AHMET MEKKİ EFENDİ (Rahmetullahi Aleyh)
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti. Son sözü "Elhamdülillah." oldu. Cenâze namazına binlerce kişi katıldı. O zamana kadar İstanbul böyle bir cemaati az görmüştü.
Ahmed Mekkî Efendinin kabri üç yıl kadar sonra çevre yolu yapılması sebebiyle Ankara, Bağlum'a babalarının yanına nakledildi. Bu üç sene içinde cesedi aynen duruyordu. Kefeninin de kabre konduğu gündeki gibi bozulmamış olduğu görüldü
Kalp kırmak, Kâbe-i şerifi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır. (Kelam-ı kibar)
Hem âlim hem velî Mekki Efendi
Abdüllatif ağabeyimizden Mekkî Efendiyi dinliyoruz: Ahmed Mekkî Efendi ilim öğretmek için her sıkıntıya katlanırdı ama ahir zaman gençleri günü birlik yaşar, ders almaktan kaçarlardı. Büyük veli onları hoşça tutar “ister misiniz size Arapça öğreteyim, birlikte fıkh okusak nasıl olur” diye sorar adeta yalvarırdı. Muhatapları yarım ağız “İnşallah hocam” diye mırıldanır, sağa sola dağılırlardı. Mübarek bu inşallahın, “gelirim”den ziyade “nasıl kaçmalı” koktuğunu çok iyi hisseder ama yine de kırılmazdı. Bir şeyler öğretebilmek için her yolu dener, adeta kendini paralardı. Lütfedip ders almaya yanaşan gençlerin zamanları pek kıymetli olduğu için (!) kitapları yüklenip ayaklarına kadar gider ve dersini verip gecenin bir yarısı evine dönerdi. Yağmur, çamur, kar bora fırtına farketmezdi, yeter ki dinleyen biri (anlayan demiyorum) olsun yeterdi. Halbuki akşama kadar çok yoruluyordu ve dinlenmeye çok ihtiyacı vardı. Çoğu zaman “amaan Fatih şurası, Edirnekapı’ya ne kaldı” der yürümeye çalışırdı. Sonradan farkettim, ayın son günleri maaşı bitiyor, cebinde tramvay parası (sadece 5 kuruştu) bile kalmıyordu.
Hele minik talebelerini çok hoş tutardı. Cebinde kâğıtlı şekeri eksik olmaz, onlara gofret, limanota, gazoz ısmarlardı. Hiç olmadı avucuna iki 25’lik sıkıştırmaya bakardı.
İkramı severdi
Cumartesi ve pazar günleri öğleden sonra Fâtih Câmiinde vâaz verirdi. Klasik hatipler gibi heyecanlı bir ses tonuyla kürsü yumruklamaz, nutuk atmazdı. Alışılageldiği üzere Beydâvî Tefsîri’nden okur, her hafta kaldığı yerden devam ederdi. Meraklısı azdı ama sabredenler çok şey öğrenirlerdi.
Kapısı herkese açıktı, misafirlerine yemek yedirmeye bayılır, tok gelene ciddi ciddi alınırdı. Cılız maaşına rağmen konuklarına ziyafet sofraları donatır, hiç olmadı bal, ceviz, otlu peynir çıkarırdı. Çağırıldığı her yere gider ve büyük bir aşk ile menkıbeler anlatırdı. Evliyanın hallerinden, bahseder, aradan ustalıkla çekilir, sözü “büyüklere” bırakırdı.
Emri altında çalışanlara dâimâ şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini almaya bakardı. Zaten Müftülük personeli onu baba bilirdi. Bir gün askere giden bir müezzin vedalaşmaya geldi. Herkesin yaptığı gibi Mekkî Efendi de adresini aldı ama o herkesin yapamadığını yaptı, ona düzenli olarak para yolladı.
Garipleri gözetirdi
Maddî durumu iyi olmadığı halde çok sadaka verir ve “Essadakatü tedfe’ül belâ ve tezîdül ömr” (Sadaka, belâları önler ve ömrü uzatır) hadîs-i şerîfini sık okurlardı.
Bana bir imam anlattı: O günlerde hâfızlığa çalışan bir gençtim, memleketten para gelmiyordu, gerçekten muhtaçtım. Bir ara Üsküdar Müftülüğünde imâmlık imtihânı açıldığını işittim, kaydımı yaptırdım. Ancak müftülüğün önüne gelince pişman oldum zira hem mürâcaat edenler kalabalıktı, hem de içlerinde benden yaşlı ve tecrübeli hocaefendiler vardı. Kaldı ki elbiselerimin paçaları ipliklenmiş dizleri dirsekleri erimişti. Tam “bana burada iş miş vermezler” deyip döndüm ki kapı açıldı. Mekki Efendi gülümseyerek bana baktı ve “imtihana girmeden bir yere ayrılmayın” dedi. Doğrusu hep bildiğim yerlerden çıktı ve rahatlıkla cevapladım. Yine de iltimas döneceğini sanıyor ve seçileceğime inanmıyordum. Listede adımı görünce çok şaşırdım.
Mekki Efendi ilim ehline çok hürmet ederdi. Mesela Fatih’te oturan Hüseyin Hilmi Efendinin sokağından geçmemeye çalışır, “sokağa girsek uğramamazlık olmaz, uğrasak meşgul etmekten çekinirim” derdi.
Ona dinî bir suâl sorulduğunda, ya cevap verir, ya da “Kitaplara bakayım. Sen yarın gel” derdi. O deri cildli kalın kitapları bıkıp usanmadan tarar, cevabını bulmaya çalışırdı. Araya kağıt koyar, muhatabına okurdu. Sonra fetva defterini (dar ve uzunca bir defterdi) çıkarır, soranın ismini, adresini, suâli, fetvasını ve cevabın hangi kaynaktan alındığını yazardı. Bu işe itina gösterir ve çok ciddiye alırdı. Mekkî Efendinin vefâtından sonra, o defter bir daha kullanılmadı. Çünkü yeni gelen müftüler kitaba bakma ihtiyacı duymaz, cevaplarına güvenemedikleri için deftere geçip altını imzalayamazlardı.
Deme var mı ben gibi
Kadıköy’de Mekkî Efendiyi sevenlerden bir şekerci amca vardı; şeker gibi adamdı... Çok okur ve okkalı suâller sorardı. Her seferinde de ikna olmuş, huzurlu bir yüz ifadesiyle çıkardı. Şekerci amca yeni müftüye de geldi, yine ince bir meselenin hallini istedi. İçerde ne konuştular bilemiyorum ama çıkarken bana “Anlamadım gitti” dedi, “bir şey sorduk. Caiz mi değil mi? Yarım saat konuştu, konuya gelemedi. Halbuki ben Mekkî Efendiye danıştım mı açar yerini gösterirdi. Bazen, cevap iki kelime olurdu ama tatmin ederdi.” Biliyor musunuz adamcağız bir daha Müftülüğe gelmedi. Zaten Mekkî Efendiden sonra, soru soranlar çok azaldı, zamanla hiç kalmadı.
Mekkî Efendi dünyâ malına ve mevkiine hiç kıymet vermezdi. Kendisine İstanbul Müftülüğü teklif edildi ama kabul etmedi. “Ben hâlimden memnunum. Yüksekten düşmek zordur” derdi.
O tatlı Van şivesiyle “Mâl-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi, / Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi” beyitini çok sık okurdu.
Birgün sevdiklerine
- Kardeşlerim, bu dünyada öyle yaşayın ki, hiç kimse size bakarak Cehenneme gitmesin, buyurdu. Çünkü o kimse Cehenneme giderse, sizi de birlikte götürür.
Şöyle devam etti: - Her an ölüme hazır olun. Sık sık `La ilahe illallah ` deyin ve yönünüzü ahirete döndürün. Şeytan , büyük düşmandır. - Nasıl? dediler.
- İnsana, ölüm zamanında buzlu su getirip; `Peygamberi inkar edersen, bunu sana veririm` der. Maazallah inkar ederse, imansız gider. Ama ehl-i sünnet Müslümanlar şanslı.
- Şanslı mı, neden? - Çünkü onlara, Ehl -i sünnetin büyük alimleri, o kritik anda yetişip şeytanı kovar ve `imanla ölmesini` temin ederler. Ayrıca...
- Ayrıca ne efendim? - Melekler, Cennetten `Kevser şerabı` getirip, ağzına bir damla damlatırlar. Ölüm acısını hiç duymaz. - Nasıl duymaz hocam ? - Narkoz yapılan hastanın vücudunu parça parça ettikleri halde hiç acı duymadığı gibi. Başarı nedir? Bir gün de sohbetinde;
- Gerçek başarı, ahirette işe yarayana denir, buyurdu. Dünyada kalacak olan çalışmalara başarı denseydi, kafirler başarılı sayılırdı. - Peki efendim onlarınki başarı değil mi? dediler.
- Hayır. Kendisini Cehennem ateşinden kurtaramayan kimse, başarılı sayılır mı? Hatta bütün dünyayı ele geçirmiş olsa bile neye yarar? Çünkü ölünce, sonsuz olarak yanacak Cehennemde . Ve ekledi: - Peygamber Efendimiz ; `İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar` buyuruyor. İnsan rüyada zengin olsa, hatta bütün dünyaya sahip olsa, uyanınca ne kalır elinde? - Hiçbir şey.
- İşte bunun gibi. Hakiki zenginlik, elden çıkmayan, yok olmayan zenginliktir ki, bu da `Cennet nimeti`dir işte.Ehl-i sünnet âlimlerinden “Ahmet Mekkî Efendi” hazretleri, bir sohbetinde;
- Îman ettikten sonra en mühim iş, o îmanı “Muhafaza etmek”tir, buyurdu.
Ve ekledi:
- Nasıl ki, “bir kelime” söylemekle îman elde edilirse, küfre sebep olan “bir kelime” ile de elden çıkabilir. Onu, muhafaza altına almak lâzım.
Sordular:
- Nasıl muhafaza edeceğiz efendim?
Buyurdu ki:
- Îman, “mum alevi”ne benzer. En ufak bir rüzgârla sönebilir. Sönmemesi için, etrafını bir “Cam fener”le çevirmek gerekir.
- Fener’den maksat nedir ki?
- İbâdetlerdir. “Namaz kılmak”, bir fenerdir meselâ.
- Başka hocam?
- “Oruç, hac, dînî sohbet, dînî kitap okumak”, hepsi îmanı muhafaza altına alan “Cam fener” gibidirler.
Yapılacak bir tek iş var
Kabr-i şerîfi Ankara-Bağlum;da bulunan Ahmet Mekkî Efendi hazretleri, bir sohbetinde;
- Âhir zamandayız, buyurdu. Din bilgileri azaldı. İslâmiyete uymak gevşedi. Sünnetler terk edilip, bidatler yayıldı.
Ve ekledi:
- Küfrün ve bid;atlerin yayıldığı bu karanlık zamanda yapılacak bir tek iş vardır.
Merak ettiler:
- O nedir efendim?
- Emr-i mâruf yapmak.
- Yâni İslâmiyeti öğretmek mi hocam?
- Evet. Müslüman evlâtlarının dinlerini öğrenmesine önayak olmak.
Bu nasıl yapılır?
Merakla sordular:
- Bu nasıl yapılır hocam?
- Âlimler, sözle ve yazı ile yaparlar.
- Biz nasıl yaparız efendim?
- Biz de İmâm-ı Rabbânî ve Abdülkadir-i Geylânî hazretleri gibi büyük İslâm âlimlerinin veya onların yolunda olan ;Ehl-i sünnet âlimleririnin yazdığı ;İlmihâlleri kitaplarından alıp, eşe dosta, gençlere vermek, her tarafa yaymak suretiyle yaparız.
Ve ilave etti:
- Bu iş, her Müslümanın birinci vazîfesi olmalıdır.
Sordular yine:
- Bu iş çok mu sevaptır efendim?
- Elbette. Birine bir din kitabı vermenin sevabı, kâfirlerle yapılan savaşta çarpışıp şehid düşen bir askerin sevabından daha çoktur.
-En güzel hediye kitap ama faydalı kitap sevdiklerinize parfüm,çiçek alacağımıza bir kitap alırsak sevabına bakın belki alacağımız kitabın değeri küçük ama ALLAH katındaki değerine bir bakın.Lütfen faydalı dini ilmi kitapları eşe dosta arkadaşa hediye edelim bu büyük sevaptan kim mahrum olmak ister ki.
Gıybet yapanı susturun!
Bir gün de bazı sevdiklerine;
- Gıybet yapanı dinlemeyin, hattâ susturun, buyurdu.
Ve ekledi:
- Çünkü gıybet günahı, zinâ günahından büyüktür.
Şaşırdılar:
- Zinadan mı büyüktür efendim?
- Evet.
- Peki, nasıl susturacağız hocam?
- Açıkça Sus diyeceksiniz. Böyle yapana yüz şehid sevabı verilir.
- Yüz şehid sevabı mı efendim?
- Evet. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor.
sık sık yapıyoruz gıybeti ama gıybet etmemenin büyüklüğünü değerini bir bilsek yapmayız.Yapanlarıda sustururuz.gıybet etmemeyi edenide susturmayı kendimize görev bilmeliyizki sevabından mahrum kalmayalım
Ahmet Mekkî Efendi hazretleri, bir sohbetinde;
- Ey insanlar, şeytan insanı iki yerde küfre sokar, buyurdu.
Ve ekledi.
- Çünkü insan, bu iki yerde zayıftır.
Merak ettiler.
- O hangi hallerdir efendim?
- Biri “Öfke”, diğeri “Şehvet”.
- Neden bu iki yerde saldırır insana?
- Çünkü öfke ve şehvet ânında akıl örtülür. İnsan doğru düşünemez.
- Ne tavsiye edersiniz hocam?
- Öfkelendiğiniz zaman, ayaktaysanız oturun. Oturuyorsanız yatın. Şehvet hâli de böyledir. O da aklı giderir.
Sordular:
- Şehvet, insanı nasıl küfre sokar hocam?
- Şöyle ki, meselâ sokakta giderken açık saçık bir kadınla karşılaştınız diyelim.
- Evet efendim.
- Ona şehvetle bakarsanız, sadece haram işlemiş olursunuz. Ama onun o hâlini beğenip “Ne güzel!” derseniz, îman gidebilir mâzallah.
- Îman mı gider, neden?
- Çünkü harama “güzel” demek, “küfür”dür de ondan
*****
İstanbul evliyâsından Ahmet Mekkî Efendi hazretleri, bir sohbetinde; - Âhirette Müslüman hanımların işi kolay, buyurdu.
- Neden? dediler.
- Çünkü onların hesabı, beylerinden sorulacak âhirette.
- Her hanımın mı efendim?
- Hayır. Sadece beş vakit namazını kılan, orucunu tutan, kocasına itaat eden ve tesettüre riayet eden hanımların hesabını kocaları verecek.
- Hikmeti ne acabâ?
- Çünkü erkekler, hanımlarından mes’uldür. Ama hanımlar, erkeğin günahından sorumlu değildirler
*****
Bir gün de bâzı sevdikleri;
- Efendim, âhirette iltimas (yani bir nevi torpil) olacak mı? diye sordular bu zâta.
- Evet, âhirette iltimas vardır, buyurdu.
Ve ekledi:
- Allahü teâlâ, Cennete koymayı murad ettiği kuluna o gün iltimas eder.
Sordular:
- Nasıl meselâ hocam?
- Meselâ o kulun üzerinde “kul hakkı” var diyelim. Bu hakları ödemeden Cennete giremez, öyle değil mi?
- Evet efendim.
- İşte Allahü teâlâ, o hak sâhiplerine; “Hakkınızı mı istersiniz, yoksa Cenneti mi?” diye sorar.
Onlar;
- Cenneti isteriz, derler.
- Öyleyse hakkınızdan vazgeçin! buyurur.
- Vazgeçtik yâ Rabbî! derler ve hep birlikte Cennete girerl
****
Hiç huzurum yok
İslâm Alimlerinden ve evliyanın büyüklerinden "Ahmet Mekkî Efendi" hazretlerine, namazlarını aksatan ve günahlar içinde olan bir genç gelip;
- Efendim, hiç huzurum yok. İçim sıkılıyor, diye dert yandı.
Mübarek sordu:
- Neden sıkılıyorsun oğlum?
- Bilmiyorum hocam. Devamlı bir huzursuzluk var içimde.
- Evlâdım, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına göre yaşarsan, huzurlu olursun. Huzursuzluk, "namaz kılmamak"tan ve “günah işlemek”ten ileri gelir ekseri.
Ve sordu:
- Evinizde, Ehl-i sünnet âlimleri’nin yazdığı “İlmihâl kitapları”ndan var mı evlâdım?
- Var hocam, olmaz mı.
- Pekii okumuyor musun o kitapları?
- Mâlesef efendim, okumuyorum.
- Vah vah! Güzelim kitapları raflarda hapsettin öyle mi? Çok yazık. Senin ilâcın o kitaplardır işte.
Ve sordu ona:
- Bir hasta, ilâcını bilse, ama kullanmasa, iyi olabilir mi oğlum?
- Olamaz tabii hocam.
- İşte senin hâlin de buna benziyor. İlâcın var, kullanmıyorsun. Bir ilâç kullanılmıyorsa, evde bulunmasının ne faydası olur? O kitapları okuyup tatbik edersen, kurtulursun sıkıntıdan. Huzura kavuşursun.
Abdüllatif uyan abimiz anlattı:
Bir gün Mekki efendiyle bir lokantanın önünden geçiyorduk. Vitrinde çeşit çeşit yemekler sıralanmış görülüyordu. “Bak Abdüllatif, bu yemeklerin, yiyene faydası olmaz. Çünki fakir fukara bunları görüyor ama yiyemiyorlar. Onların gözlerinden çıkan şuâ, bu yemeklerin faydasını yok ediyor” buyurdu. Sonra da “Açık gezen kadınlar da böyledir işte. Kendilerini herkese gösteriyorlar. Erkekler baka baka güzellikleri kalmıyor, çirkinleşiyorlar. Ama tesettürlü müslüman bir hanımı düşün. Seksen yaşına da gelse, yine nurlu ve sevimli oluyor değil mi?” buyurdu
Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî, kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti. Son sözü "Elhamdülillah." oldu. Cenâze namazına binlerce kişi katıldı. O zamana kadar İstanbul böyle bir cemaati az görmüştü.
Ahmed Mekkî Efendinin kabri üç yıl kadar sonra çevre yolu yapılması sebebiyle Ankara, Bağlum'a babalarının yanına nakledildi. Bu üç sene içinde cesedi aynen duruyordu. Kefeninin de kabre konduğu gündeki gibi bozulmamış olduğu görüldü
Kalp kırmak, Kâbe-i şerifi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır. (Kelam-ı kibar)
Hem âlim hem velî Mekki Efendi
Abdüllatif ağabeyimizden Mekkî Efendiyi dinliyoruz: Ahmed Mekkî Efendi ilim öğretmek için her sıkıntıya katlanırdı ama ahir zaman gençleri günü birlik yaşar, ders almaktan kaçarlardı. Büyük veli onları hoşça tutar “ister misiniz size Arapça öğreteyim, birlikte fıkh okusak nasıl olur” diye sorar adeta yalvarırdı. Muhatapları yarım ağız “İnşallah hocam” diye mırıldanır, sağa sola dağılırlardı. Mübarek bu inşallahın, “gelirim”den ziyade “nasıl kaçmalı” koktuğunu çok iyi hisseder ama yine de kırılmazdı. Bir şeyler öğretebilmek için her yolu dener, adeta kendini paralardı. Lütfedip ders almaya yanaşan gençlerin zamanları pek kıymetli olduğu için (!) kitapları yüklenip ayaklarına kadar gider ve dersini verip gecenin bir yarısı evine dönerdi. Yağmur, çamur, kar bora fırtına farketmezdi, yeter ki dinleyen biri (anlayan demiyorum) olsun yeterdi. Halbuki akşama kadar çok yoruluyordu ve dinlenmeye çok ihtiyacı vardı. Çoğu zaman “amaan Fatih şurası, Edirnekapı’ya ne kaldı” der yürümeye çalışırdı. Sonradan farkettim, ayın son günleri maaşı bitiyor, cebinde tramvay parası (sadece 5 kuruştu) bile kalmıyordu.
Hele minik talebelerini çok hoş tutardı. Cebinde kâğıtlı şekeri eksik olmaz, onlara gofret, limanota, gazoz ısmarlardı. Hiç olmadı avucuna iki 25’lik sıkıştırmaya bakardı.
İkramı severdi
Cumartesi ve pazar günleri öğleden sonra Fâtih Câmiinde vâaz verirdi. Klasik hatipler gibi heyecanlı bir ses tonuyla kürsü yumruklamaz, nutuk atmazdı. Alışılageldiği üzere Beydâvî Tefsîri’nden okur, her hafta kaldığı yerden devam ederdi. Meraklısı azdı ama sabredenler çok şey öğrenirlerdi.
Kapısı herkese açıktı, misafirlerine yemek yedirmeye bayılır, tok gelene ciddi ciddi alınırdı. Cılız maaşına rağmen konuklarına ziyafet sofraları donatır, hiç olmadı bal, ceviz, otlu peynir çıkarırdı. Çağırıldığı her yere gider ve büyük bir aşk ile menkıbeler anlatırdı. Evliyanın hallerinden, bahseder, aradan ustalıkla çekilir, sözü “büyüklere” bırakırdı.
Emri altında çalışanlara dâimâ şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini almaya bakardı. Zaten Müftülük personeli onu baba bilirdi. Bir gün askere giden bir müezzin vedalaşmaya geldi. Herkesin yaptığı gibi Mekkî Efendi de adresini aldı ama o herkesin yapamadığını yaptı, ona düzenli olarak para yolladı.
Garipleri gözetirdi
Maddî durumu iyi olmadığı halde çok sadaka verir ve “Essadakatü tedfe’ül belâ ve tezîdül ömr” (Sadaka, belâları önler ve ömrü uzatır) hadîs-i şerîfini sık okurlardı.
Bana bir imam anlattı: O günlerde hâfızlığa çalışan bir gençtim, memleketten para gelmiyordu, gerçekten muhtaçtım. Bir ara Üsküdar Müftülüğünde imâmlık imtihânı açıldığını işittim, kaydımı yaptırdım. Ancak müftülüğün önüne gelince pişman oldum zira hem mürâcaat edenler kalabalıktı, hem de içlerinde benden yaşlı ve tecrübeli hocaefendiler vardı. Kaldı ki elbiselerimin paçaları ipliklenmiş dizleri dirsekleri erimişti. Tam “bana burada iş miş vermezler” deyip döndüm ki kapı açıldı. Mekki Efendi gülümseyerek bana baktı ve “imtihana girmeden bir yere ayrılmayın” dedi. Doğrusu hep bildiğim yerlerden çıktı ve rahatlıkla cevapladım. Yine de iltimas döneceğini sanıyor ve seçileceğime inanmıyordum. Listede adımı görünce çok şaşırdım.
Mekki Efendi ilim ehline çok hürmet ederdi. Mesela Fatih’te oturan Hüseyin Hilmi Efendinin sokağından geçmemeye çalışır, “sokağa girsek uğramamazlık olmaz, uğrasak meşgul etmekten çekinirim” derdi.
Ona dinî bir suâl sorulduğunda, ya cevap verir, ya da “Kitaplara bakayım. Sen yarın gel” derdi. O deri cildli kalın kitapları bıkıp usanmadan tarar, cevabını bulmaya çalışırdı. Araya kağıt koyar, muhatabına okurdu. Sonra fetva defterini (dar ve uzunca bir defterdi) çıkarır, soranın ismini, adresini, suâli, fetvasını ve cevabın hangi kaynaktan alındığını yazardı. Bu işe itina gösterir ve çok ciddiye alırdı. Mekkî Efendinin vefâtından sonra, o defter bir daha kullanılmadı. Çünkü yeni gelen müftüler kitaba bakma ihtiyacı duymaz, cevaplarına güvenemedikleri için deftere geçip altını imzalayamazlardı.
Deme var mı ben gibi
Kadıköy’de Mekkî Efendiyi sevenlerden bir şekerci amca vardı; şeker gibi adamdı... Çok okur ve okkalı suâller sorardı. Her seferinde de ikna olmuş, huzurlu bir yüz ifadesiyle çıkardı. Şekerci amca yeni müftüye de geldi, yine ince bir meselenin hallini istedi. İçerde ne konuştular bilemiyorum ama çıkarken bana “Anlamadım gitti” dedi, “bir şey sorduk. Caiz mi değil mi? Yarım saat konuştu, konuya gelemedi. Halbuki ben Mekkî Efendiye danıştım mı açar yerini gösterirdi. Bazen, cevap iki kelime olurdu ama tatmin ederdi.” Biliyor musunuz adamcağız bir daha Müftülüğe gelmedi. Zaten Mekkî Efendiden sonra, soru soranlar çok azaldı, zamanla hiç kalmadı.
Mekkî Efendi dünyâ malına ve mevkiine hiç kıymet vermezdi. Kendisine İstanbul Müftülüğü teklif edildi ama kabul etmedi. “Ben hâlimden memnunum. Yüksekten düşmek zordur” derdi.
O tatlı Van şivesiyle “Mâl-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi, / Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi” beyitini çok sık okurdu.
Birgün sevdiklerine
- Kardeşlerim, bu dünyada öyle yaşayın ki, hiç kimse size bakarak Cehenneme gitmesin, buyurdu. Çünkü o kimse Cehenneme giderse, sizi de birlikte götürür.
Şöyle devam etti: - Her an ölüme hazır olun. Sık sık `La ilahe illallah ` deyin ve yönünüzü ahirete döndürün. Şeytan , büyük düşmandır. - Nasıl? dediler.
- İnsana, ölüm zamanında buzlu su getirip; `Peygamberi inkar edersen, bunu sana veririm` der. Maazallah inkar ederse, imansız gider. Ama ehl-i sünnet Müslümanlar şanslı.
- Şanslı mı, neden? - Çünkü onlara, Ehl -i sünnetin büyük alimleri, o kritik anda yetişip şeytanı kovar ve `imanla ölmesini` temin ederler. Ayrıca...
- Ayrıca ne efendim? - Melekler, Cennetten `Kevser şerabı` getirip, ağzına bir damla damlatırlar. Ölüm acısını hiç duymaz. - Nasıl duymaz hocam ? - Narkoz yapılan hastanın vücudunu parça parça ettikleri halde hiç acı duymadığı gibi. Başarı nedir? Bir gün de sohbetinde;
- Gerçek başarı, ahirette işe yarayana denir, buyurdu. Dünyada kalacak olan çalışmalara başarı denseydi, kafirler başarılı sayılırdı. - Peki efendim onlarınki başarı değil mi? dediler.
- Hayır. Kendisini Cehennem ateşinden kurtaramayan kimse, başarılı sayılır mı? Hatta bütün dünyayı ele geçirmiş olsa bile neye yarar? Çünkü ölünce, sonsuz olarak yanacak Cehennemde . Ve ekledi: - Peygamber Efendimiz ; `İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar` buyuruyor. İnsan rüyada zengin olsa, hatta bütün dünyaya sahip olsa, uyanınca ne kalır elinde? - Hiçbir şey.
- İşte bunun gibi. Hakiki zenginlik, elden çıkmayan, yok olmayan zenginliktir ki, bu da `Cennet nimeti`dir işte.Ehl-i sünnet âlimlerinden “Ahmet Mekkî Efendi” hazretleri, bir sohbetinde;
- Îman ettikten sonra en mühim iş, o îmanı “Muhafaza etmek”tir, buyurdu.
Ve ekledi:
- Nasıl ki, “bir kelime” söylemekle îman elde edilirse, küfre sebep olan “bir kelime” ile de elden çıkabilir. Onu, muhafaza altına almak lâzım.
Sordular:
- Nasıl muhafaza edeceğiz efendim?
Buyurdu ki:
- Îman, “mum alevi”ne benzer. En ufak bir rüzgârla sönebilir. Sönmemesi için, etrafını bir “Cam fener”le çevirmek gerekir.
- Fener’den maksat nedir ki?
- İbâdetlerdir. “Namaz kılmak”, bir fenerdir meselâ.
- Başka hocam?
- “Oruç, hac, dînî sohbet, dînî kitap okumak”, hepsi îmanı muhafaza altına alan “Cam fener” gibidirler.
Yapılacak bir tek iş var
Kabr-i şerîfi Ankara-Bağlum;da bulunan Ahmet Mekkî Efendi hazretleri, bir sohbetinde;
- Âhir zamandayız, buyurdu. Din bilgileri azaldı. İslâmiyete uymak gevşedi. Sünnetler terk edilip, bidatler yayıldı.
Ve ekledi:
- Küfrün ve bid;atlerin yayıldığı bu karanlık zamanda yapılacak bir tek iş vardır.
Merak ettiler:
- O nedir efendim?
- Emr-i mâruf yapmak.
- Yâni İslâmiyeti öğretmek mi hocam?
- Evet. Müslüman evlâtlarının dinlerini öğrenmesine önayak olmak.
Bu nasıl yapılır?
Merakla sordular:
- Bu nasıl yapılır hocam?
- Âlimler, sözle ve yazı ile yaparlar.
- Biz nasıl yaparız efendim?
- Biz de İmâm-ı Rabbânî ve Abdülkadir-i Geylânî hazretleri gibi büyük İslâm âlimlerinin veya onların yolunda olan ;Ehl-i sünnet âlimleririnin yazdığı ;İlmihâlleri kitaplarından alıp, eşe dosta, gençlere vermek, her tarafa yaymak suretiyle yaparız.
Ve ilave etti:
- Bu iş, her Müslümanın birinci vazîfesi olmalıdır.
Sordular yine:
- Bu iş çok mu sevaptır efendim?
- Elbette. Birine bir din kitabı vermenin sevabı, kâfirlerle yapılan savaşta çarpışıp şehid düşen bir askerin sevabından daha çoktur.
-En güzel hediye kitap ama faydalı kitap sevdiklerinize parfüm,çiçek alacağımıza bir kitap alırsak sevabına bakın belki alacağımız kitabın değeri küçük ama ALLAH katındaki değerine bir bakın.Lütfen faydalı dini ilmi kitapları eşe dosta arkadaşa hediye edelim bu büyük sevaptan kim mahrum olmak ister ki.
Gıybet yapanı susturun!
Bir gün de bazı sevdiklerine;
- Gıybet yapanı dinlemeyin, hattâ susturun, buyurdu.
Ve ekledi:
- Çünkü gıybet günahı, zinâ günahından büyüktür.
Şaşırdılar:
- Zinadan mı büyüktür efendim?
- Evet.
- Peki, nasıl susturacağız hocam?
- Açıkça Sus diyeceksiniz. Böyle yapana yüz şehid sevabı verilir.
- Yüz şehid sevabı mı efendim?
- Evet. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor.
sık sık yapıyoruz gıybeti ama gıybet etmemenin büyüklüğünü değerini bir bilsek yapmayız.Yapanlarıda sustururuz.gıybet etmemeyi edenide susturmayı kendimize görev bilmeliyizki sevabından mahrum kalmayalım
Ahmet Mekkî Efendi hazretleri, bir sohbetinde;
- Ey insanlar, şeytan insanı iki yerde küfre sokar, buyurdu.
Ve ekledi.
- Çünkü insan, bu iki yerde zayıftır.
Merak ettiler.
- O hangi hallerdir efendim?
- Biri “Öfke”, diğeri “Şehvet”.
- Neden bu iki yerde saldırır insana?
- Çünkü öfke ve şehvet ânında akıl örtülür. İnsan doğru düşünemez.
- Ne tavsiye edersiniz hocam?
- Öfkelendiğiniz zaman, ayaktaysanız oturun. Oturuyorsanız yatın. Şehvet hâli de böyledir. O da aklı giderir.
Sordular:
- Şehvet, insanı nasıl küfre sokar hocam?
- Şöyle ki, meselâ sokakta giderken açık saçık bir kadınla karşılaştınız diyelim.
- Evet efendim.
- Ona şehvetle bakarsanız, sadece haram işlemiş olursunuz. Ama onun o hâlini beğenip “Ne güzel!” derseniz, îman gidebilir mâzallah.
- Îman mı gider, neden?
- Çünkü harama “güzel” demek, “küfür”dür de ondan
*****
İstanbul evliyâsından Ahmet Mekkî Efendi hazretleri, bir sohbetinde; - Âhirette Müslüman hanımların işi kolay, buyurdu.
- Neden? dediler.
- Çünkü onların hesabı, beylerinden sorulacak âhirette.
- Her hanımın mı efendim?
- Hayır. Sadece beş vakit namazını kılan, orucunu tutan, kocasına itaat eden ve tesettüre riayet eden hanımların hesabını kocaları verecek.
- Hikmeti ne acabâ?
- Çünkü erkekler, hanımlarından mes’uldür. Ama hanımlar, erkeğin günahından sorumlu değildirler
*****
Bir gün de bâzı sevdikleri;
- Efendim, âhirette iltimas (yani bir nevi torpil) olacak mı? diye sordular bu zâta.
- Evet, âhirette iltimas vardır, buyurdu.
Ve ekledi:
- Allahü teâlâ, Cennete koymayı murad ettiği kuluna o gün iltimas eder.
Sordular:
- Nasıl meselâ hocam?
- Meselâ o kulun üzerinde “kul hakkı” var diyelim. Bu hakları ödemeden Cennete giremez, öyle değil mi?
- Evet efendim.
- İşte Allahü teâlâ, o hak sâhiplerine; “Hakkınızı mı istersiniz, yoksa Cenneti mi?” diye sorar.
Onlar;
- Cenneti isteriz, derler.
- Öyleyse hakkınızdan vazgeçin! buyurur.
- Vazgeçtik yâ Rabbî! derler ve hep birlikte Cennete girerl
****
Hiç huzurum yok
İslâm Alimlerinden ve evliyanın büyüklerinden "Ahmet Mekkî Efendi" hazretlerine, namazlarını aksatan ve günahlar içinde olan bir genç gelip;
- Efendim, hiç huzurum yok. İçim sıkılıyor, diye dert yandı.
Mübarek sordu:
- Neden sıkılıyorsun oğlum?
- Bilmiyorum hocam. Devamlı bir huzursuzluk var içimde.
- Evlâdım, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına göre yaşarsan, huzurlu olursun. Huzursuzluk, "namaz kılmamak"tan ve “günah işlemek”ten ileri gelir ekseri.
Ve sordu:
- Evinizde, Ehl-i sünnet âlimleri’nin yazdığı “İlmihâl kitapları”ndan var mı evlâdım?
- Var hocam, olmaz mı.
- Pekii okumuyor musun o kitapları?
- Mâlesef efendim, okumuyorum.
- Vah vah! Güzelim kitapları raflarda hapsettin öyle mi? Çok yazık. Senin ilâcın o kitaplardır işte.
Ve sordu ona:
- Bir hasta, ilâcını bilse, ama kullanmasa, iyi olabilir mi oğlum?
- Olamaz tabii hocam.
- İşte senin hâlin de buna benziyor. İlâcın var, kullanmıyorsun. Bir ilâç kullanılmıyorsa, evde bulunmasının ne faydası olur? O kitapları okuyup tatbik edersen, kurtulursun sıkıntıdan. Huzura kavuşursun.
Abdüllatif uyan abimiz anlattı:
Bir gün Mekki efendiyle bir lokantanın önünden geçiyorduk. Vitrinde çeşit çeşit yemekler sıralanmış görülüyordu. “Bak Abdüllatif, bu yemeklerin, yiyene faydası olmaz. Çünki fakir fukara bunları görüyor ama yiyemiyorlar. Onların gözlerinden çıkan şuâ, bu yemeklerin faydasını yok ediyor” buyurdu. Sonra da “Açık gezen kadınlar da böyledir işte. Kendilerini herkese gösteriyorlar. Erkekler baka baka güzellikleri kalmıyor, çirkinleşiyorlar. Ama tesettürlü müslüman bir hanımı düşün. Seksen yaşına da gelse, yine nurlu ve sevimli oluyor değil mi?” buyurdu