Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Su-i Zan Hastalığı (1 Kullanıcı)

kum_saati

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Ağu 2006
Mesajlar
189
Tepki puanı
0
Puanları
0
Su-i Zan Hastalığı



Hayatımızın her alanında bize rehberlik eden Kuran-ı Kerim sosyal hayatımızda, insan ilişkilerimizde bilerek veya bilmeyerek hataya düştüğümüz bir hastalık hususunda bizi uyarmış: su-i zan hastalığı. Evet, hastalık diyorum zira kalbimize virüs gibi yerleştiği zaman kurtulması zor bir müzmin hastalık haline dönüşüyor.

Yüce Mevla Kuran-ı Kerim’de ‘Ey inananlar! Zandan çok sakının. Zira zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli şeylerinizi araştırmayın, biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah’tan korkun, şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir. (Hucurat:12)

‘Onların Çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan bir şeyin yerini tutmaz.’ (Yunus:36)

Kuran-ı Kerim kesinkes su-i zanna kapılmaktan biz müminleri men ediyor, uzak durun, Allah’tan korkun diyor. Bu virüsü taşıdığımız sürece mümin kardeşimizin etini yemiş olacağımızı ikazla, aman sakının uzak durun diyor. Peki ama bunca uyarıya rağmen, bizlere ne oluyor da ‘zandan çok sakının’ emr-i ilahisini dinlemiyor, kalbimiz hiç titremeden, vicdanlarımız hiç sızlamadan en yakınımızdan en uzağımızdaki mümin kardeşimize kadar pek çok kişi hakkında su-i zanda bulunuyor, gıybetini yapıyor, onu tanıyan veya tanımayan insanların o kardeşimiz hakkında yanlış intibalara kapılmasına sebebiyet veriyoruz? İçimizde ısrarla bu su-i zan virüsünü taşımamızın temelinde ne var öyleyse?

Temelinde kibir var, insanlara üstten bakma, kendini aşırı beğenme var. Psikolojik bir rahatsızlığın habercisi aslında su-i zan virüsü. Ben daha iyi bilirim, ben daha tecrübeliyim gibi ucub ve gurur kokan cümlelere dilini alıştıran mümin bir süre sonra bu sözlere öylesine inanıyor ki; kimseyi beğenmez oluyor.

Bu su-i zan virüsünün nasıl tedavi edileceğine gelince de, tedavisi gayet basit ve zahmetsiz: kalbimize, beynimize hüsn-i zan anti virüsü şırınga etmek, dilimizi de buna alıştırmak. Mümin bir kardeşim hakkında hep iyi sözler sarf edeceğim diye irademizi zorlamak.

İkinci olarak; Rasulullah Efendimizin (sav) çok değil bir-iki sözüne kulak vermek kafi ‘su-i zan’ dan uzaklaşmak için:

Bazı seferlerde ashabtan iki zatın yemeğini yapması için Rasulullah Efendimiz (sav), Selman Farisi’yi vazifelendirirdi. Bir gün Selman Farisi (ra) uyuya kaldığı için yemeği zamanında hazırlayamadı ve bu iki sahabe de Selman Farisi’yi Rasulullah’ın yemeğini hazırlayan Usame bin Zeyd’in yanına yemek alması için gönderdi. Selman Farisi (ra), Rasulullah (sav)’ ın evinde de yemek olmadığı için eli boş döndü ve bu iki sahabe Usame bin Zeyd’e su-i zanda bulunarak yemek olduğu halde vermedi gibi sözler sarf ettiler, Selman Farisi hakkında da ‘sulu kuyuya gitse susuz gelir’ dedi.

Sonra bu iki zat, Rasul-u Zişan’ın huzuruna gelince Rasulullah Efendimiz (sav) ‘bana ne oluyor da ağzınızda et parçası görüyorum’ dedi. Onlar da biz et yemedik deyince Rasulullah Efendimiz “Selman’ı ve Usame’yi gıybet ettiniz, bir kimse mümin kardeşinin gıybetini ederse etini yemiş gibi olur” dediler.

İbn Ömer (ra) rivayet ediyor. Rasulullah (sav) bir gün Kabe’yi tavaf ederken; ‘Ey Kabe! Sen ne güzelsin, kokun da ne hoştur! Sen ne ulusun, hürmetin de ne yücedir! Muhammed’in ruhunu elinde bulunduran Zat’a yemin ederim ki, bir müminin Allah katındaki hürmet ve kıymeti senin hürmetinden çok daha büyüktür. Mümin hakkında hayırdan başka zanda bulunmanın haramlığı da böyledir. Şüphesiz Allah-u Teala sende bir şeyi haram kıldı; seni haram bölgesi yaptı. Fakat müminin üç şeyini haram kıldı; malını, kanını ve şerefini… Bir de Mümin hakkında kötü zan beslemeyi yasakladı.’ (Ibn Mace)

Bir de madalyonun öbür yüzü var, ya biz su-i zanna maruz kaldıysak ne yapacağız? O zaman nasıl bir tavır içine gireceğiz? Sükuneti korumak, fevri bir çıkış yapmamak, tedbirli davranıp ileride pişman olacağımız sözler sarf etmemek lazım öncelikle. Ve şunu da unutmamak lazım ki; hakkında su-i zan yapılmayacak, iftiraya uğramaktan muaf tutulacak biri olsaydı bu iki cihan güneşi, efendiler efendisi Habibullah (sav) olurdu. Üçüncü olarak ta, dünya hayatımızda son nefesimize kadar imtihan olunacağımızı hatırdan çıkarmamak ve böyle bir durumla karşılaşırsak – ki nazargah-ı ilahi olan gönüllerin hiç pahasına yıkıldığı bir dünyada bu gibi durumlara hemen hergün rastlıyoruz- Ya İlahi! Her işte Faili Mutlak SEN’sin deyip O’ndan medet ummak. Dördüncü olarak ta; duyduğumuz bir sözün ya da haberin doğruluğunu araştırmak; zira bu konuda Cenab-ı Mevla :

“Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat:6)

İkaz-ı ilahisiyle bizlere nasıl bir tavır içinde olmamız gerektiğini bildiriyor.

Velhasıl kelam; bu su-i zan hastalığından kurtulmak ya da böyle bir hastalığımız yoksa bile bu virüse karşı tedbir almak için hüsn-i zan etmeyi hayatımızda bir disiplin haline getirmeli , irademizi zorlayarak bu şuuru içimize yerleştirmeliyiz. Güzel düşündüğümüz ve güzel sözler sarf ettiğimiz zaman hayatımız daha da güzelleşecek, Rahman’a yürüdüğümüz bu yolda daha fazla mesafe katedeceğiz.

Su-i zan etmekten ve hakkımızda edilmesinden Rabbımıza sığınıyoruz.

Allahummehfazna min şerri lisanina ve kulubina!
 

sabir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Eki 2006
Mesajlar
104
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: Su-i Zan Hastalığı

ALLAH RAZI OLSUN .EMEĞİNİZE SAĞLIK
'(KÖTÜ)ZANDAN SAKININ ;ZİRA O,SÖZÜN EN YALANIDIR !'
(İMAM MALİK BİN ENES,EL-MUVATTA)
SELAM VE DUA İLE
 

siyah_beyaz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
13 Eyl 2006
Mesajlar
2,656
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: Su-i Zan Hastalığı

Sağolasın, güzel bir konuydu ...
Rabbim esirgesin bizi hakkımızda yapılmasından ... ve bizi de bu yanlışı yapmaktan korusun ...
 

merve18_19

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
172
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: Su-i Zan Hastalığı

allah razı olsun.okuyunca bı an kendıme geldım.devamı gelır ınsallah....
 

nuresma

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
2,975
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Konum
ankara
RE: Su-i Zan Hastalığı

ALLAH RAZI OLSUN SİZDEN ÇOK GÜZEL BİR PAYLAŞIMDI.
"NEREDE OLURSAN ALLAHTAN SAKIN.FENALIK YAPARSAN ARKASINDAN İYİLİK YAP, FENA İŞİ SİLİP GÖTÜRSÜN.İNSANLARA KARŞI GÜZEL AHLAKLA DAVRAN."
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir”(Hucurat, 49/12)
Bir Müslüman diğer Müslüman kardeşleri hakkında iyi niyet (hüsnü zan) beslemelidir. Zira bu dinimizin gereğidir. Ayrıca fitnenin def’i böyle bir tutumu gerekli kılmaktadır. Birbirimiz hakkında iyi düşünmeli ve birbirimize müminler olarak güvenmeliyiz. Bir kişi hakkında iyi düşünmek ve ona güvenmek, onunla ilgili gerekli tedbirlerin alınmasına engel de teşkil etmemelidir. Bu, herkes için geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır. İman sahibi oluşundan dolayı Müslüman kardeşimize güvendiğimiz ve hakkında kötü düşünmediğimiz gibi, nefis sahibi olduğumuzdan dolayı da hiç birimizin kötü bir davranış sergilemeyeceğimiz ihtimal dışı değildir. Bir insan hakkında hüsnü zanda bulunmakla birlikte, ona karşı tedbirli olmak birbirine zıt hususlar gibi görülmemelidir. Çünkü evham ve asılsız şüphelere yol açmamak için gerekli tedbire başvurmak daha uygundur. Zira bu tedbir, hem insanı suizandan korur hem de bu yolla günaha girmesini önlemiş olur.
Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz. İmam Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ‘gözü ile kötü bir şeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir. (bk. Gazali, Kimyayı Saadet, Merve Yayınları, s.388)
Buna göre, kötü zan ve tahmin haramdır ve kalp ile yapılan bir gıybettir. Eğer bu kalp ile yapılan gıybet, bir başkasına anlatılırsa iki katlı bir günah söz konusu olmakta ve “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.” (Ebu Davud, Edeb 40) hadisine göre daha büyük bir günaha neden olunmaktadır. Bu açıdan hem kalp ve dil ile günah işlenmiş hem de iftira edilmiş anlamına gelebilir.
Bu nedenle öncelikle kötü tahmin ve zandan sakınılmalı ki, bütün bu günahlara girmekten sakınmış olalım. Zehrin bedene girmesine izin vermemek nasıl önemli ise, kötü zannın ruhumuza girmesine izin vermemek da o kadar önemlidir. Çünkü zehrin bedenimize girdikten sonra yapacağı tahribat çok büyük olacaktır. Bunun gibi kötü zan ve tahminlerin ruhumuza girmesien izin vermek de son derece tehkile sonuçlara neden olabilecektir. Biri dünya hayatımızı tehdit ederken, diğer ebedi hayatımızı tahdit etmektedir. Bu açıdan abedi hayatı tehdit edenlerden sakınma konusunda daha dikkatli olmak gerekir.
Diğer taraftan, haksız zan ve tahminden kul hakkı da doğar. Bu durum temelde insanlara karşı işlenen bir suçtur ve onun affedilmesi yetkisi, kötü zan ve tahminde bulunulan insanlardadır. Bu yüzden masumun ahlâkı, onuru hakkında delil olmaksızın kötü zanda bulunur da içimizdeki kötü zannı doğru kabul edersek, ağır bir bedel ödeyeceğiz. Bu zan ve tahmini başkalarıyla paylaşmak, günahın büyüklüğünü artırdığı gibi sorumluluğun ağırlığını da o oranda artıracaktır.
Suizannın en önemli zararlarından birisi, kötü zan, kanaat ve tahminin içeriğini oluşturan olumsuz ruhsal enerjinin muhatabını araması ve sonunda haksız olan ruhun bu ruhsal enerjiden tahrip olmasıdır. Bu sonuç için gıybetin alenî veya gizli olması değil, taşıdığı duygu yükü önemlidir. (bk. Muhammed Bozdağ, Ruhsal Zeka)
Esasen mealini verdiğimiz ayette, kardeşliği yaralayan üç düşük davranış yasaklanmıştır: Sûizan, tecessüs ve gıybet. Başkalarının özel durumlarını, izinleri olmaksızın öğrenmeye çalışmak, mahremiyetine girmek, genel bir yasaktır. Tecessüs yasağı, bir insan hakkı olan "özel hayatın gizliliği" kapsamında, özel hayatın gizliliğinin korunmasını sağlayan iller arasında yer alır.
Müslüman’ın, diğer Müslüman kardeşi hakkındaki düşüncesinin ve özellikle hüsnü zannını ortaya koyması açısından şu hadis dikkat çekicidir:
“Ben Hz Peygamberin Kâbe’yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) şöyle söylediğini gördüm: (Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve senin kutsallığının azametine hayranım. Muhammed’in canı (kudret) elinde olan Allah’a yemin ederim ki, müminin hürmeti Allah katında senin hürmetinden şüphesiz daha büyüktür. Müminin malı, kanı ve hakkında hüsnü zanda bulunma kutsallığı (seninkinden üstündür)” (Buhari, Edeb, 57, 58; Müslim, Birr, 28-34; Ebu Davud, Edeb, 40-56)
Bu hadis-i şerifte Hz Peygamber, bir Müslüman hakkında hüsnü zanda bulunmanın önemini, onun can ve malının önemiyle birlikte anmaktadır. Çünkü bir insanın iyi veya kötü olarak bilinmesi özellikle onun şeref ve haysiyetini ilgilendirmekte olup yerine göre en az mal ve can kadar önem arz etmektedir. Suizan ise, tüm huzursuzluk ve düşmanlıkların kaynağı olan fitne-fesada sebep teşkil ettiğinden, o derece zararlı olup dinen yasaklanmıştır.
Diğer taraftan, Müslümanlar arasında suizan, dedikodu ve gıybetin yaygınlaşması sonucunda fitne-fesadın yaygınlaşması, toplumsal bir felâket olarak kabul edilmelidir. Zira toplumu ayakta tutan en önemli dayanaklardan biri, birlik ve beraberliktir. Bunu sağlayan en güçlü bağ ise sevgi, hak ve hukuka saygıdır.
Ayrıca, bu ayetin uyarısı gösteriyor ki, insan hüsnü zan etmekle sorumludur. Yani gördüğü ve karşılaştığı olay ve durumları hayra yormalı, güzel düşünüp güzel görmeli ve bu düşünce ve niyetle herkesi kendisinden üstün bilmelidir.
Suizan insanı hep olumsuz düşünceye sevk ettiği için insandaki iyimserlik halini öldürür. Hüsnü zanla bir olaya yada işe bakamaz. O olumsuz görünen yada eksik iletişim yada algılama sonucu meydana gelen yanlış anlaşılmaların neticesi hayra yorulmaz. Böylece suizan hastalığı artıkça sahibini tenkit hastalığına sevk edecektir. Her şeyi ve herkesi tenkite başlayacaktır. Onların bütün iş ve hareketlerini kötü zanla yorumlayıp onları tenkit edecektir. Hatta tenkitte ileri giderek onları eleştirme ve gıybete kadar götürecektir. Belki bir zaman sonra ise kalpte yapılan gıybetler dile çıkacak, iftirayla süslenecek sahibinin amelini yakacaktır.
Suizan hastalığından korunmanın en güzel yolu, güzel düşünmek güzel görmektir. Çirkinliklere ve suizanna sevk edecek şeylere gözünü kapamaktır. Böyle yapıldığı zaman güzel manzaralar ile göz, kalp ve akıl meşgul olacak; kendi ayıp ve kusurlarını görüp başkalarınınkini ise görmeyecek; kendi hatalarını ve kusurlarını bilecek başkalarının kusurları için suizan dürbünlerini kullanmayacaktır. Hüsnü zan dürbünleriyle güzel şeylere bakacak. Suizan ile kalbini ve aklını kirletip meşgul etmemiş olacaktır.
Birbirlerine suizan besleyen kardeşlerimiz varsa, acilen kardeşinden helallik almalı ve hem kendileri hem kendi günahlarına tövbe etmeli hem de suizan ettikleri kişiler için duada bulunmalıdırlar.
Şunu da ifade etmeliyiz ki, elimizde olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden ve düşüncelerden sorumlu olmayız. Sorumluluk ancak iradî fiiller içindir. Yani insan kendi isteğiyle, kendi iradesiyle bir iş yaptığında o işin getireceği sorumluluğu da yüklenmiş olur. Ancak, akla gelen kötü şeylerde kişinin iradesi söz konusu değildir. Yani, siz kendi iradenizle kötü şeyler düşünmeye karar vermiş ve bunu icra etmiş değilsiniz. Dolayısıyla bu konuda bir sorumluluk da taşımazsınız. Bunları şeytanın bir vesvesesi bilip üzerinde fazla durmamak gerekir.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
"Sû-i hareket (kötü davranış)", "sûi ahlâk (kötü ahlâk)", "sû-i niyet (kötü niyet)" vb. gibi, "sû-izan" da, "kötü zan" anlamındadır. "Sû" kelimesi, verilen örnekler ve benzerlerinde, daima, "sıfat" anlamını ifade eder.

"Zan" kelimesi ise, "sanma; farz ve tahmin etme; ihtimâle göre hükmetme" demek olduğu gibi, "şek, şüphe, tereddüd, vehim, hayâl" gibi anlamlara da gelir.

"Sû-i zann"ın zıddı (karşıtı), "Hüsnüzan * (hüsn-i zan)"dır. "Hüsn", "güzellik, iyilik, hoşluk, olgunluk, mükemmellik" demektir. "Hüsn-i ahlâk (iyi - güzel ahlâk)", "hüsn-i hat (güzel yazı)", "hüsn-i niyet (iyi niyet)"... gibi, "hüsn-i zan"da, "iyi-güzel zan; bir kimse veyâ bir olayın iyiliği hakkında vicdânî kanâat" demektir.

Görüldüğü gibi, iki türlü "zan" vardır. Zan, "tahmin" ve "ihtimâl''e dayandığına göre, bu konuda alınacak tavır ne olmalıdır. Kur'ân ve Hadis, bu hususla ilgili davranışın nasıl olması gerektiğine açıklık getirmektedir: Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey inanan (mü'min)ler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır... " buyurulmuştur (el-Hucurât, 49/12). Âyette, "zanların birçoğundan kaçınınız" denilmekte; sebep olarak da, "bazılarının günah olduğu ifade edilmektedir. Demek ki, zannın hepsi günah değildir; hattâ Allah'a ve mü'min (inanan)lere hüsn-i zanda bulunmak gereklidir. Nûr Süresi'nde: "Onu işittiğiniz vakit erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin, kendi vicdanları (önünde) iyi bir zann'da bulunup da..." buyurulduğu gibi (en-Nûr, 24/12), bir Kudsî Hadis'de de:

"Ben, kulumun, bana zannı gibiyim " diye vârid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Her biriniz, Allah'a, hüsnüzan ederek ölsün"buyurmuş ve bir başka hadisinde de: "Hüznüzan, imândandır" demiştir.

Keşşâf ve benzeri büyük Kur'ân müfessirleri, "doğruyu ve yanlışı, açık belirtileriyle seçmeden, iyice gözleyip düşünmeden zanda bulunulmamasını" önemle tavsiye etmekte, "açıkta bir sebebi ve doğru belirtisi bulunmayan zannın harâm olduğunu, kaçınılması gerektiğini" belirtmektedirler. İhtimal üzerine hüküm olan zanlar, gerçeğe uymadığından, başkasına bühtan ve iftira olacağından, zanda bulunanı vebâl altına sokacaktır.

Bütün bunlardan, zan konusunda çok dikkatli olmak gerektiği ve "Sû-i zann"ın ise, kesinlikle yasak olduğu, açıkça anlaşılmaktadır. Sû-i zann'ın harâm olmayanı, yalnızca fısk ve fucûr (günahkârlık) ile tanınan kimselere karşı yapılanıdır. Durumu kesin olarak bilinmeyen birine hüsnüzan gerekmese bile, Sû-i zan da câiz değildir.

Sû-i zan'dan kaynaklanan "tecessüs" hakkında da, daha önce verilen Hucurât Süresi'ndeki âyette, "tecessüs de etmeyin" buyurulmaktadır. Tecessüs, "Onun-bunun durumlarını araştırmak, eksik (kusur)lerini öğrenme isteği"dir. Allah tarafından yasaklanan bu davranışla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'de:

"Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zira herkim müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teâlâ'da onun ayıb (kusur)ını tâkip eder, nihayet evinin içinde bile onu rezil ve rüsvây eder" buyurmuştur (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, VI, 4471-4473; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İstanbul 1957, 633-634).
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Dördüncü Hastalık: “Sû'-i zan”dır. Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Hüsn-ü zan; iyiye yormak, müsbet yorumlamak demektir. Zıddı, su-i zandır. Şehir şehir dolaşıp konferans veren bir kişi hakkında iki türlü değerlendirme yapılabilir: Birisi, “Bu adam çok hamiyetli ve gayretli. İnsanlara faydalı olmak için durup dinlenmeden çalışıyor.”
Böyle düşünmek hüsn-ü zandır, güzel bir yorumdur.
Diğer yorum ise, “Bu adam ya mebus olmak, ya şöhret kazanmak, yahut maddi bir menfaat için dolaşıyor.”
Böyle bir yorum ise su-i zandır.
Bir sonraki cümlede su-i zannın kaynağı şöyle nazara veriliyor:
“Kendisinde bulunan sû'-i ahlâkı, sû'-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin.”
Verdiğimiz örnek üzerinde konuşacak olursak, bu konferansçıya su-i zan etmenin kaynağı sû’-i ahlâktır. Yani, su-i zan eden kişinin iç âleminde şu değerlendirme hakimdir: “Ben bu kadar şehir gezsem bu kadar insana hitap etsem karşılığında ya maddî bir kazanç yahut şan ve şöhret beklerim. O halde bu adam da bu işi böyle bir maksat için yapmaktadır.”
Böylece kendi kötü ahlâkını ve kötü niyetini o adama da teşmil etmiş olur.
Su-i zan hastalığına yakalanan kimse bunun bir günah olduğunu dikkate alarak, kardeşliğin ve sevginin bu büyük düşmanına karşı iç aleminde cephe almalı ve nefsine şu mesajı vermelidir:
“Sende bir eğrilik ve bir yanlışlık olmasa böyle düşünmezsin. Öncelikle seni bu kötü düşüncelerden kurtarmak gerekiyor.”
Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin.
Binaenaleyh eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek, sû'-i zandır. Sû'-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler.
Hüsn-ü zannın gereği, başkalarının “hikmetini bilmediğimiz işlerini” kötülemekten ve çirkin görmekten sakınmaktır. Bu genel bir tavsiye olmakla birlikte, ikinci cümlede, söz yine eslaf-ı izama getirilir ve özellikle onların hallerini beğenmemekten, onlara su-i zan etmekten hassasiyetle kaçınmamız istenir. Çünkü, onlara yapılan su-i zan ferdî olmakla kalmaz, onların izinde giden, onları mürşit edinmiş kişilere de zarar vereceğinden toplum hayatında büyük yaralar açabilir.
Üstat hazretleri mazide İslâm’a büyük hizmetlerde bulunarak bu dinin bize kadar ulaşmasında emeği geçen âlim ve mürşitlere hürmet ve muhabbet üzerinde önemle durur. Onların, hikmetini bilmediğimiz bir sözünü ele alıp, o büyüklerin bütün kemallerini ve hizmetlerini inkâr yoluna gitmek en azından insafsızlıktır. En azından diyoruz, çünkü onları nazarlardan düşürmek İslâm’a da büyük bir zarardır.
Bu konuda Bediüzzaman hazretlerinden önemli bir ölçü:
Üstat hazretleri Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin mesleğini bugünkü insanlara anlatmanın zarar olacağını, o mesleğin şaşaalı görünmekle birlikte sahabe mesleğine göre “nakıs bir meşreb” olduğunu ilmen ispat etmekle birlikte, Muhyiddin-i Arabi hazretleri için “Ulum-u İslamiyenin bir mucizesi”, Vahdetü’l-Vücut için de “salih bir meşrep” tabirlerini kullanarak talebelerini o büyük zata ve mesleğine su-i zan beslemekten ve karşı çıkmaktan hassasiyetle korumaktadır.
Meselenin bir de manevî sorumluluk boyutu var. Onun da önemle dikkate alınması gerekiyor. Bir askerin onbaşıya karşı gelmesiyle ordu komutanına karşı gelmesinin cezaları birbirinden farklıdır. Makam yükseldikçe ceza da artar. Birincisinde sadece birkaç tokat yemekle kurtulsa da ikincisinde hapse girmesi mukadder olur.
Aynı şekilde avamdan bir mümine su-i zan etmekle, bir büyük veliye yahut bir peygambere su-i zan etmenin de manevî sorumluluğu birbirinden çok farklıdır. Dilimizi bilgisizce, gereksiz olarak ve hissimize kapılarak kullanıp kendimizi tehlikeye atmaktan hassasiyetle uzak durmamız gerekiyor.
Sû'-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler.” cümlesinde su-i zannın sadece manevî sorumluluk getirmekle kalmayıp maddî hayatımıza da zarar verdiğine dikkat çekiliyor.
Üstat hazretleri terakki ve asayişin üç esasını şöyle tespit eder:
“Mesailerin tanzimi, mabeynlerindeki emniyetin tesisi, teavün düsturunun teshili.”
İkinci madde ancak hüsn-ü zanla hayata geçirilebilir. Yani birbirimize itimat ve emniyet etmemiz ancak hüsn-ü zanla mümkündür. Aksi halde, bir araya gelemez, sermayelerimizi birleştirip daha güçlü şirketler kuramaz ve zayıf düşeriz. Gerekli her türlü kanunî tedbiri almak elbette çok önemlidir, ancak vesveseye varacak derecede su-i zan beslemek de maddî terakkimize büyük zarar verir.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Her ikisi de başlı başına birer büyük günah olan suizan ve haset arasında telâzum vardır. Yani birinin olması diğerinin olmasını netice verir; biri, diğerini gerektirir. Mesela çevresine suizan merceğiyle bakan kişi, suizan ettiği kişinin tavır ve davranışlarında hep bir kötülük düşündüğünden hiç farkına varmaksızın o insana karşı içten içe düşmanlık duyguları beslemeye başlar. Aynı şekilde kişi, haset ve düşmanlık beslediği insanın en masumane tavır ve davranışlarında bile suizanna girebilir. Mesela haset ettiği kişi hakikatte Allah rızası için koşturup duran bir insandır. Fakat hâsit adam, onu, kendini gösterme ve duyurma peşinde koşan biri olarak görür ve o şahıs hakkında hep bu tür zanlarda bulunur. Hâsılı, bazen suizan hasede, bazen de haset suizanna sebebiyet verir. Bu yönüyle neseb-i gayr-i sahih olan bu iki günahın her biri, insanı fasit bir daire içine sokar. Mü’min ise, fasit değil, salih dairenin peşinde olmalıdır. Yani mü’min, öyle işlere talip olmalıdır ki, yaptığı her iş, başka hayırlı işlerin referansı olsun. Böylece o, hayırlı bir işi bitirir bitirmez hemen başka bir hayrın peşine düşsün.

Kıvılcım ve Yangın

Suizan ve haset, esasında mebdede, küçük bir inhiraf olarak başlar. Fakat iradenin hakkı verilip gerekli tedbirler alınmazsa bu meyiller zamanla ruhî birer hastalığa dönüşür. Başka bir ifadeyle, merkezdeki küçük bir inhiraf, muhit hattında kocaman bir açı meydana getirir. Mesela haset eden bir kimse, haset duyduğu kimsenin namaz, hac gibi tamamen ahirete müteveccih ibadetlerini dahi çekememeye başlar. Hatta zamanla iş öyle bir noktaya gelir ki, bu hastalıklı ruh hâli, küfür ölçüsünde bir çekememezliğe inkılâp eder; eder de hâsit, haset ettiği mü’min kardeşi hakkında: “Keşke onun ayağı kırılsa veya bindiği uçak düşse de hacca gidemese!” türünden imanla telifi zor sözler söylemeye başlar.

Bu açıdan kalbde çok küçük olarak beliren bu tür duygulara karşı insan, daha başta hayat hakkı tanımamalı ve onların daha büyük günahlara davetiye çıkarmasına fırsat vermemelidir. Zira insan küçükken bu tür günahların hakkından daha kolay gelebilir. Fakat bu marazlar, ilk başını çıkardığında tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, temizlenmeyip büyümelerine fırsat verilirse, zamanla kalbin bütün bütün kararmasına veya onun mühürlenmesine sebebiyet verebilir. Hatırlayacağınız üzere Hz. Pîr, Lem’alar’da günahların bu hususiyetini şöyle ifade eder: “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hakikati bir hadis-i şeriflerinde şöyle dile getirir:
إِذَا أَخْطَأَ خَطِيئَةً نُكِتَتْ فِي قَلْبِهِ نُكْتَةٌ سَوْدَاءُ فَإِذَا هُوَ نَزَعَ وَاسْتَغْفَرَ وَتَابَ سُقِلَ قَلْبُهُ وَإِنْ عَادَ زِيدَ فِيهَا حَتَّى تَعْلُوَ قَلْبَهُ وَهُوَ الرَّانُ الَّذِي ذَكَرَ اللَّهُ كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“Kul bir günah işlediği vakit kalbine siyah bir nokta konulur. Şayet o günahtan vazgeçer, af diler, tevbe edip Allah’a dönerse kalbi yine parlar. Eğer bunları yapmaz günah ve hataya devam ederse siyah nokta artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. Yüce Allah’ın: “Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.” (Mutaffifîn Sûresi, 83/14) ayetinde zikrettiği pas işte budur.” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an 75; İbn Mâce, Zühd 27)

Hadis-i şerifte de görüldüğü üzere işlenen her günah, sadrımızdaki kalbde değil, kalbî hayatımızda bir leke bırakır. Her bir leke ise, bir başka lekeye davetiye çıkarır. Nasıl ki dişinizin dibinde bir mikrop ortaya çıktığı zaman o, hemen diğer mikropları; “Gelin burası müsait bir zemin. Beraber bu dişin dibini oyalım ve diş etinde bir yara meydana getirelim.” diyerek çağırır. Aynen öyle de, kalbde oluşan bir leke, “Beni yalnız bırakmayın.” diyerek diğer lekelere çağrıda bulunur. Böylece bir lekeyi başka bir leke takip etmeye başlar. Bir leke, ardından başka bir leke, birbirini takip edip dururken, Kur’an-ı Kerim’deki:

كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.” hakikati tecelli eder. Bunun neticesinde kalbde, öyle simsiyah bir atmosfer oluşur ki, artık insanın böyle bir atmosferde doğruyu ‘doğru’ olarak, eğriyi de ‘eğri’ olarak görmesi mümkün değildir. Neyin doğru neyin eğri olduğunu tam kestiremediğinden dolayı da insan doğru zannettiği eğri yollarda yürür durur.

Sohbet-i Canan’dan Sohbet-i Canan’a Koşmalı

Böyle bir tehlikeden kurtulmanın en önemli ve en etkili yolu ise, üç beş insanla da olsa her gün sürekli sohbet-i canan meclisleri oluşturarak imanı yenilemektir. Evet, bu tür hastalıklar ancak vicdanda her zaman ter u taze duyulabilen iman hakikatleriyle tedavi edilebilir. Bu sebeple insan, her gün imana başka bir zaviyeden bakabilmeli, her yeni güne girerken, “Allah’ım dün Seni böyle tanımamıştım. Meğer ben neleri fevt etmiş bir insanmışım. Bugün ise vicdanımda Seni, çok daha farklı duyuyor, çok daha farklı tanıyorum.” diyerek yepyeni bir iman ve marifet ufkuna uyanmalıdır.

Aynı mülahazalarla haşr u neşr akidesi üzerinde durulmalı, ahiret endişesi ve hesap korkusu tavır ve davranışlarımız üzerinde belirleyici rol oynamalıdır. Bizim ebedî saadet yurdu olan Cennet’e kavuşabilmemiz, kabirden, sırattan, mizandan sıyrılmamıza bağlıdır. Eğer sıyrılamazsak, -hafizanallah- akıbet çok kötü ve çok karanlık demektir. Bu açıdan ahirete iman mevzularını “elif-be”yi bildiğimiz gibi bilmemiz ve her gün yeni bir renk, yeni bir desen ve yeni bir şive ile onu ele alarak bir kere daha vicdanlarımızda duymaya çalışmamız gerekir.

Ahirete imanın yanında nübüvvete iman meselesi de öyle ele alınmalı ve öyle bir üslupla sunulmalıdır ki, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) akıllara geldiği zaman insanların burunlarının kemikleri sızlamalı. Keza kadere öyle inanmalıyız ki, en büyük musibetlere maruz kaldığımızda bile,

الخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ
“Hayır, Allah’ın takdir ettiğindedir.” Veya
الحَمْدُ لِلهِ عَلَي كُلِّ حَالٍ سِوَي الْكُفْرِ والضَّلَالِ
“Küfür ve dalâlet dışında her türlü halimiz için Allah'a hamd olsun.” diyebilmeliyiz. Bela ve musibetlerle, çetin imtihan ve zorluklarla karşılaştığımızda hemen doğrulup, “Vardır bunda da bir hayır. Demek ki Cenâb-ı Hak bizi ikaz ediyor.” mukabelesinde bulunabilmeliyiz.

İman hakikatleri üzerinde yoğunlaşmak çok önemli olduğu gibi, İslamî esasları, milimi milimine, arızasız kusursuz ve ciddî bir taabbudîlik ruhuyla yerine getirmek de çok önemlidir. Zira emre itaatteki inceliği kavramak, bin aklın bin muhakemesinden çok daha önemlidir. Şeytan muhteşem aklını kullanmış ve kaybetmiştir. Hz. Âdem (ala nebiyyinâ ve aleyhisselâm) ise bir yönüyle sürçtükten sonra emre itaatteki inceliği kavramış ve yeniden bir kavis çizerek amudî yükselişle meleklerin bile önüne geçmiştir.

Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi adına, kafasında şöyle böyle malumatı bulunan ve dili dönen herkes seferber olmalı, bu işi hızlandırmalı, dersten derse koşmalı ve meseleleri hep sohbet-i canan etrafında ele almalıdır. Nasıl ki sonbahar döneminde insana musallat olan gribal enfeksiyonların önüne geçme adına mebdede bazı tedbirler alınıyor, cismanî ve bedenî marazlardan çok daha büyük olan ruhî hastalıkların önüne geçme adına da mutlaka tedbirler alınmalı, plan ve projeler geliştirilmelidir. Çünkü manevî hastalıklar, maddî hastalık ve musibetlerden kıyas kabul etmeyecek ölçüde çok daha büyük ve daha tehlikelidir. Bedenî hastalıklar insana biraz çektirir ve en fazla onun fani hayatına mal olur. Ruhî hastalıklara gelince, onlar bu dünyada kalbî ve ruhî hayatı öldürdükleri gibi, ötede de insanın ebedî hayatının mahvolmasına sebep olurlar. Bu açıdan problemin büyümesine fırsat verilmeksizin daha başlangıçta onun üzerine gidilip halledilmelidir.

Vakıa, mürşit konumunda bulunanlar haset, çekememezlik, kıskançlık gibi ruhî hastalıkların tedavisinde her zaman başarılı olabilirler mi olamazlar mı, bilemiyorum. Zira insanların kalbindeki, kirin, pasın, mührün silinmesi veya silinmemesi Allah’ın bileceği bir iştir. Fakat her halükarda,

وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى
“İnsan için ancak çalıştığı vardır. Onun çalışmasının semeresi şüphesiz görülecektir.” (Necm Sûresi, 53/39-40) âyet-i kerimesi gereğince bize düşen sa’y etmektir. Evet, inanan bir gönül, fert ve toplum hayatında oluşan çatlakları tamir etmeye, yaralı insanları iyileştirmeye, sarsılan ve sendeleyen insanların elinden tutmaya, zihinlere hatta hayallere gelip çarparak tasavvurları kirleten olumsuz mülahazaları gidermeye çalışmalıdır. Mü’minden beklenen vefa, mü’minden beklenen insanlık işte budur. Aksi ise ciddi bir vefasızlık ve insanî duyarlılığın kaybedilişi demektir.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Hüsnüzan ile suizan edilecek yerleri söyleyebilir misiniz? Veya bu iki husus için bir ölçü verebilir misiniz?Hüsnüzan, bir insan hakkında güzel kanaat ve düşüncede bulunma, suizan ise kötü kanaat ve düşünce taşıma demektir. Hüsnüzan, kayıtsız şartsız, doğrudan doğruya, bir mü'minin diğer bir mü'mine karşı olması gerekli olan tavrının ifadesidir. Suizanna gelince, ille de olacaksa mutlak mânâda bir mü'minin, ehl-i dalâlet, iman ve Kur'ân düşmanları hakkında iradi tavır ve davranışın ifadesidir.
Bir mü'min, bir mü'min hakkında suizan ettiğinde, -onu böyle bir şeye sevk eden vak'aları da düşünmüş olabilir- ekseriyet itibarıyla yanılır ve aldanmış olur. Kâfir hakkında da hüsnüzan ettiği zaman ekseriyet itibarıyla aldanmış olur. Çünkü burada zanların yeri değişmiştir. Hüsnüzan mü'mine, suizan gösterilecek ise o da ehl-i dalâlete gösterilir. Bu itibarla, ehl-i imana karşı, onların davranışlarını, müspete ve doğruya hamledip, haklarında iyi düşünmek bir mü'minlik vasfı ve vazifesidir.. evet mümkün oldukça ehl-i iman ve ehl-i İslâm'a hüsnüzan edilmelidir.
Hatırımda kaldığı kadarıyla mevzuyla alâkalı, Merhum Hâdimî, İmam Birgivî Hazretleri'nin Tarikat-ı Muhammediye'sine yazmış olduğu şerhte şöyle bir ölçü vermektedir: Bir mü'min, başka bir mü'mini zina ederken görse, birkaç defa gözlerini silmeli, "Acaba yanlış mı görüyorum?" demelidir. Daha sonra emin olduğu zaman da "Fesübhanallah! Bir mü'min bunu yapmaz. Bu şahıs iyi bir insandı ama nasıl oldu da böyle bir şeye düştü.. Allah'ım! Sen onu affeyle!" demeli ve kimseye söylemeden oradan çekip gitmelidir. İşte bir mü'minin diğer bir mü'mine karşı göstermesi gerekli olan tavrı budur.
Bir kâfir hakkında hüsnüzan hakkı yüzde bir ise, bir mü'min hakkında yüzde doksan dokuz virgül dokuz olmalıdır. Mü'min, ancak bu kadar az bir ihtimalle kardeşi hakkında suizan edebilir ve onu da bir mü'mine yakışır afv u safh yoluyla savıp gözünü yumarak yine Kur'ân'ın ifadesiyle, "Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler."[SUP][1][/SUP] gereğince âlicenâbâne çekip gitmelidir. Zira mü'min, âyet-i kerimenin ifadesiyle etrafına müsamaha ile bakan, affedici olan ve kusurları görmeyen insandır.[SUP] [2][/SUP] Evet, mü'minin şiarı budur.
Müsaadenizle burada mü'minin, mü'mine karşı yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiğiyle alâkalı Asr-ı Saadet'te yaşanan canlı bir misali nakletmek istiyorum. Nuayman, Bedir'de bulunduğu rivayet edilen zevattandır. O, içki yasak edilmiş olmasına rağmen koruk gibi meyve ve usarelerden içmeye devam ediyordu. Pek çok defa sarhoş olarak yakalandı; bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî'ye getirilerek tedip edildi. Yine böyle bir durumdan dolayı o, Efendimiz'in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi Nuayman'ı kastederek:
"Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!" türünden sözler sarf ediyordu. Bunu duyan Allah Resûlü, "Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah'a yemin ederim o, Allah ve Resûlü'nü sever." buyurdu. İşte Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir mü'min hakkındaki ölçüsü buydu. Asr-ı Saadet'ten buna benzer daha pek çok örnek hâdise gösterilebilir. Bütün bu hâdiseler muvacehesinde Allah Resûlü'nün böyle şahsî kusurlara mukabelesi o kadar eritici mahiyetteydi ki, ufkuna giren her şey şihaplar gibi tuz buz olur, arkada maytaplar gibi ışık bırakırdı...
Özellikle de günümüzde mü'minler birbirlerine hep bu nazarla bakmalıdırlar. Meselâ ben, bir arkadaşımın bir kızla dolaştığını görsem, o arkadaşım hakkındaki düşüncem değişmemelidir. Zaten Cenâb-ı Hak da hiç kimseyi bir tek kusurundan dolayı hemen yerin dibine batırmamıştır. Eğer Allah bir tek kusurdan dolayı mü'minleri itap etseydi, bugün yeryüzünde kimse kalmazdı. O, pek çok kusurlarımız olduğu hâlde, yağmuru kesmemekte, gökten ve yerden akıp gelen rızıkların önünü almamakta ve bizleri aç, susuz bırakmamaktadır. Bu sebeple mü'min, Allah ahlâkı ile ahlâklanmalı ve kardeşleri hakkında mümkün oldukça hüsnüzan etmelidir.
Mü'minlere suizan eden bir insan, mizacı bozulmuş bir hastadır. Evet, mü'minlere suizan etmek ya bir akıl hastalığı veya kalb kiridir. Bundan kurtulmanın çaresi de insanın kendi günahlarına bakmasıdır. Hasta bir tip, kendi ruh adesesinde her şeyi bulanık görür. Hâlbuki dikenli tarlalarda bile güller vardır. "Huz mâ safâ da' mâ keder - Temiz olanı al, bulanık olanı bırak." fehvâsınca, dikenli tarlalarda bile insan sadece gülü görmeli ve koklamalı, dikenlere hiç bakmamalıdır. Hal böyle iken mizacı bozuk bir kimse gül tarlasına da girse, oradaki güllerin kokusu üfül üfül esip burnuna gelse ve gül yaprakları üzerinde jaleleri görse, eline batan bir dikenden ötürü "Yıkılsın bu gül tarlası!" diyebilir. Bu bir mizaç bozukluğudur. Böyle biri en temiz ve en nezih tablolar karşısında dahi fıtratındaki tiksinti sistemlerinin tesirinde hep işmizaz yaşar.
Yukarıda da ifade edildiği gibi suizan yapılacaksa, zararlarından korunmak ve ona göre tedbir almak için inançsız insanlara karşı yapılmalıdır. Öte yandan bir mü'minin, mülhit bir insanla diyalog kuracağı zaman da iman hakikatlerinin ağırlığını hesaba katması gerekir. Burada iki durum söz konusudur: Mü'min ya onun zararını defetmek için, def-i belâ kabîlinden ona merhaba der geçer yahut da iman hakikatlerinin güzelliğini onun ruhuna üflemek için onunla münasebet kurar. Bu mânâda bir mü'min, şahsı için değil, yüce hakikatleri ve gönlünün ilhamlarını duyurmak için mağdûbun aleyh ve dâllînin kapısına gidebilir.
Hulâsa, hüsnüzan, bir mü'minin diğer bir mü'mine karşı tavrının ifadesidir ki bu, mü'minleri birbirine bağlayıp perçinleyen çok önemli bir husustur. Suizan ise sadece Allah düşmanlarına karşı gösterilebilecek bir tavırdır
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt