Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
"... Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" Konumuzun mesnedi olan Bakara sûresi 44. âyeti, bu iğneleyici soruyla biter. İyiliği emrettiği halde kendini unutan insan, akıllı kabul edilmez ve akıllı olmaya dâvet edilir. Başkalarına iyiliği emretmek, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle onları yararlandırmaktır. Halbuki başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir ki, bu davranış, akıl açısından bir çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise böyle çelişkilere düşmez.
Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Özetle, iyilik iyiliktir; elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zâtında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu âyet, fâsığın/günahkâr sapığın doğru söylemek, sözünde ciddî olarak iyiyi söylemek şartıyla vaaz etmesini (öğüt vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif/ince bir inzârı (korkutmayı) içeriyor ve aptallıklarını anlatıyor.
İyilikle emreden kişinin kendi hakkında ciddî olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. İnsan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum salkımı yutmuş olmamalıdır. Halkı aydınlatmak için doğru söyleyenler (kendileri söylediklerine ters davrandıkları için) hadislerde belirtilen azâba çarptırılacaksa, bir de insanları saptırmak için eğri söyleyenlerin hali buna kıyas edilsin!..
Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle İsrâiloğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları izleyerek şaşkınlık ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve özellikle âlimleri, âmirleri ve hâkimleri hedef alan bu hitap, bütün bu emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve irfanın yükseklik ve ciddîliğini gösteren bir kuvvetlendirme cümlesi olmuş ve özellikle namaz, zekât, cemaat emirlerini takip etmesi de bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve özellikle bildiğiyle amel edici olmamanın İsrâiloğullarının bilginlerinin şiarı olduğunu anlatmıştır. (3)
Büyük müfessir Fahreddin Râzî de, iyiliği emredip kendisini unutmanın akılla bağdaşmadığını şöyle ifade eder: İyiliği emredip kötülüğü sakındırmaktan maksat, başkasını menfaatine olan şeyi elde etmeye ve zararına olan şeye düşmekten sakındırmaya bir irşaddır. İnsanın kendisine iyiliği, başkasına iyilik yapmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu aklî ve naklî deliller ile mâlumdur. Başkasına nasihat edip kendisi nasihat almayan kimse, sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulunmuş olur. İnsanlara nasihat edip ilmini gösteren, sonra da kendisi yapmayan kimsenin nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebep olur.
Çünkü insanlar o zaman şöyle derler: "O, bu ilmi ile eğer bu anlattıklarının bir aslı esası olmadığını anlamış olmasaydı, bu günahı işlemezdi." Onun bu günahı işlemesi, böylece insanları dinî konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda onlara cesaret verir. İyiliği emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur; ki bu da akıl sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir. İyiliği emreden kimsenin, nasihatinin kalplere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise, kalpleri günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Nasihat edenin maksadı, sözünün kalplere etki etmesidir. İşte bu sebeple her ikisini beraber yapmak, akıllılara yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali, "Belimi iki kişi kırar: Şerefinin zedelenmesine aldırmayan âlim ve zâhid olan câhil." der. (4)
Ebu’l Atahiye bir şiirinde der ki: “Takvâyı sanki sen takvâlı imiş gibi anlatıyorsun; Halbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılıyor.” (5) Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa, başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendir-mesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur.
Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” bu deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.
Bu konuda cevaplandırılması gerekli bir soru ortaya çıkabilir: Dâvetin muvaffakiyeti için dâvetçinin her yönüyle İslâmî bir yaşayışa sahip olması, gerçekten gereklidir. Peki, dâvetçi, bütün bu hususlarda İslâmî bir anlayış ve yaşayışa sahip olup kemâl buluncaya kadar bekleyerek tebliğden uzak mı kalmalıdır?
Diyebiliriz ki şayet bu şartı kaçınılmaz görür ve mutlaka ararsak o zaman İslâm topluluklarında hiç dâvetçi kalmaz ve herkes iyiliği emir, kötülüğü yasaklamaktan vazgeçerek iman, İslâm ve ihsanda kemâl bulmak için kabuğuna çekilerek yalnızca nefsiyle uğraşmaya başlar. Kemâlin hududu ve nihayeti olmadığı için ömür boyu dâvete hazırlık bitmez ve dâvet hiç başlayamaz.
Bir insanın, âlim bile olsa, tüm mâruf ve birr sıfatına giren iyilikleri yapması ve münker/kötü olan şeylerin tümünden kendini alıkoyması hemen hemen mümkün değildir; “hatasız kul olmaz.” O yüzden, şeytanın sağdan yaklaşıp, “sen kendini tümüyle düzeltmeden iyiliği emredemezsin!” diye vesvese vermesine müsaade etmemeli; hem kendimize ve hem de çevremize nasihat edip, iyilikleri emretmeliyiz.
İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise böyle çelişkilere düşmez.
Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Özetle, iyilik iyiliktir; elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zâtında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu âyet, fâsığın/günahkâr sapığın doğru söylemek, sözünde ciddî olarak iyiyi söylemek şartıyla vaaz etmesini (öğüt vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif/ince bir inzârı (korkutmayı) içeriyor ve aptallıklarını anlatıyor.
İyilikle emreden kişinin kendi hakkında ciddî olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. İnsan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum salkımı yutmuş olmamalıdır. Halkı aydınlatmak için doğru söyleyenler (kendileri söylediklerine ters davrandıkları için) hadislerde belirtilen azâba çarptırılacaksa, bir de insanları saptırmak için eğri söyleyenlerin hali buna kıyas edilsin!..
Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle İsrâiloğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları izleyerek şaşkınlık ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve özellikle âlimleri, âmirleri ve hâkimleri hedef alan bu hitap, bütün bu emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve irfanın yükseklik ve ciddîliğini gösteren bir kuvvetlendirme cümlesi olmuş ve özellikle namaz, zekât, cemaat emirlerini takip etmesi de bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve özellikle bildiğiyle amel edici olmamanın İsrâiloğullarının bilginlerinin şiarı olduğunu anlatmıştır. (3)
Büyük müfessir Fahreddin Râzî de, iyiliği emredip kendisini unutmanın akılla bağdaşmadığını şöyle ifade eder: İyiliği emredip kötülüğü sakındırmaktan maksat, başkasını menfaatine olan şeyi elde etmeye ve zararına olan şeye düşmekten sakındırmaya bir irşaddır. İnsanın kendisine iyiliği, başkasına iyilik yapmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu aklî ve naklî deliller ile mâlumdur. Başkasına nasihat edip kendisi nasihat almayan kimse, sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulunmuş olur. İnsanlara nasihat edip ilmini gösteren, sonra da kendisi yapmayan kimsenin nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebep olur.
Çünkü insanlar o zaman şöyle derler: "O, bu ilmi ile eğer bu anlattıklarının bir aslı esası olmadığını anlamış olmasaydı, bu günahı işlemezdi." Onun bu günahı işlemesi, böylece insanları dinî konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda onlara cesaret verir. İyiliği emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur; ki bu da akıl sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir. İyiliği emreden kimsenin, nasihatinin kalplere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise, kalpleri günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Nasihat edenin maksadı, sözünün kalplere etki etmesidir. İşte bu sebeple her ikisini beraber yapmak, akıllılara yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali, "Belimi iki kişi kırar: Şerefinin zedelenmesine aldırmayan âlim ve zâhid olan câhil." der. (4)
Ebu’l Atahiye bir şiirinde der ki: “Takvâyı sanki sen takvâlı imiş gibi anlatıyorsun; Halbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılıyor.” (5) Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa, başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendir-mesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur.
Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” bu deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.
Bu konuda cevaplandırılması gerekli bir soru ortaya çıkabilir: Dâvetin muvaffakiyeti için dâvetçinin her yönüyle İslâmî bir yaşayışa sahip olması, gerçekten gereklidir. Peki, dâvetçi, bütün bu hususlarda İslâmî bir anlayış ve yaşayışa sahip olup kemâl buluncaya kadar bekleyerek tebliğden uzak mı kalmalıdır?
Diyebiliriz ki şayet bu şartı kaçınılmaz görür ve mutlaka ararsak o zaman İslâm topluluklarında hiç dâvetçi kalmaz ve herkes iyiliği emir, kötülüğü yasaklamaktan vazgeçerek iman, İslâm ve ihsanda kemâl bulmak için kabuğuna çekilerek yalnızca nefsiyle uğraşmaya başlar. Kemâlin hududu ve nihayeti olmadığı için ömür boyu dâvete hazırlık bitmez ve dâvet hiç başlayamaz.
Bir insanın, âlim bile olsa, tüm mâruf ve birr sıfatına giren iyilikleri yapması ve münker/kötü olan şeylerin tümünden kendini alıkoyması hemen hemen mümkün değildir; “hatasız kul olmaz.” O yüzden, şeytanın sağdan yaklaşıp, “sen kendini tümüyle düzeltmeden iyiliği emredemezsin!” diye vesvese vermesine müsaade etmemeli; hem kendimize ve hem de çevremize nasihat edip, iyilikleri emretmeliyiz.