eden husus şudur ki,hadsi şuur,nereden geldiğini idrak etmeksizin bilir hale getirilir.Vahiy kesinlikle beşeri benlik ve iradeden doğan bir şey değildir.
Mümkün olmaktadır ki hiçbir alet kullanmadan telepati yapılmaktadır.Onu telepati yapanla yaptırandan başka kimse bilmemektedir.Bu ameliyenin bir benzerinin de Rabbi ile kul arasında meydana gelmesi nasıl imkansız olabilir?Biz Allaha iman ettikten ve telepati mevzuunda birçok tecrübeler edindikten sonra vahy ve ilhamı inkar etmek için herhangi bir sebep göremiyoruz.1950yılında”Bavyera”da sorumlular,”Prenter Strabil” adlı bir almanı telepati yoluyla radyo programına girmekle suçladılar.Prenter Strabil Münih’te Regna otelinde hünerlerini gösteriyordu.Koticina adlı oyuncu, kağıtlarını seyircilerden birine uzatarak herhangi bir kağıt seçmesini istedi ve daha sonra da bu kağıdın ve otelin isminin seyircinin zihninde olduğu gibi aynı tertip üzere Münih mahalli radyosunda haberleri okuyan spikere aktaracağını ve spikerin farkında olmayarak bunları söyleyeceğini iddia etti.Birkaç saniye sonra spikerin titrek sesi işitildi şöyle diyordu “Regna otelinde bastonlu kız”kağıdın ismi ve tertip gerçekten seyircinin istediği şekildeydi.Korku ve titreme spikerin sesinden rahatlıkla anlaşılıyordu.Fakat o,haberlerin okunmasını bitirmişti.Bu olay Münih sakinlerinden birçok dinleyiciyi hayrete düşürdü.Yüzlerce dinleyici bizzat radyo evine telefon ederek bu konunun açıklamasını istediler.Çünkü “Regna oteli-Bastonlu kız”kelimelerinin haberlerle alakasına anlamada güçlük çekiyorlardı.Nihayet radyo evinin doktoru spikeri muayene etmek için geldiği zaman onu korkunç bir ızdırap içinde buldu. Spiker olayı şöyle anlattı:”Başımda müthiş bir sarsıntı hissettim.Artık ondan sonra ne olduğunu hatırlamıyorum.Hal böyle olunca Rabbi katından herhangi bir insanın anlayamayacağı ses işittiğini iddia eden bir kimsenin tuhaf karşılanacak tarafı neresidir?Bu dünyada insan kulağının işitemeyip fakat aletler tarafından alınıp tespit edilen bir takım seslerin ve hareketlerin varlığı imkan dahilinde olunca ve bu hususta hayvanlardan başka hiçbir yaratığın anlayamayacağı sesler bulununca tuhaf karşılanacak veya çekinilecek tarafı olabilir mi?Allah elçilerinin aldığı sesleri Allahü Teala kendinden başka kimsenin bilmediği bir hikmet sebebiyle risalet için seçtiği kimse üzerine risaletini anlama ve alma yetkisini verdikten sonra gizli yollarla gönderir.İlmen müşahade ve tecrübelerle bu hakikat arasında en küçük bir çatışma söz konusu değildir
Burada şunu belirtelim:gerçekten birinci derecedeki vahiy dışındaki diğer tür duyumlardan bazısı zor duyulabilecek alçak,hafif ve iyi anlaşılamayan ses iledir.Ancak birinci dereceden en üstün kolay anlaşılır,olağanüstü ve kutsal olan vahiyle herkesin mükellef bulunduğu Kur’an ahkamı bildirilir.Bu esas olan vahiy Kur’anın özüdür .
Kur’an öncesi ilahi vahiylerin tespitinde peygamberlerin Allah yoluna davetleri,kendilerine verilen vahiy muhtevaları çerçevesinde meydana gelmiştir.Vahiy muhtevaları önceleri suhuf (sahifeler,tabletler,levhalar bkz.Elmalılı,hak dini,VIII,5768)sahifeler halinde indirilmiştir.Bunlar sırasına göre;Tevrat,Zebur,İncil ve Kur’andır.İlk üçü toptan,Kur’an ise çeşitli zaman aralıkları ile indirilmiştir.
MİLADİ VE KAMERİ TAKVİM
Ay yılı takvimi ile güneş yılı takvimi arasındaki farkı irdelersek, yaz mevsiminin başlaması karpuz kabuğu suya düşünce deyimi ile ifade edilir,deniz suyunun ısınmasına delalet eder.Bu mevsimde doğan bir çocuğun yaş yıldönümünü hangi akıl ve vicdan sahibi anne,baba kar yağarken,sular buz tutarken kutlar.Kış mevsimi doğan bir kimse doğum günüm ağustos ayı diyemez.Güz mevsimi yapraklar dökülürken doğan bir kimse yapraklar ve çiçekler tomurcuklanıp açarken doğum yıl dönümüm diyebilir mi?Üstelik son bahar;kışın müjdecisi,ilk bahar da yaz mevsiminin müjdecisidir.Kameri takvim kullananlar doğum günlerini ise senenin bütün ayları ve günlerinde dönüşümlü olarak kutlamaktadırlar.Oysa Kur’anda; ‘Sana haram ayda savaşmayı sorarlarsa de ki:O ayda savaşmak büyük günahtır. (Bakara s.ayet:217) ‘Gökleri ve yeri yarattığı gün Allah katında ayların sayısı on iki olarak Levh-i Mahfuz’da yazılmıştır. Bunlardan dördü haram aylardır.( Şubat, Mart, Nisan ayları ile Mayıs ayının ilk haftası Kur’an’ın toptan indiği aylardır.)Bu nedenle oruç her sene dönüşümlü olarak Şubat , Mart, Nisan aylarında tutulması muteberdir. Bir hadsi vahye göre adı ‘Lokum Bayramı olarak kutlanır.
İslam, insanda bireyselliği geliştirmeye çalıştığı gibi sosyal topluluğu da geliştirmeye çalışır. Bu onun – dini olsun dünyevi olsun- bütün emirlerinde görülür. Bunun içindir ki namaz prensip itibariyle kolektiftir. Hac,belli aylarda olup, bunların en bariz misalidir. Zira dünyanın her köşesinden gelen müminler aynı yerde toplanırlar. Oruç da böyledir. Dünyanın her tarafındaki müminler için orucun aynı ayda uygulamaya girmesiyle oruç tutmanın kolektif cephesi tezahür eder, bir halifeye (müminlerin emir’ine) olan lüzum, topluluk düşünülerek konulan zekât vergisinin mecburiyeti, vb. bütün bu şeyler hep aynı gayeye şahitlik ederler. Söylemeye hacet yoktur ki toplulukta veya cemiyette olan kuvvet hiçbir fertte bulunmaz.Kur’anda zikredilen Hürmetli ay hürmetli aya mukabildir. Mukabil, sözlükte eşit olan muadil yani muadele kelimesinden türetilmiştir. Lugatte;cebirde bir eşitliğin iki tarafındaki değerin tamamı, denklem - İki şey arasındaki eşitlik manasına gelir. peygamberler, yengeç dönencelerinde iki yaz, iki kış, ilk ve son bahar mevsimlerinin eşit aralıklarla hüküm sürdüğü coğrafi bölgelerde yaşamışlardır.
Kur’an da Allah “Şiddetli esen rüzgarlar,yayılmış sahifeler,emirlerimi yeryüzüne yayanlar hakkına’ ayetinden vahiy başlangıcının kış rüzgarları döneminde olduğunu, şiddetli esen rüzgarlar sözünden anlaşılabilir.İslam edebi herşeyden önce ruhların Allah’ın gerçek vasfını kavramak,kul ile Rabbi arasındaki bağlantıyı idrak etmek ve insanların sahip bulundukları herşeyde Allah’ın iradesi ile hükmeden,herşeyi idare eden yaratıcı olarak O’nun gücünü görmek,beşeri güçlerin aksi durumlara güç yetiremeyeceğini bilmekten ibarettir.”Herşeyde bir işaret vardır” buyurulmakla herşeyin bir delili dayanağı olması nedeniyle mutlak bir düşünce ve tefekkürden sonra da yakinen idrak kabiliyeti sağlanır.Allah dilemedikçe kimse dileyemez. Kelam, yüzünü gizleyip hükmünü yürüten saklı bir meliktir.Okul çağı gençleri ikinci yarı yılında zayıf notlarını düzeltmek için,ilk dönemden daha sıkı çalışarak karnelerine iyi not düşürerek sınıflarını geçmek,dünyalık kurtuluşlarını elde etmek isterler.Bu arada dünya ahiretin tarlasıdır burada her ne ekilirse ahirette o biçilecektir.Öğrencinin yıl sonunda çalışma ürünü olan karne veya diplomasını alması gibi inananlar da Allah’a hesap verme hassasiyeti,düşüncesi ve ürpertisi ile O’nun emir ve yasaklarından gaflette bulunmaz,zamanlarını iyi değerlendirmeye çalışırlar. Tevrat’ta Allah dünyayı altı günde yarattı.Durup dinlendi yedinci gün ayeti delalet eder ki Kur’anda Allah Teala’nın cumartesi günü yasağına uymayanlara hakir maymunlar olun buyurduk sözü ile Musa kavmini cumartesi günü (tatil), iş görme yasağına tabi tuttuğunu tarihi kaynaklardan öğrenmedeyiz.Sonuçta herşey Allah’ın dilemesi ve takdiriyledir.O, yüzünü göstermeden hükmünü gizlice yürüten saklı bir melik gibidir.
İnsan kuran ve hadis metinlerini herhangi bir tevile, taklide veya kişisel görüşlere sapmadan olduğu gibi kabul etmeli,bunun dışına çıkanlara muhalefet edip onlardan uzak durmalıdır.Allah’ın emir ve yasaklarını iyice öğrenmeli, emirlerini içtenlikle uygulayıp yasaklarından şiddetle kaçmalı , Allah’ın doğru yoluna icabet etmelidir.Dini hükümleri başta Kur’an olmak üzere temel kaynaklardan almaya çalışmalı,bu konuda gevşeklik ve ihmalkarlık göstermeksizin Allah’ın bildirdiklerinden gafil olanlar, yüz çevirenler veya habersizler gibi yaşamamaya özen göstermelidir.
Geleneksel islamı yaşayanların bazısı dinin birçok esaslarından habersizdirler çünkü iblis hedef emirleri kuran’dan tamamen çıkartmıştır.Kuran’dan kurtuluş kavramları çıkartılınca insanlar tatbikattan da bu kavramları çıkartmışlardır.”Peygamber efendimiz (s.a.v) Allah öğretisiyle şöyle der;”Müslüman ümmeti yetmiş üç fırkaya ayrılır.Bunlardan sadece bir fırka kurtulur. Hal böyle olunca, islamın beş şartı ile yetinmemelidir. .İbadetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezhep vardır. Bunların dördü de haktır doğrudur. Bu dört mezhep Hanefi,Şafii, Maliki, Hanbeli mezhebidir. Bilittifak bu böyledir, çünkü muhkemler dışında aklın ve duyulardan herhangi birinin her hangibir şey üzerinde,o şey ne ise o şekliyle isabet etmesi ancak bilittifak olur.Her durumda hata eder denilemez.Fakat sadece nerede hata eder, nerede isabet eder, bunu bilemez. Ancak Hak Teala insanın bütün duyuları olunca ve insanın bütün işleri Allah’la bilinince, o zaman duyularının nerede isabet ettiğini, nerede hata ettiğini bilir.İşte biz bu yola gittik.Örnek: Sure başlarında yazılan ve her sureyi birbirinden ayıran ve kıraetin başında okunan besmele konusu:Bunun o sürelerden birinde veya her birinden bir ayet veya ayetin bir kısmı veya başlıbaşına Kur’andan tam bir parça olup olmadığı, Neml suresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin Kur’andan olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan tartışmalı bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kıraet konularıyla ilgilidir.İmam Malik hazretleri’nin bu konudaki görüşü en sıhhatli olup şöyledir: Kur’anın her yerinde dahi Kur’andan olduğu açıkça ve tevatür yoluyla belli olacağı, halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün Kur’andan olduğuna hükmedilemeyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine dayanarak sure başlarındaki besmelelerin ne Fatiha ne de diğer surelerden, ne de bütün Kur’an’dan özel bir parça olmadığına ve Neml Suresindeki ayetten başkasında besmelenin Kur’an olmayıp sureleri birbirinden ayırmak ve teberrük (mübarek sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve doğruyu söylemiştir. Şafii’nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası da budur. Bundan dolayı iki delilin birbirine yakın bu noktalarının birlikte ifade ettiği mana da; söylediğimiz gibi besmelenin bütün surelerden ayrı başlıbaşına bir ayet olmasıdır ki, bu konuyla ilgili değişik’ahad ‘ haberlerden çıkan ortak hüküm de bu olur. O halde Fatiha gibi, besmelenin her namazda okunması vacip değildir. Fakat gerek namazda ve gerek namaz dışında her Kur’an okunuşunun ve her önemli işin başında okunması sünnettir.Bunun için namazın her rekatında, kıraetin başında okuruz,ortasında okumayız.Ancak, Fatiha’nın bir parçası olduğu anlaşılmasın diye kıraeti yüksek sesle okunan namazlarda da onu gizli okuruz ve böyle okunmasında bütün hanefiler görüş birliği içindedirler. (Kur’an tefsiri,Elmalı’lı Hamdi Yazır).Hanefi,Şafii,Maliki,Hanbeli en büyük mezheplerdir ve birbirlerine saygılıdır, hepsinin görüşü bildirileri haktır, gerçektir.
ÖRF VE ADETLER
Örf ve adet, insanların çoğunluğu tarafından benimsenip alışkanlık haline getirilen ve akl-ı selim yanında güzel kabul edilen işlere denir.(Bkz.Atar,Fahrettin, Fıkıh usulü, İstanbul 1988,s.87;Ayrıca bkz. Şa’ban, Zekiyuddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, (trc.ibrahim Kafi Dönmez), Ankara 1990,s.175
Bunladan bazıları, vahye ve akla aykırı olmadığı halde bir kısmı aykırıdır Vahye aykırı olmayanlara.sahih, diğerlerine ise fasid örf denilmektedir. Mesela aklı selim sahibi kişilerin birtakım ticari adetleri, ihtiyaçların gerektirdiği siyasi tutum ve davranışları, sosyal hayat veya yargı düzeni ile ilgili birtakım düzenlemeleri teamül haline getirmeleriyle oluşan adetler birer örftür. Ancak bunlat içerisinde içki içmek ve faiz alıp vermek gibi vahye aykırı olan örf ve adetleri, güzel ve sahih kabul etmek doğru değildir. İşte fasid kabul edilen örfler bu nitelikteki örflerdir. İslam vahyinin benimseyip hüküm haline getirdiği örfler ise, sahih örflerdir.
Esasen ilahi vahyin maksadı, insanlar arasında adaleti sağlamak bu şekilde zulmü ortadan kaldırmak, onlara dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını göstermektir.Bari Teala, insanların maslahatlarını bilip gözeterek, onların alışkanlık haline getirdikleri birtakım örf ve adetleri bazı yeni düzenlemelere tabi tutmak, yahut olduğu gibi almak suretiyle uyulması gereken birer hüküm haline getirmiştir.Ancak buna karşılık olarak da, insanlara zarar veren adalet ilkesini yaralayan zulüm, haksızlık ve eşitsizlik gibi hususlara yol açan örfleri de yasaklamıştır. Bunların yasaklanmasında toplumun menfaati vardır.
İslam vahyinin kabul ettiği bazı cahiliye adetlerine örnek olarak şu hususları zikredebiliriz:
KISAS
Kaynaklar, bu adetin cahiliye devrinde de mevcut olduğunu bize haber vermektedir. Nitekim Hz.Peygamberin amcası Ebu Talib, Haşimoğullarına mensup bir çobanı hataen öldüren katile, diyet olarak yüz deve ödemediği veya maktülü kendisinin öldürmediğine dair kendi kabilesinden elli kişiye yemin ettirmediği takdirde, kısas yapılarak öldürüleceğini söylemiştir.(Bkz.el-Buhari,Menakıbu’l-ensar,26)
Gerçekle gelen birinci ve esas Kur’an vahyi ile Yüce Allah Birbirinizi öldürmeyin ve bunun gibi bir ayette Sizin için cana can, göze göz, dişe diş kısas hakkı vardır. Buyrulmakla beraber ilhami vahiy niteliğinde anlaşılması zor şekildeki bildirilerde hataen öldürme durumunda diyet uygulamasını getirmiştir.(Nisa suresi 4/92) Allah Teala iyilik eden iyi davranışlarda bulunanları sevdiğine göre ve Kıyamet Günü Yüce Allah’ın aramızda adaletle hükmederek kimsenin hakkını, kimsede zerre kadar bile bırakmayacağına göre hataen öldürme durumunda diyet uygulaması mağdur taraf için affettiği takdirde daha iyi bir uygulama metodu olur.
HIRSIZLIK CEZASI
İslamın kabul ettiği cahiliye adetlerinden biri de, hırsızlık yapan kimsenin sağ elinin bilekten kesilmesidir.(eş-Şehristani, el-Milel ve’nihal (Bkz.thk. Muhammed Seyyid Key’ani), Beyrut 1390/1975,2,249.
Kaynaklar bize cahiliye döneminde Beni Müleyh b. Amr’ın mevlası Duveyk ( Bkz.İbn.İshak, es-Sire, s.83;İbn Hişam, es-Siretu’n-nebeviyye, (Bkz.tkh. Mustafa es-Sakka, İbrahim el-Ebyari, Abdulhafız Şelebi), 1, 205.
Vabısa b. Halid b. Abdillah, el- Hıyar b. Adi b. Nevfel, Ubeydullah b. Osman b. Amr, Müdrik b. Avf b. Ubeyd b. Ömer’in hırsızlık suçundan ellerinin kesildiğini haber vermektedir. (Bkz. İbn. Habib, Ebu Ca’fer Muhammed, Kitabu’-l-muhabber, Beyrut ts,s.328
İşte cahiliye döneminde örf olarak uygulanan el kesme cezasını İslam vahyi, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak hırsızlığı sabit olanın elini kesin.(Maide Suresi 5/38) şeklinde dini bir hüküm haline koymuştur. Hz.Peygamber de: Dinarın dörtte biri veya daha fazla kıymette olan bir malı çaldığı zaman hırsızın eli kesilir, demiştir. (Bkz. El-Buhari, el-Hudud, 13; et-Tirmizi’de nakledilen bir hadiste Hz.Osman ve Hz. Ali’nin dört dinar kıymetinde mal çalan hırsızların ellerini kestikleri ifade edilmektedir. (Bkz. El-Hudud, 16)udur.
ZIHAR:
Yüce Allah Kur’an’da : ‘HANIMLARINIZA ANNEMİN SIRTI GİBİSİN DEMEYİN.ONLAR SİZİN ANNELERİNİZ DEĞİLDİR. Diye bildirmededir. Ashabtan Evs b. Samit, karısı Havle bt. Malik b. Sa’lebe’ye zihar yapmıştı. Havle Allah Resulüne gelerek: Ey Allah’ın Resulü (sav) şüphesiz ki Evs, ben genç ve arzu duyulan biri iken benimle evlendi O zaman zengindim, ailem (adamlarım) vardı. Malımı yedi, gençliğimi tüketti, ailem dağıldı, yaşım ilerledi, çocuklarım çoğaldı. Şimdi ise bana zihar yaptı. Benim küçük çocuklarım var, onları Evs’e versem ziyan olacaklar, yanımda bıraksam aç kalacaklar dedi. Resulullah (sav)’ da ona: Senin hakkında benim yapabileceğim bir şey yoktur diye karşılık verdi. Çaresizlik içinde kalan kadın, Ey Allah’ım! Ben halimi sana şikayet ediyorum, dedi. İşte bunun üzerine Mücadele Suresi’nin ilk üç ayeti nazil oldu.
Hemen belirtelim ki, Allah her şeyi en iyi bilen herşeyden haberi olandır. O’nun vahyi ezeli olduğuna göre; falan hadise meydana gelmeseydi yahut şu soru sorulmasaydı veya şöyle bir talep söz konusu olmasaydı bu ayet inmezdi iddiası bu ayetle geçersiz kılınmakta, bu hüküm Kıyamete kadar değişmeyecek olan Allah’ın sözlerindendir.Çünkü bu vahiyler, her halükarda gönderilecekti.Mutlak surette gönderilecek olan vahyin tarihini belirlemek veya zihinlerde iyice yerleşmesini temin etmekten başka bir şey değildir. Dolayısiyle bu tür sebepler bir anlamda insanları vahiy almaya hazır hale getirerek tabiri caizse taşı gediğine koymaktadır.Başka bir ifade ile Allah’ın bilgisi dahilinde cereyan eden olayların, Yine O’nun külli iradesi altında tecelli eden vahiy muhtevalarıyla örtüşmesi, buluşması ve insanların maslahatlarına uygun bir tarzda sonuçlanması demektir.Allah’ın kimseye zerre kadar zulmetmemesi ancak herkese işlediklerinin karşılığı olarak hakettikleri ceza ya da mükafatı vereceğini bildirerek haksızlık ve zulmü yasaklamıştır. Bu nedenle, hem İlahi vahyi hem de bu vahyin inmesine sebep teşkil eden olayları külli iradenin bir tecellisi olarak görmek ve her şeyin ezelde takdir edilmiş olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Gerçi söz konusu hadiseler veya beklentiler vahyin inmesi için bir sebep sayılabilir.
İHTİYAÇ VE BEKLENTİLER
Her toplum, sahip olduğu kültürel değerler, örf ve adetler, coğrafi faktörler ve diğer şartlar bakımından farklılık göstermektedir. Bu farklılığı, onların dinsel ihtiyaç ve beklentilerinde de görmek mümkündür. Vahyin amacı insanları, hidayete ılaştırmak, onların dini yönden ihtiyaç ve beklentilerini karşılamak olduğuna göre, şeriatlerin söz konusu amaç doğrultusunda farklı kuhtevalarda olmaları elbette ki tabii bir sonuçtur. Ancak burada hemen şunu vurgulamak istiyoruz. Şeriatlere ilke olarak benimsenen şey, hükümlerin indirilişini gerektiren bu tür sebeplerin az olmasıdır. Çünkü bu tür sebepler genelde herhangi bir vahiy muhtevasının indirildiği dönemin maslahatını gerçekleştirmeye yönelik olduğu için, bunların fazla sayıda olması, çoğu zaman daha sonra gelecek nesilleri sıkıntıya sokabilir. Bu yüzdendir ki, Resulullah Muhammed (sav) soru sorulmasından fazla hoşlanmazdı. Çünkü herhangi bir konuda soru soruldukça ya yeni gelen bir vahiyle ya da Hz. Peygamber tarafından ona cevap verilmekteydi. Tabii ki bu da, yeni hükümlarin konulmasına vesile teşkil ediyor ve muhatapların sorumluluğunu artırıyordu. Bunun içindir ki Hz. Peygamber: Sizi rahat bıraktığım sürece siz de beni rahat bırakın. Çünkü sizden öncekiler çok soru sormak ve peygamberlerine muhalefet etmek yüzünden helak olmuşlardır. Demiştir.(Bkz. Müslim, el-Hacc,412; en-Nesai, el-Menasık,1; İbn Mace, Mukaddime, 1.)
İnsanların dinsel ve toplumsal yöndeki ihtiyaç ve beklentilerini dikkate alan vahiy, bazen toplumun bazen de fertlerin talepleri doğrultusunda gönderiliyordu. Ancak herhangi bir şahsın beklentisine cevap vermek, yahut problemini çözmek için indirilen bir vahiy de, sadece söz konusu şahıs için değil, toplumun bütün fertlerini bağlayıcı idi. Bu durum tabiatıyla, tedricen indirilen İslam vahyi bünyesinde söz konusu edilebilir.Çünkü İslam öncesi vahiyler, toplumun ihtiyaçlarını dikkate almakla beraber,toptan inzal edildikleri için fertlerin ihtiyaç ve beklentilerine anında cevap verebilecek imkana sahip sahip değillerdi.Bu yüzden bahis konusu nitelikteki beklenti ve talepleri karşılamak ve bir anlamda da ihtiyaçlara cevap vermek üzere inen vahiy örneklerine ancak Kur’an vahyinde rastlamak mümkün görünmektedir. Burada şu örnekleri verebiliriz:
Enes (ra)’ten gelen bir rivayette, Hz. Ömer’in üç konuda talebinin karşıkandığı ve beklentisi doğrultusunda vahiy geldiği ifade edilmektedir. Bunlardan birinde onun, Makam-ı İbrahim’de namaz kılmayı talep etmesi üzerine,...Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın)...(el-Bakara 2/125) ayetinin indiği; diğerinde, Hz. Peygamber’den, hanımlarının örtünmeleri hususunda emir vermesini istemesi üzerine, Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına (bir ihtiyaç için dşarı çıktıklarında) dış örtülerini üzerlerine almalarını söyle. Onların tanınmamaları ve incitilmemeleri için en hayırlı olan budur.)(el-Ahzab 33/59) ayetinin inzal edildiği, üçüncüsünün de, kıskançlık yüzünden Allah Resulü (sav)’nün yanında toplanan peygamber eşlerine Hz. Ömer (ra)’in: Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan, sebatla itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verebilir.(et-Tahrim 66/5) demesinin ardından, aynı lafızlarla bir ayetin indiği ifade edilmiştir. (el-Buhari, et-Tefsir, 2/6; es-Suyuti, el-İtkan, 1, 46.)
Bu örnekler bize, bazen de vahiy metinlerinin, insanların istek ve ihtiyaçları doğrultusunda indirilip daha önce olmayan bir hükmü koyduğunu ya da yürürlükte olan bir hüküm veya adeti değiştirip yerine yenisini ikame ettiğini göstermektedir.
Sonuç olarak şunu belirtelim ki, İslam vahyi, selim akıl sahipleri tarafından kabul gören ve insanların ihtiyaçlarını karşılama noktasında herhangi bir zarara yol açmayan ve genel teamül haline gelen örf ve adetler de, insani öğelere değer vermesi sebebiyle benimsemiş ve bu yüzden onları bazen olduğu gibi, bazen de yeni bir düzenleme ile uyulması gereken hükümler haline getirmiştir.
Kur’an âyetlerinin; Muhkem, müteşabih, nasih, mensuh, husus, umum, kasas olması da mümkündür. İmam Gazali (ra) bu hususların dışında ayrıca, mevsul (vasıl olmuş, ulaşmış birleşmiş kavuşmuş), yani anlam itibariyle tek çatı altında toplanabilen ayetlerin bilİnmesi gerektiğini de söylemektedir. Mevsul konusu ise şöyle izah edilebilir: Herşey Allah’ın yaratması, dilemesi ve takdiriyledir’ ‘Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur.’ Bu iki ayet mahiyet itibariyle, yeryüzündeki bütün tabiat olaylarını güneş, ay ve dünyanın hareketlerini, yıldızlardan yön tayini, yeryüzüne düşen yağmurlar, nebatın yeşermesi göklerde ve yerde ve ikisi arasında ne varsa bütün mahlukatın tek Allah tarafından yaratılmış ve bir düzene göre işleyişi evrende bulunan her şeyin bir ölçü ve takdire göre düzenlenmiş olması manalarını kapsamaktadır.
nasih,(bozmuş, değiştirilmiş) mensuh,(neshedilmiş, hükmü kaldırılmış,geçersiz kılınmış ; müteşabih( aralarında benzerlik olan, birbirine benzeyen ;Kur’an-ı Kerim’de manası açık olmayan ayet, manası Allah tarafından bilinen ayet), kasas; peygemberlere ait haberler, hayat hikayeleri
SURE’NİN ANLAMI
Kur’anın en az üç ayeti ihtiva eden bir özel kitap gibi özel ismi bulunan belirli kısımlarının her birine sure denilmiştir ki bunda başlıca iki benzetme yönü vardır. Çünkü sure lugatta iki manaya gelir. Birisi yüksek rütbe demektir.
Birisi de;’ büyük bir şehri kuşatan sur’ demektir. Kur’anda Sure kelimesi, içerik bakımından Kur’an kelimesindendir ve her Sure büyük bir suru bulunan sağlamlaştırılmış bir şehrin kapsamında ve önemine binaen birinci derecedeki konumları itibariyle özenle inşa edilmiş cadde ve sokaklardaki görkemli binalar ile ikinci planda ve derecede yer alan çeşitli sokak ve evlerin konumları gibi Vahyin de derece ve çeşitleri olması sebebiyle aralarında büyük bir benzeyiş vardır.Kur’an ahkamından bazıları vahyin kalite ve niteliği bakımından ve önemine binaen birinci derece ve planda yer alır. İkinci derece kapsamında yer alan vahiy ise çeşitlidir.Bu da, ilhami vahiy ile ya da diğer bir deyişle hads’i vahiy iledir.
Surenin çoğulu suver kelimesinden gelir.Tıpkı binanın katları gibi Kur’anın de sureleri bulunmaktadır. En başta Allah’a iman ile onun gereği olan ve diğer katlarda yer alan yetmiş küsur şube ile beraber bir bütün teşkil etmesi esasına dayanır..
”Hiçbir kutsal kitabın aslı,orijinali yeryüzünde bulunmamaktadır”Bu bir gerçektir.Allah Teala elçi gönderdiği dönemlerde Kutsal Kitaplarını ancak hafızalarda kalan şekli ile dizayn edilmesini nasip etmektedir.Kuran ahkamı Allah’ın emir ve yasaklarını içeren sure ve ayetler birinci dereceden vahiyle gelenlerdir.Bu kesindir.Hadis niteliğinde ikinci dereceden tam bir vahiy değil de vahye bir yönüyle benzer bir yönüyle benzemeyen vahyin alt derecesinde bulunan ve çeşitleri olan Allah’ın bir şekilde kuluna duyurduğu öğretilerdir.Peygamber efendimiz(sav) kendisinin Allah elçisi olduğunu duyurduğunda,bazıları onu bu davadan vaz geçirmek istediklerinde şöyle dedi:”Vallahi, Güneşi sağ elime,Ay’ı sol elime verseler yine de vaz geçmem.”Peygamber efendimizin:”Şu gördüğünüz tepenin ardından düşman askerleri geliyor desem bana inanır mısınız?”sorusu Allah’ın,onun kalbine ilka ettiği duyumlardır Zaten,.Aişe(r.a) validemiz Muhammet (s.a.v) efendimiz hakkında şöyle demiştir.:”O, kendiliğinden bir söz söylemez.”
İlham vahyin alt şubesidir. nitekim vahiy gaybi durumun açıkça, ilham ise örtülü bir biçimde ortaya konulma olayıdır.Vahiyden hasıl olan ilme ledünni ilim denir. Ledünni ilim, elde edilmesi bakımından nefsle Bari (c.c.) arasında hiçbir vasıtanın olmadığı ilimdir. Bu ilim; saf, temiz ve diğer şeylerden uzak, ince kalblere gayb kandilinden gelen ışık gibidir.Fakat vahiy ile arasındaki fark şöyle izah edilebilir. Vahiy: külli akıl, ilham külli nefs olarak düşünülürse külli akıl Bari Teala için külli nefsten daha şerefli, daha kamil, daha kuvvetli, daha yakın saf ve cevherdir.Vahiy enbiyanın süsü, ilham evliyanın ziynetidir. Vahiy ilmine gelince, nefs nasıl akıldan daha aşağı mertebede ise, veli de nebiye göre öyledir. Aynı şekilde ilham da vahiyden daha aşağıda yer alır.Nebiler de ilham alır. İlham ise vahye nisbetle zayıftır.,rüyaya nisbetle kuvvetlidir.
KUR’ANDA MUHKEM VE MÜTEŞABİH
Bu kelimeler bizzat Kur’anı Kerim’de zikredilmektedir. ‘Elif,Lam,Ra’ Bu kitap ayetleri kesinleştirilmiş (muhkem kılınmış) sonra da hakim ve herşeyden en iyi haberi olan Allah tarafından iyice açıklanmaktadır.(Hud.1) Bu ayette Kur’anın tamamının muhkem olduğu belirtildiği gibi, Zümer Suresinde ise Kur’an-ı Kerim’in bütününün müteşabih olduğu belirtilmektedir: ‘Allah sözünün en güzelini ahenkli, ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.(Zümer 23) Burada Kur’anın müteşabih olduğu ifade edilmekte ise de doğrusunu Allah bilir demek te gerekebilir.Kur’an bütünüyle müteşabih değildir.Bire bir açıkça bil
Vaha fiilinin mastarı olan vahiy sözlükte,gizli ve süratli bir şekilde bildirmek demektir.Vahyin bundan başka ilham etmek,ima ve işaret etmek,fısıldamak,emretmek,telkin etmek ve yazmak gibi manaları vardır.
Vahiy gayb sınırları içerisindedir,anlaşılabilirliliği ile ilgili,özellikle insanın mükellefiyetleri açısından herhangi bir problem söz konusu olmayacak mükemmelliktedir.
VAHİY GERÇEĞİ
Vahyin mahiyet itibariyle anlaşılıp anlaşılamayacağını ortaya koymak, önce onun gayb veya müşahade (fizik) alanındaki yerini, sonra da söz konusu yerin insan aklının ve bilgisinin faaliyet sınırları içersine girip girmediğini tesbit etmekle mümkün görünmektedir.
Bilindiği gibi vahiy Allah elçilerine mahsus özel bir tecrübedir. Çünkü insanlara, vahiy anını peygamberlerle paylaşma imkanı verilmemiştir.Allah elçilerinin vahyi alması; beşeri özellik ve irade dışında, tamamen ilahi iradenin yönetiminde gizli ve süratli bir tarzda, kulak vasıtası olmadan iyice anlaşılır özellikte beşere has harf ve kelimelerin mahrecinden çıkışlı konuşma şekline benzemeyen bir tarzda saniyeden de kısa bir zamanda uzun bir cümlenin bir anda belletilmesi ile gerçekleştirilen kutsallığı aşikar, olağanüstü bir tarzda haber iletilmesine dair bir olaydır.
Allah’ın elçilerine mahsus olan bu çeşit vahiy, özel manasıyla peygamberlik vahyi,diğer beşeri ilimlerin üstünde özel bir keyfiyet ve kesin zorunluluk ile gerçekliğinde şüphe olmayan bir ilim telkin eden hakkın tecellisinin özel ismidir.Dini yönden vahiy denildiği zaman da bu mana kastedilir.Vahyin diğer kısımları hem peygamberlerde,hem de diğerlerinde bulunabilir.fakat tam manasıyla peygamberlik,hangi çeşitle olursa olsun hiç şaşmayan özel bir vahiyle başlar.Bu ruhi bir hadisedir.Açık duyulardan gayet net bir şekilde kalbe gizli bir yol ile süratli anlayış telkin eden ruhani iniştir Kutsallığı aşikar beşerüstü bir olaydır..Birinci dereceden vahiy budur.
VAHİYLER İKİ KISIMDIR:
1. GERÇEKLE GELEN VAHİYLER : Yüce Allah’ın sıfatlarını emir ve yasaklarını, Peygamber hikâyelerini, Kıyamet, Cennet ve Cehennem hallerini bildirir. süratli kolay anlaşılır ve çok mübarek vahyle gelir
2. SÜNNET VAHYİ: Bunlar; Birinci kısımda belirtilenlerin teferruatları ile hadis söylemlerinden ibârettir. Zayıf hafif manevi sesle bazen zor bir algılama niteliğindedir.
VAHYİN ANLAŞILABİLİRLİĞİ
Resulullah Muhammed (sav)’in vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği vahiy alma şekli,çıngırak yahut zil sesine benzer bir sesle aldığı vahiydir..Aişe (ra)’nin naklettiği bir hadiste Allah Resulu (sav) şöyle buyurur:Vahiy bazen bana zil çalar(yahut çıngırak sesi)gibi bir sesle gelir.Bu benim için vahyin en ağır olanıdır O(hal) beni terk edince onun(Cebrail’in) ne dediğini bellemiş olurum.
Öncelikle burada şu hususa işaret etmek gerekir ki,hadiste yer alan zil çalar gibi ifadesi zannedildiği kadar kesin olmayabilir.Zira bu sözün Arapça karşılığı olan cümlede bulunan el-ceresu(zil),kelimesini,el-cersu ve el-cirsu şeklinde de okumak mümkündür.ancak o zaman manası alçak ses yahut iyi anlaşılmayan ses demek olur.(Bkz.ibn Manzur Lisanu’l-arab.VI.35)
Üstelik bu cümleciğin daha başka manaları da vardır.Mesela,bir madenin dövülmesi yahut bir kuşun kanatlarını çarpması esnasında çıkan sese de el-cersu denilmektedir.Fakat bu manaların hepsinin ortak noktası,sözü edilen sesin zor duyulabilecek nitelikte alçak bir ses olmasıdır.(Bkz.vahiy gerçeği.ilahiyat vakfı.yayınları no:118 Muhsin Demirci)
VAHYİN BENZER OLGULARLA
KARŞILAŞTIRILMASI
Vahiy olayını incelerken vahyin yanısıra, elbette ki ilham ve keşf gibi bazı gayr-i maddi bilgi vasıtalatından da söz etmek gerekmektedir. Bilindiği gibi tasavvuf iiteratüründe kullanılan terimler arasında ilham ve keşfle oldukça yakın anlamları bulunan birçok ıstılah mevcuttur.Bilhassa seyr-i süluk esnasında karşılaşılan tecellilerin hemen tamamı keşfin kapsamı içine sokulacak niteliktedir.
1. VAHİY ve İLHAM
İlham, lehm mastarından türemiş if’âl kalıbında bir kelimedir. Lehm sözlükte, herhangi bir şeyi ‘kalbe atmak’,’lokmayı bir çırpıda yutmak’ gibi manalara gelmektedir. İlham ise ‘yutturmak ve feyz yoluyla bildirmek’ demektir. Söz konusu kelime aynı zamanda ‘yakalamak’, ‘kavramak’ ve ‘keşfetmek’ manasına gelen ‘sezgi’ anlamını da ifade etmektedir.
İlham terim olarak ise, ‘herhangi bir mananın tefekkür ve istidlal yoluna başvurmaksızın insanların kalbine yerleştirilmesi şeklinde tarif edilmiştir. (Bkz. El-Curcâni, et- Ta’rifât, s.34; Kesteli’ala şerhi’l akaid,İst.1326, s. 45; et-Tehânevi, Keşşaf,2,1308.
İlham kavramı, içerdiği anlamlar yönünden oldukça kapsamlı bir terim niteliğindedir.Ancak İslâmi terminolojide ilham denilince daha çok kalbleri tasfiye edilmiş kişilere ‘âni olarak verilen tefekkür ve istidlâl dışı bilgiler kastetilmektedir.İşte bu anlamda ilhâm hem peygamberler hem de bunların dışında bazı insanlar için söz konusudur. Ancak bağlayıcılık açısından her iki ilham birbirinden farklıdır.
İlham kelimesi, ‘(Allah) ona (nefse) günahlarını da takvasını da ilham etti’ (Bkz.eş-Şems 91/3) ,tarzıda yalnız Kur’an ayetinde yer almaktadır.Ancak hemen belirtelim ki, ez-Zemahşeri (öl.538/1310), en-Nesefî (öl. 710/1310) ve Elmalılı (öl. 1368/1948) gibi dirayet müfessirleri söz konusu asyette yer alan elhame fiilini, Allah’ın nefse iyilik ve kötülükleri öğretmesi ve kavratması (ifham, i’kâl, beyan) tarzında yorumlayarak ilhamı, kulun kesbine paralel bir şekilde kendi nefsinde ortaya çıkan bir mertebe olarak değil, insana doğuştan verilen bir kabiliyet olarak telakki etmişlerdir.Bazı veliler,yüksek ruh ve inancına rağmen sefahate ,dünyaya yönelip ahireti unutan toplum arasında yaşamakla zaman zaman gafletle,zaman zaman bilgisizlikle bazı hatalar yapıyor aklı başına geldiğinde ve onları ikaz etmeye ve mücadele etmeğe gücü yetmediğinde Allah veli kullarına kemendini atıyor onları kendisini tamamen Allah yoluna yöneltmiş bir mürşidi ile karşılaştırıyor tövbe nasip ederek,ya dünyalıklarını büyük bir oranda ellerinden alarak veya bir hastalık ve musibet ve belalar vererek uzlete çekilmeye mecbur ediyor.Haller makamını yaşatıyor Kur’anda hem muhkem, hem müteşabih, hem de üstü örtülü olan ‘Allah’ın ayetlerini değersiz şeylerle değişmeyin’buyruğuna boyun eğdirtiyor. Dünyaya düşkün bir kimse veya din bilgisi var fakat eğitimini almamış bir kimse sözü edilen ayeti duyduğu zaman şöyle düşünür: ‘Demek ki Allah’ın ayetlerini kıymetli taşlar( altınlar, pırlantalar, yakutlar, zümrütler ) karşılığında bildirmem gerekiyor, fakat ben onlara Allah bildirilerinin birer nüshasını versem kim bunların karşılığında bana böyle değerli şeyler verir ki, kimse vermez. Hem herkes dünyaya o kadar düşkün ki, hem herşeyleri de bunların üzerine kurulu adeta...’ gibi sorular,cevaplar konuyla ilgili düşünceler insanın beyninden ister istemez, bir film şeridi gibi hızla geçip gidiyor...Aradan uzun yıllar geçiyor Rabbin eğiticiliği ile doğruyu yanlıştan ayırma vakti geldiğinde ve Allah’ın emriyle hükmetme karar verme, dönüş yapma fırsatı sunulduğunda her şeyi iyice anlıyor ve şu ayeti düşünmeden edemiyorsunuz. ‘Kantar kantar altın, gümüşler, nişanlı atlar ve evlatlara düşkünlük dünya hayatının metalarıdır.Doğruyu, yanlışı bildiren Allah sözü ne kadar da muazzamdır.Üzerinde düşünülüp, araştırılması, sonucunun iyice anlaşılıp bilinmesi bakımından Hz.Peygamber (s.a.v) ve sahabeleri, evliyalar, büyük İslam alimleri, yüzünü dünyadan çevirip ahirete yönelmek gerektiğini dünyada yaşarken sanki ölü yıkayıcısının elinde ölü gibi Allah’tan başka herşeyi terketmeyi, düstur olarak görmüş,netice itibariyle, tüm eserlerini bu konu üzerinde yoğunlaştırmış,’yaşa da gör’politikası içersinde ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır.-Allah onlardan razı olsun- Emir ve yasaklar ancak vahiyle sabit olur.Kıyamet günü herkes Kur’anın emir ve yasakları konusunda kendi sonucunun ne olduğunu iyice görecek ve iyice anlayacaklardır.
İmam Maturidi, İbn Rüşd ve Mu’tezile alimlerinden Ebu Haşim şöyle demişlerdir:İlhamın bazen kesin bilgi ifade etmeyeceğini, bilgi kaynağı kabul edilse bile, bütün insanlar için söz konusu olamayacağını ileri sürmüşlerdir.Çünkü ilham ekseriya ruhi riyazetin, uzun tefekkür ve murakabenin bir meyvesi olup insanda kesin bir bilgi meydana getirmez. Bu tıpkı güneşten yararlanmak isteyen bir kimsenin elindeki aynayı güneşe karşı tutması gibidir. Tabiatıyla bu durumdaki insan güneşten ancak ayna kadar istifade edebilir. Halbuki evinin çeşitli yerlerinden güneşe doğru pencereler, kapılar açan ve yollar yapan, güneşin ışığını devamlı ve çok bol tarzda alabilir: İşte vahiy de tıpkı bunun gibi umumi ve külli, ilham ise, hususi ve cüz’idir. Elbette ki, bu durumda kişiye özel bir bilgiyi umuma atfederek herkesi bağlayıcı olduğunu söylemek doğru olmaz.
İlham yoluyla elde edilen bilgiler, birbirini nakzedebilir. Bu bazen aynı şahısta olduğu gibi farklı şahıslarda da olabilir. Dolayısıyla bu bilgilerden hangisinin doğru olduğunu akıl da tayin edemez.Bu yüzden bazı ilhamlar ve sezgi, genel geçerliliği olan bir bilgi niteliğinde değildir. Halbuki vahiyde çelişki ve tutarsızlık yoktur.
VAHİY VE KEŞF
Arapça bir kelime olan keşf sözlük anlamı itibariyle bir şeyi ‘izah etmek, ‘ortaya çıkarmak’ ve ‘üzerindeki örtüyü kaldırmak’ demektir. Terim olarak ise, duyular ve akıl yoluyla bilinme imkanı olmayan gaybi hakikatlerin gözle görünürcesine apaçık bir şekilde kişiye kalb gözüyle yarı uyku yarı uyanık veya tamamen uyanık bir halde ve kişinin iradesi dışında film gibi izlettirilmesidir. Bazen izlerken sesli konuşmalara da tanık durumunda kalınmasıdır, mesela tanıdık yalancı bir şahsın ağzının yırtılıp yırtılıp tekrar dikildiği,yalancının gazabına uğrayan kimseye gösterilmekte,bazen cennete ait yeşil kuşlar, bazen cennetteki kuş tüyü ile örtülü gibi duran yumurtalar, bazen cennet elbiseleri, bazen cennet döşek ve yastıkları gösterilmektedir.Mükaşefe; kalp gözünün açılması ve gayb aleminin görülmesini sağlayan hal anlamındadır. Mükaşefe kavramının bir tasavvuf terimi olan müşahade ile de anlam yakınlığı vardır. Çünkü müşahade, hiçbir şüpheye mahal olmaksızın kalb gözüyle gerçeğin görülmesi demektir.
Keşf ve mükaşefe ile mana birliği olan daha başka kavramlar da vardır. Bunların bir kısmını şöyle sıralamak mümkündür: Basiret, firâset, hatır, ilm-i ledün, ma’rifet, tecelli, rüya, yakîn, vb. tecellilerin bazen kişiden kişiye değişerek bağlayıcı oladığını öne sürenler de mevcuttur.
KUR’AN VAHYİNİN TESBİTİ
Bilindiği gibi Allah Resulu (sav) hem Kur’an hem de sünnet vahyine muhatap idi. Ancak o, kendisine gelen bütün vahiyleri yazdırmıyordu. Hz. Peygamber (sav)’in yazıya geçirtmedikleri, elbetteki Kur’an vahyi dışında kalan sünnet vahyi ( ilhami vahiy niteliğinde gelen hads’i vahiyler) idi. Bunlar için bazen ‘Benden alın’ buyurur. Ve sonra açıklama yapardı. Bazen bu nitelikte gelen vahyi ‘Bana vahyolundu ki...’
Diyerek açıklardı. Bu iki halin dışında bazen de kendisine vahyin geldiğini etrafında bulunan insanlar hissederlerdi, fakat Resulallah (sav) vahyin geldiğine işaret eden herhangi bir ifade kullanmadan doğrudan açıklamada bulunurdu.
Buna mukabil Hz. Peygamber vahiy sonrasında, eğer gelen vahiy, vahy-i metluvv (Kur’an vahyi) kabilinden ise, onu behemahal yazdırtır ve tebliğ ederdi.
(Bkz.vahiy gerçeği,nde; el-Buhari. El-ilim,24;Müslim, el-Cenne,64.Örnek için bkz.el-Buhari, el-cihad,37; eŞehadat, 15; el-Hacc, 17; el-Umre, 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4, 104.
İslam bilginleri, Kur’an vahyi ile sünnet vahyi (hads’i vahiy)arasında mahiyet itibariyle herhangi bir fark görmemişlerdir.Nitekim İbn.Hazm (öl. 456/1063) bu mesele ile ilgili olarak şöyle demiştir: ‘(...) Bizim, Allah tarafından Resulüne gelen vahyi iki kısma ayırmamız doğru olur:
Birincisi, nazmı, tertibi itibariyle muciz olup, ibadetlerde tilavet olunan vahiydir ki, bu Kur’andır.
İkincisi de rivayet edilip nakledilen ve nazmı itibariyle muciz olmayan vahiydir ki, bu da Allah Resulü (sav)’den bize ulaşan hadislerden ibarettir. (...) Yüce Allah birinci tür vahye yani Kur’ana uymamızı emrettiği gibi, ikinci tür vahye uymamızı da emretmiştir. Sağlam kaynaklara yapışıldığı zaman vahyin bu iki türü arasında herhangibir fark söz konusu değildir.
EHL-İ SÜNNETE GÖRE VAHİY
Ehl-i sünnet alimlerine göre insanın bilgi vasıtalarından biri de vahiydir. Yüce Allah insanlarla irtibat kurarken ve dini konularda onları bilgilendirirken bu yolu kullanmıştır. Bunu da her defasında insanlar arasından seçtiği peygamberlerine, sözlü ayetlerini indirerek tahakkuk ettirmiştir. Bu sebeple vahiy, insanları aynı duyguda, aynı anlayışta ve aynı inançta bir araya getiren yegane unsur olmuştur.
El-Maturudi’ye göre ilham’ın bazı çeşitleri bilgi kaynağı değildir.Çünkü aynı konuda farklı ilham bilgilerine ulaşan kişilerin her biri, kendi bilgisinin doğruluğunu iddia edebilir Halbuki doğru bilgi vasıtasının zıt neticeler vermesi muhaldir. Ayrıca, birinin elinde diğerine ait bilgilerin yanlış olduğunu ortaya koyacak başka bir vasıta da yoktur. Yani ortada aynı zamanda ya iki doğru ya da iki yanlış söz konusu olmaktadır ki bu durumda da ilhamın neticesi, birbirini batıl saymak suretiyle yokluğa varır.
İLHAM’IN SÖZLÜK ANLAMI VE MAHİYETİ
Arap Dili’nde ilham,bir şeyi yalayıp sömürmek manasına gelen “iltiham’dan” türetildiği söylenmektedir.”Çocuk,annesinin memesindeki sütü emdi.”Cümlesinde iltiham bu manada kullanılmıştır.”süratli koşan at’a da,yolu yalayıp yutan”anlamında”Feresu lehim”tabir olunur.
Musa’nın annesine çocuğunu sepetin içine koyup suya bırakmasını ilham ettik.Böyle ilham isminden de anlaşılacağı gibi,.Peygamberlerin kalblerine vahiyden başka ilham da edilmiş, Musa’nın annesine ise sadece ilham edilmiştir..Bu tür ilham, dilin habersizken sütü yalayıp yutması gibi, şahsın anlayabileceği tarzda yapılır.Ayrıca ilham,özellikle Allah Teala ve cibril/Mele-i A’la tarafından zihne konulan bilgiye mahsustur.Şöyle ki:daha önce hiç duymadığı,öğrenmediği bir bilgiyi rüya ile de görmeden kendisine bilgi yüklenmiş ve öğretilmiş olarak uykudan kalkar.İlhamdan ayrı olarak peygamberler dahil istisnasız bütün beşeri ilgilendiren ve.insanın ihtiyarı dışında,onun gönlüne bir mevhibe olarak tecelli edince ona da’hatır’denir.Ancak,bazen böyle bir hatır veya ihtara,Hak’tan geldiği kendi karineleriyle kat’i değilse,şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir.Kendi karineleriyle Hak’tan geldiği muhakkak olan bir ilham apayrı şeydir.
Vahiy hakkında gerçekten ciddi tahliller yapmış bir müslüman düşünür olan Fazlur Rahman’ın vahiy çeşitlerinden biri ile ilgili olarak şöyle demiştir: Kur’an vahiy meleğinden bahsederken.Ruh’un esasen vahyin muhtevası olduğunu gösteren işaretler de vardır: İşte sana böyle emrimizden bir ruh vahyettik (Bkz.Şura 42/52), Allah, emrinden olan Ruh’u dilediği kimselere indirir.(Bkz.el-Mümin 40/15) ayetlerinde geçen Ruh’un, vahiy kesildiği dönemlerde, vahye ihtiyaç anında ve vahye daha önce muhatap olmuş olan Allah elçisinin bunu sadece Allah’ın dilemesi ve izni ile dileyerek kendini hazırladığında, zihinsel ses ve fikri kelimeler şeklinde rehber olabilecek ayetlere dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç olarak yorumlanabilir. Vahiy ve ilhamla ilgili olarak, kulun istek ve iradesi ne paralel bir şekilde ,kendi nefsinde ortaya çıkan bir mertebenin fazla özellik ve üstünlüğü bulunmaz.
Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığın’ buyrulmuştur. Zemahşeri bu ayeti yorumlarken şöyle demiştir: Kur’an okuyana şeytanın zararı, vesvese vermek, yanıltmak, manayı bozacak şekilde yanlış okutturmak, veya okuduğuna, Allah’ın vahyetmediği sözleri karıştırmak... gibi şeyler olabilir. Aksi halde havatırın,nefsin hevası cinsinden ve şeytanın vesveselerinden olması ihtimalden uzak değildir.Şeytani vesveselerin bulaşmış olması muhtemel bulunan havatır,şeytani; içinde nefsin hazlarının duyulup hissedileni de ‘heces’veya hevacis-i nefsanidir ki,böyle bir aldatılma alanına itilen salik,hemen Cenabı Hak’ka teveccüh edip durumunu,şeriatın muhkematına göre yeniden ince bir ayara tabi tutması gerekir Allah’a yakın bir yerde Cennet’te Âdem aleyhisselâmın başına böyle bir olay gelebiliyorsa yeryüzünde kimsenin bundan istisnâ tutulmaması gerekir Allah onu ve eşini cennetten yeryüzüne indirdiği vakit ona mükâfat olarak peygamberlik vermesi düşünülemez.O, balçıktan yaratılıp da Allah ona ruhundan üflediği vakit kendisine meleklerin secde ettirildiği ve gerek bilgileri gerekse, Allah’tan af dilemesi sonucu bağışlanmış olarak peygamber makamında olması tabiidir. Musa hakkında Kur’anda Allahü Teala şöyle buyurur: Musa şehre indiğinde bir arkadaşını kavga ederken gördü.Kendi tarafından olan arkadaşı Musa’dan yardım istedi.Musa, diğer taraftan olan kimseye bir yumruk atınca adam ölüverdi.Musa pişman oldu ve ‘Rabbim’ dedi. ‘Bu bir şeytan işidir.’Mümkün olabilir ki Allah’tan vahiy almaya alışkın olan Musa (aleyhisselam) şeytanın vesvesesiyle ilhamı karıştırıp şeytanın ‘haydi, git arkadaşına yardım et.Ona bir yumruk vur’vesvesesini, sinsice kalbine vehim sokmasını tam algılayamadı ve neticede adam öldürme işini yaptı.
Allah Tealâ Kur’anda şöyle buyurmaktadır:’ Âdemle Havva’ya cennette oturun dilediğiniz gibi yiyin için; yalnız şu ağaca (elma ağacına) dokunmayın, dedi. Şeytan (yılan şeklinde) onları kandırdı ve ayaklarını oradan kaydırdı.Ve o meyvayı yediklerinde daha önce kendiliğinden örtülü olan avret yerleri açılıverdi.Cennet yapraklarıyla oralarını örtmeğe koyuldular.’Bu konuda İsa (aleyhisselâm)der ki: Şeytan Cennet’in kapısına yaklaştı. Orada, deve ayakları ve her yanında bir ustura gibi kesilmiş ayak tırnakları olan korkunç bir yılan nöbet bekliyordu. Düşman ona dedi : ‘’Bi zahmet et, beni Cennet’e koyuver!’
Yılan cevap verdi: ‘ Allah bana seni çıkarmamı emretmişken, ben nasl seni içeri almak zahmetine katlanırım?’
Şeytan karşılık verdi: ‘Allah’ın seni ne kadar çok sevdiğini görüyorsun, ki seni insan denilen bir okka çamurun başında nöbet tutman için Cennet’in dışına koydu. Bu bakımdan, eğer beni Cennet’e alırsan, seni öyle korkunç yaparım ki, herkes senden kaçar ve arzu ettiğin yerde gider kalırsın.’
Sonra yılan dedi: ‘ Seni içeri nasıl koyacağım ben?’
Şeytan dedi: ‘Sen büyüksün; ağzını aç, ben karnına gireceğim ve sen Cennet’e girince, şu sıralarda yer üzerinde yürümekte olan iki okka çamurun yanında beni bırakacaksın.’
Sonra, yılan böyle yaptı ve Şeytan’ı kocası Âdem uyumakta olduğundan Havva’nın yanında bıraktı. Şeytan, güzel bir melek gibi kadının önünde durdu ve ona dedi : ‘Neden şu elmalardan ve mısırdan yemiyorsunuz?’
Havva cevap verdi: Rabb(ımız) bize, bunlardan yersek kirleneceğimizi ve kendisinin de bizi Cennet’ten çıkaracağını söyledi.’
Şeytan karşılık verdi:’O, gerçeği söylemez. Allah’ın kötü ve kıskanç olduğunu, bu nedenle de hiçbir dengine katlanamayıp, herkesi köle tuttuğunu bilmelisiniz ve kendisine eşit olmayasınız diye size böyle demiştir.Fakat sen ve yoldaşın benim tavsiyeme göre hareket ederseniz, diğerlerinden olduğu gibi şu meyvelerden de yiyecek ve başkalarına tâbi olarak kalmayıp, Allah gibi iyi ve kötüyü bilecek ve istediğinizi yapacaksınız. Çünkü, Allah’a denk olacaksınız.’
Sonra, Havva o meyvelerden alıp yedi ve kocası uyandığında, Şeytan’ın tüm dediklerini ona anlattıve o da karısının sunduğu meyveleri alıp yedi. Bunun üzerine, yenilenler aşağı doğru inerken Allah’ın sözlerini hatırladı; bu sebepten, yemeği durdurmak isteğiyle elini, her insanın işareti bulunan boğazına götürdü.’
Sonra her ikisi de çıplak olduklarını anladılar; dolayısıyla utanıp, incir yaprakları alarak gizli yerleri için bir elbise yaptılar. Öğle vakti geçince, bak ki, Allah kendilerine göründü ve Âdem’e seslenip dedi: ‘Âdem, neredesin?
O cevap verdi: ‘Rabb(ım), huzurundan kendimi gizliyorum, çünkü, ben ve hanımım çıplağız. Bu nedenle de, senin huzurunda bulunmaktan utanıyoruz.’
Sonra Allah dedi: ‘ Yediğiniz takdirde kirleneceğiniz ve cennette daha fazla kalamayacağınız meyveyi yemedikçe, sizi kim mâsumluğunuzdan soyup çıkarmıştır ki?’
Âdem cevap verdi: ‘Ey Rabb(im), bana vermiş olduğun eş (zevce) yemem için yalvardı, ben de ondan yedim.’
Sonra Allah, kadına dedi: ‘Nden dolayı böyle (bir) yemeği kocana verdin?’
Havva cevap verdi: ‘Şeytan beni aldattı ve ben de yedim.’
‘Ama, bu mel’un nasıl girdi buraya?’ dedi Allah.
Havva cevap verdi: ‘Kuzey kapıda duran bir yılan onu benim yanıma getirdi.’
Sonra Allah Âdem’e dedi: ‘Madem ki sen karının sözünü dinladin ve meyveyi yedin, yeryüzü senin işlerinle lânetlensin, belâ bulsun; senin için iğnelikler ve dikenler bitirecektir o; ve yüzünün teriyle ekmek yiyeceksin. Ve toprak ( balçık) olduğunu hatırla ve yine toprağa döneceksin.’
Ve Havva’ya da şöyle konuştu: ‘Ve Şeytan’a kulak asıp, kocana yemeği veren sen, seni köle tutacak olan erkeğin egemenliği altında yaşayacak ve doğum sancıları çekip, çocuklar dünyaya getireceksin.’
Ve yılanı da çağıran Allah, Allah’ın kılıcını tutan melek Mikaîl’e seslenip dedi : ‘Önce Cennet’ten bu kötü yılanı çıkar ve dışarıda bacaklarını kes; ki yürümek isterse, yerde vücudunu sürüsün.’ Ardından Allah, gülerek gelen Şeytan’a seslendi ve ona dedi: ‘Madem sen mel’un, bunları kandırdın ve kendilerini kirlettin, öyle ise Ben de diliyorum ki, onların ve bana gerçekten tövbe edip kulluk yapacak çocuklarının tüm kirlilikleri bedenlerinden çıktıkça senin ağzına girsin ve böylece sen kirliliklerle doyasın.’
Şeytan sonra korkunç bir şekilde kükredi ve dedi: ‘Madem sen benim daha da kötü olmamı dilersin, ben de o zaman, elimden geleni ardıma koymayacağım.’
Sonra Allah dedi: ‘Defol mel’un, Benim huzurumdan!’ Sonra Şeytan gitti; bunun üzerine Allah, ağlamakta olan Âdem’le Havva’ya dedi: ‘Birbirinize düşman olarak inin yeryüzüne, cezanızı çekin ve ümidiniz de yok olmasın, çünkü Ben,Şeytanın egemenlğini insan cinsinin üzerinden kaldıracak şekilde elçiler göndereceğim. Ve kendisine herşeyi vereceğim oğlunu göndereceğim.’
Allah gizlendi ve Melek Mikâil onları Cennet’ten çıkardı. Bunun üzerine Âdem, çevresine bakınarak kapının üstünde yazılı olan ‘ Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah’ın elçisidir’ sözünü gördü. Bu nedenle ağlayarak dedi: ‘Allah’ı râzı edici olsun ki ey oğlum, çabucak gelesin ve bizi perişanlıktan kurtarasın.’Böyle olmakla birlikte Yüce Allah Kur’anda şöyle buyurmaktadır: ‘İnananlar ;’Biz peygamberler arasında bir fark gütmeyiz’ demelidir.’
.Nefis ve onun hevacisi,şeytan ve onun da vesveseleri yalnızca birinci dereceden, vahiyle sadece Allah’ın dilemesi ile kulun istek ve irade dışı aniden beliren Allah vahyi ile diğer sağlam bir şekilde ilham edilişten ayrılabilinir.Vahiy ve ilhama muhatap kişi ,beşer sıfatına da sahip olması nedeniyle yukarıda sayılanlardan da uzak değildir.Allah elçisi (peygamberler) de yalnızca vahiy sırasında beşer sıfatından uzaklaşırlar.Çünkü şeytanlar vahiy almaktan ve vermekten azledilmişlerdir.Peygamberler Allah’ın seçtiği tebliğle görevlendirdiği kullarıdırlar.
Sufiye, Hak tarafından gelip kalbte yankılanan hitaba’hatır-ı hak, ’melekten geldiği bilinene ‘hatır-ı melek’,nefis ve şeytan tarafından esip ruhu saran manevi şerarelere de’hevacis’veya’şeytani vesveseler’diyegelmişlerdir ki,bunların arasını tefrik edebilme biraz da ‘usulü’d-din’ve sünnet-i seniye’mizanlarını bilmeye vabestedir.Zira bu türlü havatırın bazıları şer’i prensiplerle test edilerek anlaşılsa da,bazıları,zahiren dinin temel kaidelerine muhalif olmamakla beraber çok sinsi bir kısım şeytani gaye,emel ve maksatlara bağlı cereyan edebilir ki,onu da bu işin erbabından başkasının ayıt edebilmesi zordur.Allah elçileri şüphesiz kendilerine vahyedildiğini bilir...
GAYB ve MÜŞAHADE AÇISINDAN VAHİY
Vahiy gayb ve müşahade açısından iki boyutlu bir kavramdır. Bir boyutu ile Allah’ın peygamberlerine olağanüstü bir tarzda haber iletmesi, diğer boyutu ile de peygamberler tarafından insanlığa bildirilen veriler yani vahyin muhtevası (din) manasını ifade etmektedir.Buna göre vahiy bir tarafı ile gayb, diğer tarafı ile de müşahade alanına ait bir olgudur.
Vahyin müşahade alanına ait kısmı, akıl tarafından şöyle veya böyle anlaşılabilir durumdadır. Belki söz konusu alana ait konuların yorumunda aklın sıkıntıya düştüğü, hatta yer yer çıkmazlara girdiği olmuştur. Ama sonuçta kişisel anlamda da olsa, bir çıkış yolu bulabilmesi onun, fiziki alandaki başarısının bir kanıtı sayılabilir. Dolayısıyla müşahade alanına taalluk eden konuda vahyin mahiyet itibarıyle anlaşılabilirliği ile ilgili, özellikle insanın mükellefiyetleri (sorumluluğu) açısından herhangi bir problem söz konusu değildir. Ama aynı şeyi vahyin gaybi boyutu için söyleyemeyiz. Çünkü onun bu boyutu gayb sınırları içersinde yer almaktadır.
Ancak burada şunu da belirtelim ki alan olarak gaybın sınırları içinde bulunmakla birlikte, vahyin söz konusu boyutu ile ilgili nakil yoluyla bize ulaştırılan bazı bilgiler de mevcuttur. Tabiatıyla bunlar, Kur’an ve sünnet çerçevesindeki bilgilerdir. Ama bu bilgiler, vahyin gayb boyutunda bir şuhud (müşahade) alanının varlığı konusunda bize bir fikir vermektedir. Fakat şurası da bir gerçek ki, sözü edilen bu iki kaynaktan gelen bilgiler, vahyin mahiyeti konusunda bir ışık çaksa da, insanı bütün yönleryle bilgilendirecek ve vahyin bu alanındaki gayb perdesini tamamen ortadan kaldıracak nitelikte değildir.
Çünkü bunlar daha çok vahyin geliş tarzlarıyla ilgili bilgilerdir.
Vahyin gayb boyutunu oluşturan hususlar bunlardan ibaret değildir. Bilakis vahiydeki gayb unsuru, kadim (ezeli) olan bu sözlerin kayıtlı bulunduğu Levh_i Mahfuz’dan tutunuz da insanlara tebliğine kadar her aşamada söz konusudur. Mesela vahyin ilk kaynaktan sudur (çıkışı) ve kelam olarak aracı meleğe intikaline kadar yani aracı meleğin ve vahiy indirme konusunda ona eşlik eden yardımcı meleklerin yapmış oldukları görevlerin mahiyeti, ayrıca aracı meleğin vahyi peygamberlere ulaştırması esnasında yaşadığı hallerin perde arkası birer gayb olayıdır. Allah Teala onun hakkında ‘ kanadını açsa mağrib ile maşrık arasını doldurur’ buyurmuştur.
Vahiy yaratıcı kudretin genel olarak varlıklara, özel olarak da insanlarla münasebet kurup onları, belli tavır ve tutumlar takınmaya çağırdığı ilahi bir aktivitedir. Elbette ki bu aktivitenin akılla ilişkisi vardır. Ancak hemen belirtelim ki, vahyin muhatabı tek başına, insanda bulunan akıl cevheri değildir. Esasen vahyin muhatabı olan ve akleden insan, her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden bilgi ve akıl gücü ile ayırabilir. Ve akıl, sırf bu dünya için değil, ebedi hakikatleri, ceza ve sevabı da kavrasın diye insana verilmiştir.Çünkü akıl insanla kaimdirVahiy ile akıl arasında mutlak bir irtibat sözkonusudur.Vahiy insana hitabederken hep aklı ve tecrübeyi esas alır.Çünkü ilahi hitap, aklı muhatap almaktadır. Aklı olmayanın sorumluluğu da yoktur. Yüce Allah Kur’anda ‘Onlara haydi gelin siz de Allah’a inanın ve O’nun bildirdiklerine uyun’ denildiğinde; ‘biz atalarımızın yolundan yürürüz’ derler. Ya ataları doğruyu anlayamamış doğruyu bulamamışlarsa ne olacak, hiç düşünmezler mi?’.Bu ayet körü körüne taklidi reddederek insanın aklıyla, muhakemesiyle karar vermesini istemektedir. Çünkü taklid, kolaycılığa kaçmak suretiyle düşünceyi terkedip başkalarına tabi olmak demektir.Bu sebeple Kur’an insanların körü körüne birbirlerinin izinden gitmelerini reddederek insanların kendi bağımsız şahsiyetlerini oluşturabilmeleri için zemin hazırlamaktadır. Çünkü kişinin kendi sorumluluğu prensibini koyan Kur’anın kendisidir.Her ne kadar kişi, sosyal hayatta oynadığı rol itibarıyle diğer insanlara karşı sorumlu olsa da, mesele ahiret hayatı açısından ele alındığında, vahyin bütünlüğü içersinde insanların tek tek Allah’a karşı sorumlu oldukları görülür.Ve insanın da sadece akıldan ibaret bir varlık olmadığı son derece açıktır.Yüce Allah Kur’anda ‘onların kulakları, gözleri ve gönülleri mühürlüdür.İşte o kişiler gafildirler.’buyurarak hem akla hem de duyulara hitabetmekle insandan bütün yaşantısını Allah’ın emir ve yasakları doğrultusuna göre tanzim etmesini kendilerine sunulan eşyayı kavramaya çalışmasını ve sadece onların dış yüzüne takılıp kaldığında insanların onları binbir emek göznuru ile kullanıma hazır hale getirdiklerini, insan emekleriyle meydana gelen helal veya haram her işin Allah’a vardığını, inançlı kişilerse ahirette iyi işlerinin helal kazançlarının karşılığını göreceklerini ,eşyanın hakikatinin perde arkası düşünülüp araştırıldığında ise, herşeyi yaratan yalnızca Allah’tır. ve bütün işlerin ucunun, hammaddesinin, O’nun yaratmasıyle var olduğunun bilinmesini istemektedir.
Kur’anda’Bilenle bilmeyen bir olur mu hiç?’ buyrulmakla İlahi vahyin mahiyet itibariyle anlaşılır olup olmadığının belirlenmesinde aklın olduğu kadar, bilginin de önemli bir yeri vardır. Bilgi, esasen bilme işlemi, ma’rifet, idrak ve tesbit eylemi, tasavvur, tasdik, inanç, hareket ve anlam olarak nitelendirilmiştir. İslami terminolojide ise, daha ziyade bilen (süje) ile bilinen (obje) arasındaki ilişki, veya bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak açıklanmıştır.
Kur’an bilgiyi tanımlamadığı gibi, mahiyetini ve özelliklerini de belirtmemiştir. Ancak o, bilgi elde edilecek alanlara, bilgi vasıtalarına dikkat çekip duyuları ve aklı kullanmayı öğütlemektedir.Yüce Allah’ın bahşettiği apaçık lisan ile konuşarak, okuyup yazarak bilgi edinmek insanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerden biridir. İnsanlar, ihtiyaçları nisbetinde,yiyeceklerinden binalara,meşru dairede ihtiyaçları nisbetinde alış veriş, iş paylaşımı ile birbirlerinin yardım ve desteğine muhtaç olarak, imtihan nedeniyle hayvanlardan daha sosyal olma zorunluluğu ile yaratılan varlıklardır. Hayvanlara ise neredeyse doğar doğmaz hayatlarını devam ettirebilme yeteneği ve bu konudaki gerekli bilgi kendilerine yüklenmiş olarak dünyaya gelirler.İnsan yavaş gelişir ve zaman içinde öğrenir. Bu sebeple, ‘Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz’ buyrulmaktadır.
Mesela bir hayvanın su üzerinde yaptığı barınakla, ikibinli ylların teknolojisi ile yapılan barajın fotoğrafı çekilip yanyana konulduğunda şekil itibariyle aralarında hiçbir fark görülmez .Zaten Kur’anda Hayvanlardan Bahis Geçen Sure’de; sizin için onlarda ibretler,alınacak dersler vardır buyrulmaktadır
İnsanlar için her alanda ‘suje ile obje arasındaki ilişki sonucu ortaya çıkan şey bilgi olarak tanımlanabilir.Kur’an bilgiyi tanımlamadığı gibi, mahiyetini ve özelliklerini de belirtmemiştir İnsanın bilgisi kaynak itibariyle akıl, duyular ve habere dayanır.Pozitif ilimlerden olan fen gerçekliği kanıtlanabilir olması nedeniyle ilim ise Kur’an bildirilerinin Allah katından gelen gerçekler olarak ,gelecekteki tehlikelere karşı kanıtlanabilir uyarı niteliğinde olması dünya ve ahiret hayatına dair bilgi içermesi bakımından başlıbaşına bir ilimdir.İnsan dünyada teknolojik bilgilerle cennet ehli gibi her diledikleri ellerinin altında olabilir,ancak bunu maddi boyut içinde gerçekleştirebilir. Manevi boyut ölmezlik, çürümezlik, ebedilik ancak cennetler için söz konusudur.
Zaten vahyin takdim ettiği hususlar bir bütün olarak ele alındığı zaman onun, insanı bütün özellikleriyle ve unsurlarıyla muhatap olarak gördüğü anlaşılır. Öyle ki bazen o, insana duyguları coşturan, gönüllerin derununa tercüman olan eşsiz edebi bir parçanın ruhlarda icra ettiği tesirle kıyaslanmayacak bir üslupla karşımıza çıkarken, bazen sırf akla, muhakemeye hihabeden ilmi bir eserin gerçekliğinden daha üstün bir ifade tarzı sergiler. Sergilemesine de Hakim-i Mutlak Allah (CC)’ ın hiçbir kutsal kitabın orijinal metninin yeryüzünde kalmasını takdir etmediği de bir gerçektir..
Allah Resulüne yapılan vahiy, sadece Kur’an vahyinden ibaret değildir. O’nun bir beşer olarak söylediği sözler ve yaptığı davranışların dışındaki tebliğ ve din konusundaki icraatlarını da vahiy mahsulü saymak mümkündür..(Şöyle ki; Yüce Allah Kur’an vahyi ile gayet net olarak gerçekle gelen ayetler işte bunlardır Ayetlerimizi iyice anlamanız için böyle açıkça bildirmedeyiz buyurarak:’ inkar eden ve şer, kötü işler işleyenler cehenneme girecekler ve ebedi olarak orada kalacaklardır.Bir de derler ki: Cehennem ateşi bize sayılı günlerde dokunacaktır.Oysa bazı din adamları bu mevzuda rivayet edilen bazı hadisleri esas alarak şöyle söylemektedirler:müminler günahı kadar yanacak sonra da cennete girecektir. İlhami telkinle bu tür duyumlar olabilmekteyse de bu tür ilham, neredeyse kara karıncanın kara kaya üzerindeki yürüyüşünü duyup anlayabilmek gibi zordur.) Şöyle de olabilir mümin insan hata kusur günahı kadar azap görebilir. Allah’ın azabı en şiddetli olduğundan ayetlerden yüz çeviricilerden, gafillerden hesap soracaktır.Onlar için çok acı azap vardır buyurmaktadır.Bunlar da Resulullah (s.av) ‘e mirac gecesi gösterilen günaha göre azap derece ve şiddeti açıklanmaktadır.Şu gerçektir ki,İnkarcılar ve zalimler cehenneme girdiklerinde ebedi olarak kalacaklar ve oradan hiç kurtarılmayacaklardır.
İSLAM VAHYİNİN GELİŞ ŞEKİLLERİ
Kur’an-ı Kerim, Allah Teala’nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir. Şura Suresi 42/51. ayette bu yollar şöyle sıralanmıştır: Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder.O, çok yücedir ve hikmet sahibidir. Hüküm yalnızca O’nundur.
Görüldüğü gibi bu ayette Allah ile iletişim kurma yollarının ilki, vahiy kelimesiyle ifade edilmiştir. Söz konusu kelime, Allah’ın doğrudan doğruya, çok süratli ve gizli bir tarzda bilgi aktarması ve birden bire kalbe ilka etmesi anlamındadır.Başka bir değişle kelamın sırf ruhani olarak vasıtasız bir şekilde telakki edilmesidir.
Vahyin yukarıda zikredilen hem peygamberlerde,hem de diğerlerinde bulunabilen hadis (ilhami vahiy) gizli duyulardan tabiri caizse kara karıncanın kara kaya üzerindeki ayak seslerini işitme gibi bir sesle anlayış telkinidir Sebeliler Sure’sinde;Bir karınca “Ey karıncalar yuvanıza girin.Süleyman ve ordusu sizi bilmeden çiğnemesinler”dedi.Bunu duyan Süleyman gülümsedi.Bu ayet, karıncaların kendi aralarında anlaşmaları için bilgi ve iletişimin olduğu ve içlerinden birinin, Allah teala tarafından bilgilendirilmesi ile yuvalarına çekilmeleri.ve bunun da Hz.Süleymana aksettirilmesi olayıdır.Kur’an’da ‘Cinlerden bir ifrit,Süleyman’a ,’Sen daha yerinden kalkmadan gözünü açıp kapayana kadar ben onun tacını ve tahtını sana getiririm’dedi.Süleyman bir de baktı kadın hükümdarın tacı ve tahtı yanında duruyor.Yine aynı surede ‘Ölümüne hükmettiğimizde Süleyman’ın asasını kemiren bir solucandan başka kimse onun öldüğünü bilemedi’Ayetinden rahmeti geniş olan Allah Teala’nın özel bir şekilde bir solucanı, bilgilendirilmesi olayıdır.Ayrıca bunda cinlerden medet uman kimseler için de açıkça bir ikaz vardır.Cinlerden bir İfrit göz açıp kapamadan da kısa süre içinde, Allah’ın kendisine verdiği ilimle,kilometrelerce öteden bir yerden bir yere,eşyanın naklini gerçekleştiriyor da Süleyman’ın öldüğünden haberdar olmuyor fakat ağaç kemiren solucan Süleyman’ın öldüğünü biliyor.Bunda insanlar için dersler vardır. Binler belki onbinlerce yıl sonra İnsanoğlu henüz,Televizyonun icadı ile eşyanın suretinin naklini birtakım aletler yardımıyla ancak gerçekleştiriyor.Oysa Hz.Süleyman döneminde çok eski çağlarda Cinlerden bir İfrit, eşyanın hakikatinin naklini gerçekleştirmiş durumda.Bu olayda cennet ehlinin durumları ile de benzeşme vardır.Ne güzel yurttur cennet, orada her diledikleri ellerinin altında olacaktır.Her şeyi en iyi bilen ve her şeyi idare eden yalnızca Allah’tır.O’nun bildirileri,vahiyleri yaratıkları arasında cereyan etmededir.Hüküm yalnızca O’nundur.İkinci dereceden vahiy türü ise buna hadsi vahiy,ilhami vahiy denilse de olur net veya karine ile olabilir.Vahiy bir kimsenin kendisinde bulduğu ve Allah’tan olduğu hakkında kesin kanaat sahibi olduğu ve duyguları vasıtasıyla veya vasıtasız telakki etmiş olduğu bir bilgidir.Vahiyle hadisi ayırt eden husus şudur ki,hadsi şuur nereden geldiğini idrak etmeksizin bilir hale getirilir.Vahiyle hads’i ayırt eden husus şudur ki,hadsi şuur nereden geldiğini idrak etmeksizin bilir hale getirilir.Vahy beşeri benlik ve iradeden doğan bir şey değildir.
Allah elçilerinin vahiy telakki etmeleri bir anda,bir kere göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir müddet içinde meydana gelir.Bu vahyin üstünlüğü tartışılmazdır.Vahiy müslüman müellifler tarafından da muhtelif şekillerde incelenmiş bulunmaktadır.Bilhassa Şeyh Abduh Risalesi’nde bu mevzuya şöyle temas etmiştir.”Hukuki manasıyla vahy,Allah’ın peygamberlerinden birisine ya hukuki veya başka mahiyette bir kaide hakkında vermiş olduğu bir haber olarak tarif etmiştir.Vahiy bir kimsenin kendisinde bulduğu ve allah’tan olduğu hakkındaki kat’i kanaat sahibi olduğu ve duyguları vasıtasıyla veya vasıtasız telakki etmiş olduğu bir bilgidir.Vahiyle hads’i atırt eden husus şudur ki,hadsi şuur,nereden geldiğini idrak etmeksizin bilir hale getirilir.Vahiy kesinlikle beşeri benlik ve iradeden doğan bir şey değildir.
Mümkün olmaktadır ki hiçbir alet kullanmadan telepati yapılmaktadır.Onu telepati yapanla yaptırandan başka kimse bilmemektedir.Bu ameliyenin bir benzerinin de Rabbi ile kul arasında meydana gelmesi nasıl imkansız olabilir?Biz Allaha iman ettikten ve telepati mevzuunda birçok tecrübeler edindikten sonra vahy ve ilhamı inkar etmek için herhangi bir sebep göremiyoruz.1950yılında”Bavyera”da sorumlular,”Prenter Strabil” adlı bir almanı telepati yoluyla radyo programına girmekle suçladılar.Prenter Strabil Münih’te Regna otelinde hünerlerini gösteriyordu.Koticina adlı oyuncu, kağıtlarını seyircilerden birine uzatarak herhangi bir kağıt seçmesini istedi ve daha sonra da bu kağıdın ve otelin isminin seyircinin zihninde olduğu gibi aynı tertip üzere Münih mahalli radyosunda haberleri okuyan spikere aktaracağını ve spikerin farkında olmayarak bunları söyleyeceğini iddia etti.Birkaç saniye sonra spikerin titrek sesi işitildi şöyle diyordu “Regna otelinde bastonlu kız”kağıdın ismi ve tertip gerçekten seyircinin istediği şekildeydi.Korku ve titreme spikerin sesinden rahatlıkla anlaşılıyordu.Fakat o,haberlerin okunmasını bitirmişti.Bu olay Münih sakinlerinden birçok dinleyiciyi hayrete düşürdü.Yüzlerce dinleyici bizzat radyo evine telefon ederek bu konunun açıklamasını istediler.Çünkü “Regna oteli-Bastonlu kız”kelimelerinin haberlerle alakasına anlamada güçlük çekiyorlardı.Nihayet radyo evinin doktoru spikeri muayene etmek için geldiği zaman onu korkunç bir ızdırap içinde buldu. Spiker olayı şöyle anlattı:”Başımda müthiş bir sarsıntı hissettim.Artık ondan sonra ne olduğunu hatırlamıyorum.Hal böyle olunca Rabbi katından herhangi bir insanın anlayamayacağı ses işittiğini iddia eden bir kimsenin tuhaf karşılanacak tarafı neresidir?Bu dünyada insan kulağının işitemeyip fakat aletler tarafından alınıp tespit edilen bir takım seslerin ve hareketlerin varlığı imkan dahilinde olunca ve bu hususta hayvanlardan başka hiçbir yaratığın anlayamayacağı sesler bulununca tuhaf karşılanacak veya çekinilecek tarafı olabilir mi?Allah elçilerinin aldığı sesleri Allahü Teala kendinden başka kimsenin bilmediği bir hikmet sebebiyle risalet için seçtiği kimse üzerine risaletini anlama ve alma yetkisini verdikten sonra gizli yollarla gönderir.İlmen müşahade ve tecrübelerle bu hakikat arasında en küçük bir çatışma söz konusu değildir
Burada şunu belirtelim:gerçekten birinci derecedeki vahiy dışındaki diğer tür duyumlardan bazısı zor duyulabilecek alçak,hafif ve iyi anlaşılamayan ses iledir.Ancak birinci dereceden en üstün kolay anlaşılır,olağanüstü ve kutsal olan vahiyle herkesin mükellef bulunduğu Kur’an ahkamı bildirilir.Bu esas olan vahiy Kur’anın özüdür .
Kur’an öncesi ilahi vahiylerin tespitinde peygamberlerin Allah yoluna davetleri,kendilerine verilen vahiy muhtevaları çerçevesinde meydana gelmiştir.Vahiy muhtevaları önceleri suhuf (sahifeler,tabletler,levhalar bkz.Elmalılı,hak dini,VIII,5768)sahifeler halinde indirilmiştir.Bunlar sırasına göre;Tevrat,Zebur,İncil ve Kur’andır.İlk üçü toptan,Kur’an ise çeşitli zaman aralıkları ile indirilmiştir.
MİLADİ VE KAMERİ TAKVİM
Ay yılı takvimi ile güneş yılı takvimi arasındaki farkı irdelersek, yaz mevsiminin başlaması karpuz kabuğu suya düşünce deyimi ile ifade edilir,deniz suyunun ısınmasına delalet eder.Bu mevsimde doğan bir çocuğun yaş yıldönümünü hangi akıl ve vicdan sahibi anne,baba kar yağarken,sular buz tutarken kutlar.Kış mevsimi doğan bir kimse doğum günüm ağustos ayı diyemez.Güz mevsimi yapraklar dökülürken doğan bir kimse yapraklar ve çiçekler tomurcuklanıp açarken doğum yıl dönümüm diyebilir mi?Üstelik son bahar;kışın müjdecisi,ilk bahar da yaz mevsiminin müjdecisidir.Kameri takvim kullananlar doğum günlerini ise senenin bütün ayları ve günlerinde dönüşümlü olarak kutlamaktadırlar.Oysa Kur’anda; ‘Sana haram ayda savaşmayı sorarlarsa de ki:O ayda savaşmak büyük günahtır. (Bakara s.ayet:217) ‘Gökleri ve yeri yarattığı gün Allah katında ayların sayısı on iki olarak Levh-i Mahfuz’da yazılmıştır. Bunlardan dördü haram aylardır.( Şubat, Mart, Nisan ayları ile Mayıs ayının ilk haftası Kur’an’ın toptan indiği aylardır.)Bu nedenle oruç her sene dönüşümlü olarak Şubat , Mart, Nisan aylarında tutulması muteberdir. Bir hadsi vahye göre adı ‘Lokum Bayramı olarak kutlanır.
İslam, insanda bireyselliği geliştirmeye çalıştığı gibi sosyal topluluğu da geliştirmeye çalışır. Bu onun – dini olsun dünyevi olsun- bütün emirlerinde görülür. Bunun içindir ki namaz prensip itibariyle kolektiftir. Hac,belli aylarda olup, bunların en bariz misalidir. Zira dünyanın her köşesinden gelen müminler aynı yerde toplanırlar. Oruç da böyledir. Dünyanın her tarafındaki müminler için orucun aynı ayda uygulamaya girmesiyle oruç tutmanın kolektif cephesi tezahür eder, bir halifeye (müminlerin emir’ine) olan lüzum, topluluk düşünülerek konulan zekât vergisinin mecburiyeti, vb. bütün bu şeyler hep aynı gayeye şahitlik ederler. Söylemeye hacet yoktur ki toplulukta veya cemiyette olan kuvvet hiçbir fertte bulunmaz.Kur’anda zikredilen Hürmetli ay hürmetli aya mukabildir. Mukabil, sözlükte eşit olan muadil yani muadele kelimesinden türetilmiştir. Lugatte;cebirde bir eşitliğin iki tarafındaki değerin tamamı, denklem - İki şey arasındaki eşitlik manasına gelir. peygamberler, yengeç dönencelerinde iki yaz, iki kış, ilk ve son bahar mevsimlerinin eşit aralıklarla hüküm sürdüğü coğrafi bölgelerde yaşamışlardır.
Kur’an da Allah “Şiddetli esen rüzgarlar,yayılmış sahifeler,emirlerimi yeryüzüne yayanlar hakkına’ ayetinden vahiy başlangıcının kış rüzgarları döneminde olduğunu, şiddetli esen rüzgarlar sözünden anlaşılabilir.İslam edebi herşeyden önce ruhların Allah’ın gerçek vasfını kavramak,kul ile Rabbi arasındaki bağlantıyı idrak etmek ve insanların sahip bulundukları herşeyde Allah’ın iradesi ile hükmeden,herşeyi idare eden yaratıcı olarak O’nun gücünü görmek,beşeri güçlerin aksi durumlara güç yetiremeyeceğini bilmekten ibarettir.”Herşeyde bir işaret vardır” buyurulmakla herşeyin bir delili dayanağı olması nedeniyle mutlak bir düşünce ve tefekkürden sonra da yakinen idrak kabiliyeti sağlanır.Allah dilemedikçe kimse dileyemez. Kelam, yüzünü gizleyip hükmünü yürüten saklı bir meliktir.Okul çağı gençleri ikinci yarı yılında zayıf notlarını düzeltmek için,ilk dönemden daha sıkı çalışarak karnelerine iyi not düşürerek sınıflarını geçmek,dünyalık kurtuluşlarını elde etmek isterler.Bu arada dünya ahiretin tarlasıdır burada her ne ekilirse ahirette o biçilecektir.Öğrencinin yıl sonunda çalışma ürünü olan karne veya diplomasını alması gibi inananlar da Allah’a hesap verme hassasiyeti,düşüncesi ve ürpertisi ile O’nun emir ve yasaklarından gaflette bulunmaz,zamanlarını iyi değerlendirmeye çalışırlar. Tevrat’ta Allah dünyayı altı günde yarattı.Durup dinlendi yedinci gün ayeti delalet eder ki Kur’anda Allah Teala’nın cumartesi günü yasağına uymayanlara hakir maymunlar olun buyurduk sözü ile Musa kavmini cumartesi günü (tatil), iş görme yasağına tabi tuttuğunu tarihi kaynaklardan öğrenmedeyiz.Sonuçta herşey Allah’ın dilemesi ve takdiriyledir.O, yüzünü göstermeden hükmünü gizlice yürüten saklı bir melik gibidir.
İnsan kuran ve hadis metinlerini herhangi bir tevile, taklide veya kişisel görüşlere sapmadan olduğu gibi kabul etmeli,bunun dışına çıkanlara muhalefet edip onlardan uzak durmalıdır.Allah’ın emir ve yasaklarını iyice öğrenmeli, emirlerini içtenlikle uygulayıp yasaklarından şiddetle kaçmalı , Allah’ın doğru yoluna icabet etmelidir.Dini hükümleri başta Kur’an olmak üzere temel kaynaklardan almaya çalışmalı,bu konuda gevşeklik ve ihmalkarlık göstermeksizin Allah’ın bildirdiklerinden gafil olanlar, yüz çevirenler veya habersizler gibi yaşamamaya özen göstermelidir.
Geleneksel islamı yaşayanların bazısı dinin birçok esaslarından habersizdirler çünkü iblis hedef emirleri kuran’dan tamamen çıkartmıştır.Kuran’dan kurtuluş kavramları çıkartılınca insanlar tatbikattan da bu kavramları çıkartmışlardır.”Peygamber efendimiz (s.a.v) Allah öğretisiyle şöyle der;”Müslüman ümmeti yetmiş üç fırkaya ayrılır.Bunlardan sadece bir fırka kurtulur. Hal böyle olunca, islamın beş şartı ile yetinmemelidir. .İbadetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezhep vardır. Bunların dördü de haktır doğrudur. Bu dört mezhep Hanefi,Şafii, Maliki, Hanbeli mezhebidir. Bilittifak bu böyledir, çünkü muhkemler dışında aklın ve duyulardan herhangi birinin her hangibir şey üzerinde,o şey ne ise o şekliyle isabet etmesi ancak bilittifak olur.Her durumda hata eder denilemez.Fakat sadece nerede hata eder, nerede isabet eder, bunu bilemez. Ancak Hak Teala insanın bütün duyuları olunca ve insanın bütün işleri Allah’la bilinince, o zaman duyularının nerede isabet ettiğini, nerede hata ettiğini bilir.İşte biz bu yola gittik.Örnek: Sure başlarında yazılan ve her sureyi birbirinden ayıran ve kıraetin başında okunan besmele konusu:Bunun o sürelerden birinde veya her birinden bir ayet veya ayetin bir kısmı veya başlıbaşına Kur’andan tam bir parça olup olmadığı, Neml suresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin Kur’andan olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan tartışmalı bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kıraet konularıyla ilgilidir.İmam Malik hazretleri’nin bu konudaki görüşü en sıhhatli olup şöyledir: Kur’anın her yerinde dahi Kur’andan olduğu açıkça ve tevatür yoluyla belli olacağı, halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün Kur’andan olduğuna hükmedilemeyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine dayanarak sure başlarındaki besmelelerin ne Fatiha ne de diğer surelerden, ne de bütün Kur’an’dan özel bir parça olmadığına ve Neml Suresindeki ayetten başkasında besmelenin Kur’an olmayıp sureleri birbirinden ayırmak ve teberrük (mübarek sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve doğruyu söylemiştir. Şafii’nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası da budur. Bundan dolayı iki delilin birbirine yakın bu noktalarının birlikte ifade ettiği mana da; söylediğimiz gibi besmelenin bütün surelerden ayrı başlıbaşına bir ayet olmasıdır ki, bu konuyla ilgili değişik’ahad ‘ haberlerden çıkan ortak hüküm de bu olur. O halde Fatiha gibi, besmelenin her namazda okunması vacip değildir. Fakat gerek namazda ve gerek namaz dışında her Kur’an okunuşunun ve her önemli işin başında okunması sünnettir.Bunun için namazın her rekatında, kıraetin başında okuruz,ortasında okumayız.Ancak, Fatiha’nın bir parçası olduğu anlaşılmasın diye kıraeti yüksek sesle okunan namazlarda da onu gizli okuruz ve böyle okunmasında bütün hanefiler görüş birliği içindedirler. (Kur’an tefsiri,Elmalı’lı Hamdi Yazır).Hanefi,Şafii,Maliki,Hanbeli en büyük mezheplerdir ve birbirlerine saygılıdır, hepsinin görüşü bildirileri haktır, gerçektir.
ÖRF VE ADETLER
Örf ve adet, insanların çoğunluğu tarafından benimsenip alışkanlık haline getirilen ve akl-ı selim yanında güzel kabul edilen işlere denir.(Bkz.Atar,Fahrettin, Fıkıh usulü, İstanbul 1988,s.87;Ayrıca bkz. Şa’ban, Zekiyuddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, (trc.ibrahim Kafi Dönmez), Ankara 1990,s.175
Bunladan bazıları, vahye ve akla aykırı olmadığı halde bir kısmı aykırıdır Vahye aykırı olmayanlara.sahih, diğerlerine ise fasid örf denilmektedir. Mesela aklı selim sahibi kişilerin birtakım ticari adetleri, ihtiyaçların gerektirdiği siyasi tutum ve davranışları, sosyal hayat veya yargı düzeni ile ilgili birtakım düzenlemeleri teamül haline getirmeleriyle oluşan adetler birer örftür. Ancak bunlat içerisinde içki içmek ve faiz alıp vermek gibi vahye aykırı olan örf ve adetleri, güzel ve sahih kabul etmek doğru değildir. İşte fasid kabul edilen örfler bu nitelikteki örflerdir. İslam vahyinin benimseyip hüküm haline getirdiği örfler ise, sahih örflerdir.
Esasen ilahi vahyin maksadı, insanlar arasında adaleti sağlamak bu şekilde zulmü ortadan kaldırmak, onlara dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını göstermektir.Bari Teala, insanların maslahatlarını bilip gözeterek, onların alışkanlık haline getirdikleri birtakım örf ve adetleri bazı yeni düzenlemelere tabi tutmak, yahut olduğu gibi almak suretiyle uyulması gereken birer hüküm haline getirmiştir.Ancak buna karşılık olarak da, insanlara zarar veren adalet ilkesini yaralayan zulüm, haksızlık ve eşitsizlik gibi hususlara yol açan örfleri de yasaklamıştır. Bunların yasaklanmasında toplumun menfaati vardır.
İslam vahyinin kabul ettiği bazı cahiliye adetlerine örnek olarak şu hususları zikredebiliriz:
KISAS
Kaynaklar, bu adetin cahiliye devrinde de mevcut olduğunu bize haber vermektedir. Nitekim Hz.Peygamberin amcası Ebu Talib, Haşimoğullarına mensup bir çobanı hataen öldüren katile, diyet olarak yüz deve ödemediği veya maktülü kendisinin öldürmediğine dair kendi kabilesinden elli kişiye yemin ettirmediği takdirde, kısas yapılarak öldürüleceğini söylemiştir.(Bkz.el-Buhari,Menakıbu’l-ensar,26)
Gerçekle gelen birinci ve esas Kur’an vahyi ile Yüce Allah Birbirinizi öldürmeyin ve bunun gibi bir ayette Sizin için cana can, göze göz, dişe diş kısas hakkı vardır. Buyrulmakla beraber ilhami vahiy niteliğinde anlaşılması zor şekildeki bildirilerde hataen öldürme durumunda diyet uygulamasını getirmiştir.(Nisa suresi 4/92) Allah Teala iyilik eden iyi davranışlarda bulunanları sevdiğine göre ve Kıyamet Günü Yüce Allah’ın aramızda adaletle hükmederek kimsenin hakkını, kimsede zerre kadar bile bırakmayacağına göre hataen öldürme durumunda diyet uygulaması mağdur taraf için affettiği takdirde daha iyi bir uygulama metodu olur.
HIRSIZLIK CEZASI
İslamın kabul ettiği cahiliye adetlerinden biri de, hırsızlık yapan kimsenin sağ elinin bilekten kesilmesidir.(eş-Şehristani, el-Milel ve’nihal (Bkz.thk. Muhammed Seyyid Key’ani), Beyrut 1390/1975,2,249.
Kaynaklar bize cahiliye döneminde Beni Müleyh b. Amr’ın mevlası Duveyk ( Bkz.İbn.İshak, es-Sire, s.83;İbn Hişam, es-Siretu’n-nebeviyye, (Bkz.tkh. Mustafa es-Sakka, İbrahim el-Ebyari, Abdulhafız Şelebi), 1, 205.
Vabısa b. Halid b. Abdillah, el- Hıyar b. Adi b. Nevfel, Ubeydullah b. Osman b. Amr, Müdrik b. Avf b. Ubeyd b. Ömer’in hırsızlık suçundan ellerinin kesildiğini haber vermektedir. (Bkz. İbn. Habib, Ebu Ca’fer Muhammed, Kitabu’-l-muhabber, Beyrut ts,s.328
İşte cahiliye döneminde örf olarak uygulanan el kesme cezasını İslam vahyi, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak hırsızlığı sabit olanın elini kesin.(Maide Suresi 5/38) şeklinde dini bir hüküm haline koymuştur. Hz.Peygamber de: Dinarın dörtte biri veya daha fazla kıymette olan bir malı çaldığı zaman hırsızın eli kesilir, demiştir. (Bkz. El-Buhari, el-Hudud, 13; et-Tirmizi’de nakledilen bir hadiste Hz.Osman ve Hz. Ali’nin dört dinar kıymetinde mal çalan hırsızların ellerini kestikleri ifade edilmektedir. (Bkz. El-Hudud, 16)udur.
ZIHAR:
Yüce Allah Kur’an’da : ‘HANIMLARINIZA ANNEMİN SIRTI GİBİSİN DEMEYİN.ONLAR SİZİN ANNELERİNİZ DEĞİLDİR. Diye bildirmededir. Ashabtan Evs b. Samit, karısı Havle bt. Malik b. Sa’lebe’ye zihar yapmıştı. Havle Allah Resulüne gelerek: Ey Allah’ın Resulü (sav) şüphesiz ki Evs, ben genç ve arzu duyulan biri iken benimle evlendi O zaman zengindim, ailem (adamlarım) vardı. Malımı yedi, gençliğimi tüketti, ailem dağıldı, yaşım ilerledi, çocuklarım çoğaldı. Şimdi ise bana zihar yaptı. Benim küçük çocuklarım var, onları Evs’e versem ziyan olacaklar, yanımda bıraksam aç kalacaklar dedi. Resulullah (sav)’ da ona: Senin hakkında benim yapabileceğim bir şey yoktur diye karşılık verdi. Çaresizlik içinde kalan kadın, Ey Allah’ım! Ben halimi sana şikayet ediyorum, dedi. İşte bunun üzerine Mücadele Suresi’nin ilk üç ayeti nazil oldu.
Hemen belirtelim ki, Allah her şeyi en iyi bilen herşeyden haberi olandır. O’nun vahyi ezeli olduğuna göre; falan hadise meydana gelmeseydi yahut şu soru sorulmasaydı veya şöyle bir talep söz konusu olmasaydı bu ayet inmezdi iddiası bu ayetle geçersiz kılınmakta, bu hüküm Kıyamete kadar değişmeyecek olan Allah’ın sözlerindendir.Çünkü bu vahiyler, her halükarda gönderilecekti.Mutlak surette gönderilecek olan vahyin tarihini belirlemek veya zihinlerde iyice yerleşmesini temin etmekten başka bir şey değildir. Dolayısiyle bu tür sebepler bir anlamda insanları vahiy almaya hazır hale getirerek tabiri caizse taşı gediğine koymaktadır.Başka bir ifade ile Allah’ın bilgisi dahilinde cereyan eden olayların, Yine O’nun külli iradesi altında tecelli eden vahiy muhtevalarıyla örtüşmesi, buluşması ve insanların maslahatlarına uygun bir tarzda sonuçlanması demektir.Allah’ın kimseye zerre kadar zulmetmemesi ancak herkese işlediklerinin karşılığı olarak hakettikleri ceza ya da mükafatı vereceğini bildirerek haksızlık ve zulmü yasaklamıştır. Bu nedenle, hem İlahi vahyi hem de bu vahyin inmesine sebep teşkil eden olayları külli iradenin bir tecellisi olarak görmek ve her şeyin ezelde takdir edilmiş olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Gerçi söz konusu hadiseler veya beklentiler vahyin inmesi için bir sebep sayılabilir.
İHTİYAÇ VE BEKLENTİLER
Her toplum, sahip olduğu kültürel değerler, örf ve adetler, coğrafi faktörler ve diğer şartlar bakımından farklılık göstermektedir. Bu farklılığı, onların dinsel ihtiyaç ve beklentilerinde de görmek mümkündür. Vahyin amacı insanları, hidayete ılaştırmak, onların dini yönden ihtiyaç ve beklentilerini karşılamak olduğuna göre, şeriatlerin söz konusu amaç doğrultusunda farklı kuhtevalarda olmaları elbette ki tabii bir sonuçtur. Ancak burada hemen şunu vurgulamak istiyoruz. Şeriatlere ilke olarak benimsenen şey, hükümlerin indirilişini gerektiren bu tür sebeplerin az olmasıdır. Çünkü bu tür sebepler genelde herhangi bir vahiy muhtevasının indirildiği dönemin maslahatını gerçekleştirmeye yönelik olduğu için, bunların fazla sayıda olması, çoğu zaman daha sonra gelecek nesilleri sıkıntıya sokabilir. Bu yüzdendir ki, Resulullah Muhammed (sav) soru sorulmasından fazla hoşlanmazdı. Çünkü herhangi bir konuda soru soruldukça ya yeni gelen bir vahiyle ya da Hz. Peygamber tarafından ona cevap verilmekteydi. Tabii ki bu da, yeni hükümlarin konulmasına vesile teşkil ediyor ve muhatapların sorumluluğunu artırıyordu. Bunun içindir ki Hz. Peygamber: Sizi rahat bıraktığım sürece siz de beni rahat bırakın. Çünkü sizden öncekiler çok soru sormak ve peygamberlerine muhalefet etmek yüzünden helak olmuşlardır. Demiştir.(Bkz. Müslim, el-Hacc,412; en-Nesai, el-Menasık,1; İbn Mace, Mukaddime, 1.)
İnsanların dinsel ve toplumsal yöndeki ihtiyaç ve beklentilerini dikkate alan vahiy, bazen toplumun bazen de fertlerin talepleri doğrultusunda gönderiliyordu. Ancak herhangi bir şahsın beklentisine cevap vermek, yahut problemini çözmek için indirilen bir vahiy de, sadece söz konusu şahıs için değil, toplumun bütün fertlerini bağlayıcı idi. Bu durum tabiatıyla, tedricen indirilen İslam vahyi bünyesinde söz konusu edilebilir.Çünkü İslam öncesi vahiyler, toplumun ihtiyaçlarını dikkate almakla beraber,toptan inzal edildikleri için fertlerin ihtiyaç ve beklentilerine anında cevap verebilecek imkana sahip sahip değillerdi.Bu yüzden bahis konusu nitelikteki beklenti ve talepleri karşılamak ve bir anlamda da ihtiyaçlara cevap vermek üzere inen vahiy örneklerine ancak Kur’an vahyinde rastlamak mümkün görünmektedir. Burada şu örnekleri verebiliriz:
Enes (ra)’ten gelen bir rivayette, Hz. Ömer’in üç konuda talebinin karşıkandığı ve beklentisi doğrultusunda vahiy geldiği ifade edilmektedir. Bunlardan birinde onun, Makam-ı İbrahim’de namaz kılmayı talep etmesi üzerine,...Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın)...(el-Bakara 2/125) ayetinin indiği; diğerinde, Hz. Peygamber’den, hanımlarının örtünmeleri hususunda emir vermesini istemesi üzerine, Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına (bir ihtiyaç için dşarı çıktıklarında) dış örtülerini üzerlerine almalarını söyle. Onların tanınmamaları ve incitilmemeleri için en hayırlı olan budur.)(el-Ahzab 33/59) ayetinin inzal edildiği, üçüncüsünün de, kıskançlık yüzünden Allah Resulü (sav)’nün yanında toplanan peygamber eşlerine Hz. Ömer (ra)’in: Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan, sebatla itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verebilir.(et-Tahrim 66/5) demesinin ardından, aynı lafızlarla bir ayetin indiği ifade edilmiştir. (el-Buhari, et-Tefsir, 2/6; es-Suyuti, el-İtkan, 1, 46.)
Bu örnekler bize, bazen de vahiy metinlerinin, insanların istek ve ihtiyaçları doğrultusunda indirilip daha önce olmayan bir hükmü koyduğunu ya da yürürlükte olan bir hüküm veya adeti değiştirip yerine yenisini ikame ettiğini göstermektedir.
Sonuç olarak şunu belirtelim ki, İslam vahyi, selim akıl sahipleri tarafından kabul gören ve insanların ihtiyaçlarını karşılama noktasında herhangi bir zarara yol açmayan ve genel teamül haline gelen örf ve adetler de, insani öğelere değer vermesi sebebiyle benimsemiş ve bu yüzden onları bazen olduğu gibi, bazen de yeni bir düzenleme ile uyulması gereken hükümler haline getirmiştir.
Kur’an âyetlerinin; Muhkem, müteşabih, nasih, mensuh, husus, umum, kasas olması da mümkündür. İmam Gazali (ra) bu hususların dışında ayrıca, mevsul (vasıl olmuş, ulaşmış birleşmiş kavuşmuş), yani anlam itibariyle tek çatı altında toplanabilen ayetlerin bilİnmesi gerektiğini de söylemektedir. Mevsul konusu ise şöyle izah edilebilir: Herşey Allah’ın yaratması, dilemesi ve takdiriyledir’ ‘Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur.’ Bu iki ayet mahiyet itibariyle, yeryüzündeki bütün tabiat olaylarını güneş, ay ve dünyanın hareketlerini, yıldızlardan yön tayini, yeryüzüne düşen yağmurlar, nebatın yeşermesi göklerde ve yerde ve ikisi arasında ne varsa bütün mahlukatın tek Allah tarafından yaratılmış ve bir düzene göre işleyişi evrende bulunan her şeyin bir ölçü ve takdire göre düzenlenmiş olması manalarını kapsamaktadır.
nasih,(bozmuş, değiştirilmiş) mensuh,(neshedilmiş, hükmü kaldırılmış,geçersiz kılınmış ; müteşabih( aralarında benzerlik olan, birbirine benzeyen ;Kur’an-ı Kerim’de manası açık olmayan ayet, manası Allah tarafından bilinen ayet), kasas; peygemberlere ait haberler, hayat hikayeleri
SURE’NİN ANLAMI
Kur’anın en az üç ayeti ihtiva eden bir özel kitap gibi özel ismi bulunan belirli kısımlarının her birine sure denilmiştir ki bunda başlıca iki benzetme yönü vardır. Çünkü sure lugatta iki manaya gelir. Birisi yüksek rütbe demektir.
Birisi de;’ büyük bir şehri kuşatan sur’ demektir. Kur’anda Sure kelimesi, içerik bakımından Kur’an kelimesindendir ve her Sure büyük bir suru bulunan sağlamlaştırılmış bir şehrin kapsamında ve önemine binaen birinci derecedeki konumları itibariyle özenle inşa edilmiş cadde ve sokaklardaki görkemli binalar ile ikinci planda ve derecede yer alan çeşitli sokak ve evlerin konumları gibi Vahyin de derece ve çeşitleri olması sebebiyle aralarında büyük bir benzeyiş vardır.Kur’an ahkamından bazıları vahyin kalite ve niteliği bakımından ve önemine binaen birinci derece ve planda yer alır. İkinci derece kapsamında yer alan vahiy ise çeşitlidir.Bu da, ilhami vahiy ile ya da diğer bir deyişle hads’i vahiy iledir.
Surenin çoğulu suver kelimesinden gelir.Tıpkı binanın katları gibi Kur’anın de sureleri bulunmaktadır. En başta Allah’a iman ile onun gereği olan ve diğer katlarda yer alan yetmiş küsur şube ile beraber bir bütün teşkil etmesi esasına dayanır..
”Hiçbir kutsal kitabın aslı,orijinali yeryüzünde bulunmamaktadır”Bu bir gerçektir.Allah Teala elçi gönderdiği dönemlerde Kutsal Kitaplarını ancak hafızalarda kalan şekli ile dizayn edilmesini nasip etmektedir.Kuran ahkamı Allah’ın emir ve yasaklarını içeren sure ve ayetler birinci dereceden vahiyle gelenlerdir.Bu kesindir.Hadis niteliğinde ikinci dereceden tam bir vahiy değil de vahye bir yönüyle benzer bir yönüyle benzemeyen vahyin alt derecesinde bulunan ve çeşitleri olan Allah’ın bir şekilde kuluna duyurduğu öğretilerdir.Peygamber efendimiz(sav) kendisinin Allah elçisi olduğunu duyurduğunda,bazıları onu bu davadan vaz geçirmek istediklerinde şöyle dedi:”Vallahi, Güneşi sağ elime,Ay’ı sol elime verseler yine de vaz geçmem.”Peygamber efendimizin:”Şu gördüğünüz tepenin ardından düşman askerleri geliyor desem bana inanır mısınız?”sorusu Allah’ın,onun kalbine ilka ettiği duyumlardır Zaten,.Aişe(r.a) validemiz Muhammet (s.a.v) efendimiz hakkında şöyle demiştir.:”O, kendiliğinden bir söz söylemez.”
İlham vahyin alt şubesidir. nitekim vahiy gaybi durumun açıkça, ilham ise örtülü bir biçimde ortaya konulma olayıdır.Vahiyden hasıl olan ilme ledünni ilim denir. Ledünni ilim, elde edilmesi bakımından nefsle Bari (c.c.) arasında hiçbir vasıtanın olmadığı ilimdir. Bu ilim; saf, temiz ve diğer şeylerden uzak, ince kalblere gayb kandilinden gelen ışık gibidir.Fakat vahiy ile arasındaki fark şöyle izah edilebilir. Vahiy: külli akıl, ilham külli nefs olarak düşünülürse külli akıl Bari Teala için külli nefsten daha şerefli, daha kamil, daha kuvvetli, daha yakın saf ve cevherdir.Vahiy enbiyanın süsü, ilham evliyanın ziynetidir. Vahiy ilmine gelince, nefs nasıl akıldan daha aşağı mertebede ise, veli de nebiye göre öyledir. Aynı şekilde ilham da vahiyden daha aşağıda yer alır.Nebiler de ilham alır. İlham ise vahye nisbetle zayıftır.,rüyaya nisbetle kuvvetlidir.
KUR’ANDA MUHKEM VE MÜTEŞABİH
Bu kelimeler bizzat Kur’anı Kerim’de zikredilmektedir. ‘Elif,Lam,Ra’ Bu kitap ayetleri kesinleştirilmiş (muhkem kılınmış) sonra da hakim ve herşeyden en iyi haberi olan Allah tarafından iyice açıklanmaktadır.(Hud.1) Bu ayette Kur’anın tamamının muhkem olduğu belirtildiği gibi, Zümer Suresinde ise Kur’an-ı Kerim’in bütününün müteşabih olduğu belirtilmektedir: ‘Allah sözünün en güzelini ahenkli, ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.(Zümer 23) Burada Kur’anın müteşabih olduğu ifade edilmekte ise de doğrusunu Allah bilir demek te gerekebilir.Kur’an bütünüyle müteşabih değildir.Bire bir açıkça bil