soner.ulgur
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 1 Eyl 2008
- Mesajlar
- 52
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 46
Siz nereye gittiniz?..
Abdülkadir Geylânî Hazretleri mübarek bir ailenin kıymetli meyvesiydi. İlim ve edep adına güzel yetişmiş, daha çok genç yaşlarında devrin büyük alimleri arasına girmişti. Pek güzel konuşan, nasihatleriyle gönülleri coşturan bir mürşitti. Vaaz ettiği camiler dolup taşınca ve cemaat camiye sığmaz olunca kendisi için bir tepenin başına kürsü yapılmıştı ve oradan binlerce insana hak ve hakikati anlatmaya başlamıştı. Her sohbeti bir destan gibiydi. “Allah” deyince dağ-taş, kurt-kuzu da onunla beraber “Allah” derdi. O konuşmaya durunca gönüller yumuşar, gözyaşı çeşmeleri açılır, her taraftan hıçkırık sesleri yükselirdi. Hatta onu dinleyenlerden, havf ve reca duyguları arasında gel-gitlere dayanamayan bazı yüreklerin çatladığı görülürdü.
Abdülkadir Geylânî Hazretleri, oğlunu da değişik ilim meclislerine, zikir halkalarına göndermiş ve onu pek güzel yetiştirmişti. Bir edep abidesi olan genç, bir gün annesine “Anneciğim, babamdan izin alsanız da bu Cuma onun yerine ben vaaz etsem. Babam beni dinleyip eksiklerimi söylese, ben de halimi düzeltsem.” demişti. Büyük veli oğlunun bu talebi karşısında memnun kalmış; o hafta vaaz ve hutbede genç hatip konuşmuştu. Fakat o, konuşması başladıktan hemen sonra insanların bazılarının esnediklerini, bazılarının başka şeylerle meşgul olduklarını ve dahası bir müddet sonra kimi insanların vaazı bırakıp gittiklerini görmüş, üzülmüştü.
Sonraki hafta vaaz sırası yine babadaydı. Abdülkadir Geylânî daha kürsüye çıkıp “Bismillah...” der-demez biri “Allah” diye bağırıp kendini atıvermişti secdeye. Biraz sonra bir meseleyi açıklamak için misal verirken büyük imam “kedi” deyince bir başkası yüreğini yırtarcasına “Allah” demeye durmuştu. Ve vaaz baştan sona bir gözyaşı senfonisi olarak devam etmişti.
Cemaat arasında kendisi de gözyaşlarıyla babasını dinleyen oğul, merak ve heyecanla Hak Dostu’nun eve gelmesini beklemiş ve onu kapıda karşılayarak ayaklarına kapanmıştı. Şöyle demişti: “Babacığım, geçen hafta ben pek müthiş ilmî meselelerden bahsettim; daha mürekkep yüzü görmemiş hususları anlattım. Fakat, insanlar beni dinlemediler; bazıları esneye esneye sözlerimin bitmesini bekledi, bazıları da çekip gittiler. Ama babacığım, bugün sen aynı cemaate “kedi” dedin, ağladılar; “kuzu” dedin bayıldılar. Bu nasıl iştir? Hem ben Şam’a gittim, Bağdat’a gittim, Mekke’ye, Medine’ye, Kûfe’ye gittim ve oralardan ilim aldım...” Babasının cevabı sadece oğlunun değil kıyamete kadar tebliğ ve irşad vazifesinde bulunacak herkesin kulağına küpeydi: “Oğlum, sen Şam’a Bağdat’a, Mekke’ye Medine’ye gittin ama biz Allah’a gittik Allah’a. Gönülde O’na varılmadan söylenen sözler kalblere asla ulaşmaz.”
Evet, "yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak" tebliğ insanının en önemli prensiplerinden biridir. Tebliğ insanı hakikî mü'min olma yolundadır. Hakikî mü'min ise, iç ve dış bütünlüğüne ermiş insan demektir. Böyle birinin hayatında iç ve dış çatışması söz konusu değildir. İkili (düal) yaşama, düpedüz bir münâfıklık sıfatıdır. Bu mezmum ahlâk ise, gerçek bir tebliğ adamında asla bulunamaz; bulunmamalıdır da. Zira mü'min olmak ona, her zaman ve zeminde ancak ve ancak yaşadıklarını söyleme gibi yüce bir ahlâk ufkunu, göstermektedir.
Yaşanmayan sözler, nasihatler, ma’şerî vicdanda herhangi bir müspet tesir icrâ etmeyecektir. Çünkü, Allah, samimî olmayan söz ve davranışlara yümün, bereket ve tesir lutfetmez. Bazen, birtakım yarı samimî ya da gayr-i samimî kimselerin hizmetlerinde tesir ve muvaffakiyet görülse de, bu tamamen alternatifsizlikten kaynaklanan bir durumdur ve geçicidir.
Ferdin kendisinde tatbik görmeyen düşünce ve fikirler, ne kadar cazip ve hayat için ne kadar lüzumlu da olsa, yine de istenen seviyede hüsn-ü kabul görmeyecektir. Çünkü söylenen sözler, bizzat söyleyenin vicdanında mâkes bulmuş değildir. Ferdin vicdanına oturmayan bir düşüncenin, umumun vicdanında makes bulmasını arzu etmek, imkânsız bir şeyi arzu etmek gibidir.
Allah Resûlü, irşâd ve nasihati sadece lafazanlık veya diyalektik olarak ele alanlar hakkında şu ürpertici ve korkutucu beyanda bulunur: "Ümmetim hakkında en çok korktuğum; ağzı güzel laf yapan münafıklardır." Bu ve buna benzer pek çok tehdit unsuru olmasına rağmen, yine de yozlaşan ve nifak vâdilerinde dolaşan kimselere sıkça rastlanmaktadır. Bu tipler gazete sütunlarında, TV ekranlarında durmadan laf üretirler; ancak hareket ve davranışlarıyla daha çok dinsizlere benzerler. Dinden, îmandan ve Kur’ân'dan bahsetmektedirler; ne var ki alınları secdesiz ve kirli, yürekleri de samimiyetsiz ve netamelidir. Zavallı ruhlar! Bilmezler ki dinin yüzde doksanı ferdin kendisiyle alâkalıdır. Fert bunlara dikkat etmediği takdirde, ya kuru bir lafazan veya koyu bir diyalektikçi sayılır.
Yaşadığını anlatmak ya da aksi ifadesiyle anlattığını yaşamak, kişinin sık sık kendi kendisiyle hesaplaşması ve benliğini bulmasıyla mümkün olur. Oturaklaşmamış ve belli bir olgunluk kazanmamış beden insanlarının düal yaşamaktan kurtuldukları görülmemiştir. O hasta ruhlar, oldukları gibi davranamamalarının yanı sıra, davrandıkları gibi de hiç olamamışlardır ve olamazlar da. Toplum içinde sergiledikleri saygınlık, olgunluk ve istikrarlılık gibi durumlar, tamamen yapmacık ve sun'î davranışlardan ibarettir. Yalnız kaldıklarında alabildiğine lâubâli ve gayr-i ciddîdirler. Bu ise, bir nevi hamlığı, yetersizliği, tutarsızlığı ifade etmektedir ki, bunların izale edilmesi, hiç kuşkusuz iyi bir itikad, sağlam bir tevekkül ve ciddî bir inkıyada bağlıdır.
Bugün, Hak Din’i anlatma gayretinde olan her insan, halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-açık bütün davranışlarında samimî olmaya gayret göstermelidir. Hem öyle göstermelidir ki, içtimaî ve ferdî davranışlarında kat'iyen herhangi bir tenâkuza düşmemelidir. Evet, onun gecesi de gündüzleri kadar aydın, gündüzleri ise güneşe fer verecek kadar pırıl pırıl ve berrak olmalıdır.
Hak ve hakiatı anlatan gönül erlerinin mutlaka ilim sahibi olması da gerekir. Fakat, ilmin bir gayesi vardır; o da marifet-i İlâhî ve muhabbet-i İlâhî'yi netice vermesidir. Gönülde Allah sevgisini tutuşturmayan ve Cennet nimetlerinin teminatçısı olan ruhânî zevki alevlendirmeyen bir ilim, gayesine ulaşmış sayılmaz. Oysa ki, gayesine ulaşmış bir ilim, letâifimizin hayat kaynağı ve duygularımızın da can damarıdır. Onsuz olmak, onsuz kalmak bir ma'nevî ölümdür.
Evet, ilim ve tebliğ, aynı hakikatin ayrı iki yüzüdür. Amel ise, her ikisinin de vazgeçilmez şartı. Bu üçünü birbirinden tefrik edip ayırmak mümkün değildir. Bildiğiyle amel etme, bildiği şeylere saygının ifadesidir. Rabbini bilen bir insanın, O'na kulluk yapmaması sadece bir saygısızlık değil; aynı zamanda bir vurdumduymazlık, bir körlük ve sağırlıktır. Hele hele îmana hizmet vazifesini yüklenen kimselerin kulluklarında gösterdikleri aksaklıklar, İslâm'a dış cephenin vereceği zarardan daha korkunçtur.
Bu sözlerimizin manası ‘kimse bir şey anlatmasın; sadece kendi gönlüne baksın’ demek değildir. Zira, Peygamber Efendimiz, "Kim ilim öğrenir sonra da onu gizlerse âhirette onun ağzına ateşten bir gem vurulur." buyurmaktadır. Bu kutlu sözün de mânâsı açıktır. Kim birşey öğrenir ve sonra onu etrafa neşretmezse, yani dolduktan sonra boşalmaz, söz ve davranışları ile güzel örnek olmaz ve hakka âyinedarlık yapıp onu etrafa aksettirmezse, bu suçunun cezası, âhirette onun ağzına ateşten gem vurulmaktır. Hadîste çok ciddi bir tevbih ve kınama söz konusudur. Zira gem ancak hayvanların ağzına vurulur. Bu da ilmini ketmeden insanın, hayvanlara benzetilmesi demektir.
Öyleyse; İslâm, îmanla ameli birleştirip bütünleştiren İlâhî bir sistemdir. O'nun bir tarafında inanma, diğer tarafında da inandığını yapıp aksiyon hâline getirme vardır. Başkalarına ait amel ve ibadetleri anlatma, hikâye etme bir bakıma güzeldir, ibret vericidir; ancak sadece bu kadarla iktifa edip aynı amelleri işlememe ve tatbik etmeme, Müslümanın başkaları üzerindeki müessiriyetini olumsuz şekilde etkileyecektir. İslâm, ne yalnız evliyâ menkıbesi anlatmak, ne de evliyâ menkıbesi dinlemektir. O, onlara ait anlatılan hayatı bizzat yaşamak ve fiiliyâta dökmektir. İslâm, îman ve amel demektir. O'nu bu şekilde kabullenmeyenlerin, İslâmî hizmetten bahsetmeleri tesirsiz birer laf-ı güzaftır.
Yukarıda kaydettiğim ifadelerin muhatabı tamamen kendi nefsimdir. Neden mi? Geçen gün, kısa bir müddet aralarında bulunmakla şereflendiğim mübarek bir toplulukta siyahî, Hristiyan bir bayan da vardı. Türkçe bilmiyordu ve orada kaldığı ilk üç gün konuşulanları kendisine tercüme eden de olmamıştı. Fakat, bu insan “Bir-iki dakikanızı alabilir miyim?” dedikten sonra şunları söyledi: “Biliyor musunuz, şu anda tam bir şok yaşıyorum. Üç gündür buradayım. Türkçe bilmediğim için misafir konuşmacıların ne anlattığını hiç anlamadım. Ama hem konuşanları hem de dinleyenleri üç gün boyunca dikkatle izledim. Sonra kendi kendime dedim ki, bu topluluktaki insanlar melekler gibi. Bunlar inanıyorsa ben de inanıyorum ki; Hazreti İsa bir insan ama insan güzeli bir peygamberdir. Hazreti Muhammed de büyük bir peygamberdir.”
Evet, o misafir, anlatılanlardan çok şey anlamamıştı ama demek ki o mübarek halkada pek çok “Allah’a giden kutlu” vardı. İşte ben de, kendi eksiklerimi bir kere daha gördüm, oradan döner dönmez muhterem Hocaefendi’nin tebliğ insanıyla alakalı anlattıklarını tekrar okudum ve okuduklarımın özetini sizlerle paylaşmak istedim.
Demek ki; insanları Allah’a ve Rasulü’ne taşıyabilmek için her şey ve her yerden önce Allah’a gitmek lazımmış. O’na giden yol da her insanın kendi kalbindeymiş.
Abdülkadir Geylânî Hazretleri mübarek bir ailenin kıymetli meyvesiydi. İlim ve edep adına güzel yetişmiş, daha çok genç yaşlarında devrin büyük alimleri arasına girmişti. Pek güzel konuşan, nasihatleriyle gönülleri coşturan bir mürşitti. Vaaz ettiği camiler dolup taşınca ve cemaat camiye sığmaz olunca kendisi için bir tepenin başına kürsü yapılmıştı ve oradan binlerce insana hak ve hakikati anlatmaya başlamıştı. Her sohbeti bir destan gibiydi. “Allah” deyince dağ-taş, kurt-kuzu da onunla beraber “Allah” derdi. O konuşmaya durunca gönüller yumuşar, gözyaşı çeşmeleri açılır, her taraftan hıçkırık sesleri yükselirdi. Hatta onu dinleyenlerden, havf ve reca duyguları arasında gel-gitlere dayanamayan bazı yüreklerin çatladığı görülürdü.
Abdülkadir Geylânî Hazretleri, oğlunu da değişik ilim meclislerine, zikir halkalarına göndermiş ve onu pek güzel yetiştirmişti. Bir edep abidesi olan genç, bir gün annesine “Anneciğim, babamdan izin alsanız da bu Cuma onun yerine ben vaaz etsem. Babam beni dinleyip eksiklerimi söylese, ben de halimi düzeltsem.” demişti. Büyük veli oğlunun bu talebi karşısında memnun kalmış; o hafta vaaz ve hutbede genç hatip konuşmuştu. Fakat o, konuşması başladıktan hemen sonra insanların bazılarının esnediklerini, bazılarının başka şeylerle meşgul olduklarını ve dahası bir müddet sonra kimi insanların vaazı bırakıp gittiklerini görmüş, üzülmüştü.
Sonraki hafta vaaz sırası yine babadaydı. Abdülkadir Geylânî daha kürsüye çıkıp “Bismillah...” der-demez biri “Allah” diye bağırıp kendini atıvermişti secdeye. Biraz sonra bir meseleyi açıklamak için misal verirken büyük imam “kedi” deyince bir başkası yüreğini yırtarcasına “Allah” demeye durmuştu. Ve vaaz baştan sona bir gözyaşı senfonisi olarak devam etmişti.
Cemaat arasında kendisi de gözyaşlarıyla babasını dinleyen oğul, merak ve heyecanla Hak Dostu’nun eve gelmesini beklemiş ve onu kapıda karşılayarak ayaklarına kapanmıştı. Şöyle demişti: “Babacığım, geçen hafta ben pek müthiş ilmî meselelerden bahsettim; daha mürekkep yüzü görmemiş hususları anlattım. Fakat, insanlar beni dinlemediler; bazıları esneye esneye sözlerimin bitmesini bekledi, bazıları da çekip gittiler. Ama babacığım, bugün sen aynı cemaate “kedi” dedin, ağladılar; “kuzu” dedin bayıldılar. Bu nasıl iştir? Hem ben Şam’a gittim, Bağdat’a gittim, Mekke’ye, Medine’ye, Kûfe’ye gittim ve oralardan ilim aldım...” Babasının cevabı sadece oğlunun değil kıyamete kadar tebliğ ve irşad vazifesinde bulunacak herkesin kulağına küpeydi: “Oğlum, sen Şam’a Bağdat’a, Mekke’ye Medine’ye gittin ama biz Allah’a gittik Allah’a. Gönülde O’na varılmadan söylenen sözler kalblere asla ulaşmaz.”
Evet, "yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak" tebliğ insanının en önemli prensiplerinden biridir. Tebliğ insanı hakikî mü'min olma yolundadır. Hakikî mü'min ise, iç ve dış bütünlüğüne ermiş insan demektir. Böyle birinin hayatında iç ve dış çatışması söz konusu değildir. İkili (düal) yaşama, düpedüz bir münâfıklık sıfatıdır. Bu mezmum ahlâk ise, gerçek bir tebliğ adamında asla bulunamaz; bulunmamalıdır da. Zira mü'min olmak ona, her zaman ve zeminde ancak ve ancak yaşadıklarını söyleme gibi yüce bir ahlâk ufkunu, göstermektedir.
Yaşanmayan sözler, nasihatler, ma’şerî vicdanda herhangi bir müspet tesir icrâ etmeyecektir. Çünkü, Allah, samimî olmayan söz ve davranışlara yümün, bereket ve tesir lutfetmez. Bazen, birtakım yarı samimî ya da gayr-i samimî kimselerin hizmetlerinde tesir ve muvaffakiyet görülse de, bu tamamen alternatifsizlikten kaynaklanan bir durumdur ve geçicidir.
Ferdin kendisinde tatbik görmeyen düşünce ve fikirler, ne kadar cazip ve hayat için ne kadar lüzumlu da olsa, yine de istenen seviyede hüsn-ü kabul görmeyecektir. Çünkü söylenen sözler, bizzat söyleyenin vicdanında mâkes bulmuş değildir. Ferdin vicdanına oturmayan bir düşüncenin, umumun vicdanında makes bulmasını arzu etmek, imkânsız bir şeyi arzu etmek gibidir.
Allah Resûlü, irşâd ve nasihati sadece lafazanlık veya diyalektik olarak ele alanlar hakkında şu ürpertici ve korkutucu beyanda bulunur: "Ümmetim hakkında en çok korktuğum; ağzı güzel laf yapan münafıklardır." Bu ve buna benzer pek çok tehdit unsuru olmasına rağmen, yine de yozlaşan ve nifak vâdilerinde dolaşan kimselere sıkça rastlanmaktadır. Bu tipler gazete sütunlarında, TV ekranlarında durmadan laf üretirler; ancak hareket ve davranışlarıyla daha çok dinsizlere benzerler. Dinden, îmandan ve Kur’ân'dan bahsetmektedirler; ne var ki alınları secdesiz ve kirli, yürekleri de samimiyetsiz ve netamelidir. Zavallı ruhlar! Bilmezler ki dinin yüzde doksanı ferdin kendisiyle alâkalıdır. Fert bunlara dikkat etmediği takdirde, ya kuru bir lafazan veya koyu bir diyalektikçi sayılır.
Yaşadığını anlatmak ya da aksi ifadesiyle anlattığını yaşamak, kişinin sık sık kendi kendisiyle hesaplaşması ve benliğini bulmasıyla mümkün olur. Oturaklaşmamış ve belli bir olgunluk kazanmamış beden insanlarının düal yaşamaktan kurtuldukları görülmemiştir. O hasta ruhlar, oldukları gibi davranamamalarının yanı sıra, davrandıkları gibi de hiç olamamışlardır ve olamazlar da. Toplum içinde sergiledikleri saygınlık, olgunluk ve istikrarlılık gibi durumlar, tamamen yapmacık ve sun'î davranışlardan ibarettir. Yalnız kaldıklarında alabildiğine lâubâli ve gayr-i ciddîdirler. Bu ise, bir nevi hamlığı, yetersizliği, tutarsızlığı ifade etmektedir ki, bunların izale edilmesi, hiç kuşkusuz iyi bir itikad, sağlam bir tevekkül ve ciddî bir inkıyada bağlıdır.
Bugün, Hak Din’i anlatma gayretinde olan her insan, halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-açık bütün davranışlarında samimî olmaya gayret göstermelidir. Hem öyle göstermelidir ki, içtimaî ve ferdî davranışlarında kat'iyen herhangi bir tenâkuza düşmemelidir. Evet, onun gecesi de gündüzleri kadar aydın, gündüzleri ise güneşe fer verecek kadar pırıl pırıl ve berrak olmalıdır.
Hak ve hakiatı anlatan gönül erlerinin mutlaka ilim sahibi olması da gerekir. Fakat, ilmin bir gayesi vardır; o da marifet-i İlâhî ve muhabbet-i İlâhî'yi netice vermesidir. Gönülde Allah sevgisini tutuşturmayan ve Cennet nimetlerinin teminatçısı olan ruhânî zevki alevlendirmeyen bir ilim, gayesine ulaşmış sayılmaz. Oysa ki, gayesine ulaşmış bir ilim, letâifimizin hayat kaynağı ve duygularımızın da can damarıdır. Onsuz olmak, onsuz kalmak bir ma'nevî ölümdür.
Evet, ilim ve tebliğ, aynı hakikatin ayrı iki yüzüdür. Amel ise, her ikisinin de vazgeçilmez şartı. Bu üçünü birbirinden tefrik edip ayırmak mümkün değildir. Bildiğiyle amel etme, bildiği şeylere saygının ifadesidir. Rabbini bilen bir insanın, O'na kulluk yapmaması sadece bir saygısızlık değil; aynı zamanda bir vurdumduymazlık, bir körlük ve sağırlıktır. Hele hele îmana hizmet vazifesini yüklenen kimselerin kulluklarında gösterdikleri aksaklıklar, İslâm'a dış cephenin vereceği zarardan daha korkunçtur.
Bu sözlerimizin manası ‘kimse bir şey anlatmasın; sadece kendi gönlüne baksın’ demek değildir. Zira, Peygamber Efendimiz, "Kim ilim öğrenir sonra da onu gizlerse âhirette onun ağzına ateşten bir gem vurulur." buyurmaktadır. Bu kutlu sözün de mânâsı açıktır. Kim birşey öğrenir ve sonra onu etrafa neşretmezse, yani dolduktan sonra boşalmaz, söz ve davranışları ile güzel örnek olmaz ve hakka âyinedarlık yapıp onu etrafa aksettirmezse, bu suçunun cezası, âhirette onun ağzına ateşten gem vurulmaktır. Hadîste çok ciddi bir tevbih ve kınama söz konusudur. Zira gem ancak hayvanların ağzına vurulur. Bu da ilmini ketmeden insanın, hayvanlara benzetilmesi demektir.
Öyleyse; İslâm, îmanla ameli birleştirip bütünleştiren İlâhî bir sistemdir. O'nun bir tarafında inanma, diğer tarafında da inandığını yapıp aksiyon hâline getirme vardır. Başkalarına ait amel ve ibadetleri anlatma, hikâye etme bir bakıma güzeldir, ibret vericidir; ancak sadece bu kadarla iktifa edip aynı amelleri işlememe ve tatbik etmeme, Müslümanın başkaları üzerindeki müessiriyetini olumsuz şekilde etkileyecektir. İslâm, ne yalnız evliyâ menkıbesi anlatmak, ne de evliyâ menkıbesi dinlemektir. O, onlara ait anlatılan hayatı bizzat yaşamak ve fiiliyâta dökmektir. İslâm, îman ve amel demektir. O'nu bu şekilde kabullenmeyenlerin, İslâmî hizmetten bahsetmeleri tesirsiz birer laf-ı güzaftır.
Yukarıda kaydettiğim ifadelerin muhatabı tamamen kendi nefsimdir. Neden mi? Geçen gün, kısa bir müddet aralarında bulunmakla şereflendiğim mübarek bir toplulukta siyahî, Hristiyan bir bayan da vardı. Türkçe bilmiyordu ve orada kaldığı ilk üç gün konuşulanları kendisine tercüme eden de olmamıştı. Fakat, bu insan “Bir-iki dakikanızı alabilir miyim?” dedikten sonra şunları söyledi: “Biliyor musunuz, şu anda tam bir şok yaşıyorum. Üç gündür buradayım. Türkçe bilmediğim için misafir konuşmacıların ne anlattığını hiç anlamadım. Ama hem konuşanları hem de dinleyenleri üç gün boyunca dikkatle izledim. Sonra kendi kendime dedim ki, bu topluluktaki insanlar melekler gibi. Bunlar inanıyorsa ben de inanıyorum ki; Hazreti İsa bir insan ama insan güzeli bir peygamberdir. Hazreti Muhammed de büyük bir peygamberdir.”
Evet, o misafir, anlatılanlardan çok şey anlamamıştı ama demek ki o mübarek halkada pek çok “Allah’a giden kutlu” vardı. İşte ben de, kendi eksiklerimi bir kere daha gördüm, oradan döner dönmez muhterem Hocaefendi’nin tebliğ insanıyla alakalı anlattıklarını tekrar okudum ve okuduklarımın özetini sizlerle paylaşmak istedim.
Demek ki; insanları Allah’a ve Rasulü’ne taşıyabilmek için her şey ve her yerden önce Allah’a gitmek lazımmış. O’na giden yol da her insanın kendi kalbindeymiş.