İMAN KURTARMA HİZMETİNE NASIL BAŞLADI
Bediüzzaman tahir paşanın yanında bulunurken, neşriyatı ve bu arada gazeteleri takip ederdi .
Geçen asrın sonlarında İngiliz sömürge bakanı William Gladstone, tarihler 1899 yılını gösterirken Avam Kamarasında elinde Kur’an ı göstererek yaptığı konuşmasında şöyle diyordu : “ Bu Kur’an müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ya Kur’an ı ortadan kaldırmalıyız veya bütün müslümanları Kur’an dan soğutmalıyız.”
Gazetelerdeki bu dehşetli haber üzerine Bediüzzaman bir volkan gibi kükremişti. Bu Bediüzzaman’ın hayatında ilk ve en büyük fikri inkılabı yaşadığı olaydır. “ Ben Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu bütün dünyaya gösterip ispat edeceğim” diye haykırdı.
Evet Avrupa nın kafirleri bir türlü alt edemedikleri Türklerin güç kaynağının Kur-an’dan alınan ilham olduğunu çok iyi tespit etmişlerdi. Bediüzzaman bir an önce bu melun faliyete son verebilmek için İstanbul’a gitmeye karar verdi. Şarkın dururmunu çok iyi bilen Bediüzzaman Müslümanların iyi eğitilebilmesi Kur’an ın sönmez bir nur olduğunun un anlatılabilmesi için yaşanılan çağa uygun olarak medreselerin ıslah edilmesi konusunda devrin büyüklerini uyarmaya çalıştı. Hatta Van da şimdiki manada bir üniversite açmak için çom gayret etti. Bu sırada 1. dünya savaşı çıktı. Bediüzzaman Kafkas cephesinde mücadele ederken Ruslara esir düştü. Ancak belli bir süre sonra bir yolunu bularak esaretten kurtuldu.
1918 2in Temmuz ayında İstanbul’a gelen Bediüzzaman Osmanlı ordusunun adayı olarak en büyük İslam akademisi olan Darülhikmet’ül İslamiye’ye aza olmuştu.
Bu kuruluşta, istiklal marşı şairimiz katip olarak vazife yapıyordu. M.Akif’in Bediüzzaman’a çok hürmeti vardı.
Fakat Bediüzzaman hüzünlü, gamlı, kederliydi...
İslam halifesini temsil eden Osmanlı Devletinin savaştan mağlup çıkması nedeniyle İslam’a gelen darbelerden pek müteessirdi. “ ALEM-İ İSLAMA İNDİRİLEN HER DARBENİN, EVVELA KALBİME İNDİĞİNİ HİSSEDİYORUM. ONUN İÇİN BU KADAR SARSILDIM.” diyordu.
Bu yıllarda İstanbul İngiliz, Fransız ve İtalyanların işgali altındaydı. Bediüzzaman yayınladığı Hutuvatı sitte ismindeki eseriyle işgali kınıyor, “ Tükürün İngiliz haininin o hayasız yüzüne “ diyordu. Bu arada tekrar tekrar Ankara’ya davet ediliyordu.
“Ben siper arkasına giremem, burasını daha tehlikeli görüyorum “ diyerek, İstanbul’dan ayrılmıyordu.
Daha sonra M. Kemalinde içinde bulunduğu kumandanların ısrarlı davetleri üzerine Ankara‘ya geldi. Ankara istasyonunda merasimle karşılandı. Mecliste zafer için, kurtuluş için dualar yaptı.
Fakat Ankara’da kurtuluş için çalışanların, kendi kurtuluşları için İslami ibadetleri ve namazı ifa etmediklerini üzülerek gördü. Mecliste bir beyanname yayınlayarak onları ALLAH’ın emirlerini yapmaya davet etti. Mebuslara namazın ehemmiyeti hakkında dağıttığı beyannameden sonra namaz kılanlara altmış kişinin daha katıldığı ve meclisteki mescidin yetersiz hale geldiği görüldü.
Böyle bir gelişme olsa da Bediüzzaman memnun olmamıştı. Zira islamın asırlarca muhafızlığını yapmış bir milletin evlatları şimdi islamın ilk şartı olan namazı terk edebiliyorlardı. Bediüzzaman o zaman milletin ihyası, dinin ihyası için uğraşması gerekenlerin bu konuda hassas olmadıklarını görüyor ve bu büyük mücadelenin devlet adamlarının yardımı ile yapılamayacağını anlıyordu. İşte Bediüzzaman birinci Said dönemi dediği yani devlet eli ile dini kurtarma düşüncesinde olduğu dönemden ikinci Said dönemine geçiyordu.
İkinci Said devrine geçişi, Bediüzzaman şöyle anlatıyor :
“Dünya büyük bir burhan geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felaketi gittikçe kendi yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş Sârî illete karşı islam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş batıl formülleriyle mi ? Yoksa islam cemiyetinin ter-ü taze iman esaslarıyla mı ?Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya çalışıyorum...
Bana ızdırap veren yalnız islamın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi ; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegane ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşaketleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bin türlü meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selamette olsa!...
Bu asırda ki imansızlık hastalığına karşı eski devirlerde yazılmış eserler tam kafi gelmiyor. Çünkü eski devirlerde hemen herkes ehli iman idi ; yazılan eserler sadece iman esaslarını sadece beyan ediyordu. İspata ihtiyaç yoktu. Fakat bu asırda aklın almadığı şeylere inanmayan mantığa uymayan her şeyi inkar eden insanlara hakikatler delilleriyle ispat edilerek anlatılmalıydı. İşte Bediüzzaman hazretleri R. Nur adlı eserlerinde iman hakikatlerini ispat metodu ile anlatmıştır. Bu eserleri okuyan yüz binlerce insan dinsizliğin her tarafa yayıldığı bir dönemde imanlarını kurtarmışlardır.
R. Nur yazılmaya başlandığında Türkiye’de Kur’an öğrenilmesi ve öğretilmesi yasaklanmış, İslam Alimleri öldürülmüş ve susturulmuştur. Tekkeler, medreseler kapatılarak din eğitimi yasaklanmıştı. En küçük bir dini kitabın basılması ve yayınlanması yasaktı.okullarda din alyhtarı öğretmenler tarafından dinsiz bir nesil yetiştirilmeye çalışıyordu. İşte böyle bir devirde ÜSTAD Hazretleri sürüldüğü Barla köyünde iman hakikatlerini anlattığı eserlerini binbir mahrumiyet ve takip içinde telif etmiştir. Yazdığı eserleri el yazısı ile gizli olarak çoğaltılmıştır. 25-30 sene içerisinde 600.000 cilt EL YAZISI ile çoğaltılmıştır ki ; bu fevkalade bir rakamdır. Çoğaltılan bu eserler köy köy götürülmüş iştiyaklı insanlara ulaştırılmıştır.
YAŞADIĞI DÖNEMDE ANLAŞILAMADI
Bediüzzaman hayatını iman ve kur-an yoluna adamış gerçek bir kahramandır. Onun her an ALLAH davası ile dolup boşaldığını anlatan bir çok olay vardır. Evet Onun ALLAH’ı anlatma yolundaki kendini adamışlığını Van kalesinden ayağı kayarak yuvarlanırken hadiselerin diliyle görelim :
Bahsini ettiğimiz bu durum Risale-i Nurda şöyle geçmektedir:
"Van kalesi iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir. Eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. İki ayağım birden kaydı. “
tam uçurumdan düşeceğim sırada ;
“Ah davam! “diye bağırmışım.
Bediüzzaman’a has, Bediüzzamanı ifade eden bir haykırıştır. Çünkü yapılacak daha çok iş vardır iman davası yolunda...
Görüyoruzki Bediüzzaman ölüm anında bile kendisini düşünmüyor, davasını ve gayesini düşünüyor. Kurtarmak istediği müslümanların, insanların imanını düşünüyor. Davası için, gayesi için keni canını bile hiçe sayıyor.
Onun tek gayesi vardı dine hizmet etmek. Hiçbir zaman Kur’an hizmetinden menfaat beklememişti. Hatta talebeliğinde bile buna dikkat etmişti.
İman hizmeti yolunda evlenmeyi bile unutan ve bütün mal varlığını sırtında taşıyabilecek kadar dünyaya ehemmiyet vermeyen Bediüzzaman devrin devlet adamları tarafından anlaşılamamış veya anlaşılmak istenmemişti. Zira bizzat M. Kemal tarafından teklif edilen :
* şark vilayetlerine umumi vaizlik
* milletvekilliği
* bir köşk
* üçyüz lira maaş (1999 rakamları ile 3.5 milyar lira)
evet o bütün bu teklifleri elinin tersi ile itmişti . çünkü o dünyayı değil ALLAH’ın rızasını istiyordu.
Bediüzzaman dünya ile böyle ilgisizken ona türlü işkenceleri reva görüyorlardı. Zira bu durumu Bediüzzaman şöyle anlatır :
“ Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mı zannediyorlar ? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamıda feda ettim, ahiretimide. Seksen küsür senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum . bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, veyahut memleket hapishanelerinde, memeleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm ; bir seseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım.zaman olduki hayatdan bin defa ziyade ölümü tercih ettim . eğer dinim intihardan beni men etmeseydi , belki bu gün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
ZULÜM....ZULÜM
Emirdağ’ın bozkırında, Kur’anın ebedi nurlarını anlatmaya çalışan Bediüzzaman, burada da tevkif edilerek Afyon hapishanesine sokulmuştu.
Bediüzzaman’ın Afyon’un soğuklarında sobasız, buz gibi, büyük hapishane koğuşunda yapayalnız ölüme terk ediyorlardı. Bediüzzaman’ın sobasını yakmak, kendisine yardım etmek isteyen talebelerinden Mustafa Sungur ve Zübeyir Gündüzalp hocalarının yanına yanaştılar diye, saatlerce, hem de ayaklarının altı patlatılıncaya kadar, zalim gardiyanlar tarafından falakaya yatırılıyorlardı.
Ama ne üstad Beiüzzaman yılgınlık gösteriyordu nede talebeleri. Zira Nur davalarının fedakar Avukatı Bekir Berk Nur Talebelerine’Sizimi savunayım, Davanızı mı?’ diye sorduğunda hapisteki zor durumlarına rağmen;’Biz burada yıllarca kalmaya razıyız. Siz bizim davamızı müdafaa edin’ diyecek kadar samimi ve fedakârdılar.
Büyük bir İslâm alimini’Kur’an okuyun, namaz kılın, ahlaklı olun, vatana-millete hizmet edin’ şeklindeki derslerinden dolayı, acı zulümlere uğratıyorlardı.
Afyon’daki dehşetli zulüm altında Bediüzzaman şöyle diyordu:
“Belki hayatta kalamayacağım, BÜTÜN MEVCUDİYETİM VATAN, MİLLET, GENÇLİK VE ALEM-İ İSLAM VE BEŞERİN EBEDİ REFAH VE SAADETİ UĞRUNA FEDA OLSUN. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar!”
Bediüzzaman, bütün zulüm ihanetlerden sonra, 20 Eylül 1949’da ceza müddetini hapishanede tamamlayarak tahliye edildi.
Bütün hapishanelerde mahkumlar resmi mesai saatlerinde tahliye edilirken, Afyon hapishanesinden Bediüzzaman’ı fevkalâde bir tezahürat ile karşılamaya hazırlanan halkın teveccühüne mani olmak için, şafak vakti tahliye etmişlerdi.
Ama Bediüzzaman mücadelesine devam ediyor hiçbir güç onu Allah’ı anlatmaktan geri durduramıyordu. Zira kağıdın sokulmasına izin verilmeyen Denizli hapishanesinde en ağır şartlarda kibrit kutularına yazdırarak “Meyve Risalesini” ortaya çıkarıyor ve bu sayede bir çok kimsenin imanının kurtulmasına vesile oluyordu. Onun hayatının gayesi iman kurtarma idi. Gayesine uygun bir hayat yaşadı.
23 Mart 1960 Çarşamba günü, İslâm dünyasında bin aydan hayırlı olan kadir gecesinin idrak edildiği gece Bediüzzaman, Urfa’da İpek Palas Otelinin yirmi yedi numaralı odasında Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu.
İslamiyet’e adanmış, her türlü eziyet ve zulüm altında imanın izzetiyle yaşanmış 83 yıllık bir ömrün sonu... Bir otel odasında evsiz-barksız... Rahat yüzü görmeden... Ama her an Allah(c.c) ile, Resulullah(sav) ile ve onların sevdikleri ile birlikte...
İman hizmeti yolunda her türlü hapis, sürgün ve işkencelere katlanarak karanlığı dağıtan Bediüzzaman Said Nursi, bizlere yüreğimizi ısıtan bir müjde bırakıp gitti:
“ÜMİTVAR OLUNUZ. ŞU İSTİKBAL VE İNKILÂBÂTI İÇİNDE EN YÜKSEK GÜR SEDÂ, İSLÂM’IN SEDÂSI OLACAKTIR...”
Bediüzzaman tahir paşanın yanında bulunurken, neşriyatı ve bu arada gazeteleri takip ederdi .
Geçen asrın sonlarında İngiliz sömürge bakanı William Gladstone, tarihler 1899 yılını gösterirken Avam Kamarasında elinde Kur’an ı göstererek yaptığı konuşmasında şöyle diyordu : “ Bu Kur’an müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ya Kur’an ı ortadan kaldırmalıyız veya bütün müslümanları Kur’an dan soğutmalıyız.”
Gazetelerdeki bu dehşetli haber üzerine Bediüzzaman bir volkan gibi kükremişti. Bu Bediüzzaman’ın hayatında ilk ve en büyük fikri inkılabı yaşadığı olaydır. “ Ben Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu bütün dünyaya gösterip ispat edeceğim” diye haykırdı.
Evet Avrupa nın kafirleri bir türlü alt edemedikleri Türklerin güç kaynağının Kur-an’dan alınan ilham olduğunu çok iyi tespit etmişlerdi. Bediüzzaman bir an önce bu melun faliyete son verebilmek için İstanbul’a gitmeye karar verdi. Şarkın dururmunu çok iyi bilen Bediüzzaman Müslümanların iyi eğitilebilmesi Kur’an ın sönmez bir nur olduğunun un anlatılabilmesi için yaşanılan çağa uygun olarak medreselerin ıslah edilmesi konusunda devrin büyüklerini uyarmaya çalıştı. Hatta Van da şimdiki manada bir üniversite açmak için çom gayret etti. Bu sırada 1. dünya savaşı çıktı. Bediüzzaman Kafkas cephesinde mücadele ederken Ruslara esir düştü. Ancak belli bir süre sonra bir yolunu bularak esaretten kurtuldu.
1918 2in Temmuz ayında İstanbul’a gelen Bediüzzaman Osmanlı ordusunun adayı olarak en büyük İslam akademisi olan Darülhikmet’ül İslamiye’ye aza olmuştu.
Bu kuruluşta, istiklal marşı şairimiz katip olarak vazife yapıyordu. M.Akif’in Bediüzzaman’a çok hürmeti vardı.
Fakat Bediüzzaman hüzünlü, gamlı, kederliydi...
İslam halifesini temsil eden Osmanlı Devletinin savaştan mağlup çıkması nedeniyle İslam’a gelen darbelerden pek müteessirdi. “ ALEM-İ İSLAMA İNDİRİLEN HER DARBENİN, EVVELA KALBİME İNDİĞİNİ HİSSEDİYORUM. ONUN İÇİN BU KADAR SARSILDIM.” diyordu.
Bu yıllarda İstanbul İngiliz, Fransız ve İtalyanların işgali altındaydı. Bediüzzaman yayınladığı Hutuvatı sitte ismindeki eseriyle işgali kınıyor, “ Tükürün İngiliz haininin o hayasız yüzüne “ diyordu. Bu arada tekrar tekrar Ankara’ya davet ediliyordu.
“Ben siper arkasına giremem, burasını daha tehlikeli görüyorum “ diyerek, İstanbul’dan ayrılmıyordu.
Daha sonra M. Kemalinde içinde bulunduğu kumandanların ısrarlı davetleri üzerine Ankara‘ya geldi. Ankara istasyonunda merasimle karşılandı. Mecliste zafer için, kurtuluş için dualar yaptı.
Fakat Ankara’da kurtuluş için çalışanların, kendi kurtuluşları için İslami ibadetleri ve namazı ifa etmediklerini üzülerek gördü. Mecliste bir beyanname yayınlayarak onları ALLAH’ın emirlerini yapmaya davet etti. Mebuslara namazın ehemmiyeti hakkında dağıttığı beyannameden sonra namaz kılanlara altmış kişinin daha katıldığı ve meclisteki mescidin yetersiz hale geldiği görüldü.
Böyle bir gelişme olsa da Bediüzzaman memnun olmamıştı. Zira islamın asırlarca muhafızlığını yapmış bir milletin evlatları şimdi islamın ilk şartı olan namazı terk edebiliyorlardı. Bediüzzaman o zaman milletin ihyası, dinin ihyası için uğraşması gerekenlerin bu konuda hassas olmadıklarını görüyor ve bu büyük mücadelenin devlet adamlarının yardımı ile yapılamayacağını anlıyordu. İşte Bediüzzaman birinci Said dönemi dediği yani devlet eli ile dini kurtarma düşüncesinde olduğu dönemden ikinci Said dönemine geçiyordu.
İkinci Said devrine geçişi, Bediüzzaman şöyle anlatıyor :
“Dünya büyük bir burhan geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felaketi gittikçe kendi yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş Sârî illete karşı islam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş batıl formülleriyle mi ? Yoksa islam cemiyetinin ter-ü taze iman esaslarıyla mı ?Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya çalışıyorum...
Bana ızdırap veren yalnız islamın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi ; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegane ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşaketleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bin türlü meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selamette olsa!...
Bu asırda ki imansızlık hastalığına karşı eski devirlerde yazılmış eserler tam kafi gelmiyor. Çünkü eski devirlerde hemen herkes ehli iman idi ; yazılan eserler sadece iman esaslarını sadece beyan ediyordu. İspata ihtiyaç yoktu. Fakat bu asırda aklın almadığı şeylere inanmayan mantığa uymayan her şeyi inkar eden insanlara hakikatler delilleriyle ispat edilerek anlatılmalıydı. İşte Bediüzzaman hazretleri R. Nur adlı eserlerinde iman hakikatlerini ispat metodu ile anlatmıştır. Bu eserleri okuyan yüz binlerce insan dinsizliğin her tarafa yayıldığı bir dönemde imanlarını kurtarmışlardır.
R. Nur yazılmaya başlandığında Türkiye’de Kur’an öğrenilmesi ve öğretilmesi yasaklanmış, İslam Alimleri öldürülmüş ve susturulmuştur. Tekkeler, medreseler kapatılarak din eğitimi yasaklanmıştı. En küçük bir dini kitabın basılması ve yayınlanması yasaktı.okullarda din alyhtarı öğretmenler tarafından dinsiz bir nesil yetiştirilmeye çalışıyordu. İşte böyle bir devirde ÜSTAD Hazretleri sürüldüğü Barla köyünde iman hakikatlerini anlattığı eserlerini binbir mahrumiyet ve takip içinde telif etmiştir. Yazdığı eserleri el yazısı ile gizli olarak çoğaltılmıştır. 25-30 sene içerisinde 600.000 cilt EL YAZISI ile çoğaltılmıştır ki ; bu fevkalade bir rakamdır. Çoğaltılan bu eserler köy köy götürülmüş iştiyaklı insanlara ulaştırılmıştır.
YAŞADIĞI DÖNEMDE ANLAŞILAMADI
Bediüzzaman hayatını iman ve kur-an yoluna adamış gerçek bir kahramandır. Onun her an ALLAH davası ile dolup boşaldığını anlatan bir çok olay vardır. Evet Onun ALLAH’ı anlatma yolundaki kendini adamışlığını Van kalesinden ayağı kayarak yuvarlanırken hadiselerin diliyle görelim :
Bahsini ettiğimiz bu durum Risale-i Nurda şöyle geçmektedir:
"Van kalesi iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir. Eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. İki ayağım birden kaydı. “
tam uçurumdan düşeceğim sırada ;
“Ah davam! “diye bağırmışım.
Bediüzzaman’a has, Bediüzzamanı ifade eden bir haykırıştır. Çünkü yapılacak daha çok iş vardır iman davası yolunda...
Görüyoruzki Bediüzzaman ölüm anında bile kendisini düşünmüyor, davasını ve gayesini düşünüyor. Kurtarmak istediği müslümanların, insanların imanını düşünüyor. Davası için, gayesi için keni canını bile hiçe sayıyor.
Onun tek gayesi vardı dine hizmet etmek. Hiçbir zaman Kur’an hizmetinden menfaat beklememişti. Hatta talebeliğinde bile buna dikkat etmişti.
İman hizmeti yolunda evlenmeyi bile unutan ve bütün mal varlığını sırtında taşıyabilecek kadar dünyaya ehemmiyet vermeyen Bediüzzaman devrin devlet adamları tarafından anlaşılamamış veya anlaşılmak istenmemişti. Zira bizzat M. Kemal tarafından teklif edilen :
* şark vilayetlerine umumi vaizlik
* milletvekilliği
* bir köşk
* üçyüz lira maaş (1999 rakamları ile 3.5 milyar lira)
evet o bütün bu teklifleri elinin tersi ile itmişti . çünkü o dünyayı değil ALLAH’ın rızasını istiyordu.
Bediüzzaman dünya ile böyle ilgisizken ona türlü işkenceleri reva görüyorlardı. Zira bu durumu Bediüzzaman şöyle anlatır :
“ Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mı zannediyorlar ? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamıda feda ettim, ahiretimide. Seksen küsür senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum . bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, veyahut memleket hapishanelerinde, memeleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm ; bir seseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım.zaman olduki hayatdan bin defa ziyade ölümü tercih ettim . eğer dinim intihardan beni men etmeseydi , belki bu gün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
ZULÜM....ZULÜM
Emirdağ’ın bozkırında, Kur’anın ebedi nurlarını anlatmaya çalışan Bediüzzaman, burada da tevkif edilerek Afyon hapishanesine sokulmuştu.
Bediüzzaman’ın Afyon’un soğuklarında sobasız, buz gibi, büyük hapishane koğuşunda yapayalnız ölüme terk ediyorlardı. Bediüzzaman’ın sobasını yakmak, kendisine yardım etmek isteyen talebelerinden Mustafa Sungur ve Zübeyir Gündüzalp hocalarının yanına yanaştılar diye, saatlerce, hem de ayaklarının altı patlatılıncaya kadar, zalim gardiyanlar tarafından falakaya yatırılıyorlardı.
Ama ne üstad Beiüzzaman yılgınlık gösteriyordu nede talebeleri. Zira Nur davalarının fedakar Avukatı Bekir Berk Nur Talebelerine’Sizimi savunayım, Davanızı mı?’ diye sorduğunda hapisteki zor durumlarına rağmen;’Biz burada yıllarca kalmaya razıyız. Siz bizim davamızı müdafaa edin’ diyecek kadar samimi ve fedakârdılar.
Büyük bir İslâm alimini’Kur’an okuyun, namaz kılın, ahlaklı olun, vatana-millete hizmet edin’ şeklindeki derslerinden dolayı, acı zulümlere uğratıyorlardı.
Afyon’daki dehşetli zulüm altında Bediüzzaman şöyle diyordu:
“Belki hayatta kalamayacağım, BÜTÜN MEVCUDİYETİM VATAN, MİLLET, GENÇLİK VE ALEM-İ İSLAM VE BEŞERİN EBEDİ REFAH VE SAADETİ UĞRUNA FEDA OLSUN. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar!”
Bediüzzaman, bütün zulüm ihanetlerden sonra, 20 Eylül 1949’da ceza müddetini hapishanede tamamlayarak tahliye edildi.
Bütün hapishanelerde mahkumlar resmi mesai saatlerinde tahliye edilirken, Afyon hapishanesinden Bediüzzaman’ı fevkalâde bir tezahürat ile karşılamaya hazırlanan halkın teveccühüne mani olmak için, şafak vakti tahliye etmişlerdi.
Ama Bediüzzaman mücadelesine devam ediyor hiçbir güç onu Allah’ı anlatmaktan geri durduramıyordu. Zira kağıdın sokulmasına izin verilmeyen Denizli hapishanesinde en ağır şartlarda kibrit kutularına yazdırarak “Meyve Risalesini” ortaya çıkarıyor ve bu sayede bir çok kimsenin imanının kurtulmasına vesile oluyordu. Onun hayatının gayesi iman kurtarma idi. Gayesine uygun bir hayat yaşadı.
23 Mart 1960 Çarşamba günü, İslâm dünyasında bin aydan hayırlı olan kadir gecesinin idrak edildiği gece Bediüzzaman, Urfa’da İpek Palas Otelinin yirmi yedi numaralı odasında Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu.
İslamiyet’e adanmış, her türlü eziyet ve zulüm altında imanın izzetiyle yaşanmış 83 yıllık bir ömrün sonu... Bir otel odasında evsiz-barksız... Rahat yüzü görmeden... Ama her an Allah(c.c) ile, Resulullah(sav) ile ve onların sevdikleri ile birlikte...
İman hizmeti yolunda her türlü hapis, sürgün ve işkencelere katlanarak karanlığı dağıtan Bediüzzaman Said Nursi, bizlere yüreğimizi ısıtan bir müjde bırakıp gitti:
“ÜMİTVAR OLUNUZ. ŞU İSTİKBAL VE İNKILÂBÂTI İÇİNDE EN YÜKSEK GÜR SEDÂ, İSLÂM’IN SEDÂSI OLACAKTIR...”