Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Birinci Şüphe:
Tağuta, tağuti sistemlere, ona bağlı olan ve boyun eğenlere Allah (c.c)’ın verdiği küfür sıfatını vermek, bazı insanlara ağır geliyor.
Çünkü gerek bu sistemler ve gerekse onlara bağlı olanlar Allah (c.c)’ın varlığını açıkça inkar etmemekte hatta namaz ve oruç gibi bazı ibadetlerin yapılmasına izin vermektedirler. Yine asrımızın yesağının bağlısı fertlerden bazıları la ilahe illallah’ı telaffuz etmekte, namaz, oruç, zekat, hac gibi İslam’ın rükunlarını yerine getirmekte, din adamlarına, dini müesseselere saygı göstermekte, hatta bazıları bu müesseselere yardım etmekte ve çalışmalarına izin vermektedir. İşte bu özellikleri sebebiyle bazı insanlar onlara, Allah’ın verdiği kafir sıfatını vermekten çekinmektedir.
Onlara şöyle cevab verilir:
Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak yerine beşeri sistemleri koyan, Allah (c.c)’ın kanunlarıyla değil, beşeri kanunlarla hükmeden, bu beşeri kanunları insanlara uygulamaya zorlayan tağutları ve destekçilerini tekfir etmeyen kimseler şüphesiz ne la ilahe illallah’ın manasını ne de İslam’ın ne demek olduğunu bilmektedir.
Bu, eğer onlar hakkında hüsnü zan yaparsak böyledir. Fakat bu kimselerden kültürlü olanlar ve İslam’ı bildiklerini iddia etmelerine rağmen bu şüpheyi ortaya atanlar hakkında bu hüsnü zannı yapmak mümkün değildir. Onlar hakkında; “la ilahe ilallah’ın ve İslam’ın gerçek manasını bilmiyorlar” diyemeyiz. Zira onlar böyle sistemlerin, Allah (c.c)’ın hükümlerini değiştiren sistemler olduğunu, Allah (c.c)’ın dininde bunun küfür olduğunu çok iyi bilirler.
Kur’an’ı kerim başından sonuna kadar ve Rasulullah (sas)’ın sünneti, bu şüphenin batıllığını açıkça ortaya koymuş ve önünü kesmiştir.
İslam davetinin tarihindeki müşriklere karşı yapılan mücadeleler, Rasulullah (s.a.s) ve sahabelerinin yirmi üç sene boyunca çektiği zorluk ve meşakkatler, yaptıkları savaş ve cihadlar, müşrikler la ilahe ilallah’ı sadece dilleriyle telaffuz etsinler diye olmamıştır. Aynı şekilde Kur’an’ı kerim yirmi üç sene boyunca, insanların la ilahe illalah’ı sadece telaffuz etmeleri ve tagutların izin verdiği bir takım ibadetleri yapmaları için emir ve yasaklar bildirmemiştir.
Kureyş’in, Rasulullah (s.a.s)’a: “Bir sene sen bizim ilahımıza ibadet et, bir sene de biz senin ilahına ibadet edelim” şeklindeki teklifi ile asrımızın yesağının kullarının söz veya hareketle: “Mescidde Allah (c.c)’a ibadet ederiz, fakat parlementoda, üniversitelerde, ticarette, siyasette, iktisadda, yollarda v.s. Allah (c.c)’tan başkasına itaat ederiz” şeklindeki söz ve amelleri arasında acaba ne fark vardır? Bu iki durum acaba birbirine benzemiyor mu? Bu iki durum arasında sadece bir fark vardır. O da; Kureyş müşriklerinin yaptığı teklifin zamanla sınırlı oluşu, asrımızın yesağının kullarının yaptığı teklifin ise mekan ve mevzularla sınırlı oluşudur.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hepiniz tam olarak silme girin!” (Bakara: 208)
Ayetteki “silm”den kasıt; Taberi tefsirinde ve diğer tefsirlerde geçtiği gibi, İslam’dır.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Fitne kalmayıncaya ve din, tamamen Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaş! Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, yaptıklarını görmektedir.” (Enfal: 39)
“Allah’ı ve rasullerini inkar edenler, Allah ve rasulleri arasını açmak isteyenler, bazılarına inanır, bazılarını da inkar ederiz, diyenler ve (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler... İşte gerçek kafirler bunlardır...” (Nisa: 150)
“Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, yalnız O’na kulluk etmenizi emretti. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 40)
Allah (c.c)’ın bizden istediği; sadece şehadeti telaffuz etmemiz değildir. Bunu daha önce açıklamıştım. Burada ek olarak şunu söylüyorum:
“İslam alimleri Kur’an’ı ve sünnetin hepsini gözden geçirdikten sonra İslam’a girmek için la ilahe illalah şehadetiyle ilgili şartların ve onu bozan şeylerin neler olduğunu belirlediler. Bu şartların bir tanesi tahakkuk etmezse veya onu bozan şartlardan bir tanesi vuku bulursa la ilahe illallah şehadeti ve İslam iddiası geçersiz olur. Şahit olduğumuz ortam apaçık göstermektedir ki, bir zamanlar İslam diyarı olan üzerinde yaşadığımız şu topraklarda nice insan, mürted ve müşrik olmasına rağmen yine de la ilahe illallah şehadetini telaffuz etmektedir. Onların küfürlerinde kimsenin şüphesi yoktur.
Şayet la ilahe illallah şehadetinin telaffuz şartları ve onu bozan şeyler olmasaydı, şüphesiz herkes tarafından kafir kabul edilen bu kimselerin müslüman olmaları gerekirdi. La ilahe illallah’ı ve İslam’ı bozan amellerden, büyük şirk ve daha önce belirttiğim laiklik ile asrımızın yesağından başka şunlar da vardır:
a – Kendi verdiği hükmün ve gösterdiği yolun veya başkalarının verdiği hükmün ve gösterdikleri yolun Rasulullah (s.a.s)’ın şeriat ve gösterdiği yoldan daha üstün olduğuna inanmak. Tağutların hükmünü Rasulullah (sas)’ın hükmüne tercih edenler gibi... Bu, küfürdür.
b – Hıdır (a.s)’ın, Musa (a.s)’nın şeriatine uymama hakkı olduğu gibi kendisinin veya başkalarının da Rasulullah (s.a.s)’ın şeriatine uymama hakkı olduğuna inanmak.
İbni Teymiye (r.a)’ye, şehadeti telaffuz ettiklerini, müslüman olduklarını söyleyen, İslam’ın bir takım ibadetlerini yerine getiren fakat Cengiz Han’ın koymuş olduğu yesağa uyan ve bir kaç defa Şam’a saldıran tatarlara karşı savaşma hakkında soruldu. Bu konuda daha önce İbni Kesir’in görüşünü belirtmiştim.
İbni Teymiye (r.a) buna çok uzun bir cevap verdi. Verdiği cevabın bir kısmı şöyledir:
“Her kim İslam’ın mütevatir olan açık şartları dışına çıkarsa müslümanların ittifakıyla, iki şehadeti söylese bile ona savaş açılır. İki şehadeti kabul etmelerine rağmen beş vakit namazı kılmayı kabul etmezlerse, beş va-kit namazı kılıncaya kadar, namazı kılmayı kabul eder fakat zekatı vermeyi kabul etmezlerse zekat verinceye kadar, bunları yapmalarına rağmen, Ramazan orucunu tutmayı veya hacca gitmeyi kabul etmezlerse bunları yapıncaya kadar onlara savaş açılır. Bütün bunları yapar fakat ahlaksızlığı, zinayı, kumarı, içkiyi veya şeriatin haram kıldığı herhangi bir şeyi haram kılmazlar veya kanda, malda, ırzda, nesepte Allah (c.c)’ın kitabı ve rasulünün sünnetinin hükümlerini uygulamazlarsa yine onlara savaş açılır.
Yine bu kimseler marufu emredip, münkerden nehyetmez, cizyeyi alçalmış bir vaziyette verinceye kadar kafirlerle savaşmazlarsa veya Allah (c.c)’ın apaçık olan isim ve sıfatlarını veya kaza ve kaderini inkar ederek Kur’an’a, sünnete ve selefi salihine zıt bidatler ortaya çıkarır veya dört halifenin zamanında müslümanların icma ettiği konulara karşı gelir ve yalanlarlarsa yine onlara savaş açılır.
Muhacir ve ensardan olan ilk müslümanlara ve onlara tabi olanlara laf atan, müslümanları İslam şeriatine muhalif emirlere itaat etmeye zorlayan kimselere de savaş açılır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Bakara: 193)
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah’tan korkun ve ribadan geri kalanı bırakın! Fakat bunu yapmazsanız, Allah’a ve rasulüne karşı savaşa girdiğinizi bilin!” (Bakara: 278-279)
Bu ayet taif ahalisi hakkında inmiştir. Bunlar İslam’a girdiler, namaz kıldılar, oruç tuttular, fakat faizi terketmeye yanaşmadılar. Allah (c.c) bu ayette faizi bırakmazlarsa Allah (c.c)’a ve rasulüne karşı gelmiş ve savaş açmış olacaklarını bildirmiştir. Faiz, iki tarafın rızasıyla alınan maldır ve Allah (c.c)’ın haram kıldığı amellerin sonuncusudur.
Faizi terketmeyi kabul etmeyen kişiler Allah (c.c) ve rasulüne karşı savaş açmış sayıldıkları için, Allah (c.c) onlarla savaşmayı emretmiştir. Durum böyleyken İslam’ın hükümlerinin bir kısmını veya çoğunu terkeden tatarlar gibi kimselere karşı takınılması gereken tavır acaba nasıl olmalıdır? Elbette bundan daha şiddetli...
Herkes tarafından bilinmektedir ki, İslam dininden başka bir dine, Rasulullah (s.a.s)’ın şeriatinden başka bir şeriate bağlanmayı caiz gören kafirdir. Bunun küfrü kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını reddeden kimsenin küfrü gibidir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Allah’ı ve rasullerini inkar edenler, Allah ve rasulleri arasını açmak isteyenler, bazılarına inanır, bazılarını da inkar ederiz, diyenler ve (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler...” (Nisa:150) (Fetvalar Cihad Bölümü s: 281-288)
Yine İbni Teymiye (r.a)’ye:
Tatarların, kendileriyle birlikte zorla savaşa çıkarttığı (zamanımızdaki mecburi askerlik de böyledir), ilim, fıkıh, tasavvuf v.s. ehli olduğu halde tatar askerleri içinde yer alıp hem tatarlara hem de onlarla savaşanlara müslüman hükmünü veren fakat her iki guruba da zalim diyen ve hiç kimseyle savaşmayıp taraf da tutmayan kimselerin hükmü soruldu.
İbni Teymiye (r.a) onlara şöyle cevab verdi:
“Halkın en şerlisi tatarlar yanında savaşan, onlarla dost olan kişi; ancak kendisinden iman kabul edilmeyen fakat zahiren İslam’ını gösteren bir zındık veya bir münafık ya da bidatçilerin en şerlisi Rafizi, Cehmiyye ve Ticariyye fırkasından ya da insanların en faciri, en fasıklarındandır. Bunlar Ka’be’ye haccetmeye güçleri olduğu halde haccetmezler. Bu kimseler arasında namaz kılan ve oruç tutanlar olabilir fakat onların çoğu namaz kılmayan, zekat vermeyen kimselerdir. (Fetvalar s: 280 mesele: 516)
Bu konuyla ilgili olarak kitabının bir başka yerinde İbni Teymiye (r.a) şöyle dedi:
“Her kim tatarların veya bir başkasının ordusunun emri altına girerse işte o kimsenin hükmü, aynıonların hükmü gibi olur. Onlar İslam’dan ne kadar irtidat etmişlerse, diğerleri de o kadar irtidat etmiş sayılırlar.
Selefi salihin; namazı kıldıkları, orucu tuttukları ve müslümanlara savaş açmadıkları halde zekatı vermeyenlere mürted ismi vermiştir. Allah (c.c) ve rasulüne düşman olanlarla birlik olup müslümanlara savaş açanın hükmü nasıl olur acaba?” (Fetvalar s: 291 Cihad bölümü)
İbni Teymiye (r.a) bu konuyla ilgili olarak, kitabının bir başka sayfasında şöyle demiştir:
“Fitne zamanında müslümanlar birbirleriyle çarpıştıkları zaman savaş etmeye zorlanan kişinin savaşmaması gerekir. Onun yapacağı en güzel şey; eline verilen silahı bozmak veya mazlum bir şekilde öldürülünceye kadar sabretmektir. Durum böyleyse, İslam şeriatine karşı çıkan, onu uygulamayan, zekatı vermeyen ve böylece mürted olan kimselerle birlikte müslümanlara karşı savaşmaya zorlanan bir müslümanın, öldürülme ikrahı olsa veya müslümanlar kendisini öldürecek olsalar bile, müslümanlara karşı asla savaşmaması gerekir. Çünkü bir başka müslümanın nefsini feda ederek kendi nefsini kurtarması doğru değildir.”(Fetvalar s.295 cihad bölümü)
Bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki, la ilahe illallah’ı telaffuz etmenin ve bir takım ibadetleri yapmanın, la ilahe illallah’ı bozan amellerin yanında hiç bir kıymeti yoktur.
İbni Teymiye (r.a)’nin ve diğer alimlerin; “İslam dininden irtidat etmek, asli küfürden daha tehlikelidir.” sözleri üzerinde durmak istiyorum. Şüphesiz İslam’dan dönerek mürted olmak, kafir olup İslam’a girmemekten çok daha tehlikelidir. İslam düşmanı yahudi ve haçlılar bu meseleyi idrak etmişlerdir. Onlar, müslümanları komünizm ve benzeri başka dinsiz fikirlere bağlatmayı başaramadılar. Önceki tecrübelerine dayanarak ve çok düşündükten sonra pis ve tehlikeli bir plan uyguladılar. İşte bu plan; İslam şeriatinin hükümlerini yürürlükten kaldırarak beşeri kanunların hükümlerini yürürlüğe koyan hükümetlerin iş başına getirilmesidir.
Böyle sistem, nizam ve hükümetleri iş başına getirmek için de yine İslam’ı kullandılar. Kendilerinin de müslüman olduklarını, İslam akidesine saygılı olduklarını ve bir takım ibadetlere izin verdiklerini söylediler. Bu hükümetlerin başındakilere de kahraman süsü verdiler. Böylece halkı onlara bağladılar, boyun eğdirdiler. Sonra halkın İslam şuuruna dokunmadan İslam’ın hükümlerini yavaş yavaş yıkmaya başladılar. İşte bu sebebledir ki, bu hükümetlerin başında bulunanlar, İslam’a iman etmediklerini açık bir şekilde söylemeye cesaret edemezler. Fakat demokrat olduklarını övünerek söylerler. Oysa sonuç aynıdır. Fakat resim henüz tamamlanmış değildir...
Tağuta, tağuti sistemlere, ona bağlı olan ve boyun eğenlere Allah (c.c)’ın verdiği küfür sıfatını vermek, bazı insanlara ağır geliyor.
Çünkü gerek bu sistemler ve gerekse onlara bağlı olanlar Allah (c.c)’ın varlığını açıkça inkar etmemekte hatta namaz ve oruç gibi bazı ibadetlerin yapılmasına izin vermektedirler. Yine asrımızın yesağının bağlısı fertlerden bazıları la ilahe illallah’ı telaffuz etmekte, namaz, oruç, zekat, hac gibi İslam’ın rükunlarını yerine getirmekte, din adamlarına, dini müesseselere saygı göstermekte, hatta bazıları bu müesseselere yardım etmekte ve çalışmalarına izin vermektedir. İşte bu özellikleri sebebiyle bazı insanlar onlara, Allah’ın verdiği kafir sıfatını vermekten çekinmektedir.
Onlara şöyle cevab verilir:
Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak yerine beşeri sistemleri koyan, Allah (c.c)’ın kanunlarıyla değil, beşeri kanunlarla hükmeden, bu beşeri kanunları insanlara uygulamaya zorlayan tağutları ve destekçilerini tekfir etmeyen kimseler şüphesiz ne la ilahe illallah’ın manasını ne de İslam’ın ne demek olduğunu bilmektedir.
Bu, eğer onlar hakkında hüsnü zan yaparsak böyledir. Fakat bu kimselerden kültürlü olanlar ve İslam’ı bildiklerini iddia etmelerine rağmen bu şüpheyi ortaya atanlar hakkında bu hüsnü zannı yapmak mümkün değildir. Onlar hakkında; “la ilahe ilallah’ın ve İslam’ın gerçek manasını bilmiyorlar” diyemeyiz. Zira onlar böyle sistemlerin, Allah (c.c)’ın hükümlerini değiştiren sistemler olduğunu, Allah (c.c)’ın dininde bunun küfür olduğunu çok iyi bilirler.
Kur’an’ı kerim başından sonuna kadar ve Rasulullah (sas)’ın sünneti, bu şüphenin batıllığını açıkça ortaya koymuş ve önünü kesmiştir.
İslam davetinin tarihindeki müşriklere karşı yapılan mücadeleler, Rasulullah (s.a.s) ve sahabelerinin yirmi üç sene boyunca çektiği zorluk ve meşakkatler, yaptıkları savaş ve cihadlar, müşrikler la ilahe ilallah’ı sadece dilleriyle telaffuz etsinler diye olmamıştır. Aynı şekilde Kur’an’ı kerim yirmi üç sene boyunca, insanların la ilahe illalah’ı sadece telaffuz etmeleri ve tagutların izin verdiği bir takım ibadetleri yapmaları için emir ve yasaklar bildirmemiştir.
Kureyş’in, Rasulullah (s.a.s)’a: “Bir sene sen bizim ilahımıza ibadet et, bir sene de biz senin ilahına ibadet edelim” şeklindeki teklifi ile asrımızın yesağının kullarının söz veya hareketle: “Mescidde Allah (c.c)’a ibadet ederiz, fakat parlementoda, üniversitelerde, ticarette, siyasette, iktisadda, yollarda v.s. Allah (c.c)’tan başkasına itaat ederiz” şeklindeki söz ve amelleri arasında acaba ne fark vardır? Bu iki durum acaba birbirine benzemiyor mu? Bu iki durum arasında sadece bir fark vardır. O da; Kureyş müşriklerinin yaptığı teklifin zamanla sınırlı oluşu, asrımızın yesağının kullarının yaptığı teklifin ise mekan ve mevzularla sınırlı oluşudur.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hepiniz tam olarak silme girin!” (Bakara: 208)
Ayetteki “silm”den kasıt; Taberi tefsirinde ve diğer tefsirlerde geçtiği gibi, İslam’dır.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Fitne kalmayıncaya ve din, tamamen Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaş! Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, yaptıklarını görmektedir.” (Enfal: 39)
“Allah’ı ve rasullerini inkar edenler, Allah ve rasulleri arasını açmak isteyenler, bazılarına inanır, bazılarını da inkar ederiz, diyenler ve (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler... İşte gerçek kafirler bunlardır...” (Nisa: 150)
“Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, yalnız O’na kulluk etmenizi emretti. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 40)
Allah (c.c)’ın bizden istediği; sadece şehadeti telaffuz etmemiz değildir. Bunu daha önce açıklamıştım. Burada ek olarak şunu söylüyorum:
“İslam alimleri Kur’an’ı ve sünnetin hepsini gözden geçirdikten sonra İslam’a girmek için la ilahe illalah şehadetiyle ilgili şartların ve onu bozan şeylerin neler olduğunu belirlediler. Bu şartların bir tanesi tahakkuk etmezse veya onu bozan şartlardan bir tanesi vuku bulursa la ilahe illallah şehadeti ve İslam iddiası geçersiz olur. Şahit olduğumuz ortam apaçık göstermektedir ki, bir zamanlar İslam diyarı olan üzerinde yaşadığımız şu topraklarda nice insan, mürted ve müşrik olmasına rağmen yine de la ilahe illallah şehadetini telaffuz etmektedir. Onların küfürlerinde kimsenin şüphesi yoktur.
Şayet la ilahe illallah şehadetinin telaffuz şartları ve onu bozan şeyler olmasaydı, şüphesiz herkes tarafından kafir kabul edilen bu kimselerin müslüman olmaları gerekirdi. La ilahe illallah’ı ve İslam’ı bozan amellerden, büyük şirk ve daha önce belirttiğim laiklik ile asrımızın yesağından başka şunlar da vardır:
a – Kendi verdiği hükmün ve gösterdiği yolun veya başkalarının verdiği hükmün ve gösterdikleri yolun Rasulullah (s.a.s)’ın şeriat ve gösterdiği yoldan daha üstün olduğuna inanmak. Tağutların hükmünü Rasulullah (sas)’ın hükmüne tercih edenler gibi... Bu, küfürdür.
b – Hıdır (a.s)’ın, Musa (a.s)’nın şeriatine uymama hakkı olduğu gibi kendisinin veya başkalarının da Rasulullah (s.a.s)’ın şeriatine uymama hakkı olduğuna inanmak.
İbni Teymiye (r.a)’ye, şehadeti telaffuz ettiklerini, müslüman olduklarını söyleyen, İslam’ın bir takım ibadetlerini yerine getiren fakat Cengiz Han’ın koymuş olduğu yesağa uyan ve bir kaç defa Şam’a saldıran tatarlara karşı savaşma hakkında soruldu. Bu konuda daha önce İbni Kesir’in görüşünü belirtmiştim.
İbni Teymiye (r.a) buna çok uzun bir cevap verdi. Verdiği cevabın bir kısmı şöyledir:
“Her kim İslam’ın mütevatir olan açık şartları dışına çıkarsa müslümanların ittifakıyla, iki şehadeti söylese bile ona savaş açılır. İki şehadeti kabul etmelerine rağmen beş vakit namazı kılmayı kabul etmezlerse, beş va-kit namazı kılıncaya kadar, namazı kılmayı kabul eder fakat zekatı vermeyi kabul etmezlerse zekat verinceye kadar, bunları yapmalarına rağmen, Ramazan orucunu tutmayı veya hacca gitmeyi kabul etmezlerse bunları yapıncaya kadar onlara savaş açılır. Bütün bunları yapar fakat ahlaksızlığı, zinayı, kumarı, içkiyi veya şeriatin haram kıldığı herhangi bir şeyi haram kılmazlar veya kanda, malda, ırzda, nesepte Allah (c.c)’ın kitabı ve rasulünün sünnetinin hükümlerini uygulamazlarsa yine onlara savaş açılır.
Yine bu kimseler marufu emredip, münkerden nehyetmez, cizyeyi alçalmış bir vaziyette verinceye kadar kafirlerle savaşmazlarsa veya Allah (c.c)’ın apaçık olan isim ve sıfatlarını veya kaza ve kaderini inkar ederek Kur’an’a, sünnete ve selefi salihine zıt bidatler ortaya çıkarır veya dört halifenin zamanında müslümanların icma ettiği konulara karşı gelir ve yalanlarlarsa yine onlara savaş açılır.
Muhacir ve ensardan olan ilk müslümanlara ve onlara tabi olanlara laf atan, müslümanları İslam şeriatine muhalif emirlere itaat etmeye zorlayan kimselere de savaş açılır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Bakara: 193)
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah’tan korkun ve ribadan geri kalanı bırakın! Fakat bunu yapmazsanız, Allah’a ve rasulüne karşı savaşa girdiğinizi bilin!” (Bakara: 278-279)
Bu ayet taif ahalisi hakkında inmiştir. Bunlar İslam’a girdiler, namaz kıldılar, oruç tuttular, fakat faizi terketmeye yanaşmadılar. Allah (c.c) bu ayette faizi bırakmazlarsa Allah (c.c)’a ve rasulüne karşı gelmiş ve savaş açmış olacaklarını bildirmiştir. Faiz, iki tarafın rızasıyla alınan maldır ve Allah (c.c)’ın haram kıldığı amellerin sonuncusudur.
Faizi terketmeyi kabul etmeyen kişiler Allah (c.c) ve rasulüne karşı savaş açmış sayıldıkları için, Allah (c.c) onlarla savaşmayı emretmiştir. Durum böyleyken İslam’ın hükümlerinin bir kısmını veya çoğunu terkeden tatarlar gibi kimselere karşı takınılması gereken tavır acaba nasıl olmalıdır? Elbette bundan daha şiddetli...
Herkes tarafından bilinmektedir ki, İslam dininden başka bir dine, Rasulullah (s.a.s)’ın şeriatinden başka bir şeriate bağlanmayı caiz gören kafirdir. Bunun küfrü kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını reddeden kimsenin küfrü gibidir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Allah’ı ve rasullerini inkar edenler, Allah ve rasulleri arasını açmak isteyenler, bazılarına inanır, bazılarını da inkar ederiz, diyenler ve (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler...” (Nisa:150) (Fetvalar Cihad Bölümü s: 281-288)
Yine İbni Teymiye (r.a)’ye:
Tatarların, kendileriyle birlikte zorla savaşa çıkarttığı (zamanımızdaki mecburi askerlik de böyledir), ilim, fıkıh, tasavvuf v.s. ehli olduğu halde tatar askerleri içinde yer alıp hem tatarlara hem de onlarla savaşanlara müslüman hükmünü veren fakat her iki guruba da zalim diyen ve hiç kimseyle savaşmayıp taraf da tutmayan kimselerin hükmü soruldu.
İbni Teymiye (r.a) onlara şöyle cevab verdi:
“Halkın en şerlisi tatarlar yanında savaşan, onlarla dost olan kişi; ancak kendisinden iman kabul edilmeyen fakat zahiren İslam’ını gösteren bir zındık veya bir münafık ya da bidatçilerin en şerlisi Rafizi, Cehmiyye ve Ticariyye fırkasından ya da insanların en faciri, en fasıklarındandır. Bunlar Ka’be’ye haccetmeye güçleri olduğu halde haccetmezler. Bu kimseler arasında namaz kılan ve oruç tutanlar olabilir fakat onların çoğu namaz kılmayan, zekat vermeyen kimselerdir. (Fetvalar s: 280 mesele: 516)
Bu konuyla ilgili olarak kitabının bir başka yerinde İbni Teymiye (r.a) şöyle dedi:
“Her kim tatarların veya bir başkasının ordusunun emri altına girerse işte o kimsenin hükmü, aynıonların hükmü gibi olur. Onlar İslam’dan ne kadar irtidat etmişlerse, diğerleri de o kadar irtidat etmiş sayılırlar.
Selefi salihin; namazı kıldıkları, orucu tuttukları ve müslümanlara savaş açmadıkları halde zekatı vermeyenlere mürted ismi vermiştir. Allah (c.c) ve rasulüne düşman olanlarla birlik olup müslümanlara savaş açanın hükmü nasıl olur acaba?” (Fetvalar s: 291 Cihad bölümü)
İbni Teymiye (r.a) bu konuyla ilgili olarak, kitabının bir başka sayfasında şöyle demiştir:
“Fitne zamanında müslümanlar birbirleriyle çarpıştıkları zaman savaş etmeye zorlanan kişinin savaşmaması gerekir. Onun yapacağı en güzel şey; eline verilen silahı bozmak veya mazlum bir şekilde öldürülünceye kadar sabretmektir. Durum böyleyse, İslam şeriatine karşı çıkan, onu uygulamayan, zekatı vermeyen ve böylece mürted olan kimselerle birlikte müslümanlara karşı savaşmaya zorlanan bir müslümanın, öldürülme ikrahı olsa veya müslümanlar kendisini öldürecek olsalar bile, müslümanlara karşı asla savaşmaması gerekir. Çünkü bir başka müslümanın nefsini feda ederek kendi nefsini kurtarması doğru değildir.”(Fetvalar s.295 cihad bölümü)
Bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki, la ilahe illallah’ı telaffuz etmenin ve bir takım ibadetleri yapmanın, la ilahe illallah’ı bozan amellerin yanında hiç bir kıymeti yoktur.
İbni Teymiye (r.a)’nin ve diğer alimlerin; “İslam dininden irtidat etmek, asli küfürden daha tehlikelidir.” sözleri üzerinde durmak istiyorum. Şüphesiz İslam’dan dönerek mürted olmak, kafir olup İslam’a girmemekten çok daha tehlikelidir. İslam düşmanı yahudi ve haçlılar bu meseleyi idrak etmişlerdir. Onlar, müslümanları komünizm ve benzeri başka dinsiz fikirlere bağlatmayı başaramadılar. Önceki tecrübelerine dayanarak ve çok düşündükten sonra pis ve tehlikeli bir plan uyguladılar. İşte bu plan; İslam şeriatinin hükümlerini yürürlükten kaldırarak beşeri kanunların hükümlerini yürürlüğe koyan hükümetlerin iş başına getirilmesidir.
Böyle sistem, nizam ve hükümetleri iş başına getirmek için de yine İslam’ı kullandılar. Kendilerinin de müslüman olduklarını, İslam akidesine saygılı olduklarını ve bir takım ibadetlere izin verdiklerini söylediler. Bu hükümetlerin başındakilere de kahraman süsü verdiler. Böylece halkı onlara bağladılar, boyun eğdirdiler. Sonra halkın İslam şuuruna dokunmadan İslam’ın hükümlerini yavaş yavaş yıkmaya başladılar. İşte bu sebebledir ki, bu hükümetlerin başında bulunanlar, İslam’a iman etmediklerini açık bir şekilde söylemeye cesaret edemezler. Fakat demokrat olduklarını övünerek söylerler. Oysa sonuç aynıdır. Fakat resim henüz tamamlanmış değildir...