HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
TOPLUMUN KURULMASI
Allah, insanda bekâ içgüdüsü yaratmıştır. Bu içgüdü, insanı diğer insanlarla toplu yaşamaya iter. Onun içindir ki, insanın diğer insanlarla topluca yaşaması tabiîdir/doğaldır. İnsanların aralarında bir araya toplanmaları, içgüdüsel bir olaydır. Fakat sadece fertlerin bir araya toplanmaları onları bir toplum yapmaz. Onları sadece bir cemaat/topluluk yapar. Eğer onlar toplanmakla yetinirlerse ancak bir cemaat/topluluk olarak kalırlar. Eğer onların maslahatlarının sağlanması ve kendilerinden zararların defedilmesinden dolayı aralarında alâkalar ortaya çıkarsa; bu alâkalar, o topluluğu bir toplum yapar. Fakat o topluluktaki insanların fikirlerinin birleşmesiyle nazarları/bakışları bu alâkalar üzerine birleşmedikçe, duyguların birleşmesiyle bu alâkalar hakkında rıza ve hoşnutsuzlukları birleşmedikçe,bu alâkaları tanzim eden nizamların birleşmesiyle bu alâkaların tanzimi/idaresi birleşmedikçe; bu alâkalar tek başına o insanlardan bir toplum meydana getirmez. Ondan dolayı toplum olabilmesi için ortak fikirler, duygular ve nizamların olması zaruridir. Çünkü bunlar, bir topluluğu muayyen bir rengi olan muayyen bir toplum yapan unsurlardır.
Bu esasa binaen, Resulullah (sas)'in Medine'ye geldiğinde orada var olan topluma (mahiyetini anlamak için) baktığımızda görürüz ki; o zaman Medine'de üç cemaat/topluluk vardı. Birincisi; Muhacir ve Ensardan oluşan müslümanlar ki, onlar çoğunluktaydılar. İkincisi; müşriklerdir ki, onlar Evs ve Hazreç kabilesinden müslüman olmayanlardan oluşmaktaydı. Bunlar, Medine ehli arasında azınlıktaydılar. Üçüncüsü; Yahudilerdi ki, onlar dört kesimden oluşuyorlardı. Onların bir kesimi, Medine içindeydi. Diğer üç kesimi ise, Medine dışındaydı. Medine içinde olanlar, Benu Kaynuka isimli kabileydi. Medine dışında olanlar, Benu Nadir, Hayber Yahudileri ve Benu Kurayza'dır.
İslâm'dan önce Yahudiler, Medine'deki toplumdan kopuk ayrı bir toplum idiler. Onların fikirleri ayrı, duyguları ayrı, meselelerini çözdükleri çareler, nizamları ayrıydı. Onun için Medine'de bulunmaları ve ona yakın olmalarına rağmen,Yahudiler Medine'deki toplumun bir parçası olarak itibar edilmezlerdi.
Müşriklere gelince; onlar azınlıktaydılar. Medine'yi kapsayan İslâmî atmosfer, onları tamamen kuşatmış, tesirsiz hale getirmişti. Onun için onların, alâkalarında İslâm fikirleri, İslâmî duygular ve İslâm nizamı önünde (İslâm'ı benimsememiş olsalar dahi) boyun bükmeleri kaçınılmaz bir işti.
Muhacirlere ve Ensar'a gelince; İslâm akidesi onları bir araya toplamış, İslâm da onları birbirine kaynaştırmıştı. Bunun için onların fikirleri tek, duyguları tekti. Alâkalarının İslâm'la tanzimi ise apaçık ve zaten zaruri bir işti.
Onun için Resul (sas), onların aralarında İslâm akidesi üzerine alâkalar kurmaya başladı. Allah için ikişer ikişer kardeş olmaları için onları çağırdı. Bu kardeşliğin, onların muamelelerinde, mallarında ve diğer işlerinde belli bir etkinliği vardı. Böylece Resulullah,müslümanlar arasında kardeşliği oluşturdu.
Buna göre Resulullah ve Ali b. Ebî Talib iki kardeş oldular. Resulullah'ın amcası Hamza ile Resulullah'ın azadlısı Zeyd iki kardeş oldular. Ebu Bekir ile Hârice b. Zeyd iki kardeş oldular.
Resulullah (sas), Muhacir ve Ensar arasında da kardeşliği oluşturdu. Buna göre meslâ; Ömer b. Hattab ile İtban b. Malik el-Hazrecî iki kardeş oldular. Talha b. Ubeydullah ile Ebu Eyyûb el-Ensarî iki kardeş oldular. Abdurrahman b. Avf ile Sa'd b. Rebî iki kardeş oldular.
Bu kardeşlik müessessesi maddî yönden çok tesirli oldu. Zira Ensar, Muhacir kardeşlerine ikram ve cömertliklerini zaten ortaya koymuşlardı. Bu kardeşlik müessesesi bunu daha da kuvvetlendirmiş, te'kid etmiştir. Böylece Ensar; mallarını, yiyeceklerini Muhacir kardeşlerine verdiler, dünyevî ihtiyaçlarında onlara ortak oldular.
Muhacirlerden tüccarlar ticarete, ziraatçılar ziraata, herkes kendi işine yöneldi. Tüccarlar ticaretle meşgul olmaya başladılar. Meselâ; bunlardan birisi olan Abdurrahman b. Avf, tereyağı ve peynir alıp satmaya başladı. Abdurrahman'ın dışındaki birçok kişi onun yaptığı işi yapıyordu. Onlar ticaretlerinde ikramda bulundular. Çünkü onlar, ticaret işlerinde becerikli, mâhir idiler.
Ticaretle ilgilenmeyenlere gelince ki onların aralarında Ebu Bekir, Ömer ve Ali b. Ebu Talib ve diğerleri vardı. Onların hepsi Ensar'ın kendilerine bağışladığı arazilerde ziraatla meşgul oldular. Nitekim Resul (sas) buyurmuştu ki:
"Kimin arazisi varsa onu işletsin ya da onu kardeşine bahşetsin." (Buhari, K. Mezara’at, 2172)
Böylece onların hepsi de kuvvetlerini toplamaya çalıştılar. Fakat orada ufak bir cemaat vardı ki onların ellerinde mal yok,barınacak mekan yok ve çalışacak iş bulamıyorlardı. Onlar fakru zaruret içindeydiler. O kişiler, Muhacirlerden ve Ensardan değillerdi. Onlar, Medine'ye gelip müslüman olmuş bedevî Araplardı. Resul (sas), onlara ilgi gösterip mescidin suffasını (kapalı bir kısmını) onlar için ayırdı. Orada geceliyorlar, oraya sığınıyorlardı. Onun için onlar "ehli suffa" olarak isimlendirildiler. Allah'ın kendilerine güzel rızık olarak vermiş olduğu Ensar'ın, Muhacirlerin ve diğer müslümanların mallarından onlara yiyecekler veriliyordu.
Böylece Resul (sas), müslümanların toptan istikrarlı bir halde kalmalarını, müslümanlar arasındaki alâkaların sağlam bir esas üzerinde olmasını sağladı. Böylelikle Resul (sas) Medine'de toplumu sabit bir esas üzerine kurdu. Bu toplum, küfrün karşısında duruyordu. Yahudi ve münafıkların desiseleri/entrikaları karşısında sabit ve yek vücud halinde kalmaya devam ediyordu. Resul (sas), bu toplum ve bu birlikten dolayı mutmain (huzurlu) oluyordu.
Müşriklere gelince; İslâm'ın hakimiyeti karşısında boyun bükmek zorunda kalmışlar, zaafa uğramışlardı. Daha sonra varlıkları tamamen yok oldu. Onun için toplumun oluşumunda onların bir etkisi yoktu.
Yahudilere gelince; onlar İslâm'dan önce ayrı bir toplum idiler. İslâm'dan sonra İslâmî toplum ile onların toplumu ve müslümanlarla onlar arasındaki ayrılık gittikçe daha da arttı. Onlarla müslümanlar arasında belli bir esas üzerine alâkaların kurulması kaçınılmaz oluyordu. Onun için Resul (sas), onlara karşı müslümanların durumunu ve onların müslümanlara olan alâkalarında uymak zorunda oldukları şeyleri de onlar için belirleyip açıkladı.
Nitekim Resulullah (sas) Muhacirlerle Ensar arasını birleştirmek için bir yazılı metin hazırladı. Bu metinde (yazıda) Yahudileri de zikretti ve onlar üzerine bazı şartlar koydu. Bu yazı, içinde müslümanların birbirleriyle ve kendilerine tabi olanlarla olan alâkaların belirlenip tahdid edilmesinden sonra Yahudi kabileleri ile müslümanlar arasında alâkaları da belirleyen bir programdı. Nitekim bu yazı, Resulullah'ın şu sözüyle başlıyordu:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu kitap (yazı), Nebî Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü'minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler içindir. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmettirler."
Sonra müslümanların aralarındaki alâkalarında uymak zorunda oldukları hususlar zikrediliyor ve mü'minlerin alâkalarından bahsederken bir ara Yahudiler de zikrediliyor. Şöyle ki:
"Hiç bir mü'min, bir kâfir için mü'mini öldüremez ve bir mü'min aleyhine hiç bir kâfire yardım edemez. Allah'ın zimmeti (himaye ve teminatı) bir tektir. (Mü'minlerin) en zayıflarından birinin (himayesi) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zira mü'minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (sahibi, dostu, kardeşi) durumundadırlar. Yahudilerden bize tabi olanlar için bizden onlara yardım ve destek vardır. Zulme uğramıyacak ve onlara muarız olanlarla yardımlaşılmayacaktır. Mü'minlerin barış anlaşması (sulh) birdir. Hiç bir mü'min, Allah yolunda girişilen bu harbde, diğer mü'minleri hariç tutarak bir sulh antlaşması akdedemez. Bu sulh, ancak onlar (mü'minler) arasında umumiyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır."
Bu metinde zikredilen Yahidilerden maksat çevredeki Yahudi kabileleri değildir. Fakat onlardan maksat, İslâm Devleti'nin tebası olmayı kabullenmiş herkestir. İslâm Devleti'nin tebası olmayı kabullenen kişi, devletin koruması ve müslümanlarla olan ilişkilerinde eşitlik haklarına sahip olur. Çünkü o, o zaman zımmî olur.
Bu yazının kapsamında olan Yahudi kabilelerine gelince; mü'minlerin alâkaları hakkındaki bahis bittikten sonra diğer kısımda onlar, kabilelerinin isimleriyle zikredilmektedir. Benî Avf Yahudileri, Benî Neccar Yahudileri gibi. Onların İslâm Devleti'yle olan alâkalarında uymak zorunda oldukları şartlar zikredilerek belirtilmektedir.
Bu yazıda geçen naslar (ifadeler) açıkca gösteriyor ki; müslümanlarla Yahudiler arasındaki alâka, hüküm vermekte, İslâm'a baş vurma esası üzerine (yani İslâm'ın hakimiyeti esası üzerine) ve İslâm Devleti'nin otoritesi önünde boyun büktüren bir esas üzerine ve Yahudileri İslâm Devleti'nin maslahatının gerektirdiğine bağımlı kılan bir esas üzerine kurulmuştur. Nitekim yazının metninde bir çok ifadeler buna delâlet etmektedirler. Bunlardan bir kaçı şöyledir:
1-) Yahudilere sığınmış olan kimseler bizzat Yahudiler gibi mülahaza olunacaklardır. Bunlardan hiç bir kimse Muhammed'in müsaadesi olmadan çıkmayacaklardır.
2-) Medine'nin içi bu sahifenin (yazının) gösterdiği kimseler için haramdır (mukaddes bir yerdir).
3-) Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler arasında fesadından korkulan toplu kavga ve çekişme vakıalarının Allah ve Resulü Muhammed'e götürülmeleri gerekir.
4-) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar himaye altına alınmayacaklardır.
İşte Resul (sas), Medine civarındaki Yahudi kabilelerini uymak zorunda bırakan, zelil kılan böyle bir yazı (kitab) tahdit etti, belirledi. Onlar üzerine şart koydu ki, onlar Resul'ün izni olmaksızın yanı İslâm Devleti'nin izni olmaksızın Medine'den dışarı çıkamıyacaklardır. Onlara harb çıkararak ya da harb çıkaranlara yardımcı olarak Medine'nin hurmetini kutsallığını/saygınlığını bozmalarını, Kureyş'ten birisini ve onlara yardım edenleri himayelerine almalarını yasaklamıştır. Ve bu kitapta (yazıda) zikredilenler arasında vukuu bulacak herhangi bir ihtilafta Resulullah hüküm verecektir.
Bu yazıda zikredilen Yahudiler, bu yazının içindeki şartları kabul edip razı olmuşlar ve altını imzalamışlardır. Onlar; Benî Avf Yahudileri, Benî Neccar Yahudileri, Benî Hâris Yahudileri, Benî Sâide Yahudileri, Benî Cuşem Yahudileri, Benî Evs Yahudileri, Benî Sâ'lebe Yahudileridir. Bu sahife ya da yazının imzalanmasına Yahudilerden Benî Kureyza, Benî Nadir ve Benî Kaynuka katılmamışlardır. Fakat çok geçmeden onlar da Nebî (sas) ile kendi aralarında anlaşmayı ihtiva eden bu sahifeye benzer bir sahifeyi imzalamışlardır. Bu sahifede zikredilen şartların aynısını onlar da kabul edip imzalamışlardır.
Bu sahifelerin (yazıların) imzalanmasıyla Resulullah (sas), genç İslâm Devleti'ndeki alâkaları sabit esas üzerine kurarak pekiştirmiştir. Bu devletle çevredeki Yahudi kabileleri arasındaki alâkaları da açık bir esas üzerine kurmuştur ki o da, o alâkalarda İslâm'ın hakim olmasıdır.
Böylece Resul (sas), İslâmî toplumun kurulmasından huzur duydu. Ve komşu Yahudilerin saldırısı ve ihanetlerinin önlenmesinden de emin oldu. Ondan sonra İslâmi Davetin yolundaki maddî engelleri ortadan kaldırmak için savaş hazırlıklarını yapmaya başladı.
Allah, insanda bekâ içgüdüsü yaratmıştır. Bu içgüdü, insanı diğer insanlarla toplu yaşamaya iter. Onun içindir ki, insanın diğer insanlarla topluca yaşaması tabiîdir/doğaldır. İnsanların aralarında bir araya toplanmaları, içgüdüsel bir olaydır. Fakat sadece fertlerin bir araya toplanmaları onları bir toplum yapmaz. Onları sadece bir cemaat/topluluk yapar. Eğer onlar toplanmakla yetinirlerse ancak bir cemaat/topluluk olarak kalırlar. Eğer onların maslahatlarının sağlanması ve kendilerinden zararların defedilmesinden dolayı aralarında alâkalar ortaya çıkarsa; bu alâkalar, o topluluğu bir toplum yapar. Fakat o topluluktaki insanların fikirlerinin birleşmesiyle nazarları/bakışları bu alâkalar üzerine birleşmedikçe, duyguların birleşmesiyle bu alâkalar hakkında rıza ve hoşnutsuzlukları birleşmedikçe,bu alâkaları tanzim eden nizamların birleşmesiyle bu alâkaların tanzimi/idaresi birleşmedikçe; bu alâkalar tek başına o insanlardan bir toplum meydana getirmez. Ondan dolayı toplum olabilmesi için ortak fikirler, duygular ve nizamların olması zaruridir. Çünkü bunlar, bir topluluğu muayyen bir rengi olan muayyen bir toplum yapan unsurlardır.
Bu esasa binaen, Resulullah (sas)'in Medine'ye geldiğinde orada var olan topluma (mahiyetini anlamak için) baktığımızda görürüz ki; o zaman Medine'de üç cemaat/topluluk vardı. Birincisi; Muhacir ve Ensardan oluşan müslümanlar ki, onlar çoğunluktaydılar. İkincisi; müşriklerdir ki, onlar Evs ve Hazreç kabilesinden müslüman olmayanlardan oluşmaktaydı. Bunlar, Medine ehli arasında azınlıktaydılar. Üçüncüsü; Yahudilerdi ki, onlar dört kesimden oluşuyorlardı. Onların bir kesimi, Medine içindeydi. Diğer üç kesimi ise, Medine dışındaydı. Medine içinde olanlar, Benu Kaynuka isimli kabileydi. Medine dışında olanlar, Benu Nadir, Hayber Yahudileri ve Benu Kurayza'dır.
İslâm'dan önce Yahudiler, Medine'deki toplumdan kopuk ayrı bir toplum idiler. Onların fikirleri ayrı, duyguları ayrı, meselelerini çözdükleri çareler, nizamları ayrıydı. Onun için Medine'de bulunmaları ve ona yakın olmalarına rağmen,Yahudiler Medine'deki toplumun bir parçası olarak itibar edilmezlerdi.
Müşriklere gelince; onlar azınlıktaydılar. Medine'yi kapsayan İslâmî atmosfer, onları tamamen kuşatmış, tesirsiz hale getirmişti. Onun için onların, alâkalarında İslâm fikirleri, İslâmî duygular ve İslâm nizamı önünde (İslâm'ı benimsememiş olsalar dahi) boyun bükmeleri kaçınılmaz bir işti.
Muhacirlere ve Ensar'a gelince; İslâm akidesi onları bir araya toplamış, İslâm da onları birbirine kaynaştırmıştı. Bunun için onların fikirleri tek, duyguları tekti. Alâkalarının İslâm'la tanzimi ise apaçık ve zaten zaruri bir işti.
Onun için Resul (sas), onların aralarında İslâm akidesi üzerine alâkalar kurmaya başladı. Allah için ikişer ikişer kardeş olmaları için onları çağırdı. Bu kardeşliğin, onların muamelelerinde, mallarında ve diğer işlerinde belli bir etkinliği vardı. Böylece Resulullah,müslümanlar arasında kardeşliği oluşturdu.
Buna göre Resulullah ve Ali b. Ebî Talib iki kardeş oldular. Resulullah'ın amcası Hamza ile Resulullah'ın azadlısı Zeyd iki kardeş oldular. Ebu Bekir ile Hârice b. Zeyd iki kardeş oldular.
Resulullah (sas), Muhacir ve Ensar arasında da kardeşliği oluşturdu. Buna göre meslâ; Ömer b. Hattab ile İtban b. Malik el-Hazrecî iki kardeş oldular. Talha b. Ubeydullah ile Ebu Eyyûb el-Ensarî iki kardeş oldular. Abdurrahman b. Avf ile Sa'd b. Rebî iki kardeş oldular.
Bu kardeşlik müessessesi maddî yönden çok tesirli oldu. Zira Ensar, Muhacir kardeşlerine ikram ve cömertliklerini zaten ortaya koymuşlardı. Bu kardeşlik müessesesi bunu daha da kuvvetlendirmiş, te'kid etmiştir. Böylece Ensar; mallarını, yiyeceklerini Muhacir kardeşlerine verdiler, dünyevî ihtiyaçlarında onlara ortak oldular.
Muhacirlerden tüccarlar ticarete, ziraatçılar ziraata, herkes kendi işine yöneldi. Tüccarlar ticaretle meşgul olmaya başladılar. Meselâ; bunlardan birisi olan Abdurrahman b. Avf, tereyağı ve peynir alıp satmaya başladı. Abdurrahman'ın dışındaki birçok kişi onun yaptığı işi yapıyordu. Onlar ticaretlerinde ikramda bulundular. Çünkü onlar, ticaret işlerinde becerikli, mâhir idiler.
Ticaretle ilgilenmeyenlere gelince ki onların aralarında Ebu Bekir, Ömer ve Ali b. Ebu Talib ve diğerleri vardı. Onların hepsi Ensar'ın kendilerine bağışladığı arazilerde ziraatla meşgul oldular. Nitekim Resul (sas) buyurmuştu ki:
"Kimin arazisi varsa onu işletsin ya da onu kardeşine bahşetsin." (Buhari, K. Mezara’at, 2172)
Böylece onların hepsi de kuvvetlerini toplamaya çalıştılar. Fakat orada ufak bir cemaat vardı ki onların ellerinde mal yok,barınacak mekan yok ve çalışacak iş bulamıyorlardı. Onlar fakru zaruret içindeydiler. O kişiler, Muhacirlerden ve Ensardan değillerdi. Onlar, Medine'ye gelip müslüman olmuş bedevî Araplardı. Resul (sas), onlara ilgi gösterip mescidin suffasını (kapalı bir kısmını) onlar için ayırdı. Orada geceliyorlar, oraya sığınıyorlardı. Onun için onlar "ehli suffa" olarak isimlendirildiler. Allah'ın kendilerine güzel rızık olarak vermiş olduğu Ensar'ın, Muhacirlerin ve diğer müslümanların mallarından onlara yiyecekler veriliyordu.
Böylece Resul (sas), müslümanların toptan istikrarlı bir halde kalmalarını, müslümanlar arasındaki alâkaların sağlam bir esas üzerinde olmasını sağladı. Böylelikle Resul (sas) Medine'de toplumu sabit bir esas üzerine kurdu. Bu toplum, küfrün karşısında duruyordu. Yahudi ve münafıkların desiseleri/entrikaları karşısında sabit ve yek vücud halinde kalmaya devam ediyordu. Resul (sas), bu toplum ve bu birlikten dolayı mutmain (huzurlu) oluyordu.
Müşriklere gelince; İslâm'ın hakimiyeti karşısında boyun bükmek zorunda kalmışlar, zaafa uğramışlardı. Daha sonra varlıkları tamamen yok oldu. Onun için toplumun oluşumunda onların bir etkisi yoktu.
Yahudilere gelince; onlar İslâm'dan önce ayrı bir toplum idiler. İslâm'dan sonra İslâmî toplum ile onların toplumu ve müslümanlarla onlar arasındaki ayrılık gittikçe daha da arttı. Onlarla müslümanlar arasında belli bir esas üzerine alâkaların kurulması kaçınılmaz oluyordu. Onun için Resul (sas), onlara karşı müslümanların durumunu ve onların müslümanlara olan alâkalarında uymak zorunda oldukları şeyleri de onlar için belirleyip açıkladı.
Nitekim Resulullah (sas) Muhacirlerle Ensar arasını birleştirmek için bir yazılı metin hazırladı. Bu metinde (yazıda) Yahudileri de zikretti ve onlar üzerine bazı şartlar koydu. Bu yazı, içinde müslümanların birbirleriyle ve kendilerine tabi olanlarla olan alâkaların belirlenip tahdid edilmesinden sonra Yahudi kabileleri ile müslümanlar arasında alâkaları da belirleyen bir programdı. Nitekim bu yazı, Resulullah'ın şu sözüyle başlıyordu:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu kitap (yazı), Nebî Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü'minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler içindir. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmettirler."
Sonra müslümanların aralarındaki alâkalarında uymak zorunda oldukları hususlar zikrediliyor ve mü'minlerin alâkalarından bahsederken bir ara Yahudiler de zikrediliyor. Şöyle ki:
"Hiç bir mü'min, bir kâfir için mü'mini öldüremez ve bir mü'min aleyhine hiç bir kâfire yardım edemez. Allah'ın zimmeti (himaye ve teminatı) bir tektir. (Mü'minlerin) en zayıflarından birinin (himayesi) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zira mü'minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (sahibi, dostu, kardeşi) durumundadırlar. Yahudilerden bize tabi olanlar için bizden onlara yardım ve destek vardır. Zulme uğramıyacak ve onlara muarız olanlarla yardımlaşılmayacaktır. Mü'minlerin barış anlaşması (sulh) birdir. Hiç bir mü'min, Allah yolunda girişilen bu harbde, diğer mü'minleri hariç tutarak bir sulh antlaşması akdedemez. Bu sulh, ancak onlar (mü'minler) arasında umumiyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır."
Bu metinde zikredilen Yahidilerden maksat çevredeki Yahudi kabileleri değildir. Fakat onlardan maksat, İslâm Devleti'nin tebası olmayı kabullenmiş herkestir. İslâm Devleti'nin tebası olmayı kabullenen kişi, devletin koruması ve müslümanlarla olan ilişkilerinde eşitlik haklarına sahip olur. Çünkü o, o zaman zımmî olur.
Bu yazının kapsamında olan Yahudi kabilelerine gelince; mü'minlerin alâkaları hakkındaki bahis bittikten sonra diğer kısımda onlar, kabilelerinin isimleriyle zikredilmektedir. Benî Avf Yahudileri, Benî Neccar Yahudileri gibi. Onların İslâm Devleti'yle olan alâkalarında uymak zorunda oldukları şartlar zikredilerek belirtilmektedir.
Bu yazıda geçen naslar (ifadeler) açıkca gösteriyor ki; müslümanlarla Yahudiler arasındaki alâka, hüküm vermekte, İslâm'a baş vurma esası üzerine (yani İslâm'ın hakimiyeti esası üzerine) ve İslâm Devleti'nin otoritesi önünde boyun büktüren bir esas üzerine ve Yahudileri İslâm Devleti'nin maslahatının gerektirdiğine bağımlı kılan bir esas üzerine kurulmuştur. Nitekim yazının metninde bir çok ifadeler buna delâlet etmektedirler. Bunlardan bir kaçı şöyledir:
1-) Yahudilere sığınmış olan kimseler bizzat Yahudiler gibi mülahaza olunacaklardır. Bunlardan hiç bir kimse Muhammed'in müsaadesi olmadan çıkmayacaklardır.
2-) Medine'nin içi bu sahifenin (yazının) gösterdiği kimseler için haramdır (mukaddes bir yerdir).
3-) Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler arasında fesadından korkulan toplu kavga ve çekişme vakıalarının Allah ve Resulü Muhammed'e götürülmeleri gerekir.
4-) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar himaye altına alınmayacaklardır.
İşte Resul (sas), Medine civarındaki Yahudi kabilelerini uymak zorunda bırakan, zelil kılan böyle bir yazı (kitab) tahdit etti, belirledi. Onlar üzerine şart koydu ki, onlar Resul'ün izni olmaksızın yanı İslâm Devleti'nin izni olmaksızın Medine'den dışarı çıkamıyacaklardır. Onlara harb çıkararak ya da harb çıkaranlara yardımcı olarak Medine'nin hurmetini kutsallığını/saygınlığını bozmalarını, Kureyş'ten birisini ve onlara yardım edenleri himayelerine almalarını yasaklamıştır. Ve bu kitapta (yazıda) zikredilenler arasında vukuu bulacak herhangi bir ihtilafta Resulullah hüküm verecektir.
Bu yazıda zikredilen Yahudiler, bu yazının içindeki şartları kabul edip razı olmuşlar ve altını imzalamışlardır. Onlar; Benî Avf Yahudileri, Benî Neccar Yahudileri, Benî Hâris Yahudileri, Benî Sâide Yahudileri, Benî Cuşem Yahudileri, Benî Evs Yahudileri, Benî Sâ'lebe Yahudileridir. Bu sahife ya da yazının imzalanmasına Yahudilerden Benî Kureyza, Benî Nadir ve Benî Kaynuka katılmamışlardır. Fakat çok geçmeden onlar da Nebî (sas) ile kendi aralarında anlaşmayı ihtiva eden bu sahifeye benzer bir sahifeyi imzalamışlardır. Bu sahifede zikredilen şartların aynısını onlar da kabul edip imzalamışlardır.
Bu sahifelerin (yazıların) imzalanmasıyla Resulullah (sas), genç İslâm Devleti'ndeki alâkaları sabit esas üzerine kurarak pekiştirmiştir. Bu devletle çevredeki Yahudi kabileleri arasındaki alâkaları da açık bir esas üzerine kurmuştur ki o da, o alâkalarda İslâm'ın hakim olmasıdır.
Böylece Resul (sas), İslâmî toplumun kurulmasından huzur duydu. Ve komşu Yahudilerin saldırısı ve ihanetlerinin önlenmesinden de emin oldu. Ondan sonra İslâmi Davetin yolundaki maddî engelleri ortadan kaldırmak için savaş hazırlıklarını yapmaya başladı.