TEVEKKÜL TEMBELLİK DEĞİLDİR
Tevekkül, Allah’a güvenmek, O’nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanmak ve alınması gereken bütün tedbirleri almak manasına gelir.
Tarifinden de anlaşılacağı gibi tevekkül, müminin işlerinde tüm zahirî sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması ama gönlünü bunlara bağlamayıp, sadece Allah’a dayanmasıdır.
Tevekkül hiçbir zaman çalışmayı ve sebeplere sarılmayı terkedip -Allah’ın dediği olur- diyerek bir kenara çekilmek değildir. Nitekim Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz, devesini salıvererek Allah’a tevekkül ettiğini söyleyen birine, “onu bağla da öyle tevekkül et” buyurmuştur.
Yaratılmış olanların bütün fiilleri ve halleri Yüce Mevlâ’nın takdiri ile meydana gelir. Onun için dinimiz, alınması gereken bütün tedbirleri aldıktan sonra sadece Allah’a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder.
Cenabı Mevlâmız ayet-i kerimede “Müminlere düşen, sadece Allah’a dayanıp güvenmeleridir” (Âli İmran, 122) buyurur.
Tevekkül kalbin yapacağı bir iştir ve kişinin imanından kaynaklanır. Öğrenilmesi güç, yapması ise daha güçtür. Zira dinimizin haber verdiği tevekkülün hem dine, hem akla hem de tevhide uyacak şekilde anlaşılması gerekmektedir. Bu ise akla ait bilgilerle, dinin ve tevhidin doğru öğrenilmesi, tam anlaşılması ve günlük hayatta doğru olarak tatbik edilmesiyle mümkün olabilir.
Bazı yanlış düşünenlerin zannettikleri gibi tevekkül her işi oluruna bırakıp bir şey yapmamak; mesela maişet için uğraşmamak, hasta olunca ilaç içmemek, dinini öğrenmek için çalışmamak demek değildir. Rabbimiz, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için tedbir almayı, çocuk sahibi olmak için evlenmeyi, hasta olunca ilaç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. İstenilen şeylere kavuşabilmek için sebepleri adeta bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hasıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapatarak pencereden atılmasını istemeye benzer ki, bu akla ve dine uygun birşey değildir.
Mevlâmız, insanların ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebeplere yapışma kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapatmak uygun olmaz. Kulun vazifesi o kapıya giderek talep edip beklemektir. Sonrasını Rabbi bilir.
Bilindik bir misalle konuyu izah edelim: Çiftçi önce tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayıp zararlı bitkilerden arındıracak ve ilaçlayarak, gübresini verecek, bütün bunları yaparken ve yaptıktan sonra iyi ürün vermesi için Rabbi’ne dua ederek O’na güvenip dayanacak, sonucu O’ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirini yapmadan ‘kader ne ise o olur’ tarzında bir anlayış, tembellik ve miskinliktir. Bu ise Müberra Dinimiz’in tevekkül anlayışı ile kesinlikle bağdaşmaz.
Tevekkül, insan için manevi bir destektir, güçtür. Kaza ve kadere hakiki manada inananların gam ve kederi olmaz; bunlara iman eden sabırlı olur. Elinde olmayan sebeplerden dolayı karşılaştığı felaket ve musibetler karşısında bunalıma düşmez. ‘Mevlâ’nın takdiridir’ der, sabreder. Hatası yüzünden başına gelenler için de pişmanlık duyar, tevbeye sarılır, Mevlâ’ya sığınır ve O’ndan yardım talep eder; asla ümitsizliğe düşmez.
Sebeplere sarılmanın Cenab-ı Mevlâ’ya dayanıp güvenmeye, o güvenin de sebeplere sarılmaya mani olmadığını belirtmiştik. Nitekim Cenab-ı Bâri ayet-i kerimede şöyle buyurur: “...iş hususunda istişarede bulun, karar verip azmettiğin vakit de Allah’a tevekkül et. O, tevekkül edenleri sever.” (Âli İmran, 159)
Fahr-i Cihan s.a.v., tevekkül hususunda da en güzel bir örnektir. O, her işte kendisine düşenleri yaptıktan sonra Allah’a tevekkül etmiştir.
Bir kimse, ilâhi takdir böyleymiş diye herhangi bir günahı işlemeyi meşru göremez. Çünkü Cenab-ı Hak bizlere akıl vermiş, her şeyin ölçüsünü de bildirmiştir. İnsana gereken, her an ilâhi ölçüler dahilinde iradesini iyi kullanıp güzel kararlar vermesi, hadiselerin sonu için de tevekkül etmesidir.
Dinimizin emrettiği tevekkül, çok büyük bir ahlâki meziyet olmasının yanı sıra, sahibinin imanını kuvvetlendiren bir haslettir.
Tevekkül, ehil olmayanlar tarafından tembellikle karıştırılır. Oysa dinimiz çalışmayı emreder. Hz. Ebu Bekir r.a.’ın, halifeliğinin yanı sıra ayrıca çalıştığını; İmam-ı Azam rh.a.’in ticaretle meşgul olduğunu bilmeyen yoktur.
O halde tevekkül ediyoruz diye tembellik eden, yemeden içmeden kesilen, sebepsiz yere evlenmeyi terk eden insanların hallerini dervişlik sanmak, bunu İslâm’a yamamaya çalışmak, en azından büyük bir cehalettir.
Birçok müslümanın gaflete düştüğü bir durum da, din ve dünya işlerini birbirinden ayrı iki farklı alan olarak görmeleridir. Gerçekte ise her iş, mübah, müstehab, helal, haram gibi bir hükümle dinimizin tanımladığı bir çerçeve içine girer. Buna göre, yapıp ettiğimiz hiçbir şey mükâfat veya hesaptan uzak değildir.
Demek ki dünya işi diye terkettiğimiz işlerimizi ibadet şuuru ile sadece Rıza-i Bâri için yaparsak ibadet sevabı alırız. Bunun aksi söz konusu olsaydı İslâm tarihi bu kadar zengin, bu kadar hareketli ve sanat birikimi ile dolu olur muydu?
Gerçek tevekkül ehlinde, tevekkülden önce bir talep vardır. Bu talebi görenler, onun için ‘tevekkülsüz insandır’ zannına kapılabilirler. Çünkü o, sorguda hesaptan korkar. İster ki, ‘niye şu tedbiride almadın’ diye sorulmasın. Bu durum Kur’an-ı Kerimde şöyle ifade edilir: “...tedbiri elden bırakmayın...” (Nisa, 102) Tedbirden sonrası ise tam bir teslimiyet ve rızadır. Tevekkül eden kişi bilir ki, o çok merhametli olan Rabbi kendisi hakkında en hayırlısı olanı verecektir.
Dinimizin emrettiği tevekkülü iyi anlayamayanlar ya da İslâmiyet’e düşmanlık yapanlar, tevekkülün geriliğe, tembelliğe, çeşitli fenalıklara sebep olduğunu ileri sürüyorlar. Bundan kurtulmak için de insanın itimad-ı nefs dediğimiz yalnız kendine güvenme halini tavsiye ederler. Halbuki yalnız başına itimad-ı nefs, dinimizde bildirilen tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir haldir. Ayrıca bencilliğe ve kendini beğenmeye yol açar.
Tevekkülde başkasının yardımına güvenmeyip yalnız Allah’a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, nefse itimattan beklenilen kuvvetten kat kat fazla kuvvet hasıl olmaktadır. İslâm’ın aleyhinde bulunanların tevekkülü kötülemeleri bunu anlayamadıklarındandır. Çünkü tevekkül eden kimse Allah’a güvenip kendisi boş oturacak değildir. O hem bütün kuvvetiyle çalışmaktadır, hem de kazancını kendinden bilmek gibi bir bencilliğe düşmemektedir. Bu haliyle tevekkül, itimad-ı nefsden beklenileni daha edepli ve daha kıymetli olarak temin etmektedir. Demek ki tevekkül müslümanlarda bir zaaf hali değil, aksine bir kuvvettir.
Rabbimiz bizden Zat-ı Sübhanî’sine dayanıp güvenmemizi emrediyor ve bekliyor. Önemli olan işte budur. Bu açıdan bakıldığında tevekkül, iman ve teslimiyetin bir ifadesidir. Teslim olan nefs, Allah’ın kuvvet ve kudretinden başka bir kuvvet, O’nun rızasından başka bir rıza gözetmeyendir. Yani tevekkül, taşıdığı mana itibariyle bizleri çepeçevre sarmakta, her an ilâhi iradenin muhasebesini nefslerimizde hissetmeyi beraberinde getirmektedir.
Özet olarak, tevekkül müslümanların imanlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, O’ndan razı kimsedir. Fakat nasıl kadere inanmak tembelliği, herşeyden el-etek çekmeyi gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek mütevekkil çalışmadan kazanılmayacağını, ekmeden biçilmeyeceğini, amelsiz cennete girilmeyeceğini, ihlâsla ibadet ve taatte bulunmadan Allah’ın rızasına erişilmeyeceğini bilen kimsedir.
Rabbimiz bizleri hakiki mütevekkillerden eylesin.
Rabimizin tevfik ve inayeti ile...
Mübarek Erol
Tevekkül, Allah’a güvenmek, O’nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanmak ve alınması gereken bütün tedbirleri almak manasına gelir.
Tarifinden de anlaşılacağı gibi tevekkül, müminin işlerinde tüm zahirî sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması ama gönlünü bunlara bağlamayıp, sadece Allah’a dayanmasıdır.
Tevekkül hiçbir zaman çalışmayı ve sebeplere sarılmayı terkedip -Allah’ın dediği olur- diyerek bir kenara çekilmek değildir. Nitekim Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz, devesini salıvererek Allah’a tevekkül ettiğini söyleyen birine, “onu bağla da öyle tevekkül et” buyurmuştur.
Yaratılmış olanların bütün fiilleri ve halleri Yüce Mevlâ’nın takdiri ile meydana gelir. Onun için dinimiz, alınması gereken bütün tedbirleri aldıktan sonra sadece Allah’a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder.
Cenabı Mevlâmız ayet-i kerimede “Müminlere düşen, sadece Allah’a dayanıp güvenmeleridir” (Âli İmran, 122) buyurur.
Tevekkül kalbin yapacağı bir iştir ve kişinin imanından kaynaklanır. Öğrenilmesi güç, yapması ise daha güçtür. Zira dinimizin haber verdiği tevekkülün hem dine, hem akla hem de tevhide uyacak şekilde anlaşılması gerekmektedir. Bu ise akla ait bilgilerle, dinin ve tevhidin doğru öğrenilmesi, tam anlaşılması ve günlük hayatta doğru olarak tatbik edilmesiyle mümkün olabilir.
Bazı yanlış düşünenlerin zannettikleri gibi tevekkül her işi oluruna bırakıp bir şey yapmamak; mesela maişet için uğraşmamak, hasta olunca ilaç içmemek, dinini öğrenmek için çalışmamak demek değildir. Rabbimiz, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için tedbir almayı, çocuk sahibi olmak için evlenmeyi, hasta olunca ilaç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. İstenilen şeylere kavuşabilmek için sebepleri adeta bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hasıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapatarak pencereden atılmasını istemeye benzer ki, bu akla ve dine uygun birşey değildir.
Mevlâmız, insanların ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebeplere yapışma kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapatmak uygun olmaz. Kulun vazifesi o kapıya giderek talep edip beklemektir. Sonrasını Rabbi bilir.
Bilindik bir misalle konuyu izah edelim: Çiftçi önce tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayıp zararlı bitkilerden arındıracak ve ilaçlayarak, gübresini verecek, bütün bunları yaparken ve yaptıktan sonra iyi ürün vermesi için Rabbi’ne dua ederek O’na güvenip dayanacak, sonucu O’ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirini yapmadan ‘kader ne ise o olur’ tarzında bir anlayış, tembellik ve miskinliktir. Bu ise Müberra Dinimiz’in tevekkül anlayışı ile kesinlikle bağdaşmaz.
Tevekkül, insan için manevi bir destektir, güçtür. Kaza ve kadere hakiki manada inananların gam ve kederi olmaz; bunlara iman eden sabırlı olur. Elinde olmayan sebeplerden dolayı karşılaştığı felaket ve musibetler karşısında bunalıma düşmez. ‘Mevlâ’nın takdiridir’ der, sabreder. Hatası yüzünden başına gelenler için de pişmanlık duyar, tevbeye sarılır, Mevlâ’ya sığınır ve O’ndan yardım talep eder; asla ümitsizliğe düşmez.
Sebeplere sarılmanın Cenab-ı Mevlâ’ya dayanıp güvenmeye, o güvenin de sebeplere sarılmaya mani olmadığını belirtmiştik. Nitekim Cenab-ı Bâri ayet-i kerimede şöyle buyurur: “...iş hususunda istişarede bulun, karar verip azmettiğin vakit de Allah’a tevekkül et. O, tevekkül edenleri sever.” (Âli İmran, 159)
Fahr-i Cihan s.a.v., tevekkül hususunda da en güzel bir örnektir. O, her işte kendisine düşenleri yaptıktan sonra Allah’a tevekkül etmiştir.
Bir kimse, ilâhi takdir böyleymiş diye herhangi bir günahı işlemeyi meşru göremez. Çünkü Cenab-ı Hak bizlere akıl vermiş, her şeyin ölçüsünü de bildirmiştir. İnsana gereken, her an ilâhi ölçüler dahilinde iradesini iyi kullanıp güzel kararlar vermesi, hadiselerin sonu için de tevekkül etmesidir.
Dinimizin emrettiği tevekkül, çok büyük bir ahlâki meziyet olmasının yanı sıra, sahibinin imanını kuvvetlendiren bir haslettir.
Tevekkül, ehil olmayanlar tarafından tembellikle karıştırılır. Oysa dinimiz çalışmayı emreder. Hz. Ebu Bekir r.a.’ın, halifeliğinin yanı sıra ayrıca çalıştığını; İmam-ı Azam rh.a.’in ticaretle meşgul olduğunu bilmeyen yoktur.
O halde tevekkül ediyoruz diye tembellik eden, yemeden içmeden kesilen, sebepsiz yere evlenmeyi terk eden insanların hallerini dervişlik sanmak, bunu İslâm’a yamamaya çalışmak, en azından büyük bir cehalettir.
Birçok müslümanın gaflete düştüğü bir durum da, din ve dünya işlerini birbirinden ayrı iki farklı alan olarak görmeleridir. Gerçekte ise her iş, mübah, müstehab, helal, haram gibi bir hükümle dinimizin tanımladığı bir çerçeve içine girer. Buna göre, yapıp ettiğimiz hiçbir şey mükâfat veya hesaptan uzak değildir.
Demek ki dünya işi diye terkettiğimiz işlerimizi ibadet şuuru ile sadece Rıza-i Bâri için yaparsak ibadet sevabı alırız. Bunun aksi söz konusu olsaydı İslâm tarihi bu kadar zengin, bu kadar hareketli ve sanat birikimi ile dolu olur muydu?
Gerçek tevekkül ehlinde, tevekkülden önce bir talep vardır. Bu talebi görenler, onun için ‘tevekkülsüz insandır’ zannına kapılabilirler. Çünkü o, sorguda hesaptan korkar. İster ki, ‘niye şu tedbiride almadın’ diye sorulmasın. Bu durum Kur’an-ı Kerimde şöyle ifade edilir: “...tedbiri elden bırakmayın...” (Nisa, 102) Tedbirden sonrası ise tam bir teslimiyet ve rızadır. Tevekkül eden kişi bilir ki, o çok merhametli olan Rabbi kendisi hakkında en hayırlısı olanı verecektir.
Dinimizin emrettiği tevekkülü iyi anlayamayanlar ya da İslâmiyet’e düşmanlık yapanlar, tevekkülün geriliğe, tembelliğe, çeşitli fenalıklara sebep olduğunu ileri sürüyorlar. Bundan kurtulmak için de insanın itimad-ı nefs dediğimiz yalnız kendine güvenme halini tavsiye ederler. Halbuki yalnız başına itimad-ı nefs, dinimizde bildirilen tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir haldir. Ayrıca bencilliğe ve kendini beğenmeye yol açar.
Tevekkülde başkasının yardımına güvenmeyip yalnız Allah’a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, nefse itimattan beklenilen kuvvetten kat kat fazla kuvvet hasıl olmaktadır. İslâm’ın aleyhinde bulunanların tevekkülü kötülemeleri bunu anlayamadıklarındandır. Çünkü tevekkül eden kimse Allah’a güvenip kendisi boş oturacak değildir. O hem bütün kuvvetiyle çalışmaktadır, hem de kazancını kendinden bilmek gibi bir bencilliğe düşmemektedir. Bu haliyle tevekkül, itimad-ı nefsden beklenileni daha edepli ve daha kıymetli olarak temin etmektedir. Demek ki tevekkül müslümanlarda bir zaaf hali değil, aksine bir kuvvettir.
Rabbimiz bizden Zat-ı Sübhanî’sine dayanıp güvenmemizi emrediyor ve bekliyor. Önemli olan işte budur. Bu açıdan bakıldığında tevekkül, iman ve teslimiyetin bir ifadesidir. Teslim olan nefs, Allah’ın kuvvet ve kudretinden başka bir kuvvet, O’nun rızasından başka bir rıza gözetmeyendir. Yani tevekkül, taşıdığı mana itibariyle bizleri çepeçevre sarmakta, her an ilâhi iradenin muhasebesini nefslerimizde hissetmeyi beraberinde getirmektedir.
Özet olarak, tevekkül müslümanların imanlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, O’ndan razı kimsedir. Fakat nasıl kadere inanmak tembelliği, herşeyden el-etek çekmeyi gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek mütevekkil çalışmadan kazanılmayacağını, ekmeden biçilmeyeceğini, amelsiz cennete girilmeyeceğini, ihlâsla ibadet ve taatte bulunmadan Allah’ın rızasına erişilmeyeceğini bilen kimsedir.
Rabbimiz bizleri hakiki mütevekkillerden eylesin.
Rabimizin tevfik ve inayeti ile...
Mübarek Erol