Karpuz
Karpuz... Hayatımın en büyük hediyesi... Ramazandı. Oruçluydum. Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğimi hergün evinden, hususî otomobiliyle gönderirdi. Ben de hapishane kapısının yanındaki ilk telörgüde yemeğimi beklerdim. Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi. Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam telörgüye sokuldu. Üstü başı dökülen, amele kılıklı bir İhtiyar... Beni asla tanımadan "oğlum, içeride bir Necip Fazıl varmış!... Şu karpuzu ona hediye getirdim; Allah rızası için götürüp verir misin?" dedi. Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde "ver, baba, hemen götüreyim!" dedim ve aldım. İşte hasbî, her türlü nefs oyunundan uzak, Allah için verilen hediye... Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam!.. Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim, İslâm ahlâkını fikretseydim, ağlasaydim, ağlasaydım..."
DAYAK
60 darbesinin ardından üstad tevkif edilir ve sonrasını kendi kaleminden okuyalım.
Fikir adamlarına eziyetle mutmain olabilen bir devrim düzensizliğinin tezahürlerinden...
"...Sabah, Merkez Komutanlığı... Tabutluklar dairesi... 1 metre genişlik ve 2 - 3 metre uzunluğunda, basık, İçinde teneşirimsi tahta bir kerevet, boğucu, daha doğrusu çıldırtıcı hücre... Duvarlarda türlü türlü lekeler, tırmıklar, yazılar... Bir kan pıhtısı üzerinde insan saçları... Bu tabutluklardan bilmem kaç tanesinin yan yana sıralı olduğu bir dam altındayız.
Beni ikiye bölünüp kendi kendimi yemeye mahkûm eden bu türlü yalnızlıkların üzerimdeki tesirini "Paşa Kapısı" bahsinde gördünüz. Hele böylesi?... Ya burada günlerce bırakılacak olursam?... Ölümden beter!...
Hücrenin kapısında delikten bana bakan ere bir pusula uzatıp kumandana götürmesini İstiyorum. Kumandandan ricam beni bir an kabul etmesidir. Kabul ediliyorum. Beni alıp kocaman avludan geçiriyorlar, Kumandanlık dairesinde bir kat yukarıya çıkarıyorlar ve kapısında "Merkez Komutan Yardımcılığı" yazılı bir odaya sokuyorlar. Orta yerdeki masada kır saçlı pembe yüzlü, mavi veya açık elâ gözlü bir kurmay yarbay veya binbaşı oturuyor. Etrafında da, herhalde beni görmek için toplanmış, muhtelif rütbelerde, 10- 12 subay...
İsminin sonradan "Dâniş" olduğunu öğrendiğim kır saçlı kurmay sordu:
- Ne istiyorsunuz?...
Kendisine, hücrenin üzerimdeki hususî tesirini anlatıyor, bunun bir mizaç ve hassasiyet meselesi, benim için dayanılmaz bir işkence olduğunu söylüyorum. Sırf bir kıyas unsuru diye de, yanıma bir kedi verilse teselli bulacak derecede yalnızlık vahşetinden ürkmüş bir insan olduğumu anlatıyorum.
Kır saçlı kurmay, gayet sinsi bir gülümseyişle lütufkârlığını gösteriyor:
- Peki, şimdi yanınıza bir kedi gönderirim! Kedi yerine yanıma, iri yarı bir yüzbaşı gönderildi. Bu yüzbaşının bana söylediği tek söz şu oldu:
- O yazıları sen mi yazdın, namussuz?...
Ve yüzbaşı, eli, kolu, dili ve yolu bağlı adamı, posta erlerinin gözleri önünde, hallacın şilteyi dövmesi gibi, tokat, yumruk ve tekme altında hırpaladı. Gık demeden dayağı yedim. Ağzımdan süzülen bir kan şeridi, kendi acımı hissetmekten ziyade kahramanımın edasını seyretmekten geri kalmadım.
Yüzbaşı çekildikten sonra teneşire oturdum, sırtımı duvara verdim ve kalbimin bütün kuvvetiyle "Allah" ismini çekerek hislerimi iptale çalıştım. İçimde bir duygu, artık mücadelemin bu noktada bittiğini ve sonum geldiğini söylerken bayılmış yahut uyumuşum... Birden ismimin dışarıdan bağrılmasiyle fırladım, açılan kapıdan çıktım. Binbir kılık ve edada, tabutluklardan çıkarılmış ve sıraya dizilmiş bir sürü tip... Bizi Merkez Kumandanı ( o zaman albay) Faruk Güventürk'ün karşısına dizip ondan sonra (C.M.S.) dedikleri askerî bir kamyona doldurdular ve Davutpaşa Kışlasına aktardılar.
Ne o?... Orada bizi karşılayan tank binbaşısında fevkalâde İltifatlı bir çehre... Beni karşısına oturttu, bir şiirimi ezbere okudu ve evime telefon etmeme izin verdi.
Muhafazamıza memur subaylar arasında en ince farika, işte, bu, hiç birinin öbürüne uymayan karakteri!... İki şey görüyorsunuz; ya ruhî bir inkıbaz hali, yahut manevî bir ishal... İkisi ortası olan yok... Biri çıkıp herkesin önünde millî terbiyesini sizden aldığını söylüyor, öbürü de size "namussuz, komünist, vatan haini!" diye hitap ediyor.
Selamun Aleykum
Yolda bir adam gördüm. Seksenlik, süt beyaz sakallı, nur yüzlü, başı açık... Bu adamdaki madde ifadesi, o kadar derin ve tatlı bir Müslümanlık ruhu belirtiyordu ki, dayanamadım; tam yanına geldiğim zaman kendisine hitap ettim:
— Selâmünaleyküm, baba!
İhtiyar bir anda durakladı; kendisini bu seksenlik yaşta serpuşsuz bırakmaktan, yalınayak ve başı kabak kılmaktan, öz vatanında muhacir ve öz ailesi içinde öksüz hale getirmeğe kadar götüren mahut çeyrek asrın caddelerinden bu ses o türlü süpürülmüştü ki, ihtiyar, âdeta kulaklarına inanamaz oldu. Birden durdu, beni de durdurdu ki, fevkalâde genç ve ateşli bir kavrayışla iki omuzumdan yakaladı; ve gözlerinden inci gibi yaşlar dökülürken haykırdı:
— Aleykümüsselâm, oğlum! Allahın bütün lütuf ve fazlı üzerine olsun! Aleykümüsselâm!
Ve başka hiç bir şey söylemeden, gözyaşları içinde kayboldu, gitti. İhtiyarın arkasından ben de, gözyaşı buharıyle yanan gözlerle bakarak düşündüm:
İhtiyar! Sen kapatılmak istenen bir devrin sembolü değil, Türkün varlığına hayat verirken söndürülmesine çalışılan bir güneşin, kararmak üzere son kıvılcımlarından birisin! Bizzat dua ettiğin gibi Allahın lütuf ve fazlı senin kıvılcımındaki mayanın içinde bütün bir gençlik hamurunu yoğurmaya çalışanlar üzerine olsun!.. Selâmünaleyküm, ihtiyar, sen sönmeden arkandan yepyeni bir gençlik güneşi doğsun diye çalışanlar var!
Son anları
Son anlarında yanında bulunan oğlu Ömer Kısakürek daha sonra yaşadıklarını şöyle anlatıyor.
-Gece saat biri on geçiyordu.Fenalaştı.Beni yanına çağırdı."Beni kaldır ve oturt "dedi.
Kaldırdım oturdu.Elini alnına götürdü.Ufuklarda bir yolcu ararcasına uzaklara baktı.
Tebessüm etti ve "Beni yatır!"dedi.
Yatırdım:"Bana Kur'an oku" dedi "Yasin süresini oku"
Okumaya başladım.Yüzünde boncuk boncuk ter...Kelime-i şehadet getirmeye başladı.Ruhunu teslim etti.
Allah mekanını cennet eylesin.(amin)
Karpuz... Hayatımın en büyük hediyesi... Ramazandı. Oruçluydum. Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğimi hergün evinden, hususî otomobiliyle gönderirdi. Ben de hapishane kapısının yanındaki ilk telörgüde yemeğimi beklerdim. Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi. Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam telörgüye sokuldu. Üstü başı dökülen, amele kılıklı bir İhtiyar... Beni asla tanımadan "oğlum, içeride bir Necip Fazıl varmış!... Şu karpuzu ona hediye getirdim; Allah rızası için götürüp verir misin?" dedi. Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde "ver, baba, hemen götüreyim!" dedim ve aldım. İşte hasbî, her türlü nefs oyunundan uzak, Allah için verilen hediye... Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam!.. Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim, İslâm ahlâkını fikretseydim, ağlasaydim, ağlasaydım..."
DAYAK
60 darbesinin ardından üstad tevkif edilir ve sonrasını kendi kaleminden okuyalım.
Fikir adamlarına eziyetle mutmain olabilen bir devrim düzensizliğinin tezahürlerinden...
"...Sabah, Merkez Komutanlığı... Tabutluklar dairesi... 1 metre genişlik ve 2 - 3 metre uzunluğunda, basık, İçinde teneşirimsi tahta bir kerevet, boğucu, daha doğrusu çıldırtıcı hücre... Duvarlarda türlü türlü lekeler, tırmıklar, yazılar... Bir kan pıhtısı üzerinde insan saçları... Bu tabutluklardan bilmem kaç tanesinin yan yana sıralı olduğu bir dam altındayız.
Beni ikiye bölünüp kendi kendimi yemeye mahkûm eden bu türlü yalnızlıkların üzerimdeki tesirini "Paşa Kapısı" bahsinde gördünüz. Hele böylesi?... Ya burada günlerce bırakılacak olursam?... Ölümden beter!...
Hücrenin kapısında delikten bana bakan ere bir pusula uzatıp kumandana götürmesini İstiyorum. Kumandandan ricam beni bir an kabul etmesidir. Kabul ediliyorum. Beni alıp kocaman avludan geçiriyorlar, Kumandanlık dairesinde bir kat yukarıya çıkarıyorlar ve kapısında "Merkez Komutan Yardımcılığı" yazılı bir odaya sokuyorlar. Orta yerdeki masada kır saçlı pembe yüzlü, mavi veya açık elâ gözlü bir kurmay yarbay veya binbaşı oturuyor. Etrafında da, herhalde beni görmek için toplanmış, muhtelif rütbelerde, 10- 12 subay...
İsminin sonradan "Dâniş" olduğunu öğrendiğim kır saçlı kurmay sordu:
- Ne istiyorsunuz?...
Kendisine, hücrenin üzerimdeki hususî tesirini anlatıyor, bunun bir mizaç ve hassasiyet meselesi, benim için dayanılmaz bir işkence olduğunu söylüyorum. Sırf bir kıyas unsuru diye de, yanıma bir kedi verilse teselli bulacak derecede yalnızlık vahşetinden ürkmüş bir insan olduğumu anlatıyorum.
Kır saçlı kurmay, gayet sinsi bir gülümseyişle lütufkârlığını gösteriyor:
- Peki, şimdi yanınıza bir kedi gönderirim! Kedi yerine yanıma, iri yarı bir yüzbaşı gönderildi. Bu yüzbaşının bana söylediği tek söz şu oldu:
- O yazıları sen mi yazdın, namussuz?...
Ve yüzbaşı, eli, kolu, dili ve yolu bağlı adamı, posta erlerinin gözleri önünde, hallacın şilteyi dövmesi gibi, tokat, yumruk ve tekme altında hırpaladı. Gık demeden dayağı yedim. Ağzımdan süzülen bir kan şeridi, kendi acımı hissetmekten ziyade kahramanımın edasını seyretmekten geri kalmadım.
Yüzbaşı çekildikten sonra teneşire oturdum, sırtımı duvara verdim ve kalbimin bütün kuvvetiyle "Allah" ismini çekerek hislerimi iptale çalıştım. İçimde bir duygu, artık mücadelemin bu noktada bittiğini ve sonum geldiğini söylerken bayılmış yahut uyumuşum... Birden ismimin dışarıdan bağrılmasiyle fırladım, açılan kapıdan çıktım. Binbir kılık ve edada, tabutluklardan çıkarılmış ve sıraya dizilmiş bir sürü tip... Bizi Merkez Kumandanı ( o zaman albay) Faruk Güventürk'ün karşısına dizip ondan sonra (C.M.S.) dedikleri askerî bir kamyona doldurdular ve Davutpaşa Kışlasına aktardılar.
Ne o?... Orada bizi karşılayan tank binbaşısında fevkalâde İltifatlı bir çehre... Beni karşısına oturttu, bir şiirimi ezbere okudu ve evime telefon etmeme izin verdi.
Muhafazamıza memur subaylar arasında en ince farika, işte, bu, hiç birinin öbürüne uymayan karakteri!... İki şey görüyorsunuz; ya ruhî bir inkıbaz hali, yahut manevî bir ishal... İkisi ortası olan yok... Biri çıkıp herkesin önünde millî terbiyesini sizden aldığını söylüyor, öbürü de size "namussuz, komünist, vatan haini!" diye hitap ediyor.
Selamun Aleykum
Yolda bir adam gördüm. Seksenlik, süt beyaz sakallı, nur yüzlü, başı açık... Bu adamdaki madde ifadesi, o kadar derin ve tatlı bir Müslümanlık ruhu belirtiyordu ki, dayanamadım; tam yanına geldiğim zaman kendisine hitap ettim:
— Selâmünaleyküm, baba!
İhtiyar bir anda durakladı; kendisini bu seksenlik yaşta serpuşsuz bırakmaktan, yalınayak ve başı kabak kılmaktan, öz vatanında muhacir ve öz ailesi içinde öksüz hale getirmeğe kadar götüren mahut çeyrek asrın caddelerinden bu ses o türlü süpürülmüştü ki, ihtiyar, âdeta kulaklarına inanamaz oldu. Birden durdu, beni de durdurdu ki, fevkalâde genç ve ateşli bir kavrayışla iki omuzumdan yakaladı; ve gözlerinden inci gibi yaşlar dökülürken haykırdı:
— Aleykümüsselâm, oğlum! Allahın bütün lütuf ve fazlı üzerine olsun! Aleykümüsselâm!
Ve başka hiç bir şey söylemeden, gözyaşları içinde kayboldu, gitti. İhtiyarın arkasından ben de, gözyaşı buharıyle yanan gözlerle bakarak düşündüm:
İhtiyar! Sen kapatılmak istenen bir devrin sembolü değil, Türkün varlığına hayat verirken söndürülmesine çalışılan bir güneşin, kararmak üzere son kıvılcımlarından birisin! Bizzat dua ettiğin gibi Allahın lütuf ve fazlı senin kıvılcımındaki mayanın içinde bütün bir gençlik hamurunu yoğurmaya çalışanlar üzerine olsun!.. Selâmünaleyküm, ihtiyar, sen sönmeden arkandan yepyeni bir gençlik güneşi doğsun diye çalışanlar var!
Son anları
Son anlarında yanında bulunan oğlu Ömer Kısakürek daha sonra yaşadıklarını şöyle anlatıyor.
-Gece saat biri on geçiyordu.Fenalaştı.Beni yanına çağırdı."Beni kaldır ve oturt "dedi.
Kaldırdım oturdu.Elini alnına götürdü.Ufuklarda bir yolcu ararcasına uzaklara baktı.
Tebessüm etti ve "Beni yatır!"dedi.
Yatırdım:"Bana Kur'an oku" dedi "Yasin süresini oku"
Okumaya başladım.Yüzünde boncuk boncuk ter...Kelime-i şehadet getirmeye başladı.Ruhunu teslim etti.
Allah mekanını cennet eylesin.(amin)