Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Türkiye'de Tutuklulara Yapılan Ayrımcılık ! (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Türkiye'de Tutuklulara Yapılan Ayrımcılık !
resimyok.gif



Ergenekon sanığı Mehmet Haberal, sağlam raporu olmasına rağmen 1 gün bile cezaevinde yatmazken, hayalî örgüt üyesi Cengiz Sarıkaya felçli ve başkasının yardımına muhtaç olmasına rağmen tam 11 yıl 157 gün hapiste yatırıldı.

15 Kasm 2010, 14:16
kullanici.png
Anadolu Haber



Türkiye`de tutuklu sanıklara yapılan ayrımcılık gözler önüne serildi...

Ergenekon sanığı Mehmet Haberal, “sağlam” raporu olmasına rağmen 1 gün bile cezaevinde yatmazken, hayalî örgüt üyesi Cengiz Sarıkaya “felçli” ve “başkasının yardımına muhtaç” olmasına rağmen tam 11 yıl 157 gün hapiste yatırıldı.


Gözaltındayken sağ tarafı tamamen felçli hale gelen ve kafasından aldığı darbe sonucu konuşma güçlüğü çeken hayali İslami Hareket Örgütü üyesi Cengiz Sarıkaya, 11 yıl 157 gün boyunca felçli olarak cezaevinde kalmıştı. Tahliyesinden 2 yıl sonra 35 yaşında vefat etti.

Ergenekon Terör Örgütü soruşturması kapsamında tutuklanan Mehmet Haberal ise, sağlık durumunun ‘ayakta tedavi edilebilecek` olduğuna yönelik doktor raporlarına rağmen, 581 gündür Silivri Cezaevi`ne gönderilmiyor.

CENGİZ SARIKAYA, CEZAEVİNDE SAĞLIĞINI KAYBETTİ!

Cengiz Sarıkaya, 5 Temmuz 1993 tarihinde Bursa`da gözaltına alındı ve İstanbul`a getirildi. Kafasından aldığı bir darbe ile beyin travması geçirdi. Kartal Devlet Hastanesi`ne kaldırılan Sarıkaya, hastanede polis nezaretinde bitkisel hayat yaşadı.

KOMADA GIYABİ TUTUKLAMA KARARI ÇIKTI

Altı ayı aşkın bir süre komada kaldı, konuşmadığı ve şuuru yerinde olmadığı halde hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi. Giyabi tutuklu, felçli ve komadan yeni çıkmış Sarıkaya, sedye ile Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi`ne bırakıldı ve oradan cezaevi hastanesine konuldu. Savcı sağlık durumunu dikkate alarak tahliyesini istedi. Mahkeme tahliye etmedi. El ve göz işaretleriyle yapılan duruşmada Sarıkaya`nın gıyabi tutuklanması vicahiye çevrildi.

SARIKAYA`NIN SAĞ KOLU FELÇ

Sağmalcılar Devlet Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Cihat Örken tarafından hazırlanan 2 Aralık 1993 tarihli raporda; Cengiz Sarıkaya`nın sağ kolunun felç olduğuna dikkat çekilmişti.

Raporda; “Sarıkaya; 27.9.1993 tarihinde hastanemize sevk edilerek yatırılmıştır. Yatışında sağ hemiparezi ve global afazisi mevcut olan hastanın durumunda oldukça yavaş seyreden bir düzelme gözlenmekte, destekle kısa süreli ayakta durabilmekte, sağ kolunu fonksiyonel olarak kullanamamaktadır. Afasizi kısmen düzelen hasta, basit emirleri anlayabilmekte, okuduğunu anlamakta, yazdığı tek tük sözcüklerle bazı isteklerini anlatabilmektedir. Ancak sözlü ifade etme yeteneği tama yakın bozuk olan hastayla bu nedenle anlamlı bir iletişim kurmak oldukça güçtür” deniliyor.

ORGANİK AKIL BOZUKLUĞU BULUNUYOR

Cezaevinde dengesini kaybederek sıcak suyun içine düşen Sarıkaya`nın vücudunda ileri derecede yanıklar oluştuğu Metris Cezaevi tabibi Metin Semizer tarafından belgelenmişti.

2 Şubat 1999 tarihinde hazırlanan raporda; şu ifadelere yer verilmişti: “Cengiz Sarıkaya isimli tutuklu, organik akıl bozukluğu bulunan ve sık sık geçirdiği depresif ataklarla gerek konuşma, gerekse yürüme ve oryantasyon bozuklukları içinde. Tedavisi devam etmekte iken 1.2.1999 tarihinde vücudunda ikinci derece ve geniş alanı kaplayan kol ve gövde yanıklarıyla tabipliğimize başvurmuş olup, yedi gün istirahatı uygundur. Tedavisi düzenlenmiş olup, durumunu bildiren rapordur.”


images

DOKTOR RAPORUNA RAĞMEN İDAM

Sarıkaya`nın felçli oluşu ve konuşamaması nedeniyle ancak yedi yıl sonra, mahkemede sorgusu yapılabildi. Duruşmada “sözlerinin zor anlaşıldığı, anlamsız beyanlarda bulunduğu, ayakta zor durduğu için sorgusunun oturarak yapıldığı” mahkemece tespit edildi. Buna rağmen, Cengiz Sarıkaya`nın idamı istenmiş, daha sonra cezası müebbet hapis cezasına çevrilmişti.

BU DA TUTUKLU SANIK MEHMET HABERAL

Ergenekon Terör Örgütü soruşturması kapsamında 17 Nisan 2009`da tutuklanan, tutuklandığı gün rahatsızlandığı iddiasıyla İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü`ne kaldırılan Prof. Dr. Mehmet Haberal, sağlık durumunun ‘ayakta tedavi edilebilecek` olduğuna yönelik doktor raporlarına rağmen, 581 gündür Silivri Cezaevi`ne gönderilmiyor.

Prof. Dr. Haberal`ın sorgusu, ikinci Ergenekon Terör Örgütü davasının 50. duruşmasında, İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü`nde video konferans yöntemiyle yapıldı. Prof. Dr. Haberal, tedavi gördüğü hastanedeki yatağının kenarında oturarak savunmasını yaptı.

YENİ AKİT

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İSLÂMCI AYDIN'DAN, MUHAFAZAKÂR DEMOKRATA VİCDAN SORUŞTURMASI


Sinami Orhan
pramit4.jpg

Eski(miş) Devirler

Sene ‘90’lar, o dönemler -ne işlerine yarayacaksa!- “soruşturma” hastalığı vardı “İslâmcı kesimde”, bu isim altında kitablar çıkarılırdı, “Kürt Soruşturması” meselâ, onlarca isim, kendilerine yöneltilmiş “soruş”lara elbette “en keskin” tarafından “yanıtlar” verirlerdi, “bekâra karı boşamak kolaydır” kabilinden… Dergiler muhakkak ama muhakkak “bilmemne soruşturması” ilaveli çıkardı, daha sonraki dönem de “açık oturum” modası başlamıştı, pırıl pırıl parlayan deri görünümlü meşin koltuklar üzerinde, önlerindeki sehpanın üzerindeki sıcak ve soğuk “içki”lerinden (çay, kahve, meşrubat) yudumlar, çerezleri atıştırırken birinci sınıf kaliteli ses kayıt cihazına, o cihaz orda olmasa enseye şaplak seviyesinde konuşanların “Sayın filanca buyrun sizle başlayalım, efendim şimdi…” diye başlayan “soruş”ların “yanıtları”nı vermekle meşgul olunurdu.

“Soruş”ların temeli, hangi meseleyi ele alıyorlarsa “İslâmî olarak” değerlendirilmesi üzerineydi; “Kürt soruş”u mu yapılmıştı, “İslâmî olarak” bu “meselenin” aslı astarı ele alınırdı veya alınmaya çalışılırdı, “en keskin” tarafından da “kavmiyetçiliğin yasak ‘ama’ dillerin âyet” olduğu söylenir, “Marksist örgüt” elbette “lanetlenirdi”… “Egemenlik kavramı” üzerine veya akla hayale gelmeyecek “konular” üzerine “soruş”larla dolu yayınlar yapılırdı; fakat hiçbiri, “Ehli Sünnet soruşturması” ismiyle öne çıkan “Aylık Dergi” ve onun “hünerli” sahibi Yaşar Kaplan gibi olamamıştı. Şimdi nerede, ne iş yapar, kaçıncı “eşi”ni aldı, kıvırcık sakallarını kesti mi, kavanoz dipli gözlüğünü hâlâ kullanıyor mu yoksa “lazer”le tadavi mi ettirdi, bilemeyiz ama, şu an ortada “demokrat” olarak dolaşanlardan fersah fersah ileride hamleleri gerçekleştirmiş biridir o; bahsettiğimiz “soruş”turması o günler için kimsenin telaffuz edemediği “hayal edilemez açımlamalar” ile dolu olduğu gibi, kendi rekorunu “egale” edici “Demokrasi Risalesi” de hâlâ “zirve”de durmaktadır!

O günlerde “soruş”turmalarda “İslâm’a göre demokrasi kavramı” da “yanıtlanırken”, “egemenlik kavramı” elbette “Allah’ındır” denilerek demokrasi belki bir “araç” olarak görülür fakat uzak durulması gereken bir “şey” hâlinde tablolaştırılırken, Kaplan, “Allah’ındır” ifadesi yerine “Tanrı’nındır”ı rahatlıkla koyabilmiş, ismi üzerinde “risale” yazarak da onu “İslâmîleştirmiş”di! Yani “araç” felan değildi ona göre! Sene, 1991!

Bu seneler ayrıca Turgut Özal’ın “sivilleşme-sivil toplum”, “liberalleşme” “hamlesi”nin tohumlarının atıldığı zamanlar; Kaplan’dan bir kaç sene sonra, “yeniden milli mücadeleciler”in, “Büyük Doğu kaçaklarının”, “eski solcu terörist-yeni liberallerin”(ki ekseriyeti “aydınlık’çı”dır) “nurcu demokratların” Turgut Özal’ın bu “hamlesi” etrafında “kenetlendiği”, Polonya’da, “komünist rejime karşı liberalleşme ve demokrasi mücadelesi” veren “movemant-hareket” ile aynı isimde “DAYANIŞMA PLATFORUMU”nun kurulduğu, “Adriyatik’den Çin Seddi’ne kadar Türk coğrafyası!” slogan ile “ilk hedef” olarak ortaya çıkan Bosna-Hersek Özerk Devletine “dayanışma yardımı”nın götürüldüğü zamanlar; elbette artık, deri görünümlü meşin koltuklarda değil, İtalyan deri koltuk ve modern mefruşat ile döşenmiş dairelerde -üstelik Belediye yardımları da cabası- “misyon dergiciliği”nin başladığı zamanlar; “İzlenimler, Yeni Zeminler” vs…

Yaşar Kaplan’ın “Demokrasi Risalesi”ni fersah fersah geçen “sivilleşme-sivil toplum-(Gramsçi)-liberalizm-şeriatsız İslâm-demokrasi” güzellemelerinin, daha iki sene önce yazılanlar ortadayken, “gençliğin” beyinleri o bilgileri bile “hazmetmemişken” onlardan çok daha “ileri” düşüncelerin ortalık yere “salınıvermesi” oldukça ilginçdi: Piyasada her sene ayrı yayınevlerinin bastığı “tüm yapıtları dizisi”nin her bir cildi kendinden bir evvelki ile “dalga geçercesi”ne bir görüntü çizerken, bu son “hamle” ile de “tüm yapıtları dizisi” ile topyekûn bir “dalga” geçmek, üstelik “genç okuyucu”yu da, -öyle derler- treni geçtikten 18 saniye sonra ancak farkedebilen inek yerine koyan (“son hamle”sine bakıp “tüm yapıtları dizisi”ni alan “genç”, ilk “yapıt”ı okuduğunda, yani parayı sayıp “yapıtları aldıktan” sonra farkedecek ya her bir “yapıt”daki farklı nağmeyi) bir davranış! “Suç”un İtirafı; Hâllerinin İtirafı O günlerin “Hizbullahî” şimdinin “özgürlükçü”sü, “darbeye karşı 70 milyon adım”cısı olanların, “Yeni Zemin”e karşı yazdıkları bir yazıya,“dergi sayfaları biraz karıştırılınca, öne sürülen değişim ve yenilenme iddiaları, özgürlük, çoğulculuk, hoşgörü nidaları altında aslında tevhidî mücadeleyi erteleyen, Kur'an'ın muhkem nasslarını bulanık geleneğe ve siyasi pragmatizme feda eden bir uzlaşmanın ve çözülüşün ifadesi olarak kendini hissettiriyor” diyerek haklı bir şekilde başladıkları eleştiri yazısı,“bir de dergideki bazı yazılarda "merkezkaç güçler" kampında yer alan diğer laik, ulusçu, kapitalist, ateist, müşrik vd. güçlere karşı çok da örtülü olmayan saygılı bir dil kullanılırken, radikallikle nitelenen İslâmî çalışmalara ancak muarızlarımızda rastlanan küçümseme, alay ve hınç ifadeleriyle eleştiriler sunulmuş. Bu aşağılayıcı usluba bakınca, insan tereddüt ediyor: Yeni Zemin, Türkiye İslâmî hareketinin zaaflarını giderici ıslahatçı bir niyet mi taşıyor; yoksa inkılabçı müslümanlara buğzeden ulusçuların, laiklerin, dehriyyunun, sapık inançlıların, 1980 sonrası türeyen yeni müteşebbis ve sermeye sınıfının yüreğine su mu serpiyor?” diye devam ediyordu. Dergiyi çıkartan ekibin başı, daha sonra Hüseyin Velioğlu tarafından kaçırılarak öldürülen “Hizbullahî Nurcular”dan biriydi, grub “kara çarşaf” giymeleri ile meşhurdu, Bursa’da ismi “kötü”ye çıkmış bir dershane sahibi “koordinatör”dü, “gemi”yi yani, dergiyi ise “sahiblerinin sesleri” olan Mehmet Metiner ile Ali Bulaç sürüklerlerdi. Şimdi bu “kafa”dakilerini yani “Hizbullahîler”in, “Yeni Zemin”e yönelik aslında en “baba” eleştirisi ve ama esasda sadece “lafda” kaldıkları yer ise şu yazdıklarıydı:

“-Derginin bazı yazarları, "merkez güçlere" karşı tavır alacaklarını açıklarken, sanki yaşadığımız sistemin kabahatlisi İslâmî hareket mensublarıymış gibi garib bir tutumla Müslümanlar’a eleştirilerde bulunuyorlar, İslâmî faaliyetlerde öz eleştiri önemli ve faydalı bir eylemdir. Ama bu eleştiri İslâmî bir ciddiyet ve sorumlulukla yapılacaksa, olaya dışarıdan değil, içerden bakılmalıdır. Laik, ulusçu, kapitalist unsurlarla paylaşılacak platform projeleri üretilirken, Müslümanlar’ın eleştiri konusu yapılması, bize çok dürüst bir davranış olarak gelmiyor. Bu yanlışı yapan yazarlar tevhidî bilgilenme süreci içinde kendi kimliklerini bütünleştirememişliklerinin, Kur'anî ölçülerle geleneksel fıkhî kalıbları birbirine karıştıran/cem eden zihni kaoslarının sosyal sahada yansıyan olumsuzluklarını; bir kabahat olarak kendi nefislerinde ve birikimlerinde aramak yerine, kolay yolu seçiyorlar ve suçu İslâmî mücadeleyi yaşatmak isteyenlerin üzerine yıkıyorlar. KUR'AN NASSLARI İLE SOSYAL VAKIA ARASINDA GEREĞİ GİBİ BAĞ KURAMAMIŞ VE KUŞATICI POLİTİKALAR ÜRETEMEMIŞ OLMAMIZIN SUÇU; tevhidî bilinçlenme sürecine yeni adım atmış, yeniliğinin eksikliklerini taşıyan ve yeni kimliğinin acemiliğinden henüz sıyrılmaya başlamış müslümanlardan ziyade, bize sahih bir gelenek bırakmayan atalarımızda ve hâlâ sahih bir metodoloji edinme sorununu gündemimize alamamışlığımızda aranmalı değil mi? Ancak hemen belirtelim ki, dergide yapıldığı gibi, bu soruları mistik vehimleriyle Allah'ın kitabını tefsir etmeye çalışan geleneksel bir mollanın, atalar dininden arınamamış kitleler üzerindeki karizmasından yararlanma pragmatizmiyle cevablamak mümkün değildir.”

Meşhur “atalar dini” terkibi, “Kur’anî” bir şekilde konuşmak isteyenlerin daha doğrusu “Kur’anı kendi yetersizliklerine kılıf” yapanların başta gelen döviziydi; “Kur'an nassları ile sosyal vakıa arasında gereği gibi bağ kuramamış ve kuşatıcı politikalar üretememiş olmamızın suçu”nu, bu cümleyi düzeltirsek, İSLÂMÎ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ KURAMAMA(LARI)NIN suçunu hemen “atalara” atmak kolaycılık ve basitliktir. Bu “eksiklik” (SUÇ) kendileri açısından hâlâ geçerlidir; hâlâ kendilerini nisbet ettikleri bir “dünya görüşü” inşa edememiş, genel–geçer “demokrasi… insan hakları” lafları içinde kelimenin tam anlamıyla LİBERAL KUYRUKÇU bir şekilde “anti-darbeci” olmanın “dayanılmaz ağırlığı”yla yaşamaktadırlar!

On Senelik İnkıta ve Lider Değişimi

Biz “geçmişlerine” bakmaya devam edelim; bu “geçmiş”, “bugün”ü anlamak için de idealdir.

“Demokrat” dedikleri “alnı secdeli cum.başı” Özal’ın başdanışmanı, meselâ, “dayanışma platformu”nun “dayanışma elini” uzattığı, Sırp ve Hırvat çetecileri ile aynı yöntemi uygulamakdan “emekli!!!” ve şimdi “müze yapılsın bu zülüm kalesi” diye ağıtlar yaktıkları Diyarbakır Cezaevi’ndeki İNSANLIK DIŞI İŞKENCELERİN emir vereniydi, cezaevi komutanıydı, adı Kemal Yamak’dı, Evren’den “mirasdı” Özal’a, ama ne gam bu “çakma demokrat takımı”na!

Zamanı ileri saralım; ‘90’lar boyunca, hiç değilse ’96-’97 senelerine kadar iyi-kötü, kendisini öyle tanımlayan bir “İSLÂMÎ HAREKET” MEFHUMU vardı; Özal’ın ani ve “tuhaf” ölümü, bunların “Belediye Başkanı”nın “kontrolüne” girmesi ve ardından gelen “28 Şubat” bu “mefhumu” da YOKETTİ!

“Demokrasi amaç değil, araçtır” noktasından (kimseyi itham etmiyoruz bu cümle ile, bu cümle bir kişinin değil, bir “grubun” zihniyetini yansıtır, üzerine “tek başına” alınacak olan fazlasıyla alıngandır sadece) “tam demokratlık”a, “liberalleşmeye”, bunların en arsızları daha evvel Demirel söylediğinde vaveyla kopardıkları -yazarken bile dehşete düştüğümüz- “Kur’an’ın bir çok âyeti çöpe!” hezeyanlarını savurmaya (itirazı, kuşkusu olanlar, bilenler bilirler, “Varoluş Bilinci” ile Tenvir Partisi'nin “arşivine”, 2002-2006 arası yazılanlarına bakabilirler belli isimleri kodlayarak) ve üstelik “MUHAFAZAKÂR DEMOKRASİ VE DEMOKRAT” kavramını kitablaşdırmaya, boyuna bakmadan “ideoloji üretmeye” cüret ettiler!

Fakat bu “ideoloji”, elbette “ideolojiler, beyinlere prangadır” ve “ideolojler, baskıcıdır-totaliterdir” laflarının üzerine ve elbette “Kur'an nassları ile sosyal vakıa arasında gereği gibi bağ” kurma değil, -dehşet, dehşet, dehşet- “çöpe atılacak” olanın “geriye kalanı”nı “iyi ahlâk” olarak ele alıp üzerine “serbest piyasacı”lığı ilave ederek ve olmazsa olmaz -dini imanı olmayan- “para” temelindeki (yani “güç”) “demokrasi” goygoyculuğuydu!

O hâlde soru şu olmalı: Hepsi üç aşağı beş yukarı “cemaat” çıkışlı ve kulakları Pensilvanya’ya kilitli olanlar ne kadar “demokrat” olabilir?

Bu soru(nun cevabı da!) aslında “çöpe attıkları”ndan sonra giydikleri “demokrasi libası”nın da “yamalı bohça” olduğunu gösterir! “Muktedir” olduktan sonra (veya en azından öyle bir kuvvete sahib olmaya başladıktan sonra) beş parasızlıktan trilyonerliğe yükselmeleri de “kanıtın cabası” aslında bunların ne kadar “demokrat” oldukları hususunda! “Zengin olmak zorundayız, daha çok çalışmalı, daha çok zenginleşmeli ve böylece kâfirlere karşı daha güçlü olmalıyız. Allah'ın hazinelerini onların elinden almalı, biz sahib olmalıyız.” denilerek başlayan ve “iktisadi cihad” olarak nitelenerek (gazete köşesinde eli çenesinde düşünen adam pozunda resmini bulundurmakdan hayâ etmeyen!) “din adamı kılıklı”larca “takdis”lenen “kâfire karşı zenginleşme cihadı”, gele gele “ÇÖPE ATILMALI!” noktasına ve bunların da “hükümet partisi”nde -ve destekçilerinde- öne çıkmalarına vardı; anlayın artık ne kadar “demokrat” olduklarını!

2010 Temmuz sıcağından şöyle bir geriye baktığımızda-baktığınızda, kaba fırça darbeleri ile resmetmeye çalıştığımız manzara nedir, ne görürsünüz?

‘90’ların ilk yarısına kadar isim olarak da olsa varolan “İslâmî hareket”, artık YOKTUR! Varolan “dönüşmüş-dönüştürülmüş” ve belki de “robotlaştırılımış”, içine konan “plağı” çalan “muhafazakâr-demokratlar”dır! Ortada artık ne “Hizbullah” var, ne “mealciler” var ne şu var ne bu var; varolanlar, “beslendikleri” yere ses çıkaramayan, çıkardıkları anda “ihalelerin” kesileceği “endişesi”ni taşıyan, güya “özgürlük… adalet… sivil toplum sevdalısı” vakıf, dernek “çevreleri”dir artık. ‘90’larda Özal tarafından yapılması planlanan “dönüştürme”, onun “tuhaf ölümü” ile sekteye uğramış, bir on yıllık inkıta akabinde toplumu bir anda saran veba illeti gibi, “cemaat” denilen Gülen Cemiyeti tarafından (ve elbette desteklediği AKP’nin “devlet imkânları” ile) “İslâmcı aydınlar” arasında başarılmıştır! “İSLÂMCI AYDIN” ARTIK, “DEMOKRAT AYDIN”DIR VE “İSLÂMCI” TABİRİNİ DE KABUL ETMEMEK GİBİ BİR “İLERİ AYDINLANIMIŞLIK!!!” İÇİNDEDİR ARTIK!

Çark “Sahtemizin” Elinde

Bütün bunların sebebi nedir?

“İnsan faktörü”nü, yani zaafları bir kenara koyarsak temel sebeb, yukarıda bahsettiğimiz “Kur'an nassları ile sosyal vakıa arasında gereği gibi bağ”kuramama, yani bir “DÜNYA GÖRÜŞÜ”ne ve ona nisbetle “muhiti” tasvir ve tevil etme İHTİYACININ bile hissedilmemesidir.

Kibir veya “gelin güvey olma” olarak değil, sadece şükür babında yazdığımızı ifade edelim önce, bu “iğrenç tablo”nun, bu “savrulmanın” tek istisnası İBDA’dır. Elimizde bir “reçete” yani bir “dünya görüşü” ve bir “tarih muhasebesi” var, “rotamızı”, önümüze çıkan bütün “fırtınalara” rağmen bunlarla belirleyince, deniz ne kadar dalgalı, azgın olursa olsun, gemimizi devirmeden, alabora etmeden yol almamızı sağlıyor.

“BAŞYÜCELİK DEVLETİ SİSTEMİ”ne “totaliter bir anlayış” diyerek karşı çıkanlar bugün ABD’nin “Başkanlık sistemi”ni kopya etmeyi planlıyorlar, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin “Üstad'ın Büyük Doğu fikrine çok benzediği”nden bahsediyorlar!!! “Misak-i Milli” diye güzellemeler yapanlar, “Lozan bir prangadır” dediğimizde karşı çıkıyorlardı, şimdi onlar da “sınırların genişlemesinden… nüfuz hakimiyetinin artmasından” bahsediyorlar, “Lozan” orada durdukça bunun imkânsız olduğunu bilmeden hem de! “Kürt meselesi” için “Kürt Meselesi” dediğimizde “terör sorunu”, “bölücüler” diyerek lafa başlayanlar, bugün “açılım rüzgârları” içine girip, önce Öcalan’ı “Bodrum'a tatile gönderilecek bir Paşa” hâline sokuyorlar, ardından rüzgâr yön değiştirdiğinde de “Öcalan enterne edilmelidir!” diye apaçık bir cinayet isteğini dillendirebiliyorlar! (ve savcılar oturuyorlar!) “Federasyon” dediğimizde “misak-ı milli”den bahsedenler şimdi “gevşek federasyon”dan bahsediyorlar, bunun bir “dünya görüşü”, belli bir “idari yapılanma” içinde olabileceğini ve öncelikle “Lozan”la işe başlanması gerektiğini düşünmeden!
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İBDA, BİR TORNUSOL KAĞIDI, HEM “SÖYLEDİKLERİ” HEM DE “KENDİSİNE YAPILANLAR” İTİBARİYLE; BÜGÜN “DEMOKRATLAR-LİBERALLER” DENİLENLER İÇİN DE, 'AKP’YE, 'CEMAAT'E VE ABD’YE KARŞI OLDUĞUMUZDAN SİLİVRİLERE TIKILARAK SUSTURULMAYA ÇALIŞIYORUZ!” DİYENLER İÇİN DE…
uc%C4%B1s%C4%B1k.JPG

Nasıl mı? Gösterelim bu “giriş”den sonra şimdi…

10 Sene Önceden “Kıssadan Hisse”

Silivri mahkemeleri vesilesiyle “tutuklu hakları, gözaltına alınma” gibi hususlarda kanunların ne “incelikler” içerdiğini hep birlikte gördük, hem de daha önceden “hâkim” olarak “polis fezlekesi”nden başka birşeye itibar etmeyen şimdi “avukat” olarak ortaya çıkmışların ağzından.

Bu “eski DGM hâkimi-yeni avukat”ların, Nasyonel Sosyalistler-NAZİ’ler ile Stalin’in sözde mahkemelerinde veya İstiklal Mahkemeleri'nde görülebilecek bir “hâkim heyeti” olduklarını, Salih Mirzabeyoğlu, 25 Ocak 2000 tarihinde özel askeri birliğin tamamen katliam amaçlı saldırısı ile Metris Cezaevi'nden “çıkartılarak”, yaralı, üstübaşı yırtık, barut ve çamur izi ile dolu ve suratı hangi badirelerden geçtiği apaçık ortada olan izlerle dolu olarak, ayakta duramaz bir halde önlerine getirildiğinde alelacele celseyi açmaları ve mahkeme sürecini bir an önce bitirme isteklerini göstermeleri ile ortaya koymuşlardı. Bu “eski hâkim-yeni avukat”ların, Adana DGM’nin açtığı dosyadan zerre kadar farkı olmayan, ne bir itiraf, ne bir delil, ne bir şahid, ne bir “hareket” olmayan ve Adana’da “takibsizlik kararı” verilen dosyayı “kabul etmeleri” bir cinayet ise, bu dosyadan “polis fezlekesi”ne ve Savcının “isteğine” “kanaat hâsıl oldu” diyerek uymaları ve “İDAM CEZASI” vermeleri tam bir HUKUK KATLİAMI idi! Şimdi çıkmış bunlar, “tutuklu hakkı, adil yargılanma, gözaltına alma usulu” vs. bahsediyorlar! Kim inanır sizin samimiyetinize!

Bunun bir başka cephesi de, Gülen’in adamları, “liberaller”, “muhafazakâr demokratlar”… Kendilerine yönelik söylenen “intikam alıyorlar” ithamını haklı kılıcı bir şekilde, “eski hâkim yeni avukat”ların “usule ve mahkemeye yönelik” sözlerine, Fetulah Gülen davasını öne sürerek karşı çıkıyorlar. Oysa onun iddianamesinde, şimdi Silivri'de mukim Ergun Poyraz’ın piyasadan tedarik ettiği “teyb kasetleri”, bulunmuş iki üç “şahid” vardı. Teyb kasedi, “kased” olduğundan destekleyici elle tutulur bir delil olmadan tek başına bir unsur olarak kabul edilemese de orada Gülen’in bahsettiklerinin –o dönemler- bahsettikleri olduğundan kimsenin bir şübhesi yoktu ve yoktur. Mahkemenin, AKP “hükümeti” devrinde beraatle sonuçlanması, Yargıtay’ın da bunu “tescil” etmesine ve devletin en tepesindekilerin “artık hicreti bitirmemesi için hiçbir sebeb yok” güvencesini vermelerine rağmen Gülen’in gelememesinin sebebi, geldiğinde yeni bir dava ile tutuklanma korkusudur, çünki biliyor ki o “beraat” hakkı ile alınmış bir beraat değildir!

Oysa Salih Mirzabeyoğlu’nun davası, kendisinin ilk “savunma”sında bahsettiği üzere, iddianame ve mahkeme süreci bakımından “HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ VE HUKUK HAYSİYETİNİN GÖRÜLECEĞİ” bir mahkeme olması gerekirken, karar açıklandıktan sonra dediği gibi tam bir TİYATRO idi!

Şimdi iki taraf da çıkmış kendilerine yapılan “adaletsizlikler” üzerine laflar sarfediyorlar malûm! Oysa bu komiktir; siz “ikiniz” de, geçmişde ve şimdi kuvveti elinde tutansınız ve eğer buna rağmen şikâyet ediyorsanız demek ki birbirleriniz hakkında iddia ettiğiniz ithamlarda (intikam alma ve bunu tetikleyici işler yapma) haklısınız! Bu ise, Salih Mirzabeyoğlu’nun “savunma”sında verdiği şu misâlin canlı hâlidir:

“-Ufak bir hatırlatma: Yassıada mahkemeleri sırasında, konulduğu hücre için "burada insan nasıl yaşar?" diye serzenişte bulunan bir Milletvekili'ne, gardiyan "aman efendim! buraları sizin Meclis'teki oylarınızla yapıldı!" diyor... Kıssadan hisse!..”

Malûm Temmuz ayı sonunda “Balyoz” davası sebebiyle 102 eskisi yenisi dâhil subay hakkında “tutuklama kararı” çıkarıldı mahkeme tarafından ve hemen karşı dilekçeler ve açıklamalar gelmeye başladı. “Mahkeme 16 Aralık’da yapılacak, şimdiden tutuklama çıkarılması bir hukuksuzluktur, mahkemeye gitmeyecekleri belli değildir ki, “gelmeyecekler” diye tutuklama kararı çıkarılsın!!!” Böyle diyorlar. Tutuklama kararı çıkarılan her kişi tek tek yakalansa, direkt olarak mahkeme karşısına çıkarılacağına ve tutukluluğu hakkında bir karar verileceğine göre, 980 sayfalık iddianamenin her kişi için kurulması lüzumlu bu mahkemede okunmasını da gözönüne alırsanız, tutuklama kararının ortaya çıkaracağı “durumu” anlamak (veya anlamamak) mümkün olacaktır. CMUK’da belli bir cezanın üstündeki yargılamaların “tutuklu” cereyan etmesini öngören maddeyi bir kenara koyarsak, sanıkların avukatlarının “gelmeyeceklerini nereden biliyorlar ki tutuklama kararı çıkarıyorlar hukuksuz ve adaletsiz bir şekilde” itirazına, 2000 senesinden, tam 10 sene önceden, şimdi Silivri'dekilerin avukatı olanlardan bazılarının “hâkim” olarak görev yaptıkları mahkemede Salih Mirzabeyoğlu’nun söylediği şu ifadeyi hatırlatmak isteriz:

“-Gelelim 25 Ocak 2000 tarihine... Hukukî olarak nâzik bir mesele: Beni 26 Ocak'taki Mahkeme'ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde hiçbir şey söylemeden askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin ölümü ve (5) kişinin yaralanmasıyla neticelenen operasyon; operasyonun niteliğinin hukukî olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukukî midir?.. Metris Cezaevi Savcısı'nın, Mahkemeye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak'ın sabahında gerçekleştirilen bu operasyon?.. Aslında Cezaevi Savcısı'nın Mahkemeye çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istemesini söylemem de lüzumsuz; çünkü 26 Ocak'ta Mahkemeye çıkarılmak üzere gelinene kadar kimsede böyle bir tahmin yürütme yetkisi yoktur. Oysa bunun bir adım daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme'ye çıkmayacağım kesin kaziye kabul edilerek sözkonusu operasyon gerçekleştirilmiştir...”

28 Şubat'da ne yaptığını herkesin bildiği, Cem Uzan’ı da “darbe sonrası başbakansın” diyerek “gaza getiren” general eskisi Çetin Doğan’ın kızı, onun Bodrum havalimanında gözaltına alınması esnasında “polis, babamın korumalarına demirle saldırdı” diyerek viyaklarken, bunu da yandaş medyaları haber yapıp verirken, on sene önce, babasının görev başında olduğu İstanbul’da gerçekleşen S. Mirzabeyoğlu’nun bahsettiği yukarıdaki “vukuatı”, o yandaş medyalarının “yolunmuş tavuğa döndü” diyerek ballandıra ballandıra verdiğini hatırlatırız; şimdinin “muhafazakâr demokratları” ise sadece ıslık çalıyorlardı o katliam saldırısı esnasında!

Devam edelim “tornusol kağıdı” işlevine…

Silivri'dekilerin eski hâkim-yeni avukatları ve yandaş medyası “Ergenekon örgütünün kuruluş tarihi” üzerine olan “iddianame ve polis raporları farklılığı” üzerinden, davanın “zorlama” ve “cemaat işi intikam” olarak ortaya çıkarıldığından ve hatta davanın bu açıdan beraatle neticelendirilmesi gerektiğini söylüyorlar ya, eski hâkim-yeni avukatların DGM’de hâkimlik yaparken önlerine gelen dosyayı kabul edip yargıladıkları Mirzabeyoğlu “savunma”sında şöyle demekteydi:

“- (…) 1991 tarihinin diğer ve çok önemli bir özelliği de, 1991’deki tutuklanmamın ardından, -4 ay Bayrampaşa Cezaevi’nde yattıktan sonra-, o tarihte çıkan affa da gerek kalmadan, 163. maddenin kaldırılmasından dolayı ilk celsede 6 arkadaşımla beraber bırakılmamdır... Bu husus, sözkonusu tarihten önceki bütün polis ve tabiî ki savcılık ilişkilendirmelerini geçersiz kılar: Yukarıda da söylediğim gibi, 1980’den 1990’a kadarki dönemde örgütlere mensub nice insanların Bakan-Milletvekili, ve o zaman solcuyken şimdi ünlü iş adamı olan örnekleri vardır... Sözkonusu tarihten-tutuklanma tarihinden 5 ay öncesine kadarki durumum ise (suç işlediği ve işlettiğine dair hiçbir delilin bulunmaması, zaten bir başka DGM Savcılığı’nın Adana DGM Savcısı’na yolladığı belgeyle sabit... (…)

Belirttiğim iki husus, -1991 tarihi ve DGM Savcılığı’nın Ağustos 1998 kararı-, iddianamede bulunan ve aslında birbirini çelen iki meseleye de açıklık getirmiş oluyor... Birincisi: Dişe dokunur birşey elde edemeyince işi eski defterleri kurcalamaya ve soruşturmayı süslemeye döken polis sorgulamasından kaynaklanan “1980 öncesi eylemler” ifadesinin bir anlamı olmadığı... İkincisi: “Örgüt ilk eylemini 3 Ocak 1994 tarihinde Bolu-Düzce’de yaptı” ifadesinin benimle hiçbir ilgisinin bulunmadığı.

Yukarıda belirtilen çelişkili iki tarihi, “iddianame ve ekleri hakkında” DGM Başkanlığı’na dilekçe sunan Avukatım Harun Yüksel Bey, gayet güzel bir şekilde belirtiyor ve soruyor:

-(İddianameye göre “örgüt”, ilk eylemini 3/1/1994 tarihinde Bolu-Düzce İlçesi’nde duvarlara yazılama yaparak gerçekleştirmiştir. Hâlbuki aynı iddianamenin 4. sahifesinde, “Kumandan kod- Salih İzzet Erdiş kolluk anlatımlarında” başlığı ile müvekkilimin DGM Savcılığı ve yedek hâkimliğinde reddettiği, reddettiği için de aleyhine kullanılması mümkün olmayan ifadelerinde, “1980 yıllarına kadar bizzat kendisi ve arkadaşları ile birlikte İBDA-C adlı örgüt adına yazılama, pankart asma ve molotof kokteyli atma eylemlerine katıldığını” demektedir.

Şimdi aynı iddianamenin iki ayrı sahifesinden birinde “İBDA-C” isimli örgütün ilk eylemini 1994 yılında Düzce’de gerçekleştirdiği söylenirken, diğerinde 1980 öncesinde eylemler gerçekleştirdiği söylenmektedir. Ve arada tam 14 yıllık büyük fark vardır. Bu iddialar doğru mudur? Doğruysa, ikisi birden doğru olamayacağına göre, hangisi doğrudur?

İddianame elinde bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 01/1999 tarihli yazısına göre ise bu “örgüt” , 1985 yılında oluşturulmuştur. (Bu da tarih hususunda üçüncü çelişki. (S.M.)

Şimdi iddianame ekindeki bu istihbarat raporuna göre, “İBDA-C örgütü” 1985 yılında kurulduğuna göre, iddianamede müvekkilimin kolluk anlatımlarında söylendiği iddia edilen “1980 yıllarına kadar bizzat kendisi ve arkadaşlarıyla birlikte İBDA-C örgütü adına yazılama, pankart asma ve molotof kokteyli atma eylemlerine katıldığı” iddiasına ne diyeceğiz? 1985 yılında kurulduğu öne sürülen bir örgüt, 1980 öncesinde nasıl eylem yapabilmektedir? Zaman makinesine binip zaman içinde 10 yıllık geriye doğru bir yolculuk yaparak mı?)”

O zaman “savunma”yı bile uyuklayarak dinleyen mütekebbir hâkimler, emekli olduktan sonra Silivri'dekilerin avukatlığını yapmaya başladıklarında, uyukladıkları ve adaletin, hukukun ırzına geçmek demek olan bu “çelişkinin” farkına varmamış olacaklar ki, şimdi bu “tarih farklılıkları” üzerinden Silivri’dekilerin komploya kurban gittiklerinden bahsediyorlar. Eğer bu dediklerinde samimilerse, Mirzabeyoğlu davasında uyukladıklarını ve ona haksızlık yaptıklarını açıklamalıdırlar önce!Mirzabeyoğlu’nun “kıssadan hisse” olarak işaretlediği yeri akılda tutarak, kıssa’dan hisse almayanların hallerini-ikiyüzlülüklerini sergilemeye devam edelim. “At İçeri Çıkmak İçin Uğraşsın!”Eski hâkim-yeni avukatların ve sanıkların en fazla üzerinde durdukları husus, savcıların hep aleyhte delilleri dosyaya koyup leyhlerine olan delilleri ortaya çıkarmamaları; bu durum, “suçsuz olduğunu kanıtla bakalım!” demektir ki hukukda bunun yeri yoktur! Kıssa’dan hisse almayanlara Mirzabeyoğlu on sene önceden sesleniyor:“-Polis’in ve Savcılık iddianamesinin, tamamen gelişigüzel bağlantılara mantıkî bir ifade vermelerine mukabil, polisin soruşturması bir yana, Savcılık iddianamesindeki yanlışlığa, aynı dilekçede çok güzel temas ediliyor:

-(İddianameyi hazırlayan Sayın Savcı, müvekkilimin “fikir adamlığını” görmezden gelmektedir... Savcı’nın görevi sadece sanık aleyhine olan delilleri mi toplamaktır? Bir savcı, sanık lehine delilleri toplamaktan imtina eder, hatta bunları gizlemeye çalışırsa, kamu adına hareket eden bağımsız bir Savcı olmaktan çıkar, dâvâda müdahil veya müşteki gibi “taraf” konumuna girer. Maalesef bu iddianame ve ekleri, bağımsız bir Savcı’nın iddianamesinden çok, sanığı her ne pahasına olursa olsun mahkûm ettirmek isteyen “taraf” beyanına benzemektedir.)

Savcılık iddianamesinin taraflılığı yanında, benim gerçekten anlayamadığım ve samimi olarak öğrenmek istediğim mesele, İBDA-C’nin illegal örgüt ve benim onun lideri olup olmadığımı, İçişleri Bakanlığı mı tesbit ediyor, yoksa bu iş Mahkeme’nin işi mi?.. Burada birbiriyle ilgili üç mesele ortaya çıkar... Birincisi: Eğer İçişleri Bakanlığı tesbit ediyorsa, o zaman Mahkeme’ye lüzum yoktur... İkincisi: Geçen celsede kendisinden iktibas yaptığım Beyoğlu Cumhuriyet Savcısı Mehmed Demir’in söylediği sözün bir kere daha doğrulanışıdır... Ne dediğini hatırlayalım: “Yargı, kendisini millete ait egemenlik hakkını kullanan bağımsız ve diğer kuvvetlere eşit bir kurum olarak göremez hâle geldi. Yargı mensubları kendilerini hâkim ve savcı olarak değil, “hukuk memuru” konumunda gördüler. Ne kadar kanunsuzluk yapıldı ise, işte bu ezikliğin üzerine bina edildi!” ... Üçüncüsü: Eğer delil ve mesnedlerin tayininden sonra suçluya, suçluluğa veya suçsuzluğa kendi prosedürü içinde karar verecek “bağımsız yargı” sözkonusu ise, bu durumda İçişleri Bakanlığı’nın tesbiti ve daha da ötesinde siparişi ne demek?.. Her üç mesele birarada gözönünde tutulduğunda, yeri gelince temas edeceğim üzere, “YARGININ SİYASÎLEŞMESİ” dâvâsının bir yönü de ortaya çıkmaktadır.“ Bir başka konuda, “intikam ateşi” (neyin intikamı, “28 Şubat”ın mı? Kim inanır?) ile tutuklamaların olduğu, kendilerinin “AKP ve Fetulah Gülen karşıtı olmaları” sebebiyle sanık yapıldıkları, hatta Ergun Poyraz isimli birkaç derme-çatma bilgiler, okuduğunu, duyduğunu bile anlamadan yazılmış dedikodularla dolu kitabların yazarı, “sadece AKP ve Fetulah hakkında kitab yazdığı ve başka kitab yazmaması için rehin olarak içeride tutulduğunu” bahsetmektedirler. Bu iddiaların doğruluğunu-yanlışlığını bir kenara bırakıp, bunları telaffuz eden eski hâkim-yeni avukatlara on sene evvelden hatırlatma yapıyor Salih Mirzabeyoğlu, bunu gösterelim:
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
“-Avukatım Harun Yüksel Bey, DGM Başkanlığı’na verdiği dilekçede, bu bahsi de içine alacak şekilde devam ediyor:

- (Müvekkilim rejim muhâlifidir ve bu rejime niçin muhâlif olduğunu eserler boyunca anlatmaktadır. İnsanca yaşanabilecek bir rejimin nasıl olması gerektiğini de aynı eserlerinde anlatmaktadır.

Rejime muhâlif olmak bir düşüncedir, bir fikirdir. Ve her insanın, yaşadığı rejimi beğenmeme, ondan daha iyisini isteme hakkı vardır... Ve bunu yasaklayan herhangi bir kanun maddesi de yoktur. Böyle bir kanun maddesi olsaydı bile, düşüncenin yasaklanması fiilen mümkün değildir. T.C. pratiği bunun mümkün olmadığını gösteren en canlı pratiktir. Buna rağmen T.C. Anayasası, “Hiç kimse inanç ve kanaatleri yüzünden kınanamaz” demektedir.

Sayın Savcı’nın iddianame boyunca yaptığı ise, müvekkilimin düşüncelerini yargılamak ve kınamaktan ibarettir. Hâlbuki aynı iddianamenin müvekkilim için uygulanmasını istediği kanun maddesi düşünce suçunu değil, eylem suçunu cezalandırmaktadır.

Yani rejim muhâlifi olabilirsiniz ama, bu düşüncenizi bizzat eyleme dökmedikçe 146. maddede öngörülen suçu işlemiş olamazsınız.

146. madde başka türlü yorumlanamaz. Müvekkilimin herhangi bir eyleme katıldığına dair delil elde edilemediğini zaten iddianame söylüyor. Öyleyse niçin takibsizlik kararı verilmemiştir de, dâvâ açılmıştır?

Bu dâvâ T.C.’de 28 Şubat’tan bu yana yaşanan “yargının siyasîleşmesi” sürecinin çok açık bir örneğidir: ‘DELİL YOK, AMA ANKARA’DAKİ GÜÇ ODAKLARI ÖYLE İSTİYOR.’”
images

Ankara’dan gelen baskı ile başlayan polis operasyonu neticesinde hazırlanan “fezleke”nin savcı tarafından “iddianame” hâline getirilmesi ve bu iddianamenin de şimdi Silivri’dekilerin avukatı-o zaman davanın hâkimi olanlarca “kabulü” ve delilsiz-mesnedsiz ama KESİNLİKLE TARAFLI OLDUĞU SİLİVRİ’DEKİLERİN AVUKATI OLMAKLA BELGELENMİŞ “hâsıl olan kanaatleri” ile idam kararını vermeleri ortadayken, şimdi bunların –tek başına bir delil oluşturmayan ama kuvvetli şübhe ortaya koyan- binbir ima ile dolu onca telefon görüşmeleri yapmış “müvekkillerini”, “AKP ve Fetulah muhalifi oldukları için tutukladılar” diye vaveyla koparması ve savunma yapmalarına KİM İNANIR!?

Salih Mirzabeyoğlu’nun “hukukun üstünlüğünü ve hukuk haysiyetini gösteren bir dava” olması dileğinde bulunduğu davasında “öyle” davrananlar şimdi “böyle” davranıyorlarsa, KİM İNANIR BUNLARA?

“3000 Aile”den “Biri”: HABERAL

Geçtiğimiz seneki “dalga”lardan birinde tutuklanan ve tutuklandığı gün hastaneye yatıp hâlen de orada bulunan birilerinin “gözbebeği ve emaneti” Prof. Mehmet Haberal, kendisi hakkında “tutuklama kararı veren hâkim ve savcılar hakkında “kanuna aykırı davrandıklarından ötürü mahkemeye başvurmuş ve netice olarak da mahkemeden herbirinden 1.5000 lira olmak üzere tazminat kazanmış; gazetelerde yazan haber bu ve gerekçeli karar da çok ilginç.

“-Öngörülemeyen bir yargılama sürecinin sonuçlanmasını beklemesi gerektiği kabul edilemez. Çünkü yaşam hakkı; en kutsal ve birincil haktır. Davacının yaşam hakkının tehlikeye düşürülmesi, elinden alınması hâlinde; diğer tüm temel hak ve hürriyetlerin değeri kalmayacaktır.

YAKINDAN İZLENİYOR: İddianamedeki iletişimin tesbiti kayıtlarından; davacının, şüpheli sıfatı ile tüm yaşam ve faaliyetlerinin çok yakından izlendiği anlaşılmaktadır. Bu denli teknik imkânlara rağmen; kaçma veya delillerin karartılması ihtimâlinden söz edilmesi, inandırıcı bulunmamaktadır.

TUTUKSUZ YARGILAMA ASILDIR: Ceza yargılamasının tutuksuz yapılması asıldır. Tutuklama, istisnai bir nitelik taşımaktadır. İstisnanın, kural hâline dönüştürülmesi; masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ: Tutuklama kararı vermek hakim açısından mecburi değildir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan, kaçma veya delilleri karartma şübhesi gibi tutuklama gerekçeleri yoktur. AİHM kararlarına göre de her olayda, tutuklama ve devamına ilişkin somut olguların gösterilmesi gerekir. AİHM, kaçma ve delilleri karartma şüphesini basmakalıp gerekçe olarak nitelendirmektedir.”

Ergenekon davası sebebiyle “hâkimlere dava açılabileceğini” öğrenmek bir yana bir de “mahkum ettirmenin” de mümkün olduğunu görmek mücerred olarak ve aktüel meselelerle kayıtlı olmadan söylemek gerekirse, hukuk haysiyeti bakımından, hukukun üstünlüğü bakımından güzel bir gelişmedir AMA bunları “3000 AİLE”nin “KREM KREMASI” içeri girince “hatırlamak”, “kanunlar örümcek ağına benzer….” sözünü hatırlatmakdan başka bir anlam içermez!

Şimdi avukat-eski hâkimler, kendilerinin önünde, on sene önce söylenen şu sözlere o zaman ne derler:

“-Hukukî olarak nâzik bir mesele: Beni 26 Ocak'taki Mahkeme'ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde hiçbir şey söylemeden askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin ölümü ve (5) kişinin yaralanmasıyla neticelenen operasyon; operasyonun niteliğinin hukukî olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukukî midir?..”

Tutuklu yargılanma, denildiği gibi “AHİM’in bilmemneresiyle güldüğü” kadar aşağılık bir uygulama ise, hakkında beş ay önce açılıp kapatılan bir dosyanın hiçbir “hareket” olmadan tekrar açılıp tutuklu olarak Metris’de “çile çekmesi”ne ve ardından zaten “tutuklu” yani hiçbir yere gitmesine, delilleri (ortada zaten Savcının iddianamede söylediği üzere hiçbir delil yok!) karartmasına imkân olmayan ve bu durumdayken bir de üç defa askerî operasyona uğrayıp en sonunda 1 ŞEHİD 5 YARALI pahasına “tutuklu olduğu yerde tekrar tutuklanıp” öldüresiye dövülen ve mahkemeye çıkarılıp hakkında UYDURUK bir İDAM kararı verilen Salih Mirzaneyoğlu’na bu niye tatbik edilmedi?

Şimdi “Dreyfus”lardan, “Zolalar’dan” bahsedenler, o gün neredeydiniz?

Neymiş, “can güvenliği tehlikedeymiş, hayati tehlikesi varmış” da Haberal’ın, onun için mahkeme açması haklıymış!

On sene önce, söylendiğinin üzerinden iki ay geçmeden (25 Haziran) gerçekleşecek hadiseyi haber verici S. Mirzabeyoğlu’nun, şimdi avukat-eski hâkimlerin önünde söylediği şu sözler:

“- “YUKARILARDAN” gelen tembih gereği, Mahkeme’de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imasını almış ve maruz kaldığım muamelelerden bahsetmiştim; hatırlayacaksınız... İşte onun devamı hâlinde, KARTAL CEZAEVİ’NDE KONDUĞUM “ÇOK ÖZEL” TEK KİŞİLİK KOĞUŞTA - Kİ, BURASI HAKKINDA YA DELİRME, YA HER DENİLENE TÂBİ ROBOTLAŞMA VEYA KORKUDAN DOLAYI, KİMSE KONUŞMAMAKTADIR; isbatı kabil değil sanılan hususları, “Adalet sistemi” nin bir bütün olmasına nazaran tafsilatıyla anlatmam gerekse de, bunun şu an pratik bir yararı olmamasına binaen, mahkemeye değil, kitablık çapta kamuoyuna sunacağım- , “Cebhe” hususunda yukarı da söylediklerime kızgınlık ifadesiyle FISILDANDI:…..“ “Yukarılardan” ve “fısıldandı” kelimelerini özellikle büyük harflerle yazdık, çünkü kendisi de o -ilk- günlerde ne olduğunu bilmiyor ve çözmeye çalışıyordu; çözdü, kitabını da yazdı, “TELEGRAM”, ardından şimdi de “ÖLÜM ODASI B-7”yi yazıyor ve dergimizin internet sitesinde ve haftalık olarak da “Baran”da yayınlanıyor bu kitabdan bölümler, “fısıldama”, ZİHİN KONTROLÜNÜN ifadesi, kendisinden istenen de “KEMALİZMİN İDEOLOJİSİNİ YAZMASI-KURMASI”, bütün bunlar da bahsettiğimiz üzere on sene önce mahkemede, şimdi Silivri'dekilerin avukatı olan hâkim heyeti, savcılar ve basın önünde “savunma” olarak söylendi! Telgram bitmedi, 11 senedir devam ediyor! 11 senedir ROBOTLAŞTIRMAYA çalışıyorlar!

“Can güvenliği tehlikede”ymiş!

Bu ne peki?

Silivridekilerin haklarını savunanlar, niye buna da bakmıyorlar? Şerefi Olanlar Aranıyor Salih Mirzabeyoğlu’nun “savunma”sından hareketle, ona yapılan –hukukî olarak elbette, diyelim- ALÇAKLIK VE ŞEREFSİZLİĞE, Silivri'deki Ergenekon tutukluları üzerinden hem bu davanın avukatları hem de gönüllü savcıları bakımından söylenen sözlere temas etmeye çalıştık. Durum, O’nun bahsettiği, “Yassıada'daki DP milletvekili durumu” aslında, bu da şu demek oluyor, ortada “hukuk kılıfı” altında, “tedarik edilmiş” ama müşahhas delillerle sağlamlaştırılamamış bir “iddianame” üzerinden “men dakka dukka”nın cereyan ettirilmesi!

Hiçbiri samimi değil.

Hiçbiri bunun bir “men dakka dukka” olduğunu İTİRAF ED(E)MİYOR, ettiği an çünkü işinin biteceğini görüyor ve onun için de “yargıya güvenmeliyiz” lafları eşliğinde “kanunları zorlayarak” yeni “yorumlar” ortaya çıkartıp savunma pozisyonuna geçiyor ve “günlerinin gelmesi” ümidiyle yaşıyorlar!

Samimi olsalar, buna HÜKÜMET DE, MECLİS BAŞKANI DA, ADALET BAKANI DA, CUMHURBAŞKANI DA, GÜLEN “ŞİRKETİ” DE, “LİBERALLER” DE, “ULUSALCILAR” DA, -önemlidir- ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANI DA DÂHİL, neredeyse her sayımızda bahsettiğimiz, ismi milletlerarası yayınlarda “konu” olmuş, literatüre geçmiş, mahkeme zabıtlarına geçmiş, Silivri davasında savcılar tarafından mahkemede sorulmuş, sanıklar tarafından cevablandırılmış, kitaplar yazılmış, kaç defa “yüksek makamlara mektub”lara konu olmuş SALİH MİRZABEYOĞLU’NA YAPILAN TELEGRAM İŞKENCESİ İÇİN HAREKETE GEÇERLER, O’nun mahkemesindeki -hukukî- ALÇAKLIK VE ŞEREFSİZLİKLERİ -gösterdiğimiz üzere- konu edinerek İADE-İ MAHKEME YOLUNU hiç değilse telaffuz ederlerdi!
images

Taraf olduklarını apaçık ortaya koymuş “eski hâkim-yeni avukat”ların şimdi kendilerinin Silivri davasında tek tek “hukuksuzluk, adaletsizlik, kanuna aykırılık” olarak gösterdikleri herşey, Mirzabeyoğlu’nun davasında cereyan etti, size bunları gösterdik bir kısmıyla; hukuk haysiyeti bakımından yapılması gereken tek ve acil şey, O’nun davasının yeniden görülmesidir! Bunun başka ne türlü bir anlamı olabilir ki?

“Ulusalcı” denilenlerin O’na yapılanların müsebbibleri (işin büyük kısmında ortakları) olduğu apaçık; “ulusalcılar”ın devrinde başlatılan Telegram işkencesi, “çiçek gibi abiler”in bulunduğu AKP hükümeti devrinde en azgın hâline ulaşmıştı, o zaman ya ”liberaller”, kendilerine “daha fazla demokrasi... daha fazla özgürlük… daha fazla insan hakları”nı slogan edinenler? Bunlar? Tamam, kendinize “dar” gelen “İslâmcı aydın” titrini yırtıp attınız, “İslâmî hareket” mefhumunu toprağa gömdünüz, hadi diyelim “yeşil gömleği” çıkartıp “mavi gömleği” giydiniz, “dar” alandan “geniş” alan olarak gördüğünüz “sivilleşmeye, demokratikleşmeye” adım attınız, sorarız size vicdanınızı da mı çıkartıp attınız ki, hiç değilse “insan hakları” nevinden bu “konu”ya eğilmekden korkuyorsunuz a SAMİMİYETSİZLER?!

“Samimi” misiniz?

O hâlde, yanıltın bizi, bunu kanıtlayın! “Men dakka dukka” çünkü, “kıssadan hisse” çünkü! Trilyonlarınızı, makamlarınızı istemiyoruz sizden, sadece “adil muhakeme hakkı” istiyoruz! Ki o makam ve trilyonlarınız için de GELECEKSİNİZ! Kanıtlayın, yanıltın bizi ki, hiç değilse o gün ŞEREF VE HAYSİYETİNİZ OLSUN!
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com

beni-her-gece-aglatan-hasret-karanlik-ve-demir-parmakliklar-4c278d1780ee0.jpg

Cezaevi A Takımının Sakal ve Örtü Düşmanlığı!



Osmaniye T. Tipi Cezaevindeki bazı mahkûmların sakal yüzünden baskı gördüğü, ziyaretine gelen ailelerinden başörtülü bayanların ise örtüleri konusunda sıkıntılara mazur bırakıldığı belirtilirken, bu baskıların, kendilerini A Takımı diye adlandıran özel güvenlikçiler tarafından yapıldığı iddia edildi.
OSMANİYE - Osmaniye Toprakkale T. Tipi Cezaevinde yatmakta olan bazı mahkûmların; kendilerini A Takımı diye adlandıran özel güvenlikçiler tarafından zulme uğradıkları, sakallarını kesmeleri yönünde baskı gördükleri ve görüşlerine gelen bayan yakınlarının pardösü ve çarşaflarını çıkartmaları aksi takdirde görüştürülmeyecekleri yönünde haksız uygulamalara maruz kaldıkları iddia edildi.

Konuyla ilgili görüştüğümüz Osmaniye T. Tipi Cezaevinde hükümlü olarak bulunan Enver Kaplan`ın kardeşi Mehmet Kaplan iddiaların doğru olduğunu söyledi. 13 yıldır cezaevinde bulunan ağabeyinin 3 ay önce bu cezaevine sevk edildiğini belirten Kaplan şunları söyledi:

Mahkûmlar Anadan Doğma Soydurulup, Hakarete Uğruyor
"Ağabeyim Enver Kaplan 13 yıldır cezaevinde yatıyor. Bu süre zarfında başta ikamet ettiğimiz Adana olmak üzere birçok ilde cezaevinde yattı. En son olarak da 3 ay önce Adana`ya yakın olan Osmaniye T. Tipi Cezaevine sevk edildi. O kadar cezaevinde bulunduğu halde hiçbir cezaevinde görmediğimiz sıkıntıları ağabeyim ve biz ailesi olarak burada gördük. Bunların ilkini ağabeyim, sevki sırasında yaşadı. Cezaevinden içeri alınırken gardiyanlar tarafından soyunması istenen ağabeyim bunu yapmayınca hakaretlere maruz kalmış. Sonradan öğrendik ki bu cezaevinde kendilerini A takımı diye adlandıran özel güvenlikçi gardiyanlar var. Ancak resmiyette bu grup faaliyet gösteremediğinden idare tarafından bu yapı inkâr ediliyor. Bunlar cezaevinde otoriteyi baskıyla oluşturmak için mahkûm ve ailelerine bin çeşit zulmü reva görüyorlar. En başta yaptıkları zulüm ise cezaevine giriş yapan mahkûmları anadan doğma soyup, hakaret etmek."dedi.

Ziyaretçi bayanların çarşaflarını, pardösülerini hatta başörtülerini bile sorun yaptılar
Mahkûm ailelerinin de yasakçı uygulamalarla haksızlığa uğratıldığını belirten Kaplan; "Ağabeyimin sevkinin ardından ilk görüşüne gittiğimizde bayanlarımızın çarşaflarını, pardösülerini hatta başörtülerini bile sorun yaptılar. Buraya çarşafla, pardösüyle giremezsiniz, ayrıca başörtüsünü çıkartacaksınız, X- Ray cihazından geçirilecek, gibi haksız istekleri oldu. Bu söylenenleri yapmamamız durumunda görüşe alınmayacağımız açıklandı. Bu yasakçı uygulamanın keyfi olduğunu bununla ilgili yasal bir dayanaklarının olmadığını ifade etmemize rağmen yine bayanlarımızı örtüleriyle içeri alamayacaklarını söylediler. Biz de, görüş hakkımızın elimizden alınmasıyla ilgili başta savcılığa suç duyurusunda bulunacağımızı, tüm yetkili mercilere başvuracağımızı ve konuyu insan hakları örgütlerine götüreceğimizi söyledik. Ayrıca bu zulmü medya aracılığıyla ilan edeceğimizi belirttik. Bu konuşmanın üzerine uygulamalarının keyfi olduğu ortaya çıktı. Bayanlarımızı, örtülü bir şeklide özel bir kabinde yine bayan gardiyanlar tarafından arandıktan sonra içeri aldılar. Ancak çıkartılan bu sorundan dolayı görüş bitmek üzereydi ve sadece 5 dakika görüş yapabildik. Sonraki haftalar bu konuda fazla bir sorun çıkartmadılar. Ancak her hafta bize başka başka sorunlar çıkartmaya devam ediyorlar. Ayrıca mahkûmları ziyaretçilerin yanına götürürken koridorda hakaretler edip dalga geçiyorlar" dedi.

Bir Mahkûm Sakal Yüzünden Defalarca Darp Edildi.
Osmaniye T Tipinde yaşanan zulümlerden birinin de inancından dolayı sünnet olan sakal bırakmaktan kaynaklandığı belirtiliyor. El Kaide`den cezaevinde bulunan bir mahkûmun sakalını kesmediği için defalarca darp edilip hakarete uğradığı iddia edilirken, yine 12 yıldır cezaevinde bulunan Zülküf Yüce`nin de sakal yasağı yüzünden zulme uğradığı ifade ediliyor.

Sakalını kesmediği için telefon hakkı eklinden alındı
Konuyla ilgili görüştüğümüz Zülküf Yüce`nin eniştesi Ekrem Ertaş, sakal yasağından dolayı Yüce`nin birçok hakkının elinden alındığını söyledi. İdare tarafından mahkûmların haftada iki gün tıraş olmaları için zorlandıklarını aksi takdirde sosyal haklardan yararlanamayacaklarının açıklandığını, belirten Ertaş; "Kayınbiraderim inancından dolayı sünnet olan sakalı bırakıyor. Ancak cezaevi idaresi ve gardiyanlar, sakalından dolayı kendisine sürekli baskı kurup, hakaretler ediyor. Cezaevindeki tüm kurallara riayet ettiği halde sakalı bahane edilerek en doğal haklarından mahrum ediliyor. Sosyal alanlara çıkması kısıtlanıyor. Ziyaret gününde kendisi ve ailesine yönelik zorluklar çıkartılıyor. En son olarak da Adalet Bakanlığınca tüm mahkûmlara tanınan haftada bir kez aileleri ile yapılan telefon görüşmesinden mahrum edildi. Bu yasakların son bulması için tüm girişimlerde bulunacağız. Yaşanan bu zulümleri medya aracılığıyla halkımıza duyuracağız" şeklinde konuşarak hak ve özgürlükler alanında faaliyet yürüten sivil toplum kuruluşlarından hak ihlallerinin son bulması için destek istedi.

İddiaları cezaevi idaresine sorduk
İddialar üzerine telefonla aradığımız Osmaniye Toprakkale T. Tipi Cezaevinde, hiçbir müdür veya yetkiliye ulaşamadık. Telefonda bizimle görüşen cezaevi memurlarından Erdal Demirtaş`a Enver Kaplan ve Zülküf Yüce`nin maruz bırakıldığı baskıları anlatıp, bunu haber yapacağımızı ve cezaevi idaresinden de bilgi almak istediğimizi belirttik. Telefon numaramızı bırakıp, müdür beyle telefonla görüşme talebinde bulunduk.

Daha sonra tekrar aradığımızda ismini vermek istemeyen ve kendinin sorumlu baş memur olduğunu belirten bir kişiyle görüştük. Bize Enver Kaplan ve Zülküf Yüce`nin Osmaniye T Tipi Cezaevine 3 ay önce geldiğini, haklarında kılık kıyafet uygulamalarına uymadıklarından dolayı tutanak tutulduğunu ancak hiçbir haktan mahrum bırakılmadıklarını söyledi. Kılık kıyafet uygulamasından dolayı cezaevi idaresinin disiplin cezası verebileceğini de ekledi.

Cezaeviyle yaptığımız görüşmenin ardından telefon görüşmesine izin verildi
Öte yandan; cezaevi idaresinin kendilerini aramamızın hemen ardından "fiziki şartlara uymadığından dolayı telefon görüşmelerinden men ettiği "Zülküf Yüce`nin alelacele telefon görüşmesine götürüldüğü ve ailesine telefon açmasına izin verildiği öğrenildi. Ayrıca dün yapması gereken telefon görüşmesine izin verilmemesinden dolayı Yüce`nin 65 yaşındaki kalp hastası annesi Zülfiye Yüce`nin rahatsızlandığı ve şu an durumunun iyi olduğu öğrenildi.

Ayhan Kaya - İLKHA
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt