KUR’ÂN OKUTMA HİZMETİ, GAYRET VE MÜCÂDELESİ
Süleyman Efendi Hazretlerini ve Onun Kur’an hizmetlerini, o hizmetlerin millî ve mânevî alandaki ehemmiyetini gerçek manada anlamak için, o devirdeki şartları, icapları, husûle gelen ihtiyaç ve zarûreti mutlaka bilmek ve nazar-ı îtibâra almak lâzımdır.
Asırlardan beri dinin öğretilip, öğrenildiği bütün müesseseler bir anda kapatılmış, müslüman halk dinini öğreneceği din müesseselerinden tamamen mahrum bırakılmıştı. Dolayısıyla dinî ve manevi sahada korkunç bir kültür boşluğu meydana gelmişti.
Pek çok dersiam, değil başkalarını okutup din adamı yetiştirmek, kendi evlatlarını dahi okutmaktan çekinmişler, bazı müderrisler de günün şartları karşısında endişeye kapılmış, mesleklerini dahi bırakmışlardı. Bir kısmı dünya işleri ile meşgul olmuş, bir kısmı ise idareye kayıtsız şartsız teslim olmuşlardı.
İşte böyle bir vasatta Süleyman Efendi Hazretleri kendi tabirleri ile cehenneme sel gibi akmakta olan Ümmeti Muhammed’den “Bir kütük kurtarsak kârdır” telakkisi ile hizmetlere karar vermişti.Süleyman Efendi, ilk olarak 1930-36 yıllarında, Çatalca’nın Kabakça köyünde kiraladığı çiftlikte, o gün bulabildiği bir kaç talebeye dînî dersler vermeye başladı. Bir taraftan talebeleri işçi gibi göstererek okuturken, diğer yandan İstanbul’a amele pazarlarına geliyor, istidatlı gördüklerine; “Evladım kaç paraya çalışırsın?” “Bir liraya” “Gel ben sana üç lira vereyim. Sen Allah’ın dinini kitabını öğren. Bu ilimler ortadan kalkmasın” diyerek talebe topluyor, bulduğu işçileri, maaş veya yevmiyelerini vererek okutuyor. Böylece mücâdelede malıyla, canıyla en güzel hizmet örneği veriyordu.
Din adamı yetiştirmek lâzımdı. Küçük, büyük, genç, ihtiyar, işçi, esnaf demeden Allâh’ın kitabını öğretmek lâzımdı. Yapı ustasından, demirciden, kalaycıdan, terziden müftü olur mu? İşte Süleyman Efendi bunlardan müftü, vaiz yetiştirdi ve onlara, yıllarca Ümmet-i Muhammede hizmet ettirdi.Dini öğretmek gayesi ile Anadolu’nun bazı kasaba ve şehirlerine giden Süleyman Efendi, talebelerini bazen kömür işçisi, bazen (tuğla-kiremit fabrikasında) fabrika işçisi, bazen de tarla işçisi göstererek okutmaya devam etti.
Öyle zamanlar oldu ki, talebeyle bir yerde toplanıp okutmak imkânı kalmadı. Taksi kiralayıp İstanbul’u gezermiş gibi okutmayı denedi. Ve bir ara şartlar o kadar ağırlaştı ki, elde kitap taşımak, kitaptan okutmak imkansız hale geldi. Ve dünyada bir eşine rastlanmayan bir usûle başvurdu. Bir kaç talebesi ile Haydarpaşa Gar'ından Ankara istikametine giden trene biniyor, Arifiye istasyonuna kadar ezberden ders okutuyordu. Arifiye istasyonunda iniyor, Ankara’dan gelen trene binerek İstanbul’a kadar okutmaya devam ediyordu.
Kur’an hizmetleri devam ettikçe aleyhinde çok şeyler uyduruldu, insafsız ithamlara maruz kaldı. Amansız polis takibatları, idarî ve adlî tahkikatlar birbirini kovaladı. Aleyhinde muhtelif davalar açıldı, tevkif edildi. Evinden alınarak 1. Şube'nin tabutluğunda 3 gün polis nezaretinde kaldı. 1939’da İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde muhakeme ve 1944’de İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi'nce tevkif ve muhakeme edildi. Tabutluklarda 8 gün alıkondu. 1957’de Bursa Ulu Câmiinde tertiplenen “sahte mehdilik” hadisesiyle bağ kurularak Kütahya Ağır Cezâ Mahkemesi'nce damadı ve sevenleri ile beraber tevkîf edilip, muhâkeme edildi. İki ay kadar Kütahya hapishanesinde kaldı. Fakat her defasında berâat etti Bunca takibata, muhakeme ve tevkif edilmesine rağmen hayatında bir tek günlük mahkûmiyet almadı.
Devrin sıkıntılarına, sabır ve hilmiyle mukâbelede bulundu. Evini aramaya gelen polis memûrlarına “Buyurun, hoş geldiniz, hem de bir kahvemizi içersiniz” demek suretiyle her defasında medeni cesaret örnekleri gösterdi. Hanımı Hâfiza Sultan, “Efendi! Efendi! Size bu zulmü revâ görenlere bir de kahve mi ikram edeceksiniz?” dediklerinde, “Onlar memûrdurlar, vazifelerini yapıyorlar Hanım, yorulmuşlardır” diyerek kahve ikram etme nezaket ve asaletini terketmedi.
Bir Ramazan akşamı evinin karşısındaki kahvenin bahçesine oturup hanelerini kontrol eden sivil memûrun yanına varıp, "Oğlum! sen oruçlusun, akşam yaklaştı, gel bizde iftar edelim, sonra yine vazifene devam edersin” diyerek kendisini takip eden polislere iftar yemeği ikram etti." (Bu asil şefkati ve yüce nezaketi gören polis memuru peşine takılıp, iftar etmek üzere evine gitti, sonra da bağlıları arasına katıldı.)
Bütün bu sıkı takip ve baskınlar karşısında yılmadı, her defasında polisler karakola dönmeden derslere tekrar başladı. “Hiç kaybedilecek vaktimiz yok” diyor hatta “Mevlâ uykumuzu alsa da, geceleri de ders okusak” temennisinde bulunuyordu.
"Yarın hesap günüdür, Allah-ü Teâlâ, Süleyman verdiğim ilimle ne hizmet ettin, o ilmi sana kara topraklara göm diye mi verdim? derse, ben ne cevap veririm" diyerek üzerlerindeki vazife ve mes'ûliyetin ehemmiyet ve ağırlığını ifade etmeye çalışıyorlardı.
Talebelerine, daima Kur’ân’a hizmet şuuru telkin eder ve onlara “Evlatlarım, sizin bu âlemdeki vazifeniz; bataklığa düşen insanları, düştüğü bataklıktan çıkarmakdır. Öyle ise Ümmet-i Muhammed'i ayağınıza beklemeyecek, siz onların ayaklarına gideceksiniz. En ücrâ yerlere bile bu hizmeti sizler götüreceksiniz” buyuruyordu.
Süleyman Efendi Hazretleri, bütün mesâisini, yok edilen dînî ilimlerin ihyâsına sarfetmiş, ilim ve irfan seferberliği başlatmıştır. Gecesini gündüzüne katmak suretiyle gece saat onikilere, birlere kadar ders okuttuğu zamanlar olmuştur.Bitmek, tükenmek bilmeyen bir azim ve iradeye sahipti.
1950’lerde, ilerlemiş yaşına ve şekerden rahatsız olmasına rağmen, kış günlerinde bile Kısıklı’daki evinden çıkar, iki tramvay, bir vapur ve dört yerde yaya yürümek suretiyle Şehzadebaşı Taştekneler’deki derslerine giderdi.
1954 yıllarında cuma ve pazar günleri hariç her sabah Kısıklı’dan Bulgurlu’ya yürür. 6-8 saat genç rûhlara ilim ve feyz vermeye devam ederdi.
Hayatının son senelerinde, Topçular’daki talebelerinin Tekâmül kursuna, her gün sabah namazından sonra 3-4 vasıta değiştirmek suretiyle giderek derslerine devam buyururdu.
Bir gün ders okuturken şekeri yükseldi ve rahatsızlığı arttı. Burnundan, okuttuğu kitabın üzerine kan damlayınca, talebeleri heyecanlandı. Fakat O, hiç telaşlanmadan burnunu tutup, mendilini çıkardı, kitaptaki ve üzerindeki kanları sildikten sonra, hemen “Oku oğlum! kaybedecek zamanımız yok” buyurarak derse devam etti.
1957 Kütahya hadisesi olarak bilinen ve tertip olduğu mahkemece de anlaşılan hadise beraatle neticelenmişti. Kütahya hapishanesinden çıkan Süleyman Efendi Hazretleri evine dönmeyip, himmet ve hizmet maksadıyla Manisa’ya gittiler. Talebeleri üzgün, O ise hapishane ızdıraplarını unutmuş, neşeli idi. Herhalde kendisi artık ders okutmaz zannı ile;
“Efendim, İstanbul’da derslere devam edecek misiniz?” diye sordular.
“Evet, devam edeceğiz, hem de daha çok ve daha gayretli…Duracak zamanımız yok” buyurdular.
Aynı seyahatinde İzmir’de “Efendi Hazretleri, rahatsızlığınız var, her halde bir miktar istirahat edersiniz” dediklerinde, gülümseyerek: “Yolculukda bazen şoförün lastiği patlar, bizim de lastiğimizi patlattılar, şimdi yapıştırdık. Okutamadığımız zamanları da telâfi için daha çok okutacağız, hizmetimize hız vereceğiz” buyurmuşlardı.
Süleyman Efendi Hazretleri, hiç kimsenin dedikodularına ve kötülemelerine aldırış etmeden hak bildiği yolda ilerlemesine devam etti. Bir gün O’na:
“Efendim, falancalar sizin aleyhinizde konuşuyorlar” dendi.
“Elhamdülillah! Münafık olmaktan kurtulduk. Allah Resûlü başta olmak üzere, İslam büyüklerinin hepsinin aleyhinde konuşulmuştu. Eğer bizim aleyhimizde konuşulmazsa kendimizden şüphe ederdik” diye cevap verdi.
Hasta ve rahatsız olduğu zamanlarda dahi dersten tâviz vermez, geri kalmaz: “Derse gidersem hastalık da gider, kalırsam hastalık da kalır” buyurmak suretiyle âfiyet ve şifâsının ders okutmakta olduğunu ifade ederdi.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan dönen talebesine, “Oğlum! Falan camiye git, Cuma’da va'z et de, dinleniver“ demek sûretiyle istirahat ve dinlenmenin, hizmetle mümkün olacağına işaret buyururlardı.
Talebelerinden herhangi biri bir özürden dolayı derse iştirak edemediği zaman çok üzülür, “Eyvah! Bugün çok büyük ziyânımız var” derdi.
Az-çok demez, bulabildiği talebe veya cemaate bıkmadan, usanmadan ders verirdi. Adede itibar etmezdi. Bir gün Kur’ân öğretmek için gönderdiği bir talebesi, gittiği yerde okutacak kimse bulamamaktan şikayet etti:
“Efendim, sadece iki kişi vardı, onları da bırakıp geldim” deyince çok üzüldü. Ve birazda celallenerek
“Evladım, nice peygamberler bu âlemden bir tek ümmet elde edemeden gittiler. Sen iki talebe bulmuşsun daha ne istersin” diyerek, tekrar geldiği yere gönderdiler.
Talebelerine son derece kıymet verirdi. “En küçük talebenin dahi kesip attığı tırnağını, dünyalara değişmem” vecîzeleri bu hakikatı en bâriz şekilde ortaya koymaktadır.
Bir gün Hâne-i Seâdetine filesi boş olarak bir şey almadan döndü, hanımına:
Hanım! talebeye alamadığım için, eve de almadım” buyurup; talebenin yemediğini, yemekten, hayâ ettiğini ifade etti.
Soğuk kış günü bir vesile ile evini ziyarete gelen bir talebesi, hocasının soğuk odada oturduğunu farketti. Zevceleri soğukta oturmasının sebebini talebeye şöyle izah etti:
“Oğlum! sizin odununuz yok diye, Efendi Hazretleri de sıcak odada oturmuyor.”
Bazen talebeleri hasta olurdu. En az bir anne ve baba kadar şefkat ve merhametin sahibi olan Süleyman Efendi Hazretleri, rahatsız olanları bizzat doktora götürür veya biriyle gönderirdi. Bir defasında talebelerinden birinin hastalığı ile alâkalı doktor dönüşü kendisine malumat arzedildi. Merhamet âbidesi o büyük zât, kıbleye yönelerek şu ilticada bulundu: ”Yâ Rab! Senin dinine ve kitabına bu yavrularla hizmet edeceğiz, evlatlarımızı bize bağışla Allahım!”
Ramazan-ı Şerif yaklaştığı zaman, talebelerini Ramazanda va’z u nasihat etmek üzere Trakya ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine seferber ederdi. Ramazan sonrası dönüşlerinde teker teker malumat sorar, hizmet haberleri beklerdi. Bir talebesinin va'z edip, Kur’ân okuttuğunu duyunca sevinç göz yaşları döker, “Bu Rabbimin fazlıdır” derdi.
Yapılan hizmetleri hiç bir zaman şahsına mal etmez ve edenden de hoşlanmazdı. Bir talebesinin kaldığı köydeki hizmetlerinden memnun olup, teşekkür için kendilerine gelen Hacı Efendiler; “Efendim, sizin sayenizde cenazemiz kokmaktan kurtuldu, çocuklarımız Kur’ân-ı Kerim öğrendi” diye iltifat ettikleri zaman mahviyet ve tevazuundan adeta küçülen mübârek zât; “Süleyman da kim oluyor ki, bu hizmetler onun sayesinde olsun!, Bu mahzâ kerâmetü’n-Nebidir, Peygamberin mûcizesidir” buyurmak suretiyle kendisine hiç pay çıkarmaz ve bütün muvaffakıyyetin Allah ve Resûlü'ne ait olduğunu ifade ederdi.