Azerbaycan_li
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 8 Ocak 2010
- Mesajlar
- 1,201
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 37
salam aleykum...konu televizyon hakkında hoşuma gitti sizinle de paylaşmak istedim...
Anne mutfaktaki işini bitirip televizyonun başına geçer. Her zamanki kadın programını izlemeye koyulur. Ama aksilik bu ya!.. Televizyonda görüntü adına hiçbir şey yok, karıncalardan başka. Anne sorunu babaya anlatır, ama sorun ikisinin anlayacağı türden değildir… Tamirci çağrılır, sorun anlatılır ve tamirci eve gelir, televizyonu kurcalamaya başlar, televizyonun arka kapağını açar. İlk bakışta sorunu anlayamayan tamirci, sonunda arızayı tespit eder. Tamirci gördüklerine şaşırır. İlk defa böyle bir sorunla karşılaştığını söyler. Televizyonun içinden ekmek kırıntıları çıkmıştır. Anne ve baba birbirlerine bakar. İkisi de şaşkınlık içindedir. Aile ekmek kırıntılarının oraya nasıl gittiğini ya da atıldığını sonunda anlar. Evin küçük çocuğu, televizyonda Afrikalı çocukların açlık içinde olduğunu gösteren bir belgeseli seyretmiş ve dayanamayıp mutfağa koşmuş. Mutfaktan aldığı ekmek parçalarını ufaltıp televizyonun arka kapağından içeri atmıştır. Çocuksu aklıyla onlara yardım etmeye çalışmıştır.
Pek çok şeyin hayatımızı değiştirdiği bir çağda yaşıyoruz. Hayatlar değişmekle kalmıyor, başkalaşıyor, ötelere uzanıyor. Her şey birbirine yakın gözükse de aslında birbirinden uzaklaşmaya başlıyor. İlgilerimiz, meraklarımız bizim değil sanki. Bir bilgisayarın içinde, sanal bir âlemde mi yaşıyoruz ne? Herkes robotlaşmış, makineleşmiş gibi! Etraf duygusuz insanlar yığınlarıyla dolu. Dünyaya ve yaşananlara duyarsızlaşmış koca yığınlar… Ama o çocuk öyle değil. Aklınca yetişiyor imdada… Kendi dünyasında… Daha zihni kirlenmemiş… Saf yüreğiyle koşuyor insanlara…
Geçenlerde bir televizyon kanalının haber programında izlediğim bir olayı anlatayım sizlere. Haber, televizyonun toplum üzerindeki etkisiyle ilgiliydi. Muhabir sorular soruyor, halk da yanıtlıyordu. İçlerinden biri televizyon hakkında şöyle diyordu: “O, artık evimizden biri!”. Evet, sonunda O, evimizden biri olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Yaşlı adam yeni bir şey keşfetmemişti. Adam sadece var olanı dile getirdi. Şimdiye kadar yaşanılanı ama söylenilemeyeni söyledi. O, evimizden biri olmaktan da öte evimizin büyüğü gibiydi. Onun için en güzel bir yer hazırlamalıydı. Ona gözümüz gibi bakmalıydık. Canımız sıkıldığında can sıkıntımızı gideren, boş vakitlerini ekranları başında tükettiğimiz, kendi yakınlarımızdan çok onunla beraber olduğumuz biriydi O. Evde çok konuşan birine tahammül edemezdik, biri canımızı sıksa ona sırtımızı dönerdik. Ama Onun yeri başka… Çünkü biz Onunla bir başkayız!
Hayatı bir nehir gibi düşündüğümüzde bu nehri kirleten pek çok tehlikeyle karşı karşıyayız. Su üstündeki her çöp kirlilik sebebidir. Ama küçük çöpler, nehre akan kimyasal atıklar kadar tehlikeli değildir. Görüntü kirliliği de böyle bir şey… Bu kirlilik, bireyleri hatta yığınları etkisi altına alan, zihinleri bulanıklaştıran bir kirlilik... Dünya sadece ekrandan ibaret, hayat sadece görüntülerden ibaret bir hal alıyor. İzlenilenlerle yaşanılanlar arasında uçurumlar ortaya çıkıyor. Zamanlar tüketiliyor, değerler farklılaşıyor, anlam kayıpları boy gösteriyor. Zaman tükeniyor; çünkü birçok insan için televizyon izlemek zamanı değerlendirmek, can sıkıntısını gidermektir. Adamın zamanı tüketmek/öldürmek gibi bir derdi vardır. Yapılacak bir iş varsa da ertelenmeli, koltuklara yapışılmalıdır.
Değerler başkalaşıyor… Değeri, vizyon ve orada oynayanlar, olayları yaşayanlar belirliyor. Bize göre değersiz olan başkaları için değerli hale gelebiliyor. Televizyona bakılıyor ama hiçbir şey görülmüyor. Ve anlam kayıplarıyla dolu bir okyanus... Belki de üzerinde durulması gereken bir kirlilik. Küresel ısınma kadar hayatımızı yakan, bunaltan bir kirlilik. Ama anlamın kaybolduğundan habersiz anlamsız insanlar. Şöyle bir örnekle başlayalım bu tehdide, kirliliğe: Savaşları, katliamları, kıyımları, yıkımları anlatan filmleri, görüntüleri bir düşünün… O kadar çok görüntü var ki hangi birini düşünelim değil mi? Ekrana yansıyan her olumsuz kare ve fotoğraf bize ne kazandırdı? O durumdaki insanlara daha çok mu acıdık, daha bir üzüldük mü? Onların acıları ciğerimizi mi yaktı? Yoksa bunlardan daha fazlası mı?.. Bunca görüntünün her şeyi sıradanlaştırdığını düşünüyorum. Bir zamanlar haline ağladığımız, üzüldüğümüz insanları artık ekranları başına geçtiğimiz televizyonlarda görmek istemiyoruz. Ya da ölümler ve vahşet sıradan bir şey oldu! “Irak kan gölü: 300 ölü”, “Endonezya’da deprem 1200 ölü”, “Canavar yine yollarda: 14 ölü”, “Hindistan’da iç çatışma: 60 ölü, 200 yaralı”. Çokça gördüğümüz, duyduğumuz ve okuduğumuz türden şeyler.
Dünya acımasız diyorlar! Acımasız olan dünya değil, orada yaşayanlar aslında. Acımasızca öldürüyorlar ve acımasızca unutuyorlar. Anlam kayıpları yaşıyorlar. Onlar dizilerindeki kahramanlara üzülür, onların mutluluğuyla yeniden doğarlar. Bazı şeylerin saati geçmişse aldırış bile etmezler ama programlarının zamanını unuturlarsa kahrolurlar. Kahrolmamak için hangi gün, hangi saat, ne var, ezberlenmelidir! Bu program asla kaçmamalıdır! Dün üzüldüğümüz insanlar mı?.. Aman, boş ver! Bir iki gözyaşı her şeyi unutturur. Nasıl unutmayalım ki? Gözyaşlarımız kurudu? Ağlamak istemiyorsak unutmalıyız!
Dünyayı içine alan bu büyülü kutu, her zaman olumsuz sonuçlarıyla ortaya çıkan bir cani değil elbette. Güzel yanlarını da görmek gerek. Dünyada olup bitenleri onun sayesinde veya diğer kitle iletişim araçları aracılığıyla öğreniyor, bilgi sahibi oluyor, olup bitenlere bir anlam vermeye çalışıyoruz. Sorun televizyon ise o zaman hiç kimse evlerine onu almasın, yenisiyle değiştirmesin, son teknolojiyle evlerinin duvarlarını süslemesin. Sorun bu mu acaba? Televizyon sadece cansız bir araçtır ama onu canlandıran, canavarlaştıran bizleriz. Onun evdeki yeri bizim ellerimizde değil, parmaklarımızın ucunda. Herkes televizyon sahibi olabilir, ama televizyon sizin sahibiniz olursa iş kötüye gidiyor demektir! Hele ki O, evimizden biri olacak kadar büyümüş, kendine yer bulmuşsa…
Hikâyenin başındaki çocuğa dönüyorum. Yaptıklarına bakıyorum, anlamaya çalışıyorum ama anlamıyorum ya da anlayamıyorum. Dünyayı, izlediğim camın arkasındaki dünya olarak gören gözlerim, yaşananları, hakikati nasıl görsün? Canların yitirilmesi, çocukların gözyaşı, ölümler, feryat ve figanlar da neyin nesi? Yaşananlara nasıl anlam veriyorum, bilmiyorum. Yaşıyor muyum, bilmiyorum. Camın önünde durup gerçeklere kapalı durdukça, akvaryumdaki balık gibi yaşamaya devam edeceğim. Ta ki kafam cama çarpıncaya kadar… Ya sonra?..
Tele-vizyon… Uzak ya da yakın… O evimizin kötü çocuğu… O evimizin iyi, uslu çocuğu. Tüm bunlar bizim onu nereye koyduğumuza bağlı. Onun nerede olduğu önemliyse sizin de nerede olduğunuz önemlidir. Televizyonun içinde misiniz, dışında mısınız? Yaşanılanların dışında olduğumuz müddetçe küçücük bir köyden dışarı çıkamayacağız… Ta ki kafalar sert bir şeye çarpıncaya kadar…
Yazar : Yunus NAMAZ
06 05 2008
Anne mutfaktaki işini bitirip televizyonun başına geçer. Her zamanki kadın programını izlemeye koyulur. Ama aksilik bu ya!.. Televizyonda görüntü adına hiçbir şey yok, karıncalardan başka. Anne sorunu babaya anlatır, ama sorun ikisinin anlayacağı türden değildir… Tamirci çağrılır, sorun anlatılır ve tamirci eve gelir, televizyonu kurcalamaya başlar, televizyonun arka kapağını açar. İlk bakışta sorunu anlayamayan tamirci, sonunda arızayı tespit eder. Tamirci gördüklerine şaşırır. İlk defa böyle bir sorunla karşılaştığını söyler. Televizyonun içinden ekmek kırıntıları çıkmıştır. Anne ve baba birbirlerine bakar. İkisi de şaşkınlık içindedir. Aile ekmek kırıntılarının oraya nasıl gittiğini ya da atıldığını sonunda anlar. Evin küçük çocuğu, televizyonda Afrikalı çocukların açlık içinde olduğunu gösteren bir belgeseli seyretmiş ve dayanamayıp mutfağa koşmuş. Mutfaktan aldığı ekmek parçalarını ufaltıp televizyonun arka kapağından içeri atmıştır. Çocuksu aklıyla onlara yardım etmeye çalışmıştır.
Pek çok şeyin hayatımızı değiştirdiği bir çağda yaşıyoruz. Hayatlar değişmekle kalmıyor, başkalaşıyor, ötelere uzanıyor. Her şey birbirine yakın gözükse de aslında birbirinden uzaklaşmaya başlıyor. İlgilerimiz, meraklarımız bizim değil sanki. Bir bilgisayarın içinde, sanal bir âlemde mi yaşıyoruz ne? Herkes robotlaşmış, makineleşmiş gibi! Etraf duygusuz insanlar yığınlarıyla dolu. Dünyaya ve yaşananlara duyarsızlaşmış koca yığınlar… Ama o çocuk öyle değil. Aklınca yetişiyor imdada… Kendi dünyasında… Daha zihni kirlenmemiş… Saf yüreğiyle koşuyor insanlara…
Geçenlerde bir televizyon kanalının haber programında izlediğim bir olayı anlatayım sizlere. Haber, televizyonun toplum üzerindeki etkisiyle ilgiliydi. Muhabir sorular soruyor, halk da yanıtlıyordu. İçlerinden biri televizyon hakkında şöyle diyordu: “O, artık evimizden biri!”. Evet, sonunda O, evimizden biri olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Yaşlı adam yeni bir şey keşfetmemişti. Adam sadece var olanı dile getirdi. Şimdiye kadar yaşanılanı ama söylenilemeyeni söyledi. O, evimizden biri olmaktan da öte evimizin büyüğü gibiydi. Onun için en güzel bir yer hazırlamalıydı. Ona gözümüz gibi bakmalıydık. Canımız sıkıldığında can sıkıntımızı gideren, boş vakitlerini ekranları başında tükettiğimiz, kendi yakınlarımızdan çok onunla beraber olduğumuz biriydi O. Evde çok konuşan birine tahammül edemezdik, biri canımızı sıksa ona sırtımızı dönerdik. Ama Onun yeri başka… Çünkü biz Onunla bir başkayız!
Hayatı bir nehir gibi düşündüğümüzde bu nehri kirleten pek çok tehlikeyle karşı karşıyayız. Su üstündeki her çöp kirlilik sebebidir. Ama küçük çöpler, nehre akan kimyasal atıklar kadar tehlikeli değildir. Görüntü kirliliği de böyle bir şey… Bu kirlilik, bireyleri hatta yığınları etkisi altına alan, zihinleri bulanıklaştıran bir kirlilik... Dünya sadece ekrandan ibaret, hayat sadece görüntülerden ibaret bir hal alıyor. İzlenilenlerle yaşanılanlar arasında uçurumlar ortaya çıkıyor. Zamanlar tüketiliyor, değerler farklılaşıyor, anlam kayıpları boy gösteriyor. Zaman tükeniyor; çünkü birçok insan için televizyon izlemek zamanı değerlendirmek, can sıkıntısını gidermektir. Adamın zamanı tüketmek/öldürmek gibi bir derdi vardır. Yapılacak bir iş varsa da ertelenmeli, koltuklara yapışılmalıdır.
Değerler başkalaşıyor… Değeri, vizyon ve orada oynayanlar, olayları yaşayanlar belirliyor. Bize göre değersiz olan başkaları için değerli hale gelebiliyor. Televizyona bakılıyor ama hiçbir şey görülmüyor. Ve anlam kayıplarıyla dolu bir okyanus... Belki de üzerinde durulması gereken bir kirlilik. Küresel ısınma kadar hayatımızı yakan, bunaltan bir kirlilik. Ama anlamın kaybolduğundan habersiz anlamsız insanlar. Şöyle bir örnekle başlayalım bu tehdide, kirliliğe: Savaşları, katliamları, kıyımları, yıkımları anlatan filmleri, görüntüleri bir düşünün… O kadar çok görüntü var ki hangi birini düşünelim değil mi? Ekrana yansıyan her olumsuz kare ve fotoğraf bize ne kazandırdı? O durumdaki insanlara daha çok mu acıdık, daha bir üzüldük mü? Onların acıları ciğerimizi mi yaktı? Yoksa bunlardan daha fazlası mı?.. Bunca görüntünün her şeyi sıradanlaştırdığını düşünüyorum. Bir zamanlar haline ağladığımız, üzüldüğümüz insanları artık ekranları başına geçtiğimiz televizyonlarda görmek istemiyoruz. Ya da ölümler ve vahşet sıradan bir şey oldu! “Irak kan gölü: 300 ölü”, “Endonezya’da deprem 1200 ölü”, “Canavar yine yollarda: 14 ölü”, “Hindistan’da iç çatışma: 60 ölü, 200 yaralı”. Çokça gördüğümüz, duyduğumuz ve okuduğumuz türden şeyler.
Dünya acımasız diyorlar! Acımasız olan dünya değil, orada yaşayanlar aslında. Acımasızca öldürüyorlar ve acımasızca unutuyorlar. Anlam kayıpları yaşıyorlar. Onlar dizilerindeki kahramanlara üzülür, onların mutluluğuyla yeniden doğarlar. Bazı şeylerin saati geçmişse aldırış bile etmezler ama programlarının zamanını unuturlarsa kahrolurlar. Kahrolmamak için hangi gün, hangi saat, ne var, ezberlenmelidir! Bu program asla kaçmamalıdır! Dün üzüldüğümüz insanlar mı?.. Aman, boş ver! Bir iki gözyaşı her şeyi unutturur. Nasıl unutmayalım ki? Gözyaşlarımız kurudu? Ağlamak istemiyorsak unutmalıyız!
Dünyayı içine alan bu büyülü kutu, her zaman olumsuz sonuçlarıyla ortaya çıkan bir cani değil elbette. Güzel yanlarını da görmek gerek. Dünyada olup bitenleri onun sayesinde veya diğer kitle iletişim araçları aracılığıyla öğreniyor, bilgi sahibi oluyor, olup bitenlere bir anlam vermeye çalışıyoruz. Sorun televizyon ise o zaman hiç kimse evlerine onu almasın, yenisiyle değiştirmesin, son teknolojiyle evlerinin duvarlarını süslemesin. Sorun bu mu acaba? Televizyon sadece cansız bir araçtır ama onu canlandıran, canavarlaştıran bizleriz. Onun evdeki yeri bizim ellerimizde değil, parmaklarımızın ucunda. Herkes televizyon sahibi olabilir, ama televizyon sizin sahibiniz olursa iş kötüye gidiyor demektir! Hele ki O, evimizden biri olacak kadar büyümüş, kendine yer bulmuşsa…
Hikâyenin başındaki çocuğa dönüyorum. Yaptıklarına bakıyorum, anlamaya çalışıyorum ama anlamıyorum ya da anlayamıyorum. Dünyayı, izlediğim camın arkasındaki dünya olarak gören gözlerim, yaşananları, hakikati nasıl görsün? Canların yitirilmesi, çocukların gözyaşı, ölümler, feryat ve figanlar da neyin nesi? Yaşananlara nasıl anlam veriyorum, bilmiyorum. Yaşıyor muyum, bilmiyorum. Camın önünde durup gerçeklere kapalı durdukça, akvaryumdaki balık gibi yaşamaya devam edeceğim. Ta ki kafam cama çarpıncaya kadar… Ya sonra?..
Tele-vizyon… Uzak ya da yakın… O evimizin kötü çocuğu… O evimizin iyi, uslu çocuğu. Tüm bunlar bizim onu nereye koyduğumuza bağlı. Onun nerede olduğu önemliyse sizin de nerede olduğunuz önemlidir. Televizyonun içinde misiniz, dışında mısınız? Yaşanılanların dışında olduğumuz müddetçe küçücük bir köyden dışarı çıkamayacağız… Ta ki kafalar sert bir şeye çarpıncaya kadar…
Yazar : Yunus NAMAZ
06 05 2008