Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tevekkül Tembellik Değildir (1 Kullanıcı)

akrep1

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Eyl 2006
Mesajlar
13
Tepki puanı
0
Puanları
0
TEVEKKÜL TEMBELLİK DEĞİLDİR



Tevekkül, Allah’a güvenmek, O’nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanmak ve alınması gereken bütün tedbirleri almak manasına gelir.

Tarifinden de anlaşılacağı gibi tevekkül, müminin işlerinde tüm zahirî sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması ama gönlünü bunlara bağlamayıp, sadece Allah’a dayanmasıdır.

Tevekkül hiçbir zaman çalışmayı ve sebeplere sarılmayı terkedip -Allah’ın dediği olur- diyerek bir kenara çekilmek değildir. Nitekim Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz, devesini salıvererek Allah’a tevekkül ettiğini söyleyen birine, “onu bağla da öyle tevekkül et” buyurmuştur.

Yaratılmış olanların bütün fiilleri ve halleri Yüce Mevlâ’nın takdiri ile meydana gelir. Onun için dinimiz, alınması gereken bütün tedbirleri aldıktan sonra sadece Allah’a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder.

Cenabı Mevlâmız ayet-i kerimede “Müminlere düşen, sadece Allah’a dayanıp güvenmeleridir” (Âli İmran, 122) buyurur.

Tevekkül kalbin yapacağı bir iştir ve kişinin imanından kaynaklanır. Öğrenilmesi güç, yapması ise daha güçtür. Zira dinimizin haber verdiği tevekkülün hem dine, hem akla hem de tevhide uyacak şekilde anlaşılması gerekmektedir. Bu ise akla ait bilgilerle, dinin ve tevhidin doğru öğrenilmesi, tam anlaşılması ve günlük hayatta doğru olarak tatbik edilmesiyle mümkün olabilir.

Bazı yanlış düşünenlerin zannettikleri gibi tevekkül her işi oluruna bırakıp bir şey yapmamak; mesela maişet için uğraşmamak, hasta olunca ilaç içmemek, dinini öğrenmek için çalışmamak demek değildir. Rabbimiz, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için tedbir almayı, çocuk sahibi olmak için evlenmeyi, hasta olunca ilaç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. İstenilen şeylere kavuşabilmek için sebepleri adeta bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hasıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapatarak pencereden atılmasını istemeye benzer ki, bu akla ve dine uygun birşey değildir.

Mevlâmız, insanların ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebeplere yapışma kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapatmak uygun olmaz. Kulun vazifesi o kapıya giderek talep edip beklemektir. Sonrasını Rabbi bilir.

Bilindik bir misalle konuyu izah edelim: Çiftçi önce tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayıp zararlı bitkilerden arındıracak ve ilaçlayarak, gübresini verecek, bütün bunları yaparken ve yaptıktan sonra iyi ürün vermesi için Rabbi’ne dua ederek O’na güvenip dayanacak, sonucu O’ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirini yapmadan ‘kader ne ise o olur’ tarzında bir anlayış, tembellik ve miskinliktir. Bu ise Müberra Dinimiz’in tevekkül anlayışı ile kesinlikle bağdaşmaz.

Tevekkül, insan için manevi bir destektir, güçtür. Kaza ve kadere hakiki manada inananların gam ve kederi olmaz; bunlara iman eden sabırlı olur. Elinde olmayan sebeplerden dolayı karşılaştığı felaket ve musibetler karşısında bunalıma düşmez. ‘Mevlâ’nın takdiridir’ der, sabreder. Hatası yüzünden başına gelenler için de pişmanlık duyar, tevbeye sarılır, Mevlâ’ya sığınır ve O’ndan yardım talep eder; asla ümitsizliğe düşmez.

Sebeplere sarılmanın Cenab-ı Mevlâ’ya dayanıp güvenmeye, o güvenin de sebeplere sarılmaya mani olmadığını belirtmiştik. Nitekim Cenab-ı Bâri ayet-i kerimede şöyle buyurur: “...iş hususunda istişarede bulun, karar verip azmettiğin vakit de Allah’a tevekkül et. O, tevekkül edenleri sever.” (Âli İmran, 159)

Fahr-i Cihan s.a.v., tevekkül hususunda da en güzel bir örnektir. O, her işte kendisine düşenleri yaptıktan sonra Allah’a tevekkül etmiştir.

Bir kimse, ilâhi takdir böyleymiş diye herhangi bir günahı işlemeyi meşru göremez. Çünkü Cenab-ı Hak bizlere akıl vermiş, her şeyin ölçüsünü de bildirmiştir. İnsana gereken, her an ilâhi ölçüler dahilinde iradesini iyi kullanıp güzel kararlar vermesi, hadiselerin sonu için de tevekkül etmesidir.

Dinimizin emrettiği tevekkül, çok büyük bir ahlâki meziyet olmasının yanı sıra, sahibinin imanını kuvvetlendiren bir haslettir.

Tevekkül, ehil olmayanlar tarafından tembellikle karıştırılır. Oysa dinimiz çalışmayı emreder. Hz. Ebu Bekir r.a.’ın, halifeliğinin yanı sıra ayrıca çalıştığını; İmam-ı Azam rh.a.’in ticaretle meşgul olduğunu bilmeyen yoktur.

O halde tevekkül ediyoruz diye tembellik eden, yemeden içmeden kesilen, sebepsiz yere evlenmeyi terk eden insanların hallerini dervişlik sanmak, bunu İslâm’a yamamaya çalışmak, en azından büyük bir cehalettir.

Birçok müslümanın gaflete düştüğü bir durum da, din ve dünya işlerini birbirinden ayrı iki farklı alan olarak görmeleridir. Gerçekte ise her iş, mübah, müstehab, helal, haram gibi bir hükümle dinimizin tanımladığı bir çerçeve içine girer. Buna göre, yapıp ettiğimiz hiçbir şey mükâfat veya hesaptan uzak değildir.

Demek ki dünya işi diye terkettiğimiz işlerimizi ibadet şuuru ile sadece Rıza-i Bâri için yaparsak ibadet sevabı alırız. Bunun aksi söz konusu olsaydı İslâm tarihi bu kadar zengin, bu kadar hareketli ve sanat birikimi ile dolu olur muydu?

Gerçek tevekkül ehlinde, tevekkülden önce bir talep vardır. Bu talebi görenler, onun için ‘tevekkülsüz insandır’ zannına kapılabilirler. Çünkü o, sorguda hesaptan korkar. İster ki, ‘niye şu tedbiride almadın’ diye sorulmasın. Bu durum Kur’an-ı Kerimde şöyle ifade edilir: “...tedbiri elden bırakmayın...” (Nisa, 102) Tedbirden sonrası ise tam bir teslimiyet ve rızadır. Tevekkül eden kişi bilir ki, o çok merhametli olan Rabbi kendisi hakkında en hayırlısı olanı verecektir.

Dinimizin emrettiği tevekkülü iyi anlayamayanlar ya da İslâmiyet’e düşmanlık yapanlar, tevekkülün geriliğe, tembelliğe, çeşitli fenalıklara sebep olduğunu ileri sürüyorlar. Bundan kurtulmak için de insanın itimad-ı nefs dediğimiz yalnız kendine güvenme halini tavsiye ederler. Halbuki yalnız başına itimad-ı nefs, dinimizde bildirilen tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir haldir. Ayrıca bencilliğe ve kendini beğenmeye yol açar.

Tevekkülde başkasının yardımına güvenmeyip yalnız Allah’a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, nefse itimattan beklenilen kuvvetten kat kat fazla kuvvet hasıl olmaktadır. İslâm’ın aleyhinde bulunanların tevekkülü kötülemeleri bunu anlayamadıklarındandır. Çünkü tevekkül eden kimse Allah’a güvenip kendisi boş oturacak değildir. O hem bütün kuvvetiyle çalışmaktadır, hem de kazancını kendinden bilmek gibi bir bencilliğe düşmemektedir. Bu haliyle tevekkül, itimad-ı nefsden beklenileni daha edepli ve daha kıymetli olarak temin etmektedir. Demek ki tevekkül müslümanlarda bir zaaf hali değil, aksine bir kuvvettir.

Rabbimiz bizden Zat-ı Sübhanî’sine dayanıp güvenmemizi emrediyor ve bekliyor. Önemli olan işte budur. Bu açıdan bakıldığında tevekkül, iman ve teslimiyetin bir ifadesidir. Teslim olan nefs, Allah’ın kuvvet ve kudretinden başka bir kuvvet, O’nun rızasından başka bir rıza gözetmeyendir. Yani tevekkül, taşıdığı mana itibariyle bizleri çepeçevre sarmakta, her an ilâhi iradenin muhasebesini nefslerimizde hissetmeyi beraberinde getirmektedir.

Özet olarak, tevekkül müslümanların imanlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, O’ndan razı kimsedir. Fakat nasıl kadere inanmak tembelliği, herşeyden el-etek çekmeyi gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek mütevekkil çalışmadan kazanılmayacağını, ekmeden biçilmeyeceğini, amelsiz cennete girilmeyeceğini, ihlâsla ibadet ve taatte bulunmadan Allah’ın rızasına erişilmeyeceğini bilen kimsedir.

Rabbimiz bizleri hakiki mütevekkillerden eylesin.

Rabimizin tevfik ve inayeti ile...

Mübarek Erol
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar


1- Tembellik etmemek: Bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca ötedenberi bilinen ve başvurulan sebepler, tedbirler ve çareler ne ise, onları tatbik etmek vâciptir. Çünkü Allah-ü Teâlâ bu âlemde herşeyin, her hâdisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çârelerin uygulanmasına bağlamıştır. Buna "tesbîb hikmeti" denir. Yâni birşeyin yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir diye Allah, bir düzen koymuştur. O`nun âdeti hep bu şekilde devam etmektedir. Allah`ın âdetinde de değişiklik olmayacağından; olumlu veya olumsuz, istediğini bulmak için, insanın sebeplere dikkat etmesi, kendine düşeni yerine getirmesi gerekmektedir.
Sebeplere sarılmadan Allah`a güvenmeye tevekkül değil, "ittikâl" denebilir. Kelime, Arapçadaki mânâsı itibariyle pasifliği anlatır ve bu, yerilen bir durumdur. Onun için Resûlullah (s.a.v.) "Lâilâhe illallâh diyen herkes Cennet`e girecektir." deyince Hz. Ömer (r.a.): "Ey Allah`ın Resûlu, bunu halka söylemeyelim; ittikâl ederler." demişti ki; sebeplere sarılmadan ve Allah`ın diğer emirlerini yerine getirmeden Cennet`e girmeyi ümit ederler demektir. Bu konuyu belki de en güzel açıklayan Resûlullah Efendimizdir. "Devemi bırakıp tevekkül edeyim." diyene "Bağla da öyle tevekkül et." buyurmuşlardır.21
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Bakara Suresi 60. ayetin tefsirinde sebeplerin önemi hakkında şahsen benim çok anlamlı bulduğum bir tesbit yapmaktadır. Ayet-i Kerîme şöyledir: "Hani bir zamanlar Musa kavmi için su istemişti, biz de: "Asânla taşa vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı..." Elmalılı Merhum burada şunları söylüyor: "Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak`tan su diliyor, yağmur duasına çıkıyor. Cenab-ı Allah da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük harikulade bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları`nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilâhî inâyetine açık bir belge bahşediyor. Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân ile taşa vur!" diyor. Demek ki, o sırada Hz Musa, farzedelim bu ilahi emre derhal uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?" gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nimet teclli etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de boşa çıkacaktı. O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kâdir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir manevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi sebep olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. İlham olunan maddi sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor. Böylece hidayet bürhanı tamamıyla tecellî ediyor... Hakikaten Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz... Hak Teâlâ`nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ`ya yürekten ve ihlas ile dua etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve Rahmânî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır.22
Sebeplere sarılmakla ilgili olarak İmam Gazâlî de şöyle demiştir: "İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında tesiri kesin olan veya tesir ihtimâli yüksek olan sebepleri bırakmak tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye evin kapısını kilitlemek, tehlikeli yerde silah taşımak, düşmandan sakınmak tevekküle mani değildir."23
Sebepleri ihmâl etmek, üzerine düşen görevi yapmamak kısacası tembellik etmek, bir bakıma Allah`ın koyduğu tesbîb hikmetini görmemezlikten gelmekle beraber, göz göre göre kendisini câhilliğin, hastalığın, fakirliğin dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır.
Eğer kişi, bu bahsettiğimiz şekilde sebeplere önem verir, üzerine düşeni yaparsa; bir isteğinin gerçekleşebilmesi için elinde mevcut bütün kuvvet ve araçlar ile Allah`a yönelmiş olur ki, bu durum elbette daha ciddî, daha samîmî ve daha kıymetlidir.

2- Sebeplerin gerçek kıymetini bilmek: Bunların kıymeti, Allah`a karşı birer dilek vâsıtası olmaktan ibârettir. Aslen tesir Allah`tandır. Yâni sebepler, İlâhî tesirin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere yine Allah tarafından bize öğretilmiş, düzenlenmiştir. Kendisinden ancak o yollarla yardım istemek gerekir. Fakat maksadın meydan gelmesini, -bir Müslüman olarak- sebeplerden değil, onları yaratıp bize bildiren Allah-ü Teâlâ`dan beklemek gerekir. Çünkü herşeyin yaratıcısı ve yönlendireni O`dur. Bu durumla ilgili olarak bazı âlimler derler ki: "Bir iş için çalıştık, çabaladık; artık o ister istemez olacak demeyin. Tesiri Allah`tan bekleyin; biz istedik, Allah da müsade ederse olur deyin."24
Elmalılı M. Hamdi Yazır da sebeplerin kıymeti hakkında şöyle demektedir: "...Her durumda Allah emrini yerine getirir. Murâdını muhakkak yapar, hiçbir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de edilmese de yürütür. Nihâyet herşeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer tatlı da geçer; sıkıntı da geçer, refah da geçer. Ecel gelince, takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, âkibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak, Allah`a tevekkül de, O`nun emridir. Tevekkül edenin murâdı da, Allah`ın irâde ve rızasına teslim olmaktan ibâret olursa, Allah da onun mükâfâtını büyütür. Hakîkat şudur ki; Allah herşey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki, o şeyi ona göre yürütür. O sınır ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki herşey hakkında geçerlidir. Ve herşeyin hükmü, kıymeti Allah`ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte birşeyi bilmek de onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve îtibarı yok değilse de, bunlar, zatî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm sebebin değil, Allah`ındır. Asıl ilim ve kudretine itibâr edilecek; işler, hüküm ve irâdesine havâle edilecek hâkim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah`tır. Herşey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerine tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş ise, Allah`tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah`ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah`ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki sebeplere îtimat sonlu, Allah`a îtimat sonsuzdur. O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah`a dayanmaktadır. Tevekkül de, gururla kendini sayıp koyuvermek değil, Allah`ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazîfesine önem vermek, takvâ sahibi olmak, kusurunu îtirâf ile berâber, Allah`ın kudretine îtimat edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O`nun irâdesine teslim olmaktır."

3- Her hususta Allah`tan başka hiçbir şeye güvenmemek: Nice insanlar vardır ki, ellerindeki servete, sahip oldukları mevkîye, büyük insanlarla olan yakınlıklarına veya yüksek tahsil görmüş oğluna veya kızına güvenmektedir. Onların varlığı gönlünü doldurmuş, yarına emniyetle bakıyor, Allah-ü Teâlâ`dan gaflet halindedir. Her teşebbüsünü bu kuvvetlerle başaracağına inanmıştır. Halbuki bütün bunlar ve sahip olduğu herşey, bir anda yok olabilir. O zaman yalnız bunlara dayanan insanın hâli ne olur...27 Müslüman ise böyle değildir; o, nelere sahip olduğunun farkında olup, şükrünü îfâ edecek, bunları akıllıca kullanacak; fakat her zaman yalnız Allah`a güvenecektir.

enfal.de
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt