TILSIMLI TESTİ
TILSIMLI TESTİ
Eski zamanda İsmail Dede ile ihtiyar eşi Fatma nine bir akşam evlerinin önünde güzel ve huzur veren güneşin batışını seyrederek oturuyorlardı.
Akşam yemeklerini yemişler ve yatmadan önce sakin ve rahat bir saat geçirmek niyetinde diler. İneklerden, arılarından kulübelerinin
duvarlarına sarılan ve üzerindeki üzüm salkımları kızarmaya başlayan askılardan bahsediyorlardı. Akşamın serinliği ile çocuklarının şen sesleri ve yakın köylerdeki köpeklerin havlamaları gittikçe artıyordu.
Nihayet karı-koca birbirinin seslerini artan gürültüden dolayı güç
işitmeye başladılar. İsmail Dede:
''Yahu! Zannederim ki zavallı bir yolcu köyümüzde misafir olmak
istiyor. Fakat komşu köylüler onu kabul edip ikram sunacaklarına, her zaman yaptıkları gibi köpeklerini ona karşı kışkırtıyorlar.'' Fatma:
''Ah! Şu köylüler diğer insanlara karşı biraz iyiliksever olsalar ne
olur? Çocuklarını da kendileri gibi yetiştiriyorlar ve çocuklar
misafirleri, yolcuları taşladıkları zaman onların başlarını
okşuyorlar''.
İsmail Dede beyaz saçlı başını sallayarak “o çocuklardan hayır gelmez. Doğrusunu istersen bu hallerini değiştirmezlerse bütün köy halkının başına bir felaket gelecek. Fakat sen ve ben Allah'ın bize verdiği bir dilim ekmeği ihtiyacı olan herhangi bir fakir yolcu ile paylaşmaya hazır olalım.
Evet kocacığım dedi Fatma Nine, biz hep böyle yapalım.”
Biraz sessizlikten sonra İsmail Dede dedi:
-Köpeklerin hiçbir akşam bu kadar çok havladıklarını duymadım. Karısı Fatma cevap verdi:
-Ben de çocukların terbiyesizliğini görmedim. Gürültü yaklaştıkça
ihtiyar karı-koca başlarını sallayarak birbirlerine bakıyorlardı.
Nihayet evlerinin bulunduğu küçük yokuşun başında iki yolcunun
yaklaşmakta olduğunu gördüler. Bir kaç azgın köpek havlayarak onları takip ediyor, daha geride birçok arsız çocuk bütün kuvvetleriyle yolcuları taşlıyorlardı. Yolculardan biri ihtiyar diğeri ise gençti.
Zayıf olmakla beraber hareketli görünen genç bir iki defa dönerek
köpekleri kovaladı. Uzun boylu ve yaşlı olan arkadaşı sakince yürüyor, sanki köpek sürüsünün ve onu takip eden çocukların varlığını bile umursamıyordu. İki yolcu da fakir gibi giyinmişlerdi. Bir gece yatacakları yerin ücretini verecek kadar bile paraları yok gibi görünüyordu. Şüphesiz köylülerin çocuklarını, köpeklerini bunlara karşı kışkırtmaları ve kötü davranmaları bu yüzdendi. İsmail Dede karısına:
-Haydi gidip şu zavallı yolcuları karşılayalım. Yokuşu çıkmağa bile
güçleri yok gibi görünüyor, dedi.
-Sen git karşıla ben de onlara yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Bir
kase sıcak süt ve biraz ekmek onlara çok iyi gelir. Böyle diyerek eve girdi. İsmail Dede yabancıları karşılayarak neşeli ve tatlı bir sesle:
-Hoş geldiniz yolcular. Sefalar getirdiniz! dedi. Yolculardan genç
olanı, yorgunluğuna ve kuvvetsizliğine rağmen neşeli ve şen bir
tavırla:
-Teşekkür ederiz, dedi.
İsmail Dede genci böyle şen ve neşeli gördüğüne memnun oldu. Bu
yolcunun hal ve tavrına bakınca onun bütün gün yürümekten yorulmuş ve diğer köylerden kötü muamele gördüğüne inanılamazdı. Oldukça tuhaf bir tarzda giyinmişti. Başında, kenarları kulaklarının üzerinden taşan bir başlık vardı. Bir yaz akşamı olduğunu halde geniş kaputa sımsıkı sarılmıştı. Belki altında elbisenin eski olduğunu göstermemek için böyle yapıyordu. İsmail Dede; ayakkabılarının da acayip olduğunu fark
etti. Fakat ortalık iyice karardığından ve ihtiyar pek de iyi
görmediğinden o acayipliğin neden kaynaklandığını anlayamadı. Herhalde garip bir şey vardı. Yolcu o kadar hareketli ve çevik idi ki bazen ayakları kendiliğinden yerden kesiliyor, bazen de yerinde duramıyordu.
İsmail Dede yolcuya:
-Ben de genç iken çevik idim. Fakat akşama doğru ayaklarım ağırlaşırdı, dedi.
Yolcu:
-İnsana iyi bir baston çok işe yarar. Görüyorsunuz ya bastonum çok
iyidir, dedi. Hakikatten gencin bastonu İsmail Dedenin bugüne kadar gördüğü bastonların en acayibiydi. Baston zeytin ağacından olup tepesinde de bir çift kanadı andıran bir şey vardı. Üzerine, adeta canlı ve birbirine sarılıp kıvrılmış gibi görünen iki yılan usta bir şekilde oyulmuştu. İsmail Dede bir şey sormaya vakit bulamadan yolcuların yaşlısı onunla konuşarak o acayip bastonu ona unutturdu. Ve derin bir sesle:
-Bundan çok eski zamanda şimdiki köyün bulunduğu yerde bir göl yok muydu? diye sordu. İsmail Dede böyle bir şey bilemediğinden:
-'Benim zamanımda da yoktu. Görüyorsunuz ki ben ihtiyarım. Burada daima tarlalar, çayırlar, büyük ağaçlar ve derede çok güzel şekilde şırıldayan akan bir ırmak var. Babam, babamın babası da burayı böyle gördüler. Bildiğim şu dur ki: Ben gittikten sonra da böyle olacaktır, cevabını verdi. Yabancı, koyu, sık, kıvırcık saçlarını titreten baş sallaması ve sert bir sesle:
-Bunu kimse bilemez, mademki şu köy halkı şefkat, merhamet ve iyilik denilen şeyleri unutmuşlar. Evlerinin yerinde gölün tekrar çıkması daha iyi olur, dedi. Yolcunun bu sert çıkışından ve sinirli halinden İsmail Dede korktu. Yolcu yüzünü ekşittiği zaman ortalık sanki daha da karardı. Başını salladığında gökte gök gürültüsü gibi bir şey hissedildi. Bunun üzerine ihtiyarın korkusu arttı. Fatma Nine yemeği hazırlarken eve varan yolcular ile İsmail Dede dostça sohbet ediyorlardı. Gence:
-''Hey genç dostum, ismin nedir'' diye sorunca, genç:
-örüyorsunuz ya çok çeviğim. Bana Çevik dersen bu isim pek fena
olmaz. İsmail Dede ''çevik mi, çevik mi? diye söylenerek yabancıya
bakıyor,'' acaba benimle alay mı ediyor'' diye düşünüyordu.
-Ne kadar acayip bir isim! Arkadaşının ismi nedir? Onun adı da böyle tuhaf bir şey mi? Dedi.
Çevik, garip ve anlaşılmaz bir tavır ile:
-Onun gök gürültüsünde sor, başka hiçbir ses kuvvetli değildir,
cevabını verdi. Bu esnada Fatma Nine yemeği hazırlamıştı. O da
kapısına gelerek misafirlerinin önüne koyacağı yoksul sofrası için
TILSIMLI TESTİ
Eski zamanda İsmail Dede ile ihtiyar eşi Fatma nine bir akşam evlerinin önünde güzel ve huzur veren güneşin batışını seyrederek oturuyorlardı.
Akşam yemeklerini yemişler ve yatmadan önce sakin ve rahat bir saat geçirmek niyetinde diler. İneklerden, arılarından kulübelerinin
duvarlarına sarılan ve üzerindeki üzüm salkımları kızarmaya başlayan askılardan bahsediyorlardı. Akşamın serinliği ile çocuklarının şen sesleri ve yakın köylerdeki köpeklerin havlamaları gittikçe artıyordu.
Nihayet karı-koca birbirinin seslerini artan gürültüden dolayı güç
işitmeye başladılar. İsmail Dede:
''Yahu! Zannederim ki zavallı bir yolcu köyümüzde misafir olmak
istiyor. Fakat komşu köylüler onu kabul edip ikram sunacaklarına, her zaman yaptıkları gibi köpeklerini ona karşı kışkırtıyorlar.'' Fatma:
''Ah! Şu köylüler diğer insanlara karşı biraz iyiliksever olsalar ne
olur? Çocuklarını da kendileri gibi yetiştiriyorlar ve çocuklar
misafirleri, yolcuları taşladıkları zaman onların başlarını
okşuyorlar''.
İsmail Dede beyaz saçlı başını sallayarak “o çocuklardan hayır gelmez. Doğrusunu istersen bu hallerini değiştirmezlerse bütün köy halkının başına bir felaket gelecek. Fakat sen ve ben Allah'ın bize verdiği bir dilim ekmeği ihtiyacı olan herhangi bir fakir yolcu ile paylaşmaya hazır olalım.
Evet kocacığım dedi Fatma Nine, biz hep böyle yapalım.”
Biraz sessizlikten sonra İsmail Dede dedi:
-Köpeklerin hiçbir akşam bu kadar çok havladıklarını duymadım. Karısı Fatma cevap verdi:
-Ben de çocukların terbiyesizliğini görmedim. Gürültü yaklaştıkça
ihtiyar karı-koca başlarını sallayarak birbirlerine bakıyorlardı.
Nihayet evlerinin bulunduğu küçük yokuşun başında iki yolcunun
yaklaşmakta olduğunu gördüler. Bir kaç azgın köpek havlayarak onları takip ediyor, daha geride birçok arsız çocuk bütün kuvvetleriyle yolcuları taşlıyorlardı. Yolculardan biri ihtiyar diğeri ise gençti.
Zayıf olmakla beraber hareketli görünen genç bir iki defa dönerek
köpekleri kovaladı. Uzun boylu ve yaşlı olan arkadaşı sakince yürüyor, sanki köpek sürüsünün ve onu takip eden çocukların varlığını bile umursamıyordu. İki yolcu da fakir gibi giyinmişlerdi. Bir gece yatacakları yerin ücretini verecek kadar bile paraları yok gibi görünüyordu. Şüphesiz köylülerin çocuklarını, köpeklerini bunlara karşı kışkırtmaları ve kötü davranmaları bu yüzdendi. İsmail Dede karısına:
-Haydi gidip şu zavallı yolcuları karşılayalım. Yokuşu çıkmağa bile
güçleri yok gibi görünüyor, dedi.
-Sen git karşıla ben de onlara yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Bir
kase sıcak süt ve biraz ekmek onlara çok iyi gelir. Böyle diyerek eve girdi. İsmail Dede yabancıları karşılayarak neşeli ve tatlı bir sesle:
-Hoş geldiniz yolcular. Sefalar getirdiniz! dedi. Yolculardan genç
olanı, yorgunluğuna ve kuvvetsizliğine rağmen neşeli ve şen bir
tavırla:
-Teşekkür ederiz, dedi.
İsmail Dede genci böyle şen ve neşeli gördüğüne memnun oldu. Bu
yolcunun hal ve tavrına bakınca onun bütün gün yürümekten yorulmuş ve diğer köylerden kötü muamele gördüğüne inanılamazdı. Oldukça tuhaf bir tarzda giyinmişti. Başında, kenarları kulaklarının üzerinden taşan bir başlık vardı. Bir yaz akşamı olduğunu halde geniş kaputa sımsıkı sarılmıştı. Belki altında elbisenin eski olduğunu göstermemek için böyle yapıyordu. İsmail Dede; ayakkabılarının da acayip olduğunu fark
etti. Fakat ortalık iyice karardığından ve ihtiyar pek de iyi
görmediğinden o acayipliğin neden kaynaklandığını anlayamadı. Herhalde garip bir şey vardı. Yolcu o kadar hareketli ve çevik idi ki bazen ayakları kendiliğinden yerden kesiliyor, bazen de yerinde duramıyordu.
İsmail Dede yolcuya:
-Ben de genç iken çevik idim. Fakat akşama doğru ayaklarım ağırlaşırdı, dedi.
Yolcu:
-İnsana iyi bir baston çok işe yarar. Görüyorsunuz ya bastonum çok
iyidir, dedi. Hakikatten gencin bastonu İsmail Dedenin bugüne kadar gördüğü bastonların en acayibiydi. Baston zeytin ağacından olup tepesinde de bir çift kanadı andıran bir şey vardı. Üzerine, adeta canlı ve birbirine sarılıp kıvrılmış gibi görünen iki yılan usta bir şekilde oyulmuştu. İsmail Dede bir şey sormaya vakit bulamadan yolcuların yaşlısı onunla konuşarak o acayip bastonu ona unutturdu. Ve derin bir sesle:
-Bundan çok eski zamanda şimdiki köyün bulunduğu yerde bir göl yok muydu? diye sordu. İsmail Dede böyle bir şey bilemediğinden:
-'Benim zamanımda da yoktu. Görüyorsunuz ki ben ihtiyarım. Burada daima tarlalar, çayırlar, büyük ağaçlar ve derede çok güzel şekilde şırıldayan akan bir ırmak var. Babam, babamın babası da burayı böyle gördüler. Bildiğim şu dur ki: Ben gittikten sonra da böyle olacaktır, cevabını verdi. Yabancı, koyu, sık, kıvırcık saçlarını titreten baş sallaması ve sert bir sesle:
-Bunu kimse bilemez, mademki şu köy halkı şefkat, merhamet ve iyilik denilen şeyleri unutmuşlar. Evlerinin yerinde gölün tekrar çıkması daha iyi olur, dedi. Yolcunun bu sert çıkışından ve sinirli halinden İsmail Dede korktu. Yolcu yüzünü ekşittiği zaman ortalık sanki daha da karardı. Başını salladığında gökte gök gürültüsü gibi bir şey hissedildi. Bunun üzerine ihtiyarın korkusu arttı. Fatma Nine yemeği hazırlarken eve varan yolcular ile İsmail Dede dostça sohbet ediyorlardı. Gence:
-''Hey genç dostum, ismin nedir'' diye sorunca, genç:
-örüyorsunuz ya çok çeviğim. Bana Çevik dersen bu isim pek fena
olmaz. İsmail Dede ''çevik mi, çevik mi? diye söylenerek yabancıya
bakıyor,'' acaba benimle alay mı ediyor'' diye düşünüyordu.
-Ne kadar acayip bir isim! Arkadaşının ismi nedir? Onun adı da böyle tuhaf bir şey mi? Dedi.
Çevik, garip ve anlaşılmaz bir tavır ile:
-Onun gök gürültüsünde sor, başka hiçbir ses kuvvetli değildir,
cevabını verdi. Bu esnada Fatma Nine yemeği hazırlamıştı. O da
kapısına gelerek misafirlerinin önüne koyacağı yoksul sofrası için