makbergulu
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 24 Tem 2007
- Mesajlar
- 467
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Tepki Müslümanı Değil Etki Müslümanı Olmak
Bugün toplumda bir tereddüt, bir tahayyür, bir şaş kınlık göze çarpmaktadır. Kim gibi yaşayacağını, kim gibi giyineceğini, kim gibi davranacağını bilemeyen, mütehayyir bir kitle meydana getirilmiştir. Hani bir söz vardır: "Başkasının yürümesini taklit etmek iste yen insan, sonunda kendi yürüyüşünü de unutur." Böyle bir durum söz konusu.
İslâmın temel mefhumlarını, özellik ve güzelliğini bilemeyen, yaşayamayan bir takım çevreler bu defa başkaları gibi yaşamaya çalışıyor, o da kendisine mut luluk ve saadet getirmeyince, ortada kalıyor, kim gibi yaşayacağını, kim gibi giyineceğini, kim gibi düşüne*ceğini bilemeyen mütereddit, şaşkın bir kitle meyda na geliyor.
Bu mütereddit ve mütehayyir kitleyi sokağa baktı ğınız zaman görüyorsunuz. Sokak, onlarla istila ve iş gal edilmiş gibi sanki. Kılığına, kıyafetine, düşüncesi ne, tavrına, hareketine bakıyorsunuz, sahip çıkamıyorsunuz. Sadece sokakta gezen vatandaşa değil, po*litikacılara, aydınlara da bakın, fikirlerini, tavsiyeleri ni, telkinlerini dinleyin, kendi yürüyüşünü bırakmış, başkasının yürüyüşünü taklide başlamış, fakat onlar gibi de yürüyemeyince geri dönmüş, ama kendi yürüyüşünü de unutmuş, ortada bocalayan aydınlar, politikacılar, bürokratlar görüyoruz.
Memleketin ahlakî mânâdaki düşüşlerine göster dikleri çarelerine bakıyorsunuz, ne o çareler bizi tat min ediyor, ne de bu olaylara karşı aldıkları tedbirler, buldukları ilaçlar bize şifa verici şekilde görünüyor.
Şimdi böyle mütereddit ve mütehayyir tiplerin so kakta, aydınların arasında, politikada çoğaldığı bir devrede Müslümanlara görev ve mükellefiyet düşü yor. Şayet bizler kendi yürüyüşümüzü bırakmamış-sak, başkasının yürüyüşüne imrenmemişsek, kendi uygun adımımızı devam ettiriyorsak bize görev dü şüyor. Nedir o görev, o mükellefiyet?
Dindarlar, bu mütereddit ve mütehayyir kitleye karşı bir nur göstereceklerine, bir örnek hayat suna caklarına, şefkat ve müsamaha elini uzatacaklarına tam aksini yapıyor, tenkide, tahrike yöneliyor, hü cumla yaklaşıyor, hor hakir görmekle muhatap olu*yorlar. Halbuki hücum etmekle, onları tahkir, tenkit etmekle, yanlışlarını nazara vermekle o insanları ka zanmak, onları doğruya çekmek, kendimize doğru celbetmek mümkün değildir.
Biz onlara böylesine tenkitle karşılık verince, tah kirle muhatap olunca, hata ve kusurlarından dolayı ithama yönelince, onlar da bize mukabele ediyorlar ve aradaki mesafe açılıyor.
Açılınca da dini hayatı ya şayanlarla yaşamayanlar diye gruplaşmalar oluyor. Bu defa da birtakım kötü maksatlı insanlar, bazı yan lışlar yapıyorlar ve onu Müslümanlara mal etmek su retiyle Müslüman imajını kötü gösteriyorlar. Bizim tepkisel Müslüman oluşumuz, yani cezbedici, celbedici, etkileyici değil de, hep reddedici, hep hücum
edici Müslüman tipi oluşumuz onlara malzeme olu yor.
Peki ne yapmamız lâzım? Bugün dini hayat yaşa yamayanlar varsa, boğazına kadar günaha gömülmüş olanlar varsa, dindarlara karşı çıkanlar varsa, bunla rın büyük bir kısmı o yanlışın içine düşmüşler çıkamı yorlar, o çamura çakılıp kalmışlar, debeleniyorlar. Bunlara karşı dindarların takınacağı tavır red, şiddet, tepki değildir. Resulullah'ın (a.s.m.) şefkati ve müsa-mahasıdır. Bizde görülmesi gereken, fakat eksik olan husus budur.
Dindar insan deyince, korkma, ürkme, endişe mey dana gelmemeli. Muhataplarda bu imaj hasıl olma malı. Dindar insan denince aksine, adam ne kadar gü nahkar, hatalı olursa olsun, onun gönlünde, kalbinde bir itimat, bir sevgi, bir yakınlık meydana gelmelidir.
Biliyorsunuz, Efendimizi (a.s.m.) düşmanları Uhud Savaşında bir hayli zor duruma soktular. Attıkları ok la mübarek yüzü kanadı, zırhın parçası yanağına sap landı, yanağından kan damladı, dişi kırıldı ve çekilip bir mağaraya iltica etmek, kendisini korumak zorun da kaldı. Ashabının birçokları şehit edildi. Karşı taraf bu kadar zulüm, bu kadar insafsızlık yaptığı o sırada, dediler ki: "Ya Resulallah, sizin duanız makbuldür. Bir dua edin de bunlar kahr u perişan olsunlar."
O şefkat, merhamet Peygamberin (a.s.m.) elini açtı, dua etti, ama bu dua kahır duası değildi, lütuf duasıydı, şöyle diyordu: "Ya Rabbi, kavmime hidayet et, doğruyu göster, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar."
Evet, yanağını kanatan, dişini kıran, yakınlarını şe hit eden düşmanına karşı kahır değil de, hidayet du asında bulundu.
Şayet bugün karşımızda böyle tipler varsa, bizim bunlara göstereceğimiz nur olmalı, şefkat olmalı. Yani biz onları etkileyecek İslâmî güzelliği şahsımızda ya şamalıyız. Daha başka bir ifadeyle, tepki Müslümanı değil, etki Müslümanı olmalıyız, hidayetlerine dua et meliyiz.
Efendimiz (a.s.m.) Hazretleri Medine'ye yeni gel miştir. Şurahbil adında bir genç, Müslüman olmuş, ama İslâmı daha tam manâsıyla hazmetmemiş. Bu ço cuk aç. Açlıktan da o hale gelmiş ki, hemen Medi ne'nin kenarında bahçelerden birisinin duvarından atlıyor, içeri giriyor, hurma ağacının altına oturuyor ve oradaki hurmaları yemeye başlıyor.
Sonra da hurma ağacını sallıyor. Düşürdüğü sal kımları ufalayıp çantasına dolduruyor. Tam bu sırada bahçe sahibi de duvardan atlayıp içeriye giriyor. Şurahbil'in elinden yakalıyor. Tekme tokat, bir hayli hır paladıktan sonra sürükleyerek Efendimizin huzuruna getiriyor. "Ya
Resulallah, bu çocuk, bahçeme girmiş, hurmaları yemekle kalmamış, işte bu çantanın içine de hurmaları doldurmuş. Huzurunuza getirdim, bu nun cezasını verin" diyor ve büyük bir ceza bekliyor.
Efendimiz (a.s.m.) Şurahbü'in rengine bakıyor, uç muş, açlıktan bîtap halde olduğunu anlıyor. Peygamberâne bir bakışla onun iç dünyasını görüyor. Ve bah çe sahibine sesini yükselterek hitap ediyor:
"Bırak onu!" Adam şaşırıyor ve bırakıyor. "Elinde ki çantayı da iade et kendisine!" Hemen çantayı da ia de ediyor. Ondan sonra Efendimizin bahçe sahibine cevabı şu:
"Cahilken öğretmezsiniz, açken doyurmazsınız. Si zin bu halinizi nasıl izah etmek lâzım?"
Bu hadisin üzerinde biraz duralım isterseniz. Efen dimiz (a.s.m.) bahçe sahibine, "Cahilken öğretmezsi niz" diyor. Bu genç İslâmı henüz bilmiyor. Yaptığı meselenin haramlığını, kul hakkını bilmiyor. Bu ko nulara ait imanî bir hassasiyet gelişmemiş. Meselenin ehemmiyetini, ciddiyetini, dehşetini bilmiyor. Bu ko nularda cahil bırakılmış.
Birinci vazife olarak bunun cehaletini gidermek, bu konularda bilgi sunmak.
İkinci vazife de hırsızlık yapacak derecede aç kalan insanı açken doyurmak. Yani kafasına ve midesine gı da sunmak. Bunu da yapmamışsınız. Hemen suçlu yorsunuz. Bu nasıl irşad, nasıl tavır?
Bugün İslama karşı olan insanlara acaba biz nasıl muhatap oluyoruz? Yaşayarak örnek olabiliyor mu yuz? Müslüman denilince itimat edilen bir tip akılla rına geliyor mu? Yoksa vurma, kırma, asma, kesme duygusunda olan tipler mi canlanıyor hafızalarda? Yani konuşulan Müslüman değil de, kaçılan Müslü man mı oluyoruz?
Gereken aydınlatmayı yapmamış mıyız?
Efendimiz (a.s.m.) vefat ettikten sonra arkasından ona iman etmeyenler dahi ağlıyorlar.
İnsanın aklına şu sual geliyor: Hem Peygambere iman etmiyor, hem de arkasından ağlıyor, bu nasıl iş? Evet ağladılar. Ama ne diyerek? "Yetimler, kimsesizler, yalnızlar, ih tiyarlar helak oldu" diyerek. Demek Efendimize (a.s.m.) inanmadıkları halde onun çevreye karşı olan tutumuna, tavrına inanmışlar.
Yine Mekke müşrikleri, Efendimize (a.s.m.) iman etmedikleri halde, sefere çıkarken mallarını ona ema net ediyorlardı. O müşriklere deniyordu ki: "Siz Muhammed'e hem inanmıyorsunuz, hem de bir yere gi derken evinizdeki mal çalınır korkusuyla ona teslim ediyorsunuz?" Onlar diyorlardı ki: "Evet, biz inanmı yoruz, ama onun dürüstlüğünden, doğruluğundan da şüphemiz yoktur." Demek inanmayanlar dahi ya şayışına inanmışlardı. Yaşayışıyla örnek oluyor, hali ile anlatıyordu, sadece lafla değil.
Mevlânâ bir gün pazarda dolaşırken bakar ki, iki kişi kavga ediyor. Biri öbürüne diyor ki: "Bana bak bana. Ben öyle bir adamım ki, bana bir kelime söyle sen bin kelimeyle cevap alırsın."
Mevlânâ yaklaşıyor adama, diyor ki: "Ne diyor sun, bir daha söyle bakayım?"
"Ben öyle bir adamım ki, bana bir kelimeyle sataşa na bin kelimeyle cevap veririm"
Bu defa Mevlânâ adamın yüzüne bakıyor, diyor ki: "Ben de öyle bir adamım ki, bana bin kelimeyle sataşsan, bir kelimeyle dahi cevap alamazsın."
Evet, lafla cevap veremezsiniz, ama yaşayışla ceva bı verirsiniz. Onun için eski hocalarımız derlerdi ki: "Halinle yaptığın vaazın, sözünle yaptığın vaazından çok daha tesirlidir."
Çevredeki tesettürsüz hanımlara sataşmak hiç bir mânâ ifade etmez. Lafınızla, sözünüzle sataşmasanız da yaşayışınızla tesettürlü olsanız, o zaman en güzel tebliği yapmış olursunuz
Bir hanımefendi toplantılar yapıyor. Toplantıda ki taplar okuyor. Çevredeki hanımlar da geliyor, onun okuduğu kitaptan istifade ediyorlar. Bir gün bu hanı mefendiye son derece dekolte bir hanım yaklaşıyor, diyor ki: "Ben de seninle olmak, senin toplantılarına
çatılmak istiyorum, fakat beni kabul eder misin diye çekiniyorum. Beni kabul eder misin?"
'Ne demek?" diyor, "Seninle başkaları arasında ne fark var ki?"
"Ama," diyor, "Ben tesettürsüzüm."
"Olsun, senin böyle oluşun, belki de meseleyi bilemeyişindendir. Sen, belki ileride bizi de geçebilirsin" diyor.
Bu dekolte hanım, böylece tesettürlü hanımların toplantısına iştirak etmeye başlıyor. Oradaki hanımların hiçbirisi, "Bu ne biçim kıyafet? Bu kıyafetle nasıl ıramızda bulunuyorsun?" gibi kırıcı şekilde muhatap olmuyorlar. Tam aksine, "Buyur" diyorlar, gelir gel mez baş köşeyi gösteriyorlar, hürmet ediyorlar. Ve bir müddet bu böyle devam ettikten sonra bir gün baştan ayağa tesettürlü bir hanım çıkageliyor.
Ve söylediği söz şu:
'Sizi baştan bugüne gelinceye kadar tetkik ettim, tenim gibi tesettürsüz bir hanıma karşı gösterdiğiniz hürmet ve saygı benim iç âlemimde fırtınalar kopardı ve dedim ki: Bunlar hak yoldadırlar. Bana karşı gös terdikleri şu hürmet, şu saygı ancak hak yolda olanla rın halidir."
Bu hanımefendinin böylesine bir tesettüre girmesi, hanımların fiilen örnek olmalarıyla mümkün olmuştur. Yani tepki Müslümanı değil etki, Müslümanı )olmakla bunda muvaffak olmuşlardır.
Yazar: Ahmed Şahin
Bugün toplumda bir tereddüt, bir tahayyür, bir şaş kınlık göze çarpmaktadır. Kim gibi yaşayacağını, kim gibi giyineceğini, kim gibi davranacağını bilemeyen, mütehayyir bir kitle meydana getirilmiştir. Hani bir söz vardır: "Başkasının yürümesini taklit etmek iste yen insan, sonunda kendi yürüyüşünü de unutur." Böyle bir durum söz konusu.
İslâmın temel mefhumlarını, özellik ve güzelliğini bilemeyen, yaşayamayan bir takım çevreler bu defa başkaları gibi yaşamaya çalışıyor, o da kendisine mut luluk ve saadet getirmeyince, ortada kalıyor, kim gibi yaşayacağını, kim gibi giyineceğini, kim gibi düşüne*ceğini bilemeyen mütereddit, şaşkın bir kitle meyda na geliyor.
Bu mütereddit ve mütehayyir kitleyi sokağa baktı ğınız zaman görüyorsunuz. Sokak, onlarla istila ve iş gal edilmiş gibi sanki. Kılığına, kıyafetine, düşüncesi ne, tavrına, hareketine bakıyorsunuz, sahip çıkamıyorsunuz. Sadece sokakta gezen vatandaşa değil, po*litikacılara, aydınlara da bakın, fikirlerini, tavsiyeleri ni, telkinlerini dinleyin, kendi yürüyüşünü bırakmış, başkasının yürüyüşünü taklide başlamış, fakat onlar gibi de yürüyemeyince geri dönmüş, ama kendi yürüyüşünü de unutmuş, ortada bocalayan aydınlar, politikacılar, bürokratlar görüyoruz.
Memleketin ahlakî mânâdaki düşüşlerine göster dikleri çarelerine bakıyorsunuz, ne o çareler bizi tat min ediyor, ne de bu olaylara karşı aldıkları tedbirler, buldukları ilaçlar bize şifa verici şekilde görünüyor.
Şimdi böyle mütereddit ve mütehayyir tiplerin so kakta, aydınların arasında, politikada çoğaldığı bir devrede Müslümanlara görev ve mükellefiyet düşü yor. Şayet bizler kendi yürüyüşümüzü bırakmamış-sak, başkasının yürüyüşüne imrenmemişsek, kendi uygun adımımızı devam ettiriyorsak bize görev dü şüyor. Nedir o görev, o mükellefiyet?
Dindarlar, bu mütereddit ve mütehayyir kitleye karşı bir nur göstereceklerine, bir örnek hayat suna caklarına, şefkat ve müsamaha elini uzatacaklarına tam aksini yapıyor, tenkide, tahrike yöneliyor, hü cumla yaklaşıyor, hor hakir görmekle muhatap olu*yorlar. Halbuki hücum etmekle, onları tahkir, tenkit etmekle, yanlışlarını nazara vermekle o insanları ka zanmak, onları doğruya çekmek, kendimize doğru celbetmek mümkün değildir.
Biz onlara böylesine tenkitle karşılık verince, tah kirle muhatap olunca, hata ve kusurlarından dolayı ithama yönelince, onlar da bize mukabele ediyorlar ve aradaki mesafe açılıyor.
Açılınca da dini hayatı ya şayanlarla yaşamayanlar diye gruplaşmalar oluyor. Bu defa da birtakım kötü maksatlı insanlar, bazı yan lışlar yapıyorlar ve onu Müslümanlara mal etmek su retiyle Müslüman imajını kötü gösteriyorlar. Bizim tepkisel Müslüman oluşumuz, yani cezbedici, celbedici, etkileyici değil de, hep reddedici, hep hücum
edici Müslüman tipi oluşumuz onlara malzeme olu yor.
Peki ne yapmamız lâzım? Bugün dini hayat yaşa yamayanlar varsa, boğazına kadar günaha gömülmüş olanlar varsa, dindarlara karşı çıkanlar varsa, bunla rın büyük bir kısmı o yanlışın içine düşmüşler çıkamı yorlar, o çamura çakılıp kalmışlar, debeleniyorlar. Bunlara karşı dindarların takınacağı tavır red, şiddet, tepki değildir. Resulullah'ın (a.s.m.) şefkati ve müsa-mahasıdır. Bizde görülmesi gereken, fakat eksik olan husus budur.
Dindar insan deyince, korkma, ürkme, endişe mey dana gelmemeli. Muhataplarda bu imaj hasıl olma malı. Dindar insan denince aksine, adam ne kadar gü nahkar, hatalı olursa olsun, onun gönlünde, kalbinde bir itimat, bir sevgi, bir yakınlık meydana gelmelidir.
Biliyorsunuz, Efendimizi (a.s.m.) düşmanları Uhud Savaşında bir hayli zor duruma soktular. Attıkları ok la mübarek yüzü kanadı, zırhın parçası yanağına sap landı, yanağından kan damladı, dişi kırıldı ve çekilip bir mağaraya iltica etmek, kendisini korumak zorun da kaldı. Ashabının birçokları şehit edildi. Karşı taraf bu kadar zulüm, bu kadar insafsızlık yaptığı o sırada, dediler ki: "Ya Resulallah, sizin duanız makbuldür. Bir dua edin de bunlar kahr u perişan olsunlar."
O şefkat, merhamet Peygamberin (a.s.m.) elini açtı, dua etti, ama bu dua kahır duası değildi, lütuf duasıydı, şöyle diyordu: "Ya Rabbi, kavmime hidayet et, doğruyu göster, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar."
Evet, yanağını kanatan, dişini kıran, yakınlarını şe hit eden düşmanına karşı kahır değil de, hidayet du asında bulundu.
Şayet bugün karşımızda böyle tipler varsa, bizim bunlara göstereceğimiz nur olmalı, şefkat olmalı. Yani biz onları etkileyecek İslâmî güzelliği şahsımızda ya şamalıyız. Daha başka bir ifadeyle, tepki Müslümanı değil, etki Müslümanı olmalıyız, hidayetlerine dua et meliyiz.
Efendimiz (a.s.m.) Hazretleri Medine'ye yeni gel miştir. Şurahbil adında bir genç, Müslüman olmuş, ama İslâmı daha tam manâsıyla hazmetmemiş. Bu ço cuk aç. Açlıktan da o hale gelmiş ki, hemen Medi ne'nin kenarında bahçelerden birisinin duvarından atlıyor, içeri giriyor, hurma ağacının altına oturuyor ve oradaki hurmaları yemeye başlıyor.
Sonra da hurma ağacını sallıyor. Düşürdüğü sal kımları ufalayıp çantasına dolduruyor. Tam bu sırada bahçe sahibi de duvardan atlayıp içeriye giriyor. Şurahbil'in elinden yakalıyor. Tekme tokat, bir hayli hır paladıktan sonra sürükleyerek Efendimizin huzuruna getiriyor. "Ya
Resulallah, bu çocuk, bahçeme girmiş, hurmaları yemekle kalmamış, işte bu çantanın içine de hurmaları doldurmuş. Huzurunuza getirdim, bu nun cezasını verin" diyor ve büyük bir ceza bekliyor.
Efendimiz (a.s.m.) Şurahbü'in rengine bakıyor, uç muş, açlıktan bîtap halde olduğunu anlıyor. Peygamberâne bir bakışla onun iç dünyasını görüyor. Ve bah çe sahibine sesini yükselterek hitap ediyor:
"Bırak onu!" Adam şaşırıyor ve bırakıyor. "Elinde ki çantayı da iade et kendisine!" Hemen çantayı da ia de ediyor. Ondan sonra Efendimizin bahçe sahibine cevabı şu:
"Cahilken öğretmezsiniz, açken doyurmazsınız. Si zin bu halinizi nasıl izah etmek lâzım?"
Bu hadisin üzerinde biraz duralım isterseniz. Efen dimiz (a.s.m.) bahçe sahibine, "Cahilken öğretmezsi niz" diyor. Bu genç İslâmı henüz bilmiyor. Yaptığı meselenin haramlığını, kul hakkını bilmiyor. Bu ko nulara ait imanî bir hassasiyet gelişmemiş. Meselenin ehemmiyetini, ciddiyetini, dehşetini bilmiyor. Bu ko nularda cahil bırakılmış.
Birinci vazife olarak bunun cehaletini gidermek, bu konularda bilgi sunmak.
İkinci vazife de hırsızlık yapacak derecede aç kalan insanı açken doyurmak. Yani kafasına ve midesine gı da sunmak. Bunu da yapmamışsınız. Hemen suçlu yorsunuz. Bu nasıl irşad, nasıl tavır?
Bugün İslama karşı olan insanlara acaba biz nasıl muhatap oluyoruz? Yaşayarak örnek olabiliyor mu yuz? Müslüman denilince itimat edilen bir tip akılla rına geliyor mu? Yoksa vurma, kırma, asma, kesme duygusunda olan tipler mi canlanıyor hafızalarda? Yani konuşulan Müslüman değil de, kaçılan Müslü man mı oluyoruz?
Gereken aydınlatmayı yapmamış mıyız?
Efendimiz (a.s.m.) vefat ettikten sonra arkasından ona iman etmeyenler dahi ağlıyorlar.
İnsanın aklına şu sual geliyor: Hem Peygambere iman etmiyor, hem de arkasından ağlıyor, bu nasıl iş? Evet ağladılar. Ama ne diyerek? "Yetimler, kimsesizler, yalnızlar, ih tiyarlar helak oldu" diyerek. Demek Efendimize (a.s.m.) inanmadıkları halde onun çevreye karşı olan tutumuna, tavrına inanmışlar.
Yine Mekke müşrikleri, Efendimize (a.s.m.) iman etmedikleri halde, sefere çıkarken mallarını ona ema net ediyorlardı. O müşriklere deniyordu ki: "Siz Muhammed'e hem inanmıyorsunuz, hem de bir yere gi derken evinizdeki mal çalınır korkusuyla ona teslim ediyorsunuz?" Onlar diyorlardı ki: "Evet, biz inanmı yoruz, ama onun dürüstlüğünden, doğruluğundan da şüphemiz yoktur." Demek inanmayanlar dahi ya şayışına inanmışlardı. Yaşayışıyla örnek oluyor, hali ile anlatıyordu, sadece lafla değil.
Mevlânâ bir gün pazarda dolaşırken bakar ki, iki kişi kavga ediyor. Biri öbürüne diyor ki: "Bana bak bana. Ben öyle bir adamım ki, bana bir kelime söyle sen bin kelimeyle cevap alırsın."
Mevlânâ yaklaşıyor adama, diyor ki: "Ne diyor sun, bir daha söyle bakayım?"
"Ben öyle bir adamım ki, bana bir kelimeyle sataşa na bin kelimeyle cevap veririm"
Bu defa Mevlânâ adamın yüzüne bakıyor, diyor ki: "Ben de öyle bir adamım ki, bana bin kelimeyle sataşsan, bir kelimeyle dahi cevap alamazsın."
Evet, lafla cevap veremezsiniz, ama yaşayışla ceva bı verirsiniz. Onun için eski hocalarımız derlerdi ki: "Halinle yaptığın vaazın, sözünle yaptığın vaazından çok daha tesirlidir."
Çevredeki tesettürsüz hanımlara sataşmak hiç bir mânâ ifade etmez. Lafınızla, sözünüzle sataşmasanız da yaşayışınızla tesettürlü olsanız, o zaman en güzel tebliği yapmış olursunuz
Bir hanımefendi toplantılar yapıyor. Toplantıda ki taplar okuyor. Çevredeki hanımlar da geliyor, onun okuduğu kitaptan istifade ediyorlar. Bir gün bu hanı mefendiye son derece dekolte bir hanım yaklaşıyor, diyor ki: "Ben de seninle olmak, senin toplantılarına
çatılmak istiyorum, fakat beni kabul eder misin diye çekiniyorum. Beni kabul eder misin?"
'Ne demek?" diyor, "Seninle başkaları arasında ne fark var ki?"
"Ama," diyor, "Ben tesettürsüzüm."
"Olsun, senin böyle oluşun, belki de meseleyi bilemeyişindendir. Sen, belki ileride bizi de geçebilirsin" diyor.
Bu dekolte hanım, böylece tesettürlü hanımların toplantısına iştirak etmeye başlıyor. Oradaki hanımların hiçbirisi, "Bu ne biçim kıyafet? Bu kıyafetle nasıl ıramızda bulunuyorsun?" gibi kırıcı şekilde muhatap olmuyorlar. Tam aksine, "Buyur" diyorlar, gelir gel mez baş köşeyi gösteriyorlar, hürmet ediyorlar. Ve bir müddet bu böyle devam ettikten sonra bir gün baştan ayağa tesettürlü bir hanım çıkageliyor.
Ve söylediği söz şu:
'Sizi baştan bugüne gelinceye kadar tetkik ettim, tenim gibi tesettürsüz bir hanıma karşı gösterdiğiniz hürmet ve saygı benim iç âlemimde fırtınalar kopardı ve dedim ki: Bunlar hak yoldadırlar. Bana karşı gös terdikleri şu hürmet, şu saygı ancak hak yolda olanla rın halidir."
Bu hanımefendinin böylesine bir tesettüre girmesi, hanımların fiilen örnek olmalarıyla mümkün olmuştur. Yani tepki Müslümanı değil etki, Müslümanı )olmakla bunda muvaffak olmuşlardır.
Yazar: Ahmed Şahin