Sonuna kadar okuyun pişman olmayacaksınız...
__________________
Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür.
Sanki bir şeyler
söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil,
üzüntülü deseniz hiç
değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki,
padişah hâlâ gördügü
rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri,
kararlı adımlarla
Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara
sallanır. Unkapanı
civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle
bakınır. İşte tam o sırada
yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
- Kimdir bu?
Ahali:
- Aman hocam hiç bulaşma, derler.Ayyaşın meyhusun biri
işte!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası lafa
girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısı'nda
çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını
içkiye, fuhuşa harcar.
Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı
mimli kadın varsa takar
peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu
bir cemaatte gören
olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider.
Bizim tedbili kıyafet
mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem...
Ama biz gidemeyiz,
şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz
vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,
paklanması var. Tekfini,
telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane
bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak
isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en
azından Fatih Camii'nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama
Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve
gelirler camiye. Vezir sağa
sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır
kazanları vurur ocağa...
Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan
beyan güzelleşir sanki.
Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere
benzemez. Hem manâlı bir
tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı
ısınmıştır bu adama, vezirin de
keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla
taşına yatırırlar. Ama
namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir
sıkıntılı sıkıntılı
yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya
getirdik cenazeyi. Kim bilir
belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben
mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip
maceranın başladığı noktaya
koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini
bulur. Kapıyı yaşlı bir
kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı
bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok
yorulmuşsun. Sonra eşiğe
çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır. Ama
gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra
silkinip çıkar hayal
dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir
âlemdi, vesselam... Aktamlara kadar nalın yapar... Ama
birinin elinde şarap
şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın
alırdı. Sonra getirip
dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve
getirirdi. Ben sizin
zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi
dinlemeniz gerek... O
çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara...
Mızraklı ilmihal. Hücceti
islam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak
mescidlere giderdi.
Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir
alırken Kabe'yi
görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...
Hatta bir gün; Bakasın
efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular
kötü belleyecek. İnan
cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya?...
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı
bahçeye. Ama ben
üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim
yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
Sanki bir şeyler
söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil,
üzüntülü deseniz hiç
değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki,
padişah hâlâ gördügü
rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri,
kararlı adımlarla
Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara
sallanır. Unkapanı
civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle
bakınır. İşte tam o sırada
yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
- Kimdir bu?
Ahali:
- Aman hocam hiç bulaşma, derler.Ayyaşın meyhusun biri
işte!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası lafa
girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısı'nda
çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını
içkiye, fuhuşa harcar.
Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı
mimli kadın varsa takar
peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu
bir cemaatte gören
olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider.
Bizim tedbili kıyafet
mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem...
Ama biz gidemeyiz,
şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz
vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,
paklanması var. Tekfini,
telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane
bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak
isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en
azından Fatih Camii'nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama
Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve
gelirler camiye. Vezir sağa
sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır
kazanları vurur ocağa...
Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan
beyan güzelleşir sanki.
Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere
benzemez. Hem manâlı bir
tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı
ısınmıştır bu adama, vezirin de
keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla
taşına yatırırlar. Ama
namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir
sıkıntılı sıkıntılı
yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya
getirdik cenazeyi. Kim bilir
belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben
mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip
maceranın başladığı noktaya
koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini
bulur. Kapıyı yaşlı bir
kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı
bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok
yorulmuşsun. Sonra eşiğe
çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır. Ama
gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra
silkinip çıkar hayal
dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir
âlemdi, vesselam... Aktamlara kadar nalın yapar... Ama
birinin elinde şarap
şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın
alırdı. Sonra getirip
dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve
getirirdi. Ben sizin
zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi
dinlemeniz gerek... O
çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara...
Mızraklı ilmihal. Hücceti
islam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak
mescidlere giderdi.
Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir
alırken Kabe'yi
görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...
Hatta bir gün; Bakasın
efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular
kötü belleyecek. İnan
cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya?...
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı
bahçeye. Ama ben
üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim
yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
__________________