Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Osmanlı Devleti, 15. asırda İslam dünyasının birçok yerinde yönetimi eline aldı. 16. asırda Fas hariç bütün beldeleri de Osmanlı Devletine katıldı. Böylece otoritesi büyük bir sahaya uzandı.
Osmanlı Devleti, otoritenin kuvvetine, ordunun düzenli olmasına ve yönetimin yüceliğine önem verdi. Fetihlerle meşgul oldu. Fakat Arapçayı ihmal etti. Hâlbuki Arapça İslam’ın anlaşılması için çok zaruri ve içtihad yapabilmek için temel şartlardan idi. İslam’ın fikri ve hukuki yönlerine fazla önem göstermedi.
Netice olarak Müslümanlarda zaten çökmekte olan fikri ve hukuki seviye büsbütün düşüşe geçti. Ondan dolayı Osmanlı Devletinin ve Müslümanların kuvveti sadece askeri ağırlıklı ve görünüşü güçlü idi.
Özde ve hakikatte ise fikri ve hukuki zafiyet sebebiyle devlet zayıf ve aciz idi. Ancak askeri güç bakımından çok kuvvetli olduğu, büyüklüğünün zirvesinde bulunduğu ve yükselme dönemini yaşadığı için, o gün İslam Devleti bu zaafı pek hissetmedi.
Ayrıca İslam Devleti sahip olduğu düşünce, sistem ve kültürü, Avrupa’nın düşünce, sistem ve kültürüyle kıyas ediyor ve kendisini Avrupa’dan çok üstün görüyordu. Bundan dolayı da rahatlıyor ve zaafına razı oluyordu.
Ayrıca İslam Devleti sahip olduğu düşünce, sistem ve kültürü, Avrupa’nın düşünce, sistem ve kültürüyle kıyas ediyor ve kendisini Avrupa’dan çok üstün görüyordu. Bundan dolayı da rahatlıyor ve zaafına razı oluyordu.
Çünkü, Avrupa o dönemlerde cehaletin zifiri karanlığı ile anarşinin ve ıstırapların karanlığında eziliyordu. Kalkınmak için çabalara girişiyor, fakat her giriştiği kalkınma çabasında başarısız oluyordu.
Onun için Osmanlı Devletinin bulunduğu durum ile Avrupa’nın durumu kıyasladığı zaman, bu karşılaştırma Osmanlı Devletinin daha iyi bir durumda olduğunu ve sağlam bir nizam, üstün bir kültüre sahip olduğunu gösteriyordu.
Onun için Osmanlı Devletinin bulunduğu durum ile Avrupa’nın durumu kıyasladığı zaman, bu karşılaştırma Osmanlı Devletinin daha iyi bir durumda olduğunu ve sağlam bir nizam, üstün bir kültüre sahip olduğunu gösteriyordu.
Diğer taraftan Osmanlı devleti dahili durumunu ve içteki zafiyeti göremediği gibi, ümmetin dağınıklılığını, düşünce ve kanun yapmadaki donukluğu da fark edemedi. Bu durumları görmemesine sebep onun Avrupa’ya karşı kazandığı zaferler ile Balkan ve Güneydoğunun bir kısmını fethetmiş olmasıydı.
Miladi 18. asrın yarısına doğru gelindiği zaman durum değişmeye ve dahili zafiyet kendisini göstermeye başladı. Düşünce ve hukuk sahasındaki donukluk, karmakarışık bir İslam anlayışı, içtihad ve müctehidlerin yokluğu, içte ve dışta devletin zayıflamasına yol açmıştır.
Miladi 18. asrın yarısına doğru gelindiği zaman durum değişmeye ve dahili zafiyet kendisini göstermeye başladı. Düşünce ve hukuk sahasındaki donukluk, karmakarışık bir İslam anlayışı, içtihad ve müctehidlerin yokluğu, içte ve dışta devletin zayıflamasına yol açmıştır.
Miladi 19. asra gelindiği zaman, İslam Devleti ile Avrupa devletleri arasındaki denge Avrupa devletleri lehine bozuldu. Zira Avrupa artık asırlar öncesi gibi karanlık çağda ve gerileme durumunda değildi.
Avrupa yeni bir dünya görüşü, yeni değerler ve yeni bir hayat sistemi benimseyip onların tatbikatı sonucunda kalkınmış ve bu kalkınmanın meyvelerinden olmak üzere sanayi devrimini gerçekleştirmiş ve netice olarak da Osmanlı Devletinden daha çok ilerlemiş ve daha da kuvvetli olmuştu.
Avrupa’nın durumunda görülen fikri yükseliş, ilmi ilerleme ve sanayi devrimi; Osmanlı da görülen zafiyet ve dağınıklık, düşünce ve hukuk sahasındaki donukluk, karmakarışık bir İslam anlayışı Müslümanları şaşkına çevirmiştir.
Avrupa’nın durumunda görülen fikri yükseliş, ilmi ilerleme ve sanayi devrimi; Osmanlı da görülen zafiyet ve dağınıklık, düşünce ve hukuk sahasındaki donukluk, karmakarışık bir İslam anlayışı Müslümanları şaşkına çevirmiştir.
Buna paralel olarak bu durumu gören Avrupalılar, Müslümanlar ve İslam Devleti hakkında yeni bir bakışı benimsemeye sevk etmiştir. Avrupalılar önceden Osmanlı Devletinden korkmakta ve ona karşı kendisini koruma derdinde iken, yeni bakışa göre Osmanlı Devletini parçalamak, bölmek ve ona hakim olma çabasına düşmüştü.
Müslümanlar Avrupa’da gördükleri fikri ve sanayi devrimi karşısında şaşkına döndüler. Onu ne alabildiler ne de terk edebildiler. İlim, sanayi ve icatlar gibi alınması caiz olan hususlar ile felsefe, hukuk, dünya görüşü ve kültür gibi alınması caiz olmayan hususları ayırt edemediler. Avrupa devletleri son süratle ilerlemekte iken Müslümanlara donukluk ve şaşkınlık hakim oldu.
Bütün bunlara sebep; egemen olan zafiyet ve İslami düşüncelerle Batının dünya görüşü ve düşünceleri arasındaki çelişkilerin bilinmemesi ve İslam’ın teşvik ettiği ilim, sanayi ve icatlar ile alınmasını yasakladığı felsefe, kültür ve hukuk arasındaki farkı idrak edememeleridir. Müslümanlar İslam’ı sadece ruhi bir din olarak algılamaya ve sadece ibadetlerden ibaret görmeye başlayıp İslam’ı diğer dinlerle kıyasladılar.
Halbuki, İslam’ın hayatın her sahasını düzenleyen bir sistem ve hukuka sahip olduğunu göremediler. Bunun için Osmanlı yönetimi altında yaşayan Müslümanların, Avrupa’da meydana gelen devrim hareketi karşısında şaşkın konuma düşmesi, Avrupa’yı saran ekonomik gelişmeler ve oradaki çeşitli icat ve keşifler, sanayileşme hareketleri karşısında eli kolu bağlı şaşkın bir vaziyete girmesi garip değildir.
Bunun sebebi Müslümanların, ilim ile kültür, hadarat ile medeniyet arasındaki farkı anlayamamalarıdır. Bunun için ortaya konan gelişmeleri şaşkın şaşkın seyretmeye koyuldular. Acaba, bu gelişmeleri alsınlar mı yoksa terk mi etsinler? Onlardan birçoğu bu gelişmelerin hepsinin İslam’la bağdaşmadığını ileri sürerek, bunları almanın haram olduğunu, matbaalar meydana çıkıp ta devlet Kur’anı Kerimi basmaya karar verince, fakihler Kur’anın basımını haram ilan ettiler.
Her yeninin haram olduğunu tabii ilimleri öğrenen herkesin kâfir olduğunu ileri sürerek, her düşünürü zındıklık ve inkârcılık ile suçladılar. Diğer tarafta da Avrupa misyoner okullarında eğitim gördükten sonra memlekete dönen ufak bir grup ilim, kültür, hadarat ve medeniyet namına ne varsa hepsini Batıdan almanın zaruri olduğu görüşünü paylaşıyorlardı. Bu azınlığın ilk zamanlarda pek tesiri olmamıştı.
Halk ise İslam ile Batının medeniyet, hadarat, ilim ve kültürü arasında bir uzlaşma düşüncesinde idi. Bütün bunların neticesinde, ümmet ve devlet kendisini koruyacak gücü kaybedip, büsbütün zayıf düştü. İşte bu zaaftan yararlanmayı bilen İslam düşmanları, İslam Devletini birçok parçalara bölmeye başladılar. Devlet bu parçalanmaya zaafı ve aczinden dolayı karşı koyamadı. İlim ismi altında misyoner savaşı başlatıp ümmetin iç bünyesini karıştırarak, saflarını parçalıyor, İslami beldelerde fitne ateşini yakıyordu.
Avrupa, Müslüman ülkelerinde belli merkezlerde kültür sömürgeciliği ve siyasi istihbarat dairelerini yerleştirme imkânını elde etti, tâ ki bunlar Batı sömürgeciliğinin öncü kolları oldu. Bununla Batı sömürgeciliği için yol açılmıştı. Böylece artık sömürü için meydanlar genişlemiş İslam dünyasının kapısı sonuna kadar açılmıştı.
İslam beldelerinin birçoğuna misyonerlik cemiyetleri yayılmıştı. Bu cemiyetlerin başında İngiliz, Fransız ve Amerikan cemiyetleri bulunuyordu. Fransa ve İngiltere’nin İslam aleminde nüfuzu bu cemiyetler yolu ile etkin hale geldi. Zamanla bu cemiyetler milliyetçilik akımlarını da yönlendirir oldular. Bu akımlar ise Müslüman öğrencileri yönlendirir oldu. Yani onları ya Türk milliyetçiliğine ya da Arap milliyetçiliğine yönlendirir oldular. Bunu şu iki ana gaye için yaptılar:
a- Arapları Müslüman Osmanlı Devletinden ayırıp, İslam Devletini parçalamak ve bu devlette milliyetçiliği yaymak için ona Türkiye ismini vermek.
b- Müslümanları, tek bildikleri ve tanıdıkları gerçek bağdan yani İslami bağdan uzaklaştırmak ve yerine bağ olarak milliyetçiliği ve vatancılığı yerleştirmek.
c- Bu iki gayeyi gerçekleştirmek uğrunda, Bağdat, Şam, Beyrut, Cidde ve Kahire gibi yerlerde açıktan açığa faaliyet gösterdiler. Ve başlıca iki merkez benimsediler. Devleti merkezinde baltalamak için İstanbul’u ve bilhassa Arapça konuşan Müslümanların bulunduğu memleketleri başarısızlığa uğratmak için de Beyrut’u seçtiler.
Beyrut’taki merkez için İslamiyeti ve İslam Devletini baltalamak için bir küfür merkezi olması itibariyle uzak neticeler elde etmek ve uzun vadeli çalışmalar yapmak için bir plan hazırlanmış, İstanbul’daki merkez için ise acil gayeler ve çabuk sonuçlar elde etmek maksadıyla ayrı bir program hazırlanmıştı. Bunun için Beyrut’taki merkez binlerce Müslüman’ı kâfir yaptı ve İslami alakaları küfür hükümleriyle yönetilen münasebetler haline getirdi. Böylece bu merkez öldürücü bir zehirdi.
İslam Devleti 1. Dünya Savaşına girince bunun acı neticesi görüldü. 1842’de, 1847’de, 1850’de kurulan misyoner cemiyetleri fayda vermeyince 1857’de yeni bir yapılanma ile başka bir üslupla cemiyet Beyrut’ta kuruldu. Bu yeni milliyetçilik ve vatancılık propagandaları vasıtasıyla sonuç alınınca faaliyetler gizli ve sinsi olması yerine açıkça sürdürülmeye başlandı. Daha sonra 1875’de Beyrut’ta gizli bir cemiyet kuruldu.