osman gazi
Yasaklı Kullanıcı
- Katılım
- 28 Ara 2008
- Mesajlar
- 716
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 54
TEŞKİLATÇININ HİTAB TARZINA DAİR
Hayreddin Soykan
“Küçük Prens” adlı eserde geçer, meâlen: “Hayat, insanlara kitablardan daha fazlasını öğretir, çünkü hayat (hazır şablonlara) direnir ve bizi yeni fikirler temin etmeye zorlar.” Bir teşkilatçı veya namzedinin de bu bakımdan, kitablardan öğrenebileceğinin belki daha fazlası hayatta kendisiyle tanışmayı beklemektedir. Veyahut; geçmişte okuduğu kitablarda rastladığı ve şöyle bir okuyup geçtiği inceliklerin kanlı canlı şâhidi olacağı ve lüzumlu dersin ziyadesiyle alınacağı o saatin çalması beklenecektir. İşte bu makalemizde biz, yepyeni bir teşkilatlanma hamlesi arifesinde bir teşkilatçının, hakkında fikir edinmeye çoğu zaman en çok ihtiyacını hissedeceği bir bahse dair bizce çok mühim bir hususu dile getirmeye ve elden geldiğince aydınlatmaya çalışacağız: Çevreye hitab ve yaklaşım tarzı!..
En küçüğünden en büyüğüne, yaşadığımız çoğu hayat sahnesinde, mesela evde, okulda, işte, dâvâ zemininde ve içtimaî münasebetlerimizde niçin kimi zaman sözümüzü dinletemez, kendimizi sevdiremez, kesinliğinden şübhe duymadığımız o kadar berrak inanç ve düşüncelerimizi muhatablarımıza benimsetemeyiz? Hattâ o kadar akıl almaz bir hadde varır ki bazen hadise, sanki sırf biz dedik diye iki kere ikinin dört edip etmediği bile bir tartışma ve tenkid mevzuu olur çıkar! Sizce “arıza” kimdedir bu durumda; söyleyende mi, yoksa dinleyip de reddedende mi?..
En ziyade kabahatli olanın teşhisine yönelik bir araştırmanın neticesi, ilgili tarafların, ortadaki mevzuun, anlaşmazlığın gerisindeki hikâyenin ve meselenin gündeme geldiği zaman ve zeminin niteliğine göre, kısaca, her durumun kendi “hususiyet”ine nazaran birbirinden çok farklı olabilir; bazen her ikisi, bazen de yalnızca biri anlaşmazlığın mes’ulü olabileceği gibi, kimi zaman her ikisi de mazur olabilir, haricî faktörlerin belirleyici olması da mümkündür ezcümle. Biz burada, içinden çıkılmaz teferruata boğulmak ve dağılmak yerine, sadece “umumî bir ölçü” ortaya koymak ve çevresinde temel birtakım noktalara temas etmekle yetineceğiz ki, inşallah böylelikle, “önlenebilir”, yani sırf “hitab ve yaklaşım tarzı”ndan kaynaklanan anlaşmazlıkların doğmadan bertaraf edilmesi mümkün olabilsin, çevreyle sağlıklı, verimli ve bereketli münasebetler tesis etme talihine erilebilsin Allahın izniyle. O hâlde, önce “ölçü”:
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyorlar:
“Kalb, Allahü Teâlânın komşusudur. Allahü Teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mümin olsun, asi olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünkü, asi olan komşuyu da korumak lazımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü Teâlâyı en ziyade inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. Çünkü, Allahü Teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların hepsi, Allahü Teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi dövülür, incitilirse, onun efendisi elbette gücenir. Her şeyin biricik Maliki, sahibi olan efendinin şanını, büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlukları, ancak izin verdiği, emir eylediği kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hatta, onun emrini yapmak olur.” (c.3, m.45)
Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin vasiyetnamesinin son satırı ise şöyledir:
“Hiç kimsenin kalbini incitmeyin.”
Evet, ölçümüzü başa aldıktan sonra, artık deminki mesele ve soruya dönebiliriz. Neydi? Birisi bir diğerine (meselâ, bu satırların yazarının da aynen iştirak ettiği!) apaçık bir hakikati benimsetmeye çalışıyor ve sert bir itirazla karşılaşıyor. Anlaşmazlığın sebebleri sonsuz çeşitlilik arzedebilir demiştik. Şimdi, bizim dikkatimizi teksif edeceğimiz bu “örnek” duruma biraz daha yakından bakıyor olalım ve diyelim ki karşılaştığımız manzara şu: Bu “birisi”, karşısındaki “muhatab”ına o hakikati “hoyratça” dikte ediyor! Peki, böyle bir durumda “kabahatli” kimdir sizce? “Söyleyen” mi, kendisine “söylenen” mi?
Bize sorarsanız, “kabahat” her ikisinde; ama belki en önce “söyleyen”de, yani dosdoğru ifade etmek gerekirse, “söylemeyi bilmeyen”de!..
Öbürüne, yani kendisine hoyratça söz “söylenen” kişiye gelince, hakikate talib olmak yerine, çoğu durumda uslûba ve kabuğa takılmış “sığ” bir idrak ve belki de “egoist” bir ahlâkla malûldur diyebiliriz. Evet, şayet konuşmanın “sert” veya “nefsi inciten” bir niteliği varsa, uğradığı muamelenin haysiyetine veya nefsaniyetine yönelttiği tehdide “şuurlu-şuursuz” karşı koymak noktasında bir derece mazurdur belki, ancak, kendisine “kıra döke” de olsa söylenenlerin “hoyrat” kabuğunun gerisindeki “öz”e ulaşamadan boğulmuştur demek mümkün.
Her tavrın kendi hususî şartları içinde değerlendirilmesi gereğini “müstesnâ” tutarak devam edersek ve bilhassa “rencide edici” hitabın alışkanlık hâline getirildiği durumları ele alırsak, bu safhada yeni bir soru çıkar karşımıza: “Öz”ü bu kadar hoyratça muhataba dikte eden, dayatan, hakikati gözler önüne sermek isterken muhatabın gözünü çıkaran bir insan, gerçekte o sözcüsü olduğu “öz”den ne derece pay sahibidir? Üstad’ın “İdeolocya Örgüsü”nde hüviyeti resmedilen ve Şer’î ölçüleri “balta” niyetine kullanan, sevdirmek yerine itmenin ve tiksindirtmenin her yolunu maharetle(!) tatbik eden “yobaz” bahsini hatırlayacağınıza eminiz!..
O halde, bir ikinci incelik daha âşikar olmuş değil midir: Kırıcı hitaba veya muameleye maruz kalanın nefsaniyeti yanında, hakikatı “kıra döke” göze, kulağa ve başa kakan, böylece “sırların letafeti”ni zedeleyerek “kalbe telkin”i en başından boğan kişi de nefsaniyet tavrının, bu meyanda sığlığın ve egoistliğin belki en başta gelen mümessili değil midir?..
Burada “istisnâ”mızı daha bir berraklaştıralım dilerseniz ve “işin vasfı ve şahsın mevkii doğrudan bunu gerektirmediği hâlde” diyelim. Öyle ya, bir “asker”in harb meydanında “çıtkırıldım” edâsı ne kadar menfi ise, masa başındaki bir “diplomat”ın her cümlesinin başına galiz bir sövgü iliştirmesi de o kadar menfi bir mahiyet arzeder. Ancak yeri gelir, askerin de, evinde, dost muhitinde yahut içtimaî hayatında nezaketle davranmaktan mes’ul olduğu ânlar vardır ve bellidir. Aynı şekilde bir diplomatın da hak edene lâyık olduğu cevabı münasib bir şiddette verme hakkı saklıdır. Problemin kaynağı burada değil, “yersiz” ve “gereksiz” şiddette yahut nezakettedir o hâlde! Kısaca, “gerekeni gerektiği yerde yapmak”tan, sadece “tek” bir hitab tarzını “değişmez bir şablon” imişçesine kullanmayı anlamaktır çıkmazın ve yobazlığın kaynağı! Evinde, dost muhitinde, düğünde, cenazede, iş görüşmesinde, okulunda veya diğer her vesilede, meselâ “daima” bağıran yahut “daima” pasif kalan kişilik yapısıdır problem doğuran!..
İBDA Mimarı’nın mütemadiyen altını çizdiği düsturu hatırlamanın ve hatırlatmanın yeri: “Kaba tebliğ değil, ince telkin!”... Kim kendini “kaba” sınıfa sokar, elbette hiçkimse! Bize düşen, “tam” olmasa da, bu kabalıktan “pay” alır fiillerimizin olup olmadığını vicdanımıza sormak ve hâl çaresine bakmak değil midir öyleyse
Hayreddin Soykan
“Küçük Prens” adlı eserde geçer, meâlen: “Hayat, insanlara kitablardan daha fazlasını öğretir, çünkü hayat (hazır şablonlara) direnir ve bizi yeni fikirler temin etmeye zorlar.” Bir teşkilatçı veya namzedinin de bu bakımdan, kitablardan öğrenebileceğinin belki daha fazlası hayatta kendisiyle tanışmayı beklemektedir. Veyahut; geçmişte okuduğu kitablarda rastladığı ve şöyle bir okuyup geçtiği inceliklerin kanlı canlı şâhidi olacağı ve lüzumlu dersin ziyadesiyle alınacağı o saatin çalması beklenecektir. İşte bu makalemizde biz, yepyeni bir teşkilatlanma hamlesi arifesinde bir teşkilatçının, hakkında fikir edinmeye çoğu zaman en çok ihtiyacını hissedeceği bir bahse dair bizce çok mühim bir hususu dile getirmeye ve elden geldiğince aydınlatmaya çalışacağız: Çevreye hitab ve yaklaşım tarzı!..
En küçüğünden en büyüğüne, yaşadığımız çoğu hayat sahnesinde, mesela evde, okulda, işte, dâvâ zemininde ve içtimaî münasebetlerimizde niçin kimi zaman sözümüzü dinletemez, kendimizi sevdiremez, kesinliğinden şübhe duymadığımız o kadar berrak inanç ve düşüncelerimizi muhatablarımıza benimsetemeyiz? Hattâ o kadar akıl almaz bir hadde varır ki bazen hadise, sanki sırf biz dedik diye iki kere ikinin dört edip etmediği bile bir tartışma ve tenkid mevzuu olur çıkar! Sizce “arıza” kimdedir bu durumda; söyleyende mi, yoksa dinleyip de reddedende mi?..
En ziyade kabahatli olanın teşhisine yönelik bir araştırmanın neticesi, ilgili tarafların, ortadaki mevzuun, anlaşmazlığın gerisindeki hikâyenin ve meselenin gündeme geldiği zaman ve zeminin niteliğine göre, kısaca, her durumun kendi “hususiyet”ine nazaran birbirinden çok farklı olabilir; bazen her ikisi, bazen de yalnızca biri anlaşmazlığın mes’ulü olabileceği gibi, kimi zaman her ikisi de mazur olabilir, haricî faktörlerin belirleyici olması da mümkündür ezcümle. Biz burada, içinden çıkılmaz teferruata boğulmak ve dağılmak yerine, sadece “umumî bir ölçü” ortaya koymak ve çevresinde temel birtakım noktalara temas etmekle yetineceğiz ki, inşallah böylelikle, “önlenebilir”, yani sırf “hitab ve yaklaşım tarzı”ndan kaynaklanan anlaşmazlıkların doğmadan bertaraf edilmesi mümkün olabilsin, çevreyle sağlıklı, verimli ve bereketli münasebetler tesis etme talihine erilebilsin Allahın izniyle. O hâlde, önce “ölçü”:
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyorlar:
“Kalb, Allahü Teâlânın komşusudur. Allahü Teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mümin olsun, asi olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünkü, asi olan komşuyu da korumak lazımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü Teâlâyı en ziyade inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. Çünkü, Allahü Teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların hepsi, Allahü Teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi dövülür, incitilirse, onun efendisi elbette gücenir. Her şeyin biricik Maliki, sahibi olan efendinin şanını, büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlukları, ancak izin verdiği, emir eylediği kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hatta, onun emrini yapmak olur.” (c.3, m.45)
Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin vasiyetnamesinin son satırı ise şöyledir:
“Hiç kimsenin kalbini incitmeyin.”
Evet, ölçümüzü başa aldıktan sonra, artık deminki mesele ve soruya dönebiliriz. Neydi? Birisi bir diğerine (meselâ, bu satırların yazarının da aynen iştirak ettiği!) apaçık bir hakikati benimsetmeye çalışıyor ve sert bir itirazla karşılaşıyor. Anlaşmazlığın sebebleri sonsuz çeşitlilik arzedebilir demiştik. Şimdi, bizim dikkatimizi teksif edeceğimiz bu “örnek” duruma biraz daha yakından bakıyor olalım ve diyelim ki karşılaştığımız manzara şu: Bu “birisi”, karşısındaki “muhatab”ına o hakikati “hoyratça” dikte ediyor! Peki, böyle bir durumda “kabahatli” kimdir sizce? “Söyleyen” mi, kendisine “söylenen” mi?
Bize sorarsanız, “kabahat” her ikisinde; ama belki en önce “söyleyen”de, yani dosdoğru ifade etmek gerekirse, “söylemeyi bilmeyen”de!..
Öbürüne, yani kendisine hoyratça söz “söylenen” kişiye gelince, hakikate talib olmak yerine, çoğu durumda uslûba ve kabuğa takılmış “sığ” bir idrak ve belki de “egoist” bir ahlâkla malûldur diyebiliriz. Evet, şayet konuşmanın “sert” veya “nefsi inciten” bir niteliği varsa, uğradığı muamelenin haysiyetine veya nefsaniyetine yönelttiği tehdide “şuurlu-şuursuz” karşı koymak noktasında bir derece mazurdur belki, ancak, kendisine “kıra döke” de olsa söylenenlerin “hoyrat” kabuğunun gerisindeki “öz”e ulaşamadan boğulmuştur demek mümkün.
Her tavrın kendi hususî şartları içinde değerlendirilmesi gereğini “müstesnâ” tutarak devam edersek ve bilhassa “rencide edici” hitabın alışkanlık hâline getirildiği durumları ele alırsak, bu safhada yeni bir soru çıkar karşımıza: “Öz”ü bu kadar hoyratça muhataba dikte eden, dayatan, hakikati gözler önüne sermek isterken muhatabın gözünü çıkaran bir insan, gerçekte o sözcüsü olduğu “öz”den ne derece pay sahibidir? Üstad’ın “İdeolocya Örgüsü”nde hüviyeti resmedilen ve Şer’î ölçüleri “balta” niyetine kullanan, sevdirmek yerine itmenin ve tiksindirtmenin her yolunu maharetle(!) tatbik eden “yobaz” bahsini hatırlayacağınıza eminiz!..
O halde, bir ikinci incelik daha âşikar olmuş değil midir: Kırıcı hitaba veya muameleye maruz kalanın nefsaniyeti yanında, hakikatı “kıra döke” göze, kulağa ve başa kakan, böylece “sırların letafeti”ni zedeleyerek “kalbe telkin”i en başından boğan kişi de nefsaniyet tavrının, bu meyanda sığlığın ve egoistliğin belki en başta gelen mümessili değil midir?..
Burada “istisnâ”mızı daha bir berraklaştıralım dilerseniz ve “işin vasfı ve şahsın mevkii doğrudan bunu gerektirmediği hâlde” diyelim. Öyle ya, bir “asker”in harb meydanında “çıtkırıldım” edâsı ne kadar menfi ise, masa başındaki bir “diplomat”ın her cümlesinin başına galiz bir sövgü iliştirmesi de o kadar menfi bir mahiyet arzeder. Ancak yeri gelir, askerin de, evinde, dost muhitinde yahut içtimaî hayatında nezaketle davranmaktan mes’ul olduğu ânlar vardır ve bellidir. Aynı şekilde bir diplomatın da hak edene lâyık olduğu cevabı münasib bir şiddette verme hakkı saklıdır. Problemin kaynağı burada değil, “yersiz” ve “gereksiz” şiddette yahut nezakettedir o hâlde! Kısaca, “gerekeni gerektiği yerde yapmak”tan, sadece “tek” bir hitab tarzını “değişmez bir şablon” imişçesine kullanmayı anlamaktır çıkmazın ve yobazlığın kaynağı! Evinde, dost muhitinde, düğünde, cenazede, iş görüşmesinde, okulunda veya diğer her vesilede, meselâ “daima” bağıran yahut “daima” pasif kalan kişilik yapısıdır problem doğuran!..
İBDA Mimarı’nın mütemadiyen altını çizdiği düsturu hatırlamanın ve hatırlatmanın yeri: “Kaba tebliğ değil, ince telkin!”... Kim kendini “kaba” sınıfa sokar, elbette hiçkimse! Bize düşen, “tam” olmasa da, bu kabalıktan “pay” alır fiillerimizin olup olmadığını vicdanımıza sormak ve hâl çaresine bakmak değil midir öyleyse