Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvuf ve Fen İlimleri (1 Kullanıcı)

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,591
Tepki puanı
957
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Tasavvuf ve Fen İlimleri

Fennî ilimler, yani laboratuar müşâhedeleriyle ispatlanabilen ilimler, -ilk nazarda- tasavvufla alâkasız gibi görünürse de gerçek böyle değildir. Varlıkların ve hâdiselerin var oluş hikmet ve keyfiyetlerine dâir bir gâye peşinde koşan her ilmî faâliyetin yolu, nihâyette metafizik bir noktaya ulaşır. Bu ise fennî ilimlerin tasavvufla buluştuğu noktadır. Çünkü tasavvuf, kâinattaki bütün varlıkların sır ve hikmetlerini, yâni metafizik boyutlarını umûmî olarak tahlîl, tespit ve tedvîn eder. İnsanı, Allâh ve mâsivâ hakkında daha doğru, daha şümûllü ve tecessüs iştihasını doyuracak seviyede bir ilme, yâni hakîkat iklîmine taşır.

Fennî ilimlerin ilgi alanı maddî âlem, yâni eşyâ-yı tabîiyye (tabiî şeyler)'dir. Bu ilimlerin varlıklarda bulduğu gerçekler, onlara ilâhî tâyinle yerleştirilmiş olan husûsiyetlerdir. Buna göre maddî âleme âit her keşif, Yaratıcının kudret ve azametine bir delil olarak ortaya çıkar. Buradan hareketle fennî ilimlerin, bir mânâda ilâhî sanat hârikalarına ulaşmaya yardımcı olduğunu söylemek mümkündür.

Diğer taraftan İslâm, maddeyi bile metafizik boyutlarıyla birlikte ele alır ki, bugün modern fennî ilimler de bu îzâha yaklaşmıştır. Çünkü maddî âlemdeki her keşif, yeni meçhullere kapı açar ve insan müfekkiresini sonsuz bir mesâfeye çeker. Maddî âlemin intibâları ile yürütülen bu faâliyetin sonunda da, bâzı metafizik hâdiselerle karşılaşılır. Bilhassa zamanımızda bu ilimlerin akıllara hayret ve hayranlık veren noktalara ulaşması, netîcede fizikî gerçeklerin metafizikle yüz yüze gelmesine sebep olmuştur. Bu yüzden de hakîkati yalnız maddeye hasretmiş olan eski materyalist telakkîler âdetâ iflâs etmiştir. Geçen asrın tabularından biri olan Lavoisier (Lavuazye) kanunu yıkılmış ve felsefe ile din arasındaki temel ihtilâf mevzûlarından biri olan "maddenin kadîm olduğu" görüşü artık çöpe atılmıştır. Maddenin asıl değil, ârızî bir sûret ve tekâsüf etmiş bir enerji olduğu gerçeği, atomun parçalanmasıyla ispat edilmiş ve böylece madde denilen şeyin, enerjinin muayyen bir kalıpta hapsedilmesinden ibâret olduğu ortaya çıkmıştır. Buna ilâveten bilhassa fizik, kimya, biyoloji ve astronomideki yeni keşifler, dînin ve bu arada Kur'ân-ı Kerîm'in ulvî muhtevâsını te'yîd eden sayısız yeni delillerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

İnsanın genleri üzerinde vâkî olan yeni keşifler, her insanın nev'i şahsına münhasır bir şifresi olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Bu ve benzeri keşifler, ilâhî sanatın akılları âciz bırakan, zamânımızdaki parlak misâlleridir. Bundan dolayıdır ki, daha 19. asırda Ziyâ Paşa:

Sübhâne men tehayyera fî sun'ihi'l-ukûl
Sübhâne men bi-kudretihî ya'cizu'l-fuhûl

"Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri bile âciz bırakan Allâh Teâlâ'yı tesbîh ederim." sûretindeki hikmetli beytini nazmetmiştir. Çünkü Müslümanlar, ilâhî sanatın hârikaları karşısındaki bu aczi öteden beri esâsen bilmekteydiler. Hattâ bu fennî keşiflerin, kıyâmete yakın, mûcizeler seviyesine kadar yaklaşabileceği de Müslümanların meçhûlü değildir. Lâkin her yeni keşif, insanın acziyyeti ile ilâhî sanatın azametini ve ondaki hikmetlerin sonsuzluğunu kabullenmek istikâmetinde vicdânî bir zarûret doğurmaktadır. Yine Ziyâ Paşa:

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzû bu kadar sıkleti çekmez, diyerek bu beşerî aczi, ne güzel ifade etmiştir.

Tasavvuf, sırları idrak maksadıyla kâinâtı tahlîl ettiğinden, fizîkî gerçeklerin nihâyetinde metafizik husûsiyetlerle yüz yüze gelen fennî ilimlerin, tasavvufla bir şekilde alâkasının olduğunu kabul etmek bir zarûrettir.

Esasen Kur'ân-ı Kerim birçok defa kâinattaki sır ve hikmetlere dikkat çekmektedir. Âyet-i kerimede buyurulur: "İnsanlara, ufuklarda ve kendi iç dünyalarında âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur'ân'ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi!" (el-Fussilet, 53)

Ayette "ufuklar" kelimesiyle insanı ihâta eden dış âleme, "kendi nefisleri" ifâdesiyle de insanın biyolojik ve rûhî yapısındaki hikmet, ibret ve sırlara işâret edilmektedir.

Cenâb-ı Hak, kullarının gafletini izâle ederek onları intibaha getirmek için ayet-i kerimelerde şöyle buyurur: "(Ey Habîbim! Sana karşı gelenler) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur." (el-Hacc, 22) "Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (ed-Duhân, 38-39)



Cenâb-ı Hak, bu kudret akışlarını bildirdikten sonra insanları da diğer varlıklar gibi belli bir maksat için yaratmış bulunduğunu bir başka âyet-i kerimede şu şekilde bildirir: "Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız!" (el-Mü'minûn, 115)

Mikrodan makroya kadar her zerrede ilâhî sanatın hârika tezâhürleri mevcûttur. Tasavvuf, merkezi insan olmak üzere bu hakîkatlerin küllî ve umûmî bir mâhiyette kavranmasını temin eden bir görüş ve bu görüşün husûlü için başta "zikrullâh" olmak üzere riyâzât vb. rûhî temrinlerle insanoğlunu olgunlaştıran fiilî ve ilmî bir disiplindir.

Kur'ân ayetlerinde fiziki âlemin hikmetlerine dikkat çeken ve te'kîd için de bunları suâl yoluyla ortaya koyan beyanlar mevcuttur. Bu keyfiyet, fennî ilimlerin faâliyet sahasını ilgilendirmekle berâber, eşyânın sâdece fizîkî hûsûsiyetlerine münhasır değildir. Bu yüzden hikmeti kavrama konusunda bu ilimlerin salâhiyet ve imkânlarından daha fazla bir kudrete ihtiyaç vardır. Bu da rûhî temrinlerle kalbin tahassüs melekesini geliştirmeyi icap ettirir. İşte tasavvuf, insana bu imkân ve salâhiyeti bahşeden müstesnâ bir ufuktur.

Malum olduğu üzere mutasavvıfların nazarında dünya, esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîgâhıdır. İçindeki her varlık büyük bir sanat hârikasıdır. Gündelik hayatta birçoğumuzun karşılaştığı ve pek düşünmeden geçip gittiği hâdiseler hakkında ciltlerle kitap yazılsa yine de azdır. Meselâ bir dut yaprağını ceylan yediğinde misk, ipek böceği yediğinde ise ipek olur. İşte bunun gibi kâinât, her gün müşahede ede geldiğimiz, fakat üzerinde lâyıkıyla durup düşünmediğimiz hârikalarla doludur. Yeşeren otlara, açan çiçeklere, meyve veren ağaçlara ibret nazarıyla bakılsa ve bunların topraktan renk, koku, lezzet gibi husûsiyetleri nasıl bulup da çıkarabildikleri düşünülse, ilâhî kudretin böyle tezâhürleri karşısında hayrette kalmamak mümkün olmaz. Kısacası mutasavvıflar, kâinatta hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığını sadece zâhirleri ile değil, bütün kalpleri ile de kabul etmişlerdir.

Kur'ân ve insan gibi kâinât da Cenâb-ı Hakk'ın esmâ-yı ilâhiyyesinin terkipleriyle meydana gelmiştir. Bütün fennî ilimler bir bakıma bu terkiplerin kâinattaki tezâhürleri olan âdetullâhın hikmetlerini aramakla mükelleftirler. Bu mükellefiyetin îfâsında ise mutlak bir acziyete mahkûmdurlar. Ancak, mânen terakkî ederek bir nevî kalbî alıcılara mâlik olabilenlerdir ki, sır ve hikmetleri kavrama husûsunda, fen ilimlerinin vâsıl olduğu merhalelerden daha ilerisine nüfûz edebilirler. İşte bu gibi noktalardan itibâren fennî ilimlerle tasavvuf kaynaşıp aynîleşir.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,591
Tepki puanı
957
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Tasavvuf ve Felsefe

Tasavvuf ve Felsefe

Tasavvuf ve Felsefe
Fennî ilimler, varlıkları ve hâdiseleri tek tek tahlîl ederek, onların husûsiyetlerini umûmî kâideler hâlinde ifâde etmeye çalışırlar ki, bunlara "tabiat kânunları" denildiği bilinen bir keyfiyettir. Bütün bu ilimlerin ortaya koyduğu ûmûmî hükümleri bir kere daha birleştirmeye yahut daha ûmûmî kâideler hâlinde ortaya koymaya çalışan beşerî ilim ve tefekkür ise "felsefe sahasını" teşkîl eder.

Bu bakımdan, ilimlerin ilmi olarak kabul edilen felsefenin, hakîkate ulaşma maksadıyla başvurduğu yegâne vâsıta "akıl"dır. Her felsefî ekolde akıl, felsefenin bir şûbesi olan "rasyonalizm"deki kadar -âdetâ- ilâh mevkiine yükseltilmezse de, yine de filozofların hakîkat arayışında dayandıkları tek vâsıta olarak kabul edilmiştir.

İslâm, aklı, mükellefiyetin asgarî şartlarından biri sayar. Bununla birlikte onun gerçeklere ulaşmak husûsunda kifâyetsizliğini kabul ettiğinden, "aklî" sayılan felsefeye nazaran aynı zamanda "nakli" de esas alır. İslâm'da bir anlayış ve mükemmellik arayışı demek olan "tasavvuf" da, birtakım metafizik gerçekler peşinde koşmuş olmasına rağmen, onun "keşif" hudûduna kadar dayanan fikrî faâliyeti, nassa bağlı olarak gerçekleşmektedir. Yâni temel tasavvufî düşüncelerin birer şer'î mesnede bağlı olmaları, bu fikrî faâliyetin de naklî olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Akıl, nassın hikmetine vukûf için kullanılmakla berâber, onun müstakillen faâliyeti, İslâmî ahkâmın tespitinde câiz görülmez. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da aklın kâmil bir fayda sağlayabilmesi için, vahiyle terbiye edilmesi ve salâhiyetinin bu sûretle sınırlandırılması gerekir. Böylece yürünen yol, keşif sınırında tükenip de kalbî faâliyetlere bağlı olarak ulaşılan gerçeklerin câiz görülmesi veya benimsenmesi, umûmun kabulünü gerekli kılmaz. Bu gerçeği ifade için: "Keşif ehlinin keşfi, ancak kendisine delildir; başkasına değil." denilmiştir.

Bununla beraber aklın takat ve salâhiyetinin tükendiği noktada, hakîkatin de nihâyete ereceği iddiâ edilemeyeceğine göre, bu noktadan itibâren sonsuza doğru teselsül edip giden gerçeklere ulaşma temâyülü bertaraf edilemez. Çünkü bu fıtrîdir. Bundan dolayı gerek dînde ve gerekse dîn dışı tefekkürlerde, gerçeklerin bu kısmına lâ-kayd kalınmamıştır. Metafizik (fizikötesi) meselelere âit felsefî düşüncelerin muazzam bir külliyat teşkîl ettiği herkesçe mâlumdur. Ancak, filozoflar sırf aklı kullandığı için tenâkuzlardan kurtulamamış ve ortaya çıkan her filozof, kendinden öncekileri red ve tenkitle işe başlamıştır. Bunda benlik duygusunun ve nefsani iddiâların ön planda tutulmasının rolü varsa da, asıl sebep, aklın tenâkuzlardan sâlim olamama özelliğidir.

Hakikaten akıl, bir bıçak gibidir. İnsana terör de yaptırır, sâlih ameller de işletir. "Ahsen-i takvîm"e (kulun ulaşabileceği en yüksek seviyeye) aklın yardımı olmaksızın gidilemez, fakat insanı çoğu kez "bel hüm edall"e, yani idrâk bakımından hayvandan da aşağı bir seviyeye götüren de akıldır. O hâlde aklın bir disiplin altına alınması icap eder. O disiplin de vahiy terbiyesidir. Eğer akıl, vahyin kontrolünde ise, insanı selâmete götürür. Fakat vahyin dışına çıkartılırsa, insanı felâkete götürür. Onun için aklın rızâ-yı ilâhî yönünde istikametlenmesi lâzımdır.

Tarih boyunca aklın zirvesindeki birçok zâlim, yaptıklarından en ufak bir vicdan azabı bile duymamıştır. Çünkü yaptıkları zulümler kendilerine göre en akıllıca hareketlerdi. Bağdat'a girip Dicle'nin sularında 400 bin mâsum insanı boğan Hülâgu hiçbir vicdân azâbı duymamıştı. Veya İslâm'dan önce Mekke devrinde bir efendi kölesini boğazlasa aslâ vicdânı sızlamaz, en ufak bir pişmanlık hissi duymazdı. Bir köle veya bir odunu kesmek onların akıl nazarında aynı idi. Hattâ bunu tabiî ve meşrû hakları olarak görürlerdi. İşte bu insanlarda da akıl vardı, fakat vahyin terbiyesi altında olmadığı için, insanı idlâl ediyor, sayısız cinâyetlere sevk ediyor ve bunu da normal gösteriyordu. Böyle bir akıl, vicdanları köreltmiş; şefkat, merhamet ve acıma hislerinin önüne perde olmuştu.


Felsefe erbabı, her şeyi akılla izâha kalkıştığı için, ne kendilerini ve ne de toplumları irşâd edebilmişlerdir. Zâten akıl bütün işi görebilecek kudrette olsaydı; hidâyet rehberi Peygamberlere ihtiyaç olmazdı. Bu bakımdan, akıl vahyin kılavuzluğuna muhtaçtır.

Bu gerçeği fark eden bazı filozoflar, aklın bu âcizliğini îtiraf ile hakîkati araştırma konusunda başka vâsıtalar aramaya koyulmuşlardır. Böyle filozoflardan biri olan Fransız filozof Henry Bergson (d.1859, ö.1941), "Entuisyon" denilen "hads", yâni sezgiyi hakîkate ulaşmanın vâsıtalarından biri olarak kabul etmiştir. Bu kelime, eskilerin "sünûhât-ı kalbiyye" dedikleri mükâşefe ehlinin kalbî faâliyetinin adıdır. Bergson, birtakım rûhî temrinlerle (tasavvufta zikir vs.) kalben arınan dindarların vâsıl oldukları mânevî bir mertebede içlerine doğan gerçeklere, fizîkî hakîkatlerdeki gibi laboratuar tecrübeleriyle kontrol edilemedikleri gerekçesiyle itirazın yersiz ve mantıksız olduğunu ileri sürmüştür. Tasavvufî tecrübelerde olduğu gibi bütün mücerred gerçeklerin laboratuar tecrübesine mevzû olmadığını belirtmiştir. Bu da, felsefenin pek az bir kısmının dîne ve netîce itibariyle de tasavvufa yatkın bir mâhiyet arz ettiğini göstermektedir. Kâhir ekseriyetiyle filozoflar, hakîkate ulaşmak için akıldan başka bir vâsıta kabul etmemekte ve birbirlerini nakzetmekle vakit geçirmiş bulunmaktadırlar. Buna mukâbil enbiyâ ve onların vârisi mevkiindeki evliyâ, hep aynı kaynaktan, yâni vahiy ve ilham yoluyla feyizlendikleri için birbirlerini te'yîd edegelmişlerdir.


Büyük İslâm mütefekkiri İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur: "Felsefe mevzuundaki idrak, tetkik ve tenkit safhalarından sonra bu husustaki yoğun mesâimi sona erdirince maksadım itibariyle bu ilmin de yetersiz olduğunu, aklın tek başına her şeyi kavramaya elverişli olmadığını, onun her meselenin üzerindeki perdeyi kaldıramayacağını anladım."

Gazâlî Hazretleri'nin akıl ve mârifet sahaları arasındaki hâlini, Necip Fâzıl Kısakürek bir eserinde şöyle anlatır: "İslâm'ın hücceti" diye anılan büyük tefekkür adamı... O; ilmî, fikrî bütün kafa ve idrâk işlerini bir tarafa bırakıp gerçek mârifet istikâmetine yöneleceği zaman şöyle dedi: "- Gördüm ki, her şey Peygamberler Peygamberi'nin ruh feyzine sığınmaktan ibâret ve gerisi sâdece yalan ve dolan, vehim ve hayal! Akıl ise bir hiç... Sadece hudut!" ve cihanın bir eşini görmediği bu mutantan kafa, bütün istifhamlarını söndürüp, Peygamberler Peygamberinin rûh feyzine sığındı, hudutsuzu buldu." (Velîler Ordusundan, s. 213)


Hakikaten mahdud bir akıl ile belli bir noktaya kadar gidilebilir. Fakat bütün hakîkat bu sınırların muhtevasından mı ibarettir? Onun ötesinde hiç mi hakîkat yoktur? İşte bu gibi suâllerin tatmin edici cevâbını, felsefe gibi madde üstü bir tefekkür olan, fakat vahyin membaından beslendiği için ondan tamâmen ayrılan tasavvufun gönül dünyâsında bulmak mümkündür.

İnsanı yaratan ve onun husûsiyetlerini en iyi bilen, Allâh Teâlâ'dır. Bu sebeple hakîkat yolunda aklın, ilâhî tebliğin ışığında yürümeye mutlak bir sûrette ihtiyacı vardır. Aklın varabileceği son noktadan daha ötelerde ise kalp ve keşif yolunun devreye girmesi zarûrîdir. Kalbî hayat ve onun mânevî duyuş ve hissedişleri olmaksızın sırf akılla sonsuz hakîkatler âlemine geçilemez.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt