T
tevbekarım
Bir terzi, sâlihlerden bir zâta;
"-Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in: «Allâh Teâlâ, günahkâr kulunun tevbesini, canı boğazına gelmeden kabûl eder.» hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz? diye suâl etti.
O zât da sordu:
"-Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?"
"-Terziyim elbise dikerim."
"-Terzilikte en kolay şey nedir?"
"-Makası tutup kumaşı kesmektir."
"-Kaç seneden beri bu işi yaparsın?
"-Otuz seneden beri."
"-Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?"
"-Hayır, kesemem."
"-Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasib olmayabilir... Sen hiç: «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!» hadîsini duymadın mı?"
Bunun üzerine terzi ihlâsla tevbeye sarıldı ve o da sâlihlerden oldu.
Bu kıssada görüldüğü gibi kulların önünde binbir türlü dünyâ ve nefsâniyet çukurları vardır ki, bunların en tehlikelisi de samîmî tevbeyi devamlı sonraya bırakmaktır. Oysa tevbeye sarılmak, bütün bir ömrümüzün can simididir. Nitekim Rasûlullâh -sallallâhü aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma «en büyük derdin günâh derdi, ilâcının da gece karanlığında istiğfâr» olduğunu beyân buyurmuştur.
Çünkü Allâh'a yöneliş ve kalbin ulvî bir seviye kazanmasında mühim bir yeri olan istiğfâr, mânevî kirlerden temizlenmenin de yegâne vâsıtasıdır. Makbûl bir tevbe, kul ile Rab arasındaki engelleri ve perdeleri kaldırır ki, amel-i sâlihler için bu hâl son derece mühimdir. Zîrâ hedefe varmaya mânî olan hususları ortadan kaldırmak ve böylece gönlü asıl gâyeye müsâid hâle getirmek gerekir. Bundan dolayıdır ki rûhî tekâmül için bütün tasavvuf yollarında seherlerdeki evrâda istiğfâr ile başlanır.
İlk tevbe, ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'la başlamıştır. O, tevbesinde:
"Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz." (el-A'raf, 23) diye niyazda bulunmuştur. Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlâdlarına bir istiğfâr nümûnesidir.
Ehlullâh hazerâtı tevbeyi üçe ayırır:
1- Avâmın tevbesi: Bunlar günahlarından tevbe ederler.
2- Havâs, yâni seçkin kulların tevbesi: Bunlar gâfil bulunmaktan tevbe ederler.
3- Hâssu'l-hâs, yâni en seçkin has kulların tevbesi: Bunlar da Allâh'a daha yakınlık peydâ edebilmek için tevbe ederler.
Ancak her amel-i sâlihde olduğu gibi tevbede de samîmiyet ve ihlâs şartı vardır. Öyle ki, birçok ehlullâh ettikleri tevbelere dahî tevbekâr olmuşlardır. Yâni tevbeye muhtaç tevbelerden Allâh'a sığınmak ve âyette buyurulan "tevbeten nasûhâ" sırrına nâil olmak zarûreti vardır. Çünkü nefs ve şeytan, gönlü çelmeye yol bulamayınca sûret-i haktan görünürler de bu defa güzellikleri ve iyilikleri telkin eden birer üstad kesilirler. Böylece kulu tuzağa düşürerek tevbeleri yele verirler. Oysa durmadan tevbeden dönmek, âhıret seâdetini karartacak bir âfettir. Allâh Teâlâ buyurur:
"Tevbe ederseniz, Rabbinizin sizi esirgeyeceğini umabilirsiniz; eğer tekrar fesâda düşerseniz, o da sizi cezalandırmaya döner." (el-İsrâ, 8)
Çünkü durmadan tevbesini bozan kimse, artık şeytanın maskarası olmuş demektir. Artık o, ne zaman tevbe etse şeytanın ve şeytanlaşmış gâfillerin bir defa: "Yazıklar olsun, tüh sana!" demesiyle derhal tevbesini yine bozar. Onun için âyet-i kerîmede:
"Ey îmân edenler! Tam bir sıdk ve ihlâs ile tevbe ederek Allâh'a dönün." (et-Tahrîm, 8) buyurulmuştur.
Bu gerçeğe işaretle şair tevbeye yönelen gönülleri şöyle îkâz eder:
Birkaç kelime ile dil ederken istiğfâr,
Gönül gâfilse, nefis binbir dehlize dalar!..
(Rahmetî)
Tevbe mevzuunda şu husus da câlib-i dikkattir:
Camiu's-Sagîr adlı hadîs kitabında; insanların amellerini yazan meleklerden günahları kaydeden meleğin, günah işlendikten altı saat sonra yazdığı, bu mühlet içinde belki tevbe eder diye beklediği belirtilmektedir. Bu sebeple: «Tevbemde duramıyorum, yine günah işliyorum; bu yüzden tevbe etmeyeyim!» dememeli, daima istiğfarda bulunmalıdır. Zîrâ Allâh lutfeder de bir daha tevbe bozulmaz. Ancak bilmelidir ki tevbe, bir afv dileme olduğundan samîmî pişmanlığın gerçekleşmesi ve afvı istenen günâhın bir daha yapılmaması husûsundaki kat'î azmi îcâb ettirir. Bunun için Cenâb-ı Hak şöyle îkâz buyurur:
"Sakın şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokmân, 33)
Zaten:
"Tevbe nedâmetten ibârettir." hadîs-i şerîfi de, tekrar günaha düşürmeyecek bir tevbeye işaret etmektedir.
Aynı zamanda bu hadîs-i şerîf, tevbenin pişmanlıkla başlaması zarûretini beyân eder. Bu da günah kirlerinin samîmî göz yaşlarıyla temizlenmesi demektir.
Rivâyet olunur ki:
Tevbe ve pişmanlık içindeki bir günahkâra, yakaza hâlinde iken günahlarının listesi verilmiş: "Oku bunu!" denmişti. Bu hâl karşısında mücrim o kadar ağladı ki, gözyaşlarından listedeki günahları göremez oldu. Nihâyet bu samîmî gözyaşları, o günahların tamamını yıkadı, temizledi. Böylece o mücrim afvoldu.
Bu itibarla bâzen bir günah, afvı için bin gözyaşı ister; bâzen de bir damla yaş bin günâhı temizler.
Çünkü gözyaşı, ilâhî muhabbet bağına girenler için tevbe pınarıdır. Günahları yıkar, temizler. Rabbe karşı bir şükrandır. Gözyaşı, Cenâb-ı Hakk'ın ümid dergâhıdır. Bütün ümidlerin kesildiği bir anda bu dergâhın eşiğinde ağlayabilenler gerçek bahtiyarlardır.
Samîmî gözyaşları ile âlemi seyredenler için o yaş damlalarının her biri bağrında binbir okyanus sergileyen aynalar gibidir ki, her zerrede ilâhî esrar âşikâr ve ayândır. Nice okunamayan hikmet sayfaları onunla okunur. Zîrâ gözyaşı, kelimelerin taşıyamayacağı mânâları yüklenen ve ifade edebilen bir ilâhî lisandır ki, kul onunla, kendisinin bile hayâl edemeyeceği şeyleri Rabbinden istemiş olur... Onun için sevdâlar gözyaşı pınarının başında tesellî bulur. Garipler onun kıyısında dinlenir.
Allâh için gözlerden dökülen bir damlanın değerini şu kıssa ne güzel ifâde eder:
Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh-, birgün yolda giderken gökten meleklerin indiğini ve yerden bir şeyler kapıştıklarını gördü. Onlardan birine:
"-Kapıştığınız şey nedir?" diye sordu.
Melek cevap verdi:
"-Bir Allâh dostu buradan geçerken iştiyakla bir «âh!..» çekti ve gözünden bir kaç damla yaş döküldü. Bu vesîle ile Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve mağfiretine nâil olalım diye o damlaları kapışıyoruz."
Hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Allâh nazarında şu iki damladan daha sevimli bir damla yoktur. Bunlardan biri gecenin karanlığında sırf Allâh aşkı ve Allâh korkusu için dökülen gözyaşı damlasıdır. Diğeri de Allâh yolunda mücâdelede dökülen kan damlasıdır."
Günâhkârın tevbe ve gözyaşlarıyla nasıl temizlendiğine misâl olarak Hazret-i Mevlânâ, kirlenip de sonra buharlaşan ve yeryüzüne tekrar berrak bir rahmet hâlinde dönen sulardan bahisle buyurur:
"Arılığı ve duruluğu kalmayınca, yâni çamurlanıp bulanınca, su da bizim gibi yeryüzünde kirlendiği için huzursuz olur, şaşırıp kalır..."
"İçten içe feryâda ve Hakk'a yalvarmaya başlar. Bu feryadlar ve yalvarışlar üzerine Cenâb-ı Hakk onu buharlaştırıp göklere alır. Orada çeşit çeşit yollara sürerek tertemiz eyler. Sonra da bazen yağmur, bazen kar, bazen de dolu halinde yeryüzüne yağdırır. Nihâyet kıyısı olmayan engin bir denize ulaştırır."
Hiç şüphesiz bu semboller, Cenâb-ı Hakk'ın kurtuluşa erdirmek istediği günahkar kullarına karşı gösterdiği merhameti ve sevgiyi ifade etmektedir. Nitekim günah kiriyle kalbi çamurlanmış kimselerde tevbe suyu ile pişmanlık güneşi bir araya gelirse, Cenâb-ı Hak o gönülleri göklere alır. Tozdan, topraktan ve bütün nefsânî kirlerden temizler. Tekrar varlıkların en şereflisi olarak, yâni bir rahmet hâlinde yeryüzüne ihsân eder. Bu hâlin en geniş mânâda tecellîsi de namazlarda gerçekleşir ki, bu bakımdan dosdoğru kılınabilen namazlar için «mü'minin mîrâcıdır» buyurulmuştur.
Ancak insanoğlu bu gerçeği çoğu zaman anlamayıp dünyâya dalarak ağlamak yerine kahkahaya boğulduğundan Cenâb-ı Hak:
"Gülüyorsunuz... Ağlamıyorsunuz... Habersiz oyalanmaktasınız..." (en-Necm, 60-61) buyurmuş ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e fermân eylemiştir:
"Yaptıklarının cezası olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar!.." (et-Tevbe, 82)
Yâni Allâh Teâlâ, kulundan tevbe ve gözyaşı ile günahlarını temizlemesini istiyor. Bu meyânda Hazret-i Mevlânâ gözyaşının ehemmiyetini şöyle anlatır:
"Mum, ağlayıp gözyaşı dökünce daha da aydın bir hâl alır. Ağaç dalı da, ağlayan bulutun bereketi ve güneşin harâretiyle yeşerir, tazelenir. Yâni bir meyvenin yetişmesi için harâret ve su gerekir."
"Tıpkı bunlar gibi, tevbelerin kabulü için de bulut ve şimşek, yani gözyaşı ve gönül yanışı ister."
"Şayet gönül şimşeği çakmaz da göz bulutu yağmur yağdırmazsa, nefsin öfke ateşi ve günah alevleri nasıl söner? Vuslatın feyzi, yani ilahî tecellî nûrunun parlaklığı gönülde nasıl belirir? Mânâ menbaları nasıl coşup akar? Yağmurlar yağmasa gül bahçesi, yeşilliğe nasıl sır söyleyecek? Menekşe yaseminle nasıl ahidleşecek?"
"Tabiatı bırak da hıçkıra hıçkıra ağlasın. Bu topraklar, sudan ayrılınca çoraklaşır. Irmaklardan, derelerden ayrı kalan, uzak düşen sular da sararır, kokar, bulanır, kapkara olur."
"Cennet gibi yemyeşil olan bağlar, bahçeler sulardan ayrı düşünce, sararır, solar, yaprakları kurur, dökülür, bir hastalık yurdu olur. (İnsan da böyledir...)"
Bu hâlden korunmak içindir ki, Şuayb -aleyhisselâm-'ın gözleri ağlamaktan âmâ olmuştur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de:
"Bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, yemek içmek içinize sinmezdi..." (Camiu's-Sagîr, c. II s. 10) buyurmuştur.
Zîrâ, ancak gönlündeki cürümden oluşan bir yarayı ömür boyu gözyaşları ile yıkayıp temizleyen gönül erleri, afvın cennetine girebilen âşık gönüllerden olabilirler. Onun için başta Peygamberler olmak üzere bütün velîler, sâlihler ve sâdıklar; darlıkta ve bollukta, kederde ve ferahta dâimâ Cenâb-ı Hakk'a ilticâ etmişler, yanış ve yakarış hâlinde bulunmuşlardır. Çünkü Peygamberlerde bile irade dışı gerçekleşen bir hatâ olarak ifade edilen "zelle"lerin bulunması sebebiyle tevbe ve istiğfârdan müstağnî kalabilecek hiçbir kul tasavvur olunamaz. Tevbe ve istiğfâr, gerçek mâhiyetiyle derûnî bir nedâmet, pişmanlık ve sığınma olması sebebiyle, Allâh'a yaklaşmanın en müessir vâsıtasıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk'ın kullarına verdiği ızdırap ve çileler ile kullarından istediği tevbe ve gözyaşları hep bir ebediyyet alış-verişidir. Hem öyle kârlı bir alış-veriş ki, bunu farkedenler hiçbir musîbetten şikâyet hâlinde olmayıp sonsuz bir kazanç elde ederler. Bunlardan biri olarak Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
"Hak Teâlâ, bu dünyâda senden birkaç damla gözyaşı alır, ama karşılığında sana nice cennet kevserleri bağışlar. O, senden sevdalarla, ızdıraplarla dolu olan ahları, feryatları alır; her ah'a, her feryada karşılık yüzlerce manevî yüksek mevkîler, erişilmez makamlar verir."
Fakat bilmelidir ki, her ağlayış bir değildir. Onlar arasında çok fark vardır. Nitekim soğuk, yapmacık, yalan olan nice iniltiler vardır ki, gafletten ve bir aldatmacadan ibarettir. Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh- buyurur:
"Ağlamak on kısımdır. Bunlardan dokuzu riyâdır. Ancak bir tanesi Allâh içindir. İşte bu Allâh için ağlamak, senede bir defâcık bile olsa kulun cehennemden kurtulmasına inşâallâh vesîle olur."
Rivâyete nazaran kocasıyla kavga eden bir kadın ağlayarak Kadı Şüreyh'e mürâcaat etmişti. Bu esnâda orada bulunan Şa'bî ona dedi ki:
"-Yâ Ümeyye! Bu kadının mazlûm olduğunu zannediyorum. Görmüyor musun ki nasıl ağlıyor!"
Bunun üzerine Kadı Şüreyh dedi ki:
"-Ey Şa'bî, Yûsuf'un kardeşleri de zâlim oldukları hâlde ağlayarak babalarının yanına gelmişlerdi. Bu ağlamalara bakarak hüküm vermek doğru olmaz!"
Böylesi gözyaşları elbette ki merduttur. Diğer bir menfur ağlayış da, miskinlik ve zillet ifade eden ağlayışlardır. Bunlar alnı terlemeyip hüsranlık çeken kimselerin boş ve nâfile gözyaşlarıdır ki, böyleleri hakkında merhum Âkif şu îkâzda bulunur:
Bırakın matemi, yahu! Bırakın feryadı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Göz yaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?!.
Bizim bahsettiğimiz murâd-ı ilâhî olan ağlayış ise, hâlimizi dost-düşman karşısında aşağılatacak bir gözyaşı değil, göklere yükseltecek, gönle mîrâcı yaşatacak bir ağlayıştır. Nasıl ki engin deryâlar nice çer-çöpü üzerinde taşıyor ve onları diplere batmaktan koruyorsa, bizim gözyaşlarımız da bizleri batmaktan koruyup başında taşıyacak ve menzil-i maksûda erdirecek sular kabîlinden olmalıdır ki, bunlar gözden ziyade gönülden akan ve halka değil Hakk'a arzedilen damlalardan ibarettir.
Ağlamak hususunda diğer mühim bir mes'ele de bu ağlayışın bir şikâyet ağlayışı olmamasıdır. Çünkü şikayette râzı olmama hâli vardır ki, aslâ makbul değildir. Zîrâ şikâyetler, insanı isyâna kadar götürür ve elindeki bütün sermayesini yok eder. Bu ise Hakk'ın gazabını celbeder. Bizim kasdettiğimiz ağlayış ise, gazabı celb etmek değil, dostu memnun edebilme endişesi ve günah kirlerinden arınabilme vesîlesidir.
Hâsılı ölüm geldiğinde bütün uyuyanlar uyanır, yâni gözlerini açıp hakîkati görürler. Ancak o son nefeste hakîkati görmenin artık hiçbir faydası olmaz; tıpkı Firavun'a olmadığı gibi... Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
"Akıllı kişiler önceden ağlarlar; bilgisizler ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de, kıyâmet gününde pişman olma!"
"Bu hususta şu kuşun hâli sana ibret olsun ki, o, avcının tuzağındaki buğdayları görünce kendinden geçmiş, aklını kullanamaz hale gelmişti. Böylece irâdesiz bir şekilde buğdayları yedi, fakat, tuzağa düştü kaldı. Bu defa başını dertten kurtarmak için ne kadar Yasin okudu, ne kadar En'am okudu. Ama ne fayda!.. Bela gelip çattıktan sonra, ağlamak, feryad, etmek, sızlanmak ne işe yarar. Bu ah ve feryad, tuzağa düşmeden önce gerekirdi..."
Nitekim Lût kavminin, ilâhî intikâmı celbeden azgınlıkları sebebiyle helâk edileceklerini duyduğunda İbrâhîm -aleyhisselâm-, onların ne derecede bir isyân içinde olduklarını tam bilmediğinden kendilerine merhametle duâ etmek isteyince melekler:
"-Artık duâ vakti geçti!.." demişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın murâdı üzere ölümün bizlere nerede, ne zaman ve nasıl geleceği belli değildir. Onun için gönüllerin "Ölmeden evvel ölünüz!" sırrıyla yoğrulması ve her an Rabbine kavuşmaya hazır bulunması zarûrîdir. Aksi hâlde son nefes: "Eyvah nereye böyle!" feryatlarıyla dolu bir hüsrân demi olur... Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir!..» denir." (Kâf, 19)
Dolayısıyla kulların en mühim mes'elesi, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalbdir. Buraya kadar anlattığımız tevbe ve gözyaşı bu hâle nâiliyyetin sadece kapısı mesabesindedir. Bu kapıdan içeri girdikten sonra yapılması gereken bütün amel-i sâlihleri ihyâ da elbette zarûrîdir. Farz, vacib ve sünnetleri âdâbı üzere edâdan sonra bilhassa kul hakkı, anne-baba hakkı, Allâh için infâk, bütün mahlûkata merhamet, şefkat ve afv ile yaklaşabilme gibi güzelliklere sahip olunmalıdır. Meselâ bu güzelliklerden afvedebilme meziyetine kavuşabilenler, ilâhî afva daha çok lâyık olurlar. Zîrâ "Acıyın bize!" feryadlarına gönül vermeyen muhabbet ve merhamet mahrumları, hayatın şaşkın ve hazin yolcuları olurlar.
Onun içindir ki gönüller, tevbe ve gözyaşı iklîminde bütün davranış güzelliklerini elde ederek Rabbe yönelmelidir. Bu yöneliş de hiç şüphesiz ömrün her anını içine alır. Bununla birlikte bazı müstesnâ zamanlar kullar için apayrı bir kazanç mevsimidir. Tıpkı bahar mevsiminin diğerleri arasındaki değer ve güzelliği gibi kullara bahşedilen öyle mânevî baharlar vardır ki, bunların en değerlisi, içinde bin aydan daha kıymetli bir geceyi, yâni Kur'ân'ın Levh-i Mahfûz'dan dünyâ semâsına indirilerek cihânı ve insanları nûra gark ettiği Kadir Gecesi'ni de bulunduran Ramazan-ı Şerîf ayıdır. İdrâk ettiğimiz bu mübârek ve müstesnâ ay, gece gibi kararan gönülleri nûruyla aydınlatan bir bedr-i münîrdir. Göklerden yere mi'râc için açılan bir penceredir. Bu bakımdan gönlü uyanık mü'minlere gereken, bütün ömürlerini böyle müstesnâ bir iklîmden alacağı feyiz ve bereketlerle, yâni Ramazan-ı Şerîf hassasiyetiyle geçirmesidir. Zîrâ böyle bir yaşayışla müzeyyen sâlih gönüllere kıyâmet, bir nedamet günü değil âdeta bir bayram sabahı olur.
Rabbimiz cümlemize böyle bir bayram sabahı nasîb eylesin! Aşk, vecd ve samîmî gözyaşlarıyla ilâhî rahmet ve mağfiretine nâil buyursun!
Âmîn!..
Osman Nuri Topbaş
"-Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in: «Allâh Teâlâ, günahkâr kulunun tevbesini, canı boğazına gelmeden kabûl eder.» hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz? diye suâl etti.
O zât da sordu:
"-Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?"
"-Terziyim elbise dikerim."
"-Terzilikte en kolay şey nedir?"
"-Makası tutup kumaşı kesmektir."
"-Kaç seneden beri bu işi yaparsın?
"-Otuz seneden beri."
"-Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?"
"-Hayır, kesemem."
"-Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasib olmayabilir... Sen hiç: «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!» hadîsini duymadın mı?"
Bunun üzerine terzi ihlâsla tevbeye sarıldı ve o da sâlihlerden oldu.
Bu kıssada görüldüğü gibi kulların önünde binbir türlü dünyâ ve nefsâniyet çukurları vardır ki, bunların en tehlikelisi de samîmî tevbeyi devamlı sonraya bırakmaktır. Oysa tevbeye sarılmak, bütün bir ömrümüzün can simididir. Nitekim Rasûlullâh -sallallâhü aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma «en büyük derdin günâh derdi, ilâcının da gece karanlığında istiğfâr» olduğunu beyân buyurmuştur.
Çünkü Allâh'a yöneliş ve kalbin ulvî bir seviye kazanmasında mühim bir yeri olan istiğfâr, mânevî kirlerden temizlenmenin de yegâne vâsıtasıdır. Makbûl bir tevbe, kul ile Rab arasındaki engelleri ve perdeleri kaldırır ki, amel-i sâlihler için bu hâl son derece mühimdir. Zîrâ hedefe varmaya mânî olan hususları ortadan kaldırmak ve böylece gönlü asıl gâyeye müsâid hâle getirmek gerekir. Bundan dolayıdır ki rûhî tekâmül için bütün tasavvuf yollarında seherlerdeki evrâda istiğfâr ile başlanır.
İlk tevbe, ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'la başlamıştır. O, tevbesinde:
"Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz." (el-A'raf, 23) diye niyazda bulunmuştur. Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlâdlarına bir istiğfâr nümûnesidir.
Ehlullâh hazerâtı tevbeyi üçe ayırır:
1- Avâmın tevbesi: Bunlar günahlarından tevbe ederler.
2- Havâs, yâni seçkin kulların tevbesi: Bunlar gâfil bulunmaktan tevbe ederler.
3- Hâssu'l-hâs, yâni en seçkin has kulların tevbesi: Bunlar da Allâh'a daha yakınlık peydâ edebilmek için tevbe ederler.
Ancak her amel-i sâlihde olduğu gibi tevbede de samîmiyet ve ihlâs şartı vardır. Öyle ki, birçok ehlullâh ettikleri tevbelere dahî tevbekâr olmuşlardır. Yâni tevbeye muhtaç tevbelerden Allâh'a sığınmak ve âyette buyurulan "tevbeten nasûhâ" sırrına nâil olmak zarûreti vardır. Çünkü nefs ve şeytan, gönlü çelmeye yol bulamayınca sûret-i haktan görünürler de bu defa güzellikleri ve iyilikleri telkin eden birer üstad kesilirler. Böylece kulu tuzağa düşürerek tevbeleri yele verirler. Oysa durmadan tevbeden dönmek, âhıret seâdetini karartacak bir âfettir. Allâh Teâlâ buyurur:
"Tevbe ederseniz, Rabbinizin sizi esirgeyeceğini umabilirsiniz; eğer tekrar fesâda düşerseniz, o da sizi cezalandırmaya döner." (el-İsrâ, 8)
Çünkü durmadan tevbesini bozan kimse, artık şeytanın maskarası olmuş demektir. Artık o, ne zaman tevbe etse şeytanın ve şeytanlaşmış gâfillerin bir defa: "Yazıklar olsun, tüh sana!" demesiyle derhal tevbesini yine bozar. Onun için âyet-i kerîmede:
"Ey îmân edenler! Tam bir sıdk ve ihlâs ile tevbe ederek Allâh'a dönün." (et-Tahrîm, 8) buyurulmuştur.
Bu gerçeğe işaretle şair tevbeye yönelen gönülleri şöyle îkâz eder:
Birkaç kelime ile dil ederken istiğfâr,
Gönül gâfilse, nefis binbir dehlize dalar!..
(Rahmetî)
Tevbe mevzuunda şu husus da câlib-i dikkattir:
Camiu's-Sagîr adlı hadîs kitabında; insanların amellerini yazan meleklerden günahları kaydeden meleğin, günah işlendikten altı saat sonra yazdığı, bu mühlet içinde belki tevbe eder diye beklediği belirtilmektedir. Bu sebeple: «Tevbemde duramıyorum, yine günah işliyorum; bu yüzden tevbe etmeyeyim!» dememeli, daima istiğfarda bulunmalıdır. Zîrâ Allâh lutfeder de bir daha tevbe bozulmaz. Ancak bilmelidir ki tevbe, bir afv dileme olduğundan samîmî pişmanlığın gerçekleşmesi ve afvı istenen günâhın bir daha yapılmaması husûsundaki kat'î azmi îcâb ettirir. Bunun için Cenâb-ı Hak şöyle îkâz buyurur:
"Sakın şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokmân, 33)
Zaten:
"Tevbe nedâmetten ibârettir." hadîs-i şerîfi de, tekrar günaha düşürmeyecek bir tevbeye işaret etmektedir.
Aynı zamanda bu hadîs-i şerîf, tevbenin pişmanlıkla başlaması zarûretini beyân eder. Bu da günah kirlerinin samîmî göz yaşlarıyla temizlenmesi demektir.
Rivâyet olunur ki:
Tevbe ve pişmanlık içindeki bir günahkâra, yakaza hâlinde iken günahlarının listesi verilmiş: "Oku bunu!" denmişti. Bu hâl karşısında mücrim o kadar ağladı ki, gözyaşlarından listedeki günahları göremez oldu. Nihâyet bu samîmî gözyaşları, o günahların tamamını yıkadı, temizledi. Böylece o mücrim afvoldu.
Bu itibarla bâzen bir günah, afvı için bin gözyaşı ister; bâzen de bir damla yaş bin günâhı temizler.
Çünkü gözyaşı, ilâhî muhabbet bağına girenler için tevbe pınarıdır. Günahları yıkar, temizler. Rabbe karşı bir şükrandır. Gözyaşı, Cenâb-ı Hakk'ın ümid dergâhıdır. Bütün ümidlerin kesildiği bir anda bu dergâhın eşiğinde ağlayabilenler gerçek bahtiyarlardır.
Samîmî gözyaşları ile âlemi seyredenler için o yaş damlalarının her biri bağrında binbir okyanus sergileyen aynalar gibidir ki, her zerrede ilâhî esrar âşikâr ve ayândır. Nice okunamayan hikmet sayfaları onunla okunur. Zîrâ gözyaşı, kelimelerin taşıyamayacağı mânâları yüklenen ve ifade edebilen bir ilâhî lisandır ki, kul onunla, kendisinin bile hayâl edemeyeceği şeyleri Rabbinden istemiş olur... Onun için sevdâlar gözyaşı pınarının başında tesellî bulur. Garipler onun kıyısında dinlenir.
Allâh için gözlerden dökülen bir damlanın değerini şu kıssa ne güzel ifâde eder:
Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh-, birgün yolda giderken gökten meleklerin indiğini ve yerden bir şeyler kapıştıklarını gördü. Onlardan birine:
"-Kapıştığınız şey nedir?" diye sordu.
Melek cevap verdi:
"-Bir Allâh dostu buradan geçerken iştiyakla bir «âh!..» çekti ve gözünden bir kaç damla yaş döküldü. Bu vesîle ile Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve mağfiretine nâil olalım diye o damlaları kapışıyoruz."
Hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Allâh nazarında şu iki damladan daha sevimli bir damla yoktur. Bunlardan biri gecenin karanlığında sırf Allâh aşkı ve Allâh korkusu için dökülen gözyaşı damlasıdır. Diğeri de Allâh yolunda mücâdelede dökülen kan damlasıdır."
Günâhkârın tevbe ve gözyaşlarıyla nasıl temizlendiğine misâl olarak Hazret-i Mevlânâ, kirlenip de sonra buharlaşan ve yeryüzüne tekrar berrak bir rahmet hâlinde dönen sulardan bahisle buyurur:
"Arılığı ve duruluğu kalmayınca, yâni çamurlanıp bulanınca, su da bizim gibi yeryüzünde kirlendiği için huzursuz olur, şaşırıp kalır..."
"İçten içe feryâda ve Hakk'a yalvarmaya başlar. Bu feryadlar ve yalvarışlar üzerine Cenâb-ı Hakk onu buharlaştırıp göklere alır. Orada çeşit çeşit yollara sürerek tertemiz eyler. Sonra da bazen yağmur, bazen kar, bazen de dolu halinde yeryüzüne yağdırır. Nihâyet kıyısı olmayan engin bir denize ulaştırır."
Hiç şüphesiz bu semboller, Cenâb-ı Hakk'ın kurtuluşa erdirmek istediği günahkar kullarına karşı gösterdiği merhameti ve sevgiyi ifade etmektedir. Nitekim günah kiriyle kalbi çamurlanmış kimselerde tevbe suyu ile pişmanlık güneşi bir araya gelirse, Cenâb-ı Hak o gönülleri göklere alır. Tozdan, topraktan ve bütün nefsânî kirlerden temizler. Tekrar varlıkların en şereflisi olarak, yâni bir rahmet hâlinde yeryüzüne ihsân eder. Bu hâlin en geniş mânâda tecellîsi de namazlarda gerçekleşir ki, bu bakımdan dosdoğru kılınabilen namazlar için «mü'minin mîrâcıdır» buyurulmuştur.
Ancak insanoğlu bu gerçeği çoğu zaman anlamayıp dünyâya dalarak ağlamak yerine kahkahaya boğulduğundan Cenâb-ı Hak:
"Gülüyorsunuz... Ağlamıyorsunuz... Habersiz oyalanmaktasınız..." (en-Necm, 60-61) buyurmuş ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e fermân eylemiştir:
"Yaptıklarının cezası olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar!.." (et-Tevbe, 82)
Yâni Allâh Teâlâ, kulundan tevbe ve gözyaşı ile günahlarını temizlemesini istiyor. Bu meyânda Hazret-i Mevlânâ gözyaşının ehemmiyetini şöyle anlatır:
"Mum, ağlayıp gözyaşı dökünce daha da aydın bir hâl alır. Ağaç dalı da, ağlayan bulutun bereketi ve güneşin harâretiyle yeşerir, tazelenir. Yâni bir meyvenin yetişmesi için harâret ve su gerekir."
"Tıpkı bunlar gibi, tevbelerin kabulü için de bulut ve şimşek, yani gözyaşı ve gönül yanışı ister."
"Şayet gönül şimşeği çakmaz da göz bulutu yağmur yağdırmazsa, nefsin öfke ateşi ve günah alevleri nasıl söner? Vuslatın feyzi, yani ilahî tecellî nûrunun parlaklığı gönülde nasıl belirir? Mânâ menbaları nasıl coşup akar? Yağmurlar yağmasa gül bahçesi, yeşilliğe nasıl sır söyleyecek? Menekşe yaseminle nasıl ahidleşecek?"
"Tabiatı bırak da hıçkıra hıçkıra ağlasın. Bu topraklar, sudan ayrılınca çoraklaşır. Irmaklardan, derelerden ayrı kalan, uzak düşen sular da sararır, kokar, bulanır, kapkara olur."
"Cennet gibi yemyeşil olan bağlar, bahçeler sulardan ayrı düşünce, sararır, solar, yaprakları kurur, dökülür, bir hastalık yurdu olur. (İnsan da böyledir...)"
Bu hâlden korunmak içindir ki, Şuayb -aleyhisselâm-'ın gözleri ağlamaktan âmâ olmuştur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de:
"Bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, yemek içmek içinize sinmezdi..." (Camiu's-Sagîr, c. II s. 10) buyurmuştur.
Zîrâ, ancak gönlündeki cürümden oluşan bir yarayı ömür boyu gözyaşları ile yıkayıp temizleyen gönül erleri, afvın cennetine girebilen âşık gönüllerden olabilirler. Onun için başta Peygamberler olmak üzere bütün velîler, sâlihler ve sâdıklar; darlıkta ve bollukta, kederde ve ferahta dâimâ Cenâb-ı Hakk'a ilticâ etmişler, yanış ve yakarış hâlinde bulunmuşlardır. Çünkü Peygamberlerde bile irade dışı gerçekleşen bir hatâ olarak ifade edilen "zelle"lerin bulunması sebebiyle tevbe ve istiğfârdan müstağnî kalabilecek hiçbir kul tasavvur olunamaz. Tevbe ve istiğfâr, gerçek mâhiyetiyle derûnî bir nedâmet, pişmanlık ve sığınma olması sebebiyle, Allâh'a yaklaşmanın en müessir vâsıtasıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk'ın kullarına verdiği ızdırap ve çileler ile kullarından istediği tevbe ve gözyaşları hep bir ebediyyet alış-verişidir. Hem öyle kârlı bir alış-veriş ki, bunu farkedenler hiçbir musîbetten şikâyet hâlinde olmayıp sonsuz bir kazanç elde ederler. Bunlardan biri olarak Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
"Hak Teâlâ, bu dünyâda senden birkaç damla gözyaşı alır, ama karşılığında sana nice cennet kevserleri bağışlar. O, senden sevdalarla, ızdıraplarla dolu olan ahları, feryatları alır; her ah'a, her feryada karşılık yüzlerce manevî yüksek mevkîler, erişilmez makamlar verir."
Fakat bilmelidir ki, her ağlayış bir değildir. Onlar arasında çok fark vardır. Nitekim soğuk, yapmacık, yalan olan nice iniltiler vardır ki, gafletten ve bir aldatmacadan ibarettir. Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh- buyurur:
"Ağlamak on kısımdır. Bunlardan dokuzu riyâdır. Ancak bir tanesi Allâh içindir. İşte bu Allâh için ağlamak, senede bir defâcık bile olsa kulun cehennemden kurtulmasına inşâallâh vesîle olur."
Rivâyete nazaran kocasıyla kavga eden bir kadın ağlayarak Kadı Şüreyh'e mürâcaat etmişti. Bu esnâda orada bulunan Şa'bî ona dedi ki:
"-Yâ Ümeyye! Bu kadının mazlûm olduğunu zannediyorum. Görmüyor musun ki nasıl ağlıyor!"
Bunun üzerine Kadı Şüreyh dedi ki:
"-Ey Şa'bî, Yûsuf'un kardeşleri de zâlim oldukları hâlde ağlayarak babalarının yanına gelmişlerdi. Bu ağlamalara bakarak hüküm vermek doğru olmaz!"
Böylesi gözyaşları elbette ki merduttur. Diğer bir menfur ağlayış da, miskinlik ve zillet ifade eden ağlayışlardır. Bunlar alnı terlemeyip hüsranlık çeken kimselerin boş ve nâfile gözyaşlarıdır ki, böyleleri hakkında merhum Âkif şu îkâzda bulunur:
Bırakın matemi, yahu! Bırakın feryadı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Göz yaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?!.
Bizim bahsettiğimiz murâd-ı ilâhî olan ağlayış ise, hâlimizi dost-düşman karşısında aşağılatacak bir gözyaşı değil, göklere yükseltecek, gönle mîrâcı yaşatacak bir ağlayıştır. Nasıl ki engin deryâlar nice çer-çöpü üzerinde taşıyor ve onları diplere batmaktan koruyorsa, bizim gözyaşlarımız da bizleri batmaktan koruyup başında taşıyacak ve menzil-i maksûda erdirecek sular kabîlinden olmalıdır ki, bunlar gözden ziyade gönülden akan ve halka değil Hakk'a arzedilen damlalardan ibarettir.
Ağlamak hususunda diğer mühim bir mes'ele de bu ağlayışın bir şikâyet ağlayışı olmamasıdır. Çünkü şikayette râzı olmama hâli vardır ki, aslâ makbul değildir. Zîrâ şikâyetler, insanı isyâna kadar götürür ve elindeki bütün sermayesini yok eder. Bu ise Hakk'ın gazabını celbeder. Bizim kasdettiğimiz ağlayış ise, gazabı celb etmek değil, dostu memnun edebilme endişesi ve günah kirlerinden arınabilme vesîlesidir.
Hâsılı ölüm geldiğinde bütün uyuyanlar uyanır, yâni gözlerini açıp hakîkati görürler. Ancak o son nefeste hakîkati görmenin artık hiçbir faydası olmaz; tıpkı Firavun'a olmadığı gibi... Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
"Akıllı kişiler önceden ağlarlar; bilgisizler ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de, kıyâmet gününde pişman olma!"
"Bu hususta şu kuşun hâli sana ibret olsun ki, o, avcının tuzağındaki buğdayları görünce kendinden geçmiş, aklını kullanamaz hale gelmişti. Böylece irâdesiz bir şekilde buğdayları yedi, fakat, tuzağa düştü kaldı. Bu defa başını dertten kurtarmak için ne kadar Yasin okudu, ne kadar En'am okudu. Ama ne fayda!.. Bela gelip çattıktan sonra, ağlamak, feryad, etmek, sızlanmak ne işe yarar. Bu ah ve feryad, tuzağa düşmeden önce gerekirdi..."
Nitekim Lût kavminin, ilâhî intikâmı celbeden azgınlıkları sebebiyle helâk edileceklerini duyduğunda İbrâhîm -aleyhisselâm-, onların ne derecede bir isyân içinde olduklarını tam bilmediğinden kendilerine merhametle duâ etmek isteyince melekler:
"-Artık duâ vakti geçti!.." demişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın murâdı üzere ölümün bizlere nerede, ne zaman ve nasıl geleceği belli değildir. Onun için gönüllerin "Ölmeden evvel ölünüz!" sırrıyla yoğrulması ve her an Rabbine kavuşmaya hazır bulunması zarûrîdir. Aksi hâlde son nefes: "Eyvah nereye böyle!" feryatlarıyla dolu bir hüsrân demi olur... Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir!..» denir." (Kâf, 19)
Dolayısıyla kulların en mühim mes'elesi, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalbdir. Buraya kadar anlattığımız tevbe ve gözyaşı bu hâle nâiliyyetin sadece kapısı mesabesindedir. Bu kapıdan içeri girdikten sonra yapılması gereken bütün amel-i sâlihleri ihyâ da elbette zarûrîdir. Farz, vacib ve sünnetleri âdâbı üzere edâdan sonra bilhassa kul hakkı, anne-baba hakkı, Allâh için infâk, bütün mahlûkata merhamet, şefkat ve afv ile yaklaşabilme gibi güzelliklere sahip olunmalıdır. Meselâ bu güzelliklerden afvedebilme meziyetine kavuşabilenler, ilâhî afva daha çok lâyık olurlar. Zîrâ "Acıyın bize!" feryadlarına gönül vermeyen muhabbet ve merhamet mahrumları, hayatın şaşkın ve hazin yolcuları olurlar.
Onun içindir ki gönüller, tevbe ve gözyaşı iklîminde bütün davranış güzelliklerini elde ederek Rabbe yönelmelidir. Bu yöneliş de hiç şüphesiz ömrün her anını içine alır. Bununla birlikte bazı müstesnâ zamanlar kullar için apayrı bir kazanç mevsimidir. Tıpkı bahar mevsiminin diğerleri arasındaki değer ve güzelliği gibi kullara bahşedilen öyle mânevî baharlar vardır ki, bunların en değerlisi, içinde bin aydan daha kıymetli bir geceyi, yâni Kur'ân'ın Levh-i Mahfûz'dan dünyâ semâsına indirilerek cihânı ve insanları nûra gark ettiği Kadir Gecesi'ni de bulunduran Ramazan-ı Şerîf ayıdır. İdrâk ettiğimiz bu mübârek ve müstesnâ ay, gece gibi kararan gönülleri nûruyla aydınlatan bir bedr-i münîrdir. Göklerden yere mi'râc için açılan bir penceredir. Bu bakımdan gönlü uyanık mü'minlere gereken, bütün ömürlerini böyle müstesnâ bir iklîmden alacağı feyiz ve bereketlerle, yâni Ramazan-ı Şerîf hassasiyetiyle geçirmesidir. Zîrâ böyle bir yaşayışla müzeyyen sâlih gönüllere kıyâmet, bir nedamet günü değil âdeta bir bayram sabahı olur.
Rabbimiz cümlemize böyle bir bayram sabahı nasîb eylesin! Aşk, vecd ve samîmî gözyaşlarıyla ilâhî rahmet ve mağfiretine nâil buyursun!
Âmîn!..
Osman Nuri Topbaş