haydar-kerrar
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 6 Ağu 2009
- Mesajlar
- 98
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 48
SÜNNETİN DELİL OLUŞUNUN DELİLLERİ
Daha önceki anlattıklarımızdan anlaşıldı ki; sünnetin delil olu¬şu, dinî bir zarurettir. Aslında bu kadar açıklama, bize ve kalbinde zerre kadar imanı olan kimseye yeterlidir; delillerini söylemeye hacet yoktur.
Ancak zamanımızda iyice çığırından çıkmış fikrî hürriyet ve gerçeği araştırma perdesi arkasına gizlenerek İslâm'ı içten yıkmak ve aklı zayıf müslümanları oyalamak isteyen zındıkların düşmanlık¬larını ve dinsizlerin patırtılarım kesmemiz için bu delilleri açıklama¬mız, yerinde bir tutum olacaktır. Bütün kuvvet ve kudret Allah'a ait¬tir, deyip söze başlıyoruz:
Sünnetin dinde hüccet olduğunu gösteren deliller yedi tanedir:
1. İsmet.
2. Allah Teâlâ'nın, Sahâbe-i Kirâm'm, Hz. Peygamber'in haya¬tında sünnete sımsıkı yapışmalarını tasdik etmesi.
2. Kur'ân-ı Kerîm.
4. Sünnet-i Şerîf.
5. Sadece Kur'ân'la amelin mümkün olmayışı.
6. Sünnetin vahiy ve vahiy derecesinde iki kısımda oluşu.
7. İcmâ.
Birisi çıkıp: "Sen, sünneti onun hüccet oluşuna nasıl delil gös¬terebilirsin; bu, aynı noktaya dönmek gibi bir şey değil midir?" diye¬bilir, biz de deriz ki: Bir kimse, aşağıdaki gelecek ismet delilinin açıklamasını biraz düşünecek olsa bu itirazın cevabını anlar.
Çünkü biz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in yalandan masum olduğu tebliğle ilgili haberini, O'nun, emir, nehiy, fiil ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz. Bunun açıklaması ileride geniş olarak gelecektir.
Diğer bir ifadeyle biz, hasmın da hüccet olduğunu inkâr edeme¬diği bir çeşit sünneti, o derece olmayan ve hasmın bazen eleştiri imkânı bulabildiği diğer bir çeşit sünnetin hüccet olduğuna delil gös¬teriyoruz. Hasmın ilk kısmı inkâr edemeyişi, Peygamber (s.a.v)'in risâletini kabul eden herkese göre O'nun, bu haberlerinde hata ve ya¬landan masum oluşunun apaçık bilinmesindendir. Bu durumda, inkâra gidenin, bunu tamamen azgınlık ve kibirden dolayı yaptığı or¬taya çıkacaktır.
Nitekim biz, sünnetin hüccet olduğuna, Kur'ân'ı da delil gösteri¬yoruz. Malumdur ki, delil gösterdiğimiz âyet veya bir parçasının Kur'ân'dan olduğu ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in haberiyle sabit ol¬maktadır.
Aynı şekilde, hüccet olduğu haberle sabit olan Hz. Peygamber (a.s)'in emrini, O'nun fiillerinin ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz.
Kısaca, delil olarak gösterdiğimiz kısmın hüccet oluşu, hüccet oluşuna delil gösterdiğimiz kısımla sabit olmamıştır. Burada aynı ye¬re dönüş yoktur. Şimdi delilleri açıklamaya başlıyoruz.
Birinci Delil: İsmet
Bil ki Rasûlullah (s.a.v), mucizenin delâleti ve ümmetin icmâı ile tebliği zedeleyecek şeyleri kasden yapmaktan masumdur ve yine sahih görüşe göre bu konuda hata ve yanılmaya düşmekten de ko¬runmuştur. Hem O'nun bu alanda hataya düşmesini kabul edenler, böyle bir durumda Allah Teâlâ tarafından hemen uyarılması ve tas¬vip edilmemesinin şart olduğunda icmâ etmişlerdir.
Bu, şunu gerektirir: Gerçekten, tebliğle ilgili her haber, -Allah Teâlâ'nm tasvibinden sonra- icmâ ile doğrudur. Allah'ın katındakine uygundur. Bu durumda, ona yapışmak vâcibdir.
İşte bu şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'ân hakkındaki: "Bu Allah'ın kelâmıdır," sözünün delil oluşu sabit olur. Yine hadîs-i kudsîdeki: "Rabbu'l-izzet şöyle buyurdu..." şeklindeki sözleriyle, Ebû Davud ve Tirmizî'nin, Mikdam b. Ma'dikerib'den (r.h) rivayet et¬tikleri hadîs-i şerifte geçen: "Dikkat edin! Bana, Kitab (Kur'ân) ve beraberinde benzeri (değerde sünnet) verildi. Ensesi kalın, karnı tok bir adamın, koltuğuna yaslanarak: 'Size bu Kur'ân'la amel vâcibdir. Onda helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu haram sayın, başka şeye bakmayın,' demesi yakındır. Gerçek şu ki, Peygamber'in haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir, " [44] sözünün delil oluşu, bu şekilde sabit olmuştur.
Yine Huzeyfe'nin (r.h) rivayet ettiği hadiste geçen: "Bu, âlemlerin Rabbinin elçisi Cibril'dir. Kalbime şunları ilham etti: Hiç¬bir nefis, ulaşması gecikse de rızkı tamamen eline geçmeden ölmez. Öyleyse Allah'tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan arayın. Sakın, rızkınızın gecikmesi, sizi, onu Allah'a isyan ederek almaya sevketme-sin. Hiç şüphesiz, Allah katındaki şeylere ancak ona itaat edilerek ulaşılır," [45] sözünün delil oluşu da onun masumiyeti ile sabit olur.
Bütün bu haberler, yalandan korunmuştur. Bu da gösterir ki, vahiy iki kısımdır:
Biricisi, Kitâb-ı Kerîm'dir ki o, tilâvetiyle ibâdet yapılan mu'ciz bir kelâmdır.
İkincisi de hadîs-i kudsî ve hadîs-i nebevidir ki, mânâsı vahye, ifadesi Hz. Peygamber (s.a.v)'e dayanır.
Bütün bunlar, Allah katından olunca, hepsi kıyamete kadar hal¬kın önünde duran deliller olmaktadır.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğde yalandan korunmuş ol¬masıyla, fem-i saadetlerinden çıkan:
"Ameller niyetlere göre değerlendirilir." [46]
"iddia sahibine delil, inkâr edene de yemin gerekir." [47]
"İslâm beş temel üzerine kurulmuştur,” [48] gibi ahkâma delâlet eden sözlerinin de yalandan korunmuş haberler ve deliller olduğu or¬taya çıkmaktadır.
Yine bu sıfatı sebebiyle: "Ey insanlar! Ben, size ancak Allah'ın emrettiğini emrediyor ve O'nun size yasakladıklarından nehyediyo-rum," sözüyle az yukarıda, el-Mikdam rivayetinde geçen: "Allah Rasûlü'nün haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir," [49] sözünün delil oluşu, sabit olmaktadır.
Bu ve benzeri haberler, yalandan korunmuştur/Bu da bize gös¬terir ki, Allah Rasülû (s.a.v) ancak Allah'ın emrettiğini emreder ve O'nun yasakladıklarını nehyeder. Bu durum, bütün emir ve nehiyle-rinin delil olmasını gerekli kılmaktadır.
Yine bu delil sebebiyle Hz. Peygamber'in (s.a.v): "Benden gördü¬ğünüz şekilde namaz kılınız, " [50] sözünün hüccet olduğu, sabit olmak¬tadır. Bu söz hüccet olunca namazı açıklayan bütün fiillerinin de hüccet oluşu sabit olacaktır.
Aynı şekilde: "Hac ibâdetlerinizi benden öğreniniz," [51] sözünün hüccet olmasıyla da hacla ilgili fiillerin delil oluşu ortaya çıkmakta¬dır.
Yine aynı delille, Ebû Davud'un (275/888) Irbaz b. Sâriye'den (r.h) rivayet ettiği hadisde geçen: "Size, Allah'tan korkmanızı, başı-nızdaki idareci bir Habeşli köle de olsa, dinleyip itaat etmenizi tavsi¬ye ederim. Sizden uzun müddet yaşayanlar, pek çok ihtilâf görecek¬tir. O durumda size, benim sünnetim ve hidâyet üzere yürüyen râşid halifelerin gidişatı gerekir. Onlara sımsıkı tutunun, azı dişlerinizle (canla-başla) sarılın. Sonradan uydurulan ve dine sokulan işlerden sakının. Şüphesiz (dince makbul olmayan) yeni şeyler bid'attır. Her bid'at, bir dalâlet; her dalâletin sonu ateştir," [52] Peygamber sözleri¬nin de delil olduğu ortaya çıkar.
Bu hadiste geçen sünnete sarılma emrinin hüccet oluşu sabit olunca Hz, Peygamber (s.a.v)'in söz, fiil yahut tasviplerinden oluşan bütün sünnetlerin birer delil olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğle ilgili haberlerinde, yalan¬dan masum olması sebebiyle ve bunun kesin delaletiyle, Hâkim en-Neysâbûrî'nin (405/1014), İbn Abbas (r.h)'dan rivayet ettiği şu hadişin de delil oluşu ortaya çıkmaktadır. Rivayet şudur: Rasûlullah (s.a.v), veda haccında, bize bir hutbe verdi ve bu hutbesinde buyurdu ki: "Şüphesiz şeytan, bu beldenizde Allah'tan başkasına ibâdet edil¬mesinden ümidini kesmiştir. Fakat o, bunun dışında, basit gördüğü¬nüz amellerinizle kendisine itaat edilmesine de razı olur. Bu hâle düşmekten sakınınız. Şüphesiz ben, size kendilerine sarıldığınızda hiç sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Bunlar, Allah'ın Kitabı ve PeyganıberVnin sünnetidir." [53]
Bu hadiste olduğu gibi Buharı (256/870), Müslim (261/874), Ebû Dâvud (275/888) ve İbn Mâce'nin (273/886) rivayet ettikleri: "Bizim işimizde (dinimizde), dinin kabul etmediği bir şeyi icad eden kişi ve işi reddedilir," [54] hadisi de bir delil olmaktadır.
Gerçekten şu iki haber, -yalandan masum iki haber olmaları se¬bebiyle- Hz. Peygamber (s.a.v)'in kavlî, fiilî ve takriri bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu, bunlara sarılmanın sapıklık olmadığını, asıl sapıklığın, onları terk edip aksine amel etmekte olduğunu gös¬termektedir. Inşâallah, sana sünnetin bu konuda delil oluşunu göste¬rirken pek çok hadisler zikredeceğiz, onları iyi düşün ve anla. Sakın şeytan, aklını karıştırıp seninle oynamasın.
Bütün bunlardan anladın ki, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğle il¬gili haberlerinde masum oluşu, yukarıda geçtiği gibi bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu isbat etmede, tek başına bize yetmektedir. Fakat bununla birlikte biz, diğer ismet çeşitlerini de açıklamak ve onun delâlet yönünü kuvvetlendirmek istedik. Bunun için diyoruz ki: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, ümmetin üzerinde icmâ ettiği gibi tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, sadece tebliğle ilgili haber¬lerinde yalandan korunmuş olmasına ait değildir. Hiç şüphesiz hü¬kümlerin tebliği, sözlü haberle olduğu gibi fiil ve tasvip, emir ve ne-hiyle de olmaktadır. Bütün bunlar, tebliğin bir çeşididir.
Şu halde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğe ait haberlerin dışında, tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, onun bütün fiil, tas¬vip, emir ve nehiylerinin de bizzat delil olmasını gerekli kılmakta, bunun için başka bir habere ihtiyaç duyulmamaktadır. Yine bilmek¬tesin ki Rasûlullah (s.a.v), günah işlemekten korunmuştur. Bu konu¬da değişik görüşte olan ve bunun bazı çeşitlerini kabul edenler de bir hata anında, hemen uyarılmasını ve tasvip edilmemesini gerekli gör¬müşlerdir.
Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), aslında kendisiyle tebliği kas-detmediği, herhangi bir yemeği yemek veya bir tür şeyi içmek gibi bir fiil yaptığında yahut herhangi bir fiile sükût buyurduğunda veya kendisinden -dünyevî konulardaki konuşmaları gibi- herhangi bir söz çıktığında, Allah Teâlâ tarafından uyarılmıyor ve bu haliyle tasvip görüyorsa o zaman, kendisinden meydana gelen bu şeylerin günah ve hata olmadığına kesin olarak hükmederiz. Bu durumda o şeyler, en azından, alınmasında sakınca bulunmayan bir delil olurlar.
Biz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisiyle tebliğ kasdetmediği fiil¬lerinin -meselâ, tabiî fiilleri gibi- delil oluşundan bahsettiğimizde, bununla maksadımız, onların vücûb veya mendûba delâlet ettiği de¬ğildir ki bazıları, bu konuda bizimle çekişmeye girsin. Bundan kasdı-mız, onların, bu fiillerde bir sakınca bulunmadığına veya mübâh ol¬duklarına delil olduklarını göstermektedir.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in dünya meseleleriyle ilgili emir ve nehiylerinin delil oluşlarından maksat da onların, vücûb, mendûb, haram veya mekruha delâlet etmesi değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s:a.v), bunlarla -bir âlimin câhili, bir dostun dostu irşadı gibi- sadece irşadı kasdetmiştir.
Demek ki, bu fiillerin delâletindeki hüccet olma, bir fiilin yapıl¬masını veya yapılmamasını, kesin veya başka bir şekilde istemeyi ifade eden kullandığımız lügat mânâsında değildir. Bununla anlatıl¬mak istenen, bu tür fiillerin, bir başkası tarafından işlenmesinin mübâh olduğunu göstermektir. Yine bildiğin gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'in içtihadla ibâdet etmesiyle ve bunda bazen yanılabileceği ko¬nusunda ihtilâf vardır. Caiz görenlere göre de hatasına göz yumul¬mayacağı, aksine, derhal uyanlıp hatasının açıklanacağı bilinmekte¬dir. Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından içtihadı bir hüküm ortaya kon¬duğunda, Allah Teâlâ onu tasvip ve takrir ettiğinde hiç şüphesiz o, icmâ ile delil olur.
İkinci Delil: Rasûlullah'ın (s.a.v) Zamanında Ashâb-ı Kirâm'ın Sünnete Sarılmasını Allah Teâlâ'nm Tasvip ve Takdir Etmesidir
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v), ümmetini, sünnetine sarıl¬maya teşvik ediyor ve ona muhalefetten de sakındırıyordu. Allah kendilerinden razı olsun, gerçekten Sahâbe-i Kiram da O'nun bu konudaki emrine yapışıyor, ona uyuyor, bütün söz, fiil ve tasviplerinde kendisine tâbi oluyor ve O'ndan sâdır olan her şeyi, kendilerine ittibâyı gerekli kılan bir delil olarak görüyorlardı.
Ancak bu hüküm, Hz. Peygamber (s.a.v)'in dünyevî konularla il¬gili bir içtihadı olunca o zaman, bunun nasıl ve niçin olduğu konu¬sunda kendisine danışıyorlardı.
Aynı şekilde, kendisinden dinî konularda bir içtihad vâki olunca -bir an onun olduğunu düşünelim- içtihad esnasında yahut hüküm bizzat tarafından açıklanınca veya o konuda Allah Teâlâ'nm takrir ve tasvibi gerçekleşmeden önce Ashâb-ı Kiram, hükmün işaret ettiği noktalarda kendisiyle konuşup tartışabiliyorlardı.
Yine indirilen bir hüküm, kendilerince anlaşılmaz bir durumda olunca, gerçek olduğuna inanmadıkları için değil, ancak hikmetini anlamak için onu, Hz. Peygamber (s.a.v)'e sorup hakikatim anlama¬ya çalışıyorlardı.
Yine bazı vakitler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in birtakım fiillerinde, -bu fiillerin, özellikle Efendimize has kılınmış olabileceğini düşün¬düklerinden- kendisine tâbi olmuyorlardı. Yahut Rasûlullah (s.a.v)'ın, kendilerine emrettiği bir fiili, Efendimiz (s.a.v) yapmadığı zaman: "Bu emir, o işin mübâh ve ruhsat olduğunu bildirmek için¬dir. Efendimiz (s.a.v), onu yapmadığı için emredilenin dışmdakini yapmak daha faziletlidir," diye düşündüklerinden o fiili yapmıyor¬lardı. Yoksa bu çeşit davranışlar, Rasûlullah'a (a.s) uymanın vâcib olmadığını ve O'na muhalefetin de yasaklanmamış olduğunu kabul ettiklerinden kaynaklanmıyordu. Çünkü onların diğer davranışları, bunun aksini göstermektedir. Yine malumdur ki Sahâbe-i Kiram, Ki-tab'dan hüküm çıkarmaya ve içtihad yapmaya bizden daha muktedir idiler.
Bununla birlikte onlar, başlarına gelen bir hadisede, çözümü için sadece Kur'ânla yetinmiyorlar di. Bilakis, başlarına gelen her hadisede, sorma imkânı buldukları müddetçe Rasûlullah (s.a.v^a da¬nışıyorlardı.
Eğer onlardan birisi, Efendimiz (s.a.v)'den uzakta bulunduğun¬da başına bir hadise gelirse, onun halli için önce Kitab'da cevabını araştırır, O'nda bir cevap bulamazsa sünnette araştırır, orada da bir cevap bulamazsa kendi görüşüyle içtihad ederdi. Rasûlullah (s.a.v)'a döndüğü zaman da durumu O'na arz eder; eğer içtihadında isabetli ise Efendimiz (s.a.v) onu tasvip eder, hatalı ise hatasını gösterir, boyladığında Allah Rasûlü (s.a.v) de üç defa: "Evet, iki için de böyledir," buyurdu. [55]
İbn Abdilberr (463/1071), Muaz b. Cebel'den (r.h) şu nakli yapmaktadır. O, demiştir ki: Rasûlullah (s.a.v), beni Yemen'e vali olarak gönderdiği zaman bana: "Önüne bir dâva getirildiği zaman nasıl hüküm verirsin?" buyurdu.
Ben:
"Allah'ın Kitabı'yla hükme bağlarım," dedim. Efendimiz (a.s): "Allah'ın Kitabı'nda bir çözüm bulamazsan, ne yaparsın?" diye sordu. Ben:
"Allah Rasûlü'nün sünnetiyle hüküm veririm," dedim. Efendi¬miz (s.a.v):
"Allah Rasûlü'nün sünnetinde de bir çözüm yoksa, ne yapar¬sın?" buyurdu. Ben de:
"Kendi görüşümle içtihad ederim; meseleyi yüzüstü bırakmam," dedim. Bu cevap üzerine Rasûlullah (s.a.v) göğsüme vurarak:
"Rasûlü'nün elçisini, onun razı olduğu şeyde muvaffak kılan Al¬lah'a hamd olsun..." diye hamd etti. [56]
Daha önceki anlattıklarımızdan anlaşıldı ki; sünnetin delil olu¬şu, dinî bir zarurettir. Aslında bu kadar açıklama, bize ve kalbinde zerre kadar imanı olan kimseye yeterlidir; delillerini söylemeye hacet yoktur.
Ancak zamanımızda iyice çığırından çıkmış fikrî hürriyet ve gerçeği araştırma perdesi arkasına gizlenerek İslâm'ı içten yıkmak ve aklı zayıf müslümanları oyalamak isteyen zındıkların düşmanlık¬larını ve dinsizlerin patırtılarım kesmemiz için bu delilleri açıklama¬mız, yerinde bir tutum olacaktır. Bütün kuvvet ve kudret Allah'a ait¬tir, deyip söze başlıyoruz:
Sünnetin dinde hüccet olduğunu gösteren deliller yedi tanedir:
1. İsmet.
2. Allah Teâlâ'nın, Sahâbe-i Kirâm'm, Hz. Peygamber'in haya¬tında sünnete sımsıkı yapışmalarını tasdik etmesi.
2. Kur'ân-ı Kerîm.
4. Sünnet-i Şerîf.
5. Sadece Kur'ân'la amelin mümkün olmayışı.
6. Sünnetin vahiy ve vahiy derecesinde iki kısımda oluşu.
7. İcmâ.
Birisi çıkıp: "Sen, sünneti onun hüccet oluşuna nasıl delil gös¬terebilirsin; bu, aynı noktaya dönmek gibi bir şey değil midir?" diye¬bilir, biz de deriz ki: Bir kimse, aşağıdaki gelecek ismet delilinin açıklamasını biraz düşünecek olsa bu itirazın cevabını anlar.
Çünkü biz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in yalandan masum olduğu tebliğle ilgili haberini, O'nun, emir, nehiy, fiil ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz. Bunun açıklaması ileride geniş olarak gelecektir.
Diğer bir ifadeyle biz, hasmın da hüccet olduğunu inkâr edeme¬diği bir çeşit sünneti, o derece olmayan ve hasmın bazen eleştiri imkânı bulabildiği diğer bir çeşit sünnetin hüccet olduğuna delil gös¬teriyoruz. Hasmın ilk kısmı inkâr edemeyişi, Peygamber (s.a.v)'in risâletini kabul eden herkese göre O'nun, bu haberlerinde hata ve ya¬landan masum oluşunun apaçık bilinmesindendir. Bu durumda, inkâra gidenin, bunu tamamen azgınlık ve kibirden dolayı yaptığı or¬taya çıkacaktır.
Nitekim biz, sünnetin hüccet olduğuna, Kur'ân'ı da delil gösteri¬yoruz. Malumdur ki, delil gösterdiğimiz âyet veya bir parçasının Kur'ân'dan olduğu ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in haberiyle sabit ol¬maktadır.
Aynı şekilde, hüccet olduğu haberle sabit olan Hz. Peygamber (a.s)'in emrini, O'nun fiillerinin ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz.
Kısaca, delil olarak gösterdiğimiz kısmın hüccet oluşu, hüccet oluşuna delil gösterdiğimiz kısımla sabit olmamıştır. Burada aynı ye¬re dönüş yoktur. Şimdi delilleri açıklamaya başlıyoruz.
Birinci Delil: İsmet
Bil ki Rasûlullah (s.a.v), mucizenin delâleti ve ümmetin icmâı ile tebliği zedeleyecek şeyleri kasden yapmaktan masumdur ve yine sahih görüşe göre bu konuda hata ve yanılmaya düşmekten de ko¬runmuştur. Hem O'nun bu alanda hataya düşmesini kabul edenler, böyle bir durumda Allah Teâlâ tarafından hemen uyarılması ve tas¬vip edilmemesinin şart olduğunda icmâ etmişlerdir.
Bu, şunu gerektirir: Gerçekten, tebliğle ilgili her haber, -Allah Teâlâ'nm tasvibinden sonra- icmâ ile doğrudur. Allah'ın katındakine uygundur. Bu durumda, ona yapışmak vâcibdir.
İşte bu şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'ân hakkındaki: "Bu Allah'ın kelâmıdır," sözünün delil oluşu sabit olur. Yine hadîs-i kudsîdeki: "Rabbu'l-izzet şöyle buyurdu..." şeklindeki sözleriyle, Ebû Davud ve Tirmizî'nin, Mikdam b. Ma'dikerib'den (r.h) rivayet et¬tikleri hadîs-i şerifte geçen: "Dikkat edin! Bana, Kitab (Kur'ân) ve beraberinde benzeri (değerde sünnet) verildi. Ensesi kalın, karnı tok bir adamın, koltuğuna yaslanarak: 'Size bu Kur'ân'la amel vâcibdir. Onda helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu haram sayın, başka şeye bakmayın,' demesi yakındır. Gerçek şu ki, Peygamber'in haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir, " [44] sözünün delil oluşu, bu şekilde sabit olmuştur.
Yine Huzeyfe'nin (r.h) rivayet ettiği hadiste geçen: "Bu, âlemlerin Rabbinin elçisi Cibril'dir. Kalbime şunları ilham etti: Hiç¬bir nefis, ulaşması gecikse de rızkı tamamen eline geçmeden ölmez. Öyleyse Allah'tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan arayın. Sakın, rızkınızın gecikmesi, sizi, onu Allah'a isyan ederek almaya sevketme-sin. Hiç şüphesiz, Allah katındaki şeylere ancak ona itaat edilerek ulaşılır," [45] sözünün delil oluşu da onun masumiyeti ile sabit olur.
Bütün bu haberler, yalandan korunmuştur. Bu da gösterir ki, vahiy iki kısımdır:
Biricisi, Kitâb-ı Kerîm'dir ki o, tilâvetiyle ibâdet yapılan mu'ciz bir kelâmdır.
İkincisi de hadîs-i kudsî ve hadîs-i nebevidir ki, mânâsı vahye, ifadesi Hz. Peygamber (s.a.v)'e dayanır.
Bütün bunlar, Allah katından olunca, hepsi kıyamete kadar hal¬kın önünde duran deliller olmaktadır.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğde yalandan korunmuş ol¬masıyla, fem-i saadetlerinden çıkan:
"Ameller niyetlere göre değerlendirilir." [46]
"iddia sahibine delil, inkâr edene de yemin gerekir." [47]
"İslâm beş temel üzerine kurulmuştur,” [48] gibi ahkâma delâlet eden sözlerinin de yalandan korunmuş haberler ve deliller olduğu or¬taya çıkmaktadır.
Yine bu sıfatı sebebiyle: "Ey insanlar! Ben, size ancak Allah'ın emrettiğini emrediyor ve O'nun size yasakladıklarından nehyediyo-rum," sözüyle az yukarıda, el-Mikdam rivayetinde geçen: "Allah Rasûlü'nün haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir," [49] sözünün delil oluşu, sabit olmaktadır.
Bu ve benzeri haberler, yalandan korunmuştur/Bu da bize gös¬terir ki, Allah Rasülû (s.a.v) ancak Allah'ın emrettiğini emreder ve O'nun yasakladıklarını nehyeder. Bu durum, bütün emir ve nehiyle-rinin delil olmasını gerekli kılmaktadır.
Yine bu delil sebebiyle Hz. Peygamber'in (s.a.v): "Benden gördü¬ğünüz şekilde namaz kılınız, " [50] sözünün hüccet olduğu, sabit olmak¬tadır. Bu söz hüccet olunca namazı açıklayan bütün fiillerinin de hüccet oluşu sabit olacaktır.
Aynı şekilde: "Hac ibâdetlerinizi benden öğreniniz," [51] sözünün hüccet olmasıyla da hacla ilgili fiillerin delil oluşu ortaya çıkmakta¬dır.
Yine aynı delille, Ebû Davud'un (275/888) Irbaz b. Sâriye'den (r.h) rivayet ettiği hadisde geçen: "Size, Allah'tan korkmanızı, başı-nızdaki idareci bir Habeşli köle de olsa, dinleyip itaat etmenizi tavsi¬ye ederim. Sizden uzun müddet yaşayanlar, pek çok ihtilâf görecek¬tir. O durumda size, benim sünnetim ve hidâyet üzere yürüyen râşid halifelerin gidişatı gerekir. Onlara sımsıkı tutunun, azı dişlerinizle (canla-başla) sarılın. Sonradan uydurulan ve dine sokulan işlerden sakının. Şüphesiz (dince makbul olmayan) yeni şeyler bid'attır. Her bid'at, bir dalâlet; her dalâletin sonu ateştir," [52] Peygamber sözleri¬nin de delil olduğu ortaya çıkar.
Bu hadiste geçen sünnete sarılma emrinin hüccet oluşu sabit olunca Hz, Peygamber (s.a.v)'in söz, fiil yahut tasviplerinden oluşan bütün sünnetlerin birer delil olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğle ilgili haberlerinde, yalan¬dan masum olması sebebiyle ve bunun kesin delaletiyle, Hâkim en-Neysâbûrî'nin (405/1014), İbn Abbas (r.h)'dan rivayet ettiği şu hadişin de delil oluşu ortaya çıkmaktadır. Rivayet şudur: Rasûlullah (s.a.v), veda haccında, bize bir hutbe verdi ve bu hutbesinde buyurdu ki: "Şüphesiz şeytan, bu beldenizde Allah'tan başkasına ibâdet edil¬mesinden ümidini kesmiştir. Fakat o, bunun dışında, basit gördüğü¬nüz amellerinizle kendisine itaat edilmesine de razı olur. Bu hâle düşmekten sakınınız. Şüphesiz ben, size kendilerine sarıldığınızda hiç sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Bunlar, Allah'ın Kitabı ve PeyganıberVnin sünnetidir." [53]
Bu hadiste olduğu gibi Buharı (256/870), Müslim (261/874), Ebû Dâvud (275/888) ve İbn Mâce'nin (273/886) rivayet ettikleri: "Bizim işimizde (dinimizde), dinin kabul etmediği bir şeyi icad eden kişi ve işi reddedilir," [54] hadisi de bir delil olmaktadır.
Gerçekten şu iki haber, -yalandan masum iki haber olmaları se¬bebiyle- Hz. Peygamber (s.a.v)'in kavlî, fiilî ve takriri bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu, bunlara sarılmanın sapıklık olmadığını, asıl sapıklığın, onları terk edip aksine amel etmekte olduğunu gös¬termektedir. Inşâallah, sana sünnetin bu konuda delil oluşunu göste¬rirken pek çok hadisler zikredeceğiz, onları iyi düşün ve anla. Sakın şeytan, aklını karıştırıp seninle oynamasın.
Bütün bunlardan anladın ki, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğle il¬gili haberlerinde masum oluşu, yukarıda geçtiği gibi bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu isbat etmede, tek başına bize yetmektedir. Fakat bununla birlikte biz, diğer ismet çeşitlerini de açıklamak ve onun delâlet yönünü kuvvetlendirmek istedik. Bunun için diyoruz ki: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, ümmetin üzerinde icmâ ettiği gibi tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, sadece tebliğle ilgili haber¬lerinde yalandan korunmuş olmasına ait değildir. Hiç şüphesiz hü¬kümlerin tebliği, sözlü haberle olduğu gibi fiil ve tasvip, emir ve ne-hiyle de olmaktadır. Bütün bunlar, tebliğin bir çeşididir.
Şu halde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğe ait haberlerin dışında, tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, onun bütün fiil, tas¬vip, emir ve nehiylerinin de bizzat delil olmasını gerekli kılmakta, bunun için başka bir habere ihtiyaç duyulmamaktadır. Yine bilmek¬tesin ki Rasûlullah (s.a.v), günah işlemekten korunmuştur. Bu konu¬da değişik görüşte olan ve bunun bazı çeşitlerini kabul edenler de bir hata anında, hemen uyarılmasını ve tasvip edilmemesini gerekli gör¬müşlerdir.
Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), aslında kendisiyle tebliği kas-detmediği, herhangi bir yemeği yemek veya bir tür şeyi içmek gibi bir fiil yaptığında yahut herhangi bir fiile sükût buyurduğunda veya kendisinden -dünyevî konulardaki konuşmaları gibi- herhangi bir söz çıktığında, Allah Teâlâ tarafından uyarılmıyor ve bu haliyle tasvip görüyorsa o zaman, kendisinden meydana gelen bu şeylerin günah ve hata olmadığına kesin olarak hükmederiz. Bu durumda o şeyler, en azından, alınmasında sakınca bulunmayan bir delil olurlar.
Biz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisiyle tebliğ kasdetmediği fiil¬lerinin -meselâ, tabiî fiilleri gibi- delil oluşundan bahsettiğimizde, bununla maksadımız, onların vücûb veya mendûba delâlet ettiği de¬ğildir ki bazıları, bu konuda bizimle çekişmeye girsin. Bundan kasdı-mız, onların, bu fiillerde bir sakınca bulunmadığına veya mübâh ol¬duklarına delil olduklarını göstermektedir.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in dünya meseleleriyle ilgili emir ve nehiylerinin delil oluşlarından maksat da onların, vücûb, mendûb, haram veya mekruha delâlet etmesi değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s:a.v), bunlarla -bir âlimin câhili, bir dostun dostu irşadı gibi- sadece irşadı kasdetmiştir.
Demek ki, bu fiillerin delâletindeki hüccet olma, bir fiilin yapıl¬masını veya yapılmamasını, kesin veya başka bir şekilde istemeyi ifade eden kullandığımız lügat mânâsında değildir. Bununla anlatıl¬mak istenen, bu tür fiillerin, bir başkası tarafından işlenmesinin mübâh olduğunu göstermektir. Yine bildiğin gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'in içtihadla ibâdet etmesiyle ve bunda bazen yanılabileceği ko¬nusunda ihtilâf vardır. Caiz görenlere göre de hatasına göz yumul¬mayacağı, aksine, derhal uyanlıp hatasının açıklanacağı bilinmekte¬dir. Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından içtihadı bir hüküm ortaya kon¬duğunda, Allah Teâlâ onu tasvip ve takrir ettiğinde hiç şüphesiz o, icmâ ile delil olur.
İkinci Delil: Rasûlullah'ın (s.a.v) Zamanında Ashâb-ı Kirâm'ın Sünnete Sarılmasını Allah Teâlâ'nm Tasvip ve Takdir Etmesidir
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v), ümmetini, sünnetine sarıl¬maya teşvik ediyor ve ona muhalefetten de sakındırıyordu. Allah kendilerinden razı olsun, gerçekten Sahâbe-i Kiram da O'nun bu konudaki emrine yapışıyor, ona uyuyor, bütün söz, fiil ve tasviplerinde kendisine tâbi oluyor ve O'ndan sâdır olan her şeyi, kendilerine ittibâyı gerekli kılan bir delil olarak görüyorlardı.
Ancak bu hüküm, Hz. Peygamber (s.a.v)'in dünyevî konularla il¬gili bir içtihadı olunca o zaman, bunun nasıl ve niçin olduğu konu¬sunda kendisine danışıyorlardı.
Aynı şekilde, kendisinden dinî konularda bir içtihad vâki olunca -bir an onun olduğunu düşünelim- içtihad esnasında yahut hüküm bizzat tarafından açıklanınca veya o konuda Allah Teâlâ'nm takrir ve tasvibi gerçekleşmeden önce Ashâb-ı Kiram, hükmün işaret ettiği noktalarda kendisiyle konuşup tartışabiliyorlardı.
Yine indirilen bir hüküm, kendilerince anlaşılmaz bir durumda olunca, gerçek olduğuna inanmadıkları için değil, ancak hikmetini anlamak için onu, Hz. Peygamber (s.a.v)'e sorup hakikatim anlama¬ya çalışıyorlardı.
Yine bazı vakitler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in birtakım fiillerinde, -bu fiillerin, özellikle Efendimize has kılınmış olabileceğini düşün¬düklerinden- kendisine tâbi olmuyorlardı. Yahut Rasûlullah (s.a.v)'ın, kendilerine emrettiği bir fiili, Efendimiz (s.a.v) yapmadığı zaman: "Bu emir, o işin mübâh ve ruhsat olduğunu bildirmek için¬dir. Efendimiz (s.a.v), onu yapmadığı için emredilenin dışmdakini yapmak daha faziletlidir," diye düşündüklerinden o fiili yapmıyor¬lardı. Yoksa bu çeşit davranışlar, Rasûlullah'a (a.s) uymanın vâcib olmadığını ve O'na muhalefetin de yasaklanmamış olduğunu kabul ettiklerinden kaynaklanmıyordu. Çünkü onların diğer davranışları, bunun aksini göstermektedir. Yine malumdur ki Sahâbe-i Kiram, Ki-tab'dan hüküm çıkarmaya ve içtihad yapmaya bizden daha muktedir idiler.
Bununla birlikte onlar, başlarına gelen bir hadisede, çözümü için sadece Kur'ânla yetinmiyorlar di. Bilakis, başlarına gelen her hadisede, sorma imkânı buldukları müddetçe Rasûlullah (s.a.v^a da¬nışıyorlardı.
Eğer onlardan birisi, Efendimiz (s.a.v)'den uzakta bulunduğun¬da başına bir hadise gelirse, onun halli için önce Kitab'da cevabını araştırır, O'nda bir cevap bulamazsa sünnette araştırır, orada da bir cevap bulamazsa kendi görüşüyle içtihad ederdi. Rasûlullah (s.a.v)'a döndüğü zaman da durumu O'na arz eder; eğer içtihadında isabetli ise Efendimiz (s.a.v) onu tasvip eder, hatalı ise hatasını gösterir, boyladığında Allah Rasûlü (s.a.v) de üç defa: "Evet, iki için de böyledir," buyurdu. [55]
İbn Abdilberr (463/1071), Muaz b. Cebel'den (r.h) şu nakli yapmaktadır. O, demiştir ki: Rasûlullah (s.a.v), beni Yemen'e vali olarak gönderdiği zaman bana: "Önüne bir dâva getirildiği zaman nasıl hüküm verirsin?" buyurdu.
Ben:
"Allah'ın Kitabı'yla hükme bağlarım," dedim. Efendimiz (a.s): "Allah'ın Kitabı'nda bir çözüm bulamazsan, ne yaparsın?" diye sordu. Ben:
"Allah Rasûlü'nün sünnetiyle hüküm veririm," dedim. Efendi¬miz (s.a.v):
"Allah Rasûlü'nün sünnetinde de bir çözüm yoksa, ne yapar¬sın?" buyurdu. Ben de:
"Kendi görüşümle içtihad ederim; meseleyi yüzüstü bırakmam," dedim. Bu cevap üzerine Rasûlullah (s.a.v) göğsüme vurarak:
"Rasûlü'nün elçisini, onun razı olduğu şeyde muvaffak kılan Al¬lah'a hamd olsun..." diye hamd etti. [56]