TRUMAN SHOW FİLMİ ÜZERİNE
Fatih Turplu
Bir ada üzerine baştanbaşa bir film stüdyosu kuruluyor. Öyle bir stüdyo ki bu, ufuk çizgisi paravan, güneşi projektör, tüm sakinleri oyuncu ve evlerinden yoluna, herhangi bir kavşağından banyodaki aynasına kadar her tarafı kameralarla donatılmış.
Bu sahte dekorun ortasında bir adam: (Truman)…
Bu adamın doğum ânından itibaren tüm dünyada canlı olarak yayınlanan bir program: Truman show…
Talihsiz (Truman) gökyüzünün muşamba, yağmurunun suni, annesinden babasına, en yakın dostundan karısına kadar hepsi bir kurgunun ürünü bu “muşambadan dekor” içinde mutlu (!) bir hayat sürmekte…
Bu organizasyonun mimarı ise, ayda bulunan stüdyosunda, kulağında mikrofon telsizi, filmini yönetmekte… (Truman Show) öyle tutulmuştur ki, tişörtleri, şapkaları, oyuncaklarından bilmem nesine kadar bir kazanç, bir istismar kapısı…
Bir sigorta şirketinde çalıştığını zanneden (Truman)a öyle bir oyun -içinde oyun– oynanmıştır ki, küçüklüğünde babasını bir deniz kazasında öldürmüşler (!) ve böylece denize karşı onda derin bir korku uyandırmışlardır.
Karısı, okuduğu lisede -o vakitler sevdiği bir oyuncu değil de- yönetmenin arzusu doğrultusunda seçilen bir başka oyuncu, bir başka kimse.
Bu adamın herkesten ayrı, kendisine ait bir “özel”i ve iradesini kullanıp yaptığı sanki hiçbir şey yoktur; her şey etrafın ona yaptırdığı ve onun da “kendi kendime yaptım!” zannettiği bir kurgu, bir umacı masalıdır âdeta!
“Adetâ”sı mı var?
(Truman) için her şey bir umacı masalıdır. Hatta bu masallar insan hayalinin korkunç noktalarından süzülüp gelir de, gerçek olmadığı hissiyle yine insan kendisine bir sükûnet hissi bulur. Ne var ki (Truman), şairin “bütün bir kâinat muşamba dekor – bütün bir insanlık yalana teslim” mısralarını ne kadar da kanlı canlı yaşamaktadır.
Günlerden bir gün bir kıza ilgi duyar. Bu kız aynı zamanda “gerçek dünyanın” hakiki fikirlerine sahibtir ve ona içinde bulunduğu fanusun, şairin “hayat bir zar içinde hayatı örten bir zar” dediği o “zar”ın realitesinden bahsetmek için oradadır.
Bir gün kütübhanede kameraların ölü noktasında bir yerde –kitab raflarının içinde– çok kısa bir ânda “izleniyorsun” gibi bir şeyler söylemeye çalışır. Fakat ne derdini anlatabilir ne de (Truman) bir şey anlayabilir. Ve aynı günün sonunda kız işten (adadan) kovulur; artık (Truman)ı içinde bulunduğu sahte dekorda, gözleri yaşlı gerçek dünya da seyretmektedir.
(Truman), içinde lise yıllarından beridir ilk defa duyduğu bir sıcaklık, sevdiğini düşünmeye başlar. Ah aşk! Her şey senin yüzünden değil mi zaten?
Sevdiği kızın âniden ortadan kaybolmasına –ki senaryo içindeki senaryo icabı kızın problemleri vardır ve filanca memlekete gitmiştir- şaşırır. Yıllardır süre gelen (otomatizm)den sıyrılıyor gibidir. Bir sabah kalkar ve bir sürü kadın dergisi satın alır. Amacı bir sürü kadın fotoğrafından ayrı ayrı parçaları keserek ve sonrasında bunları birleştirerek sevdiği kızın siluetine–resmine ulaşmaktır. Yani “parça”ları birleştirip “bütün”e ulaşmaya çalışır.
Kendince aradığı resme ulaşması onda bir nevi zafer kazanmış ve yeni bir zafer kazanma arzusuna kapılmış bir kumandan hissiyatı doğurur.
Bir sabah kalkar ve arabasına atladığı gibi şehir dışına doğru yol alır… Uzun bir polis kordonu ve yolun “kapatılmış” olduğu uyarısı ile önü kesilir… Başka bir gün şehirlerarası otobüse biner, fakat talih (!) bu ya, otobüs bozulur. Bir akşam, şehir dışına çıkacağı köprünün başına kadar gelir ama deniz fobisi onu gitmekten alıkoyar.
Kafasında birçok şübhenin dirilmesine karşılık, uzun yılların verdiği alışkanlık hissi kolayca atılamaz.
Birbirlerine benzeyen aynı günlerden bir gün işine giderken sokaktaki dilencinin babasına çok benzediğini fark eder. Tam o esnada trafik karışır, bir kişi (Truman)a perde olur ve iki kişi -görevli- bu dilenciyi o mekândan uzaklaştırır. Sevdiği kızdan hemen sonra yaşanan bu olaydır onun şuuraltındaki bütün şübheleri gün yüzüne çıkaran… Şübhelerinin dirilmesine, bu basit benzetme, geçmişe dair bir parıldayış, bu sendeleme ânıdır vesile olan.
Tıpkı bir ihtilal gibi! Nasıl ki (Mirabo)nun “gidin ve efendinize-krala söyleyin, biz meclise ancak süngü zoruyla çıkarız!” deyişi Fransız İhtilalinin fitillerinden bir fitil olmuşsa ve (Kamiy Dezmülen)in halka yaptığı konuşma fitili ateşlemişse, işte öyle!
“Her ân bir ihtilal halinde olan insan”a misal (Truman) artık etrafa başka bir gözle bakmaya başlar; yani, -“şuur seviyesi değiştikçe gerçeklik seviyesi değişir’”- değişmiştir…
Bir sabah arabasına biner. Arabayı çalıştıracağı vakit çalıştırmaz ve gözleri dikiz aynasında arkasındaki yoldan geçenleri seyretmeye koyulur… Önce mavi renkli bir araba geçer. Ardından bisikletli bir çocuk ve kırmızı renkli bir araba… (Truman) hareket etmediği için işler karışır ve aynı sahne yine tekrarlanmak zorunda kalınır.
Büyük aksiyon adamının “Acaba şu tabuttakiler ölmemiş de mahsustan, bana oyun diye mi kaskatı kesilmişler!” dediği kadar üstün ve çileli bir şuur taşımasa da, artık (Truman)ın gözünde bir perdenin aralandığı söylenebilir…
Gayet planlı ve ince bir hesabla bu kurgunun mimarlarını ters köşeye yatırarak bir sandala biner ve denize açılmayı başarır sonunda…
Onu caydırmak için fırtınalar ve şimşekler koparılır üstünde; ama nafile! Hakikat arayıcılığı öyle bir hissiyat aşılar ki insana, dışarıdan zehir gibi gözüken bu hissin panzehiri sadece ve sadece hakikatin kendisi, hatta tâ kendisidir…
“Dev gibi gelip çattı birden hakikat. Tos!
Sen cüce sanatkârlık sana büsbütün paydos”
Bir süre yol aldıktan sonra, hiç bitmeyecekmiş gibi yaşadığımız, hayatımız gibi gözüken “muşambadan” ufuk çizgisi “dekor”una çarpıverir.
“Tos!”
Yayın kesilir… Şu olur, bu olur… Sonunda yönetmen onunla konuşur ve kalması için dil döker.
Bir yalanı hakikat diye yaşadığını anlayan (Truman)a kalması için yalvarır âdeta. Ama heyhat! (Alfred de Musset)nin “Ama işte hakikat ebedîdir – Yaşarsa bir kimse ondan bir haber – Âlemde ömrünce gafil kişidir” mısralarındaki ebedî hakikati bu sahte dünyaya mı değişecektir?
Ve (Truman), film boyunca söylediği bir espriyi son defa orada kullanır. Dekoru delip, gerçek dünyaya, sevgilisine gider… Sevgili, hakikat için vesile olmuştur…
(Truman)ın bu gidişi hiç aklımızdan çıkmaz ve ardından hep şöyle düşünürüz:
Acaba o, şimdi içinde bulunduğu dünyanın ona dayattığı kayıtları da yine evvelki hayatındaki gibi kabul mü edecek yoksa yine önceki gibi bir düşünceye kapılacak mı?
(Romeo)ya “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!” dedirten şair, her şeyi özetleyecek şimdi:
“Bu dünya baştanbaşa bir aptalın anlattığı masaldan ibaret!”
Kaynak: Aylık Dergisi, Haziran 2009