cemaldurra
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 16 Nis 2008
- Mesajlar
- 1,142
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 66
Selamun Aleyküm,
Resûlullahın Âişe yolu ile incitilmesi, Ali yolu ile incitilmesinden daha ziyâdedir. Aklı ve insâfı olanlar, böyle olduğunu kolayca anlar.
Yukarıdan beri söylediklerimiz, Hz. Aliyi sevmek ve ona kıymet vermek, Resûlullahın sevgisinden ve kıymetinden olduğuna göredir. Resûlullaha yakın olduğu ve sevgilisi olduğu için sevildiğine göredir. Eğer bir kimse, Hz. Aliyi doğrudan doğruya sever ve Resûlullahın sevgisini araya katmadan yalnız onu kıymetlendirirse, buna bir diyeceğimiz yoktur. Ona birşey denemez. Çünkü o dîni yıkmak için uğraşmaktadır ve islâmiyeti yok etmek için çalışmaktadır. Resûlullahı bırakarak, başka bir yol tutmuştur. Muhammed aleyhisselâm yerine, Hz. Aliye yüz çevirmiştir. Bu ise, küfürdür, zındıklıktır. Hz. Ali böyle kimseleri sevmez. Bunların sözlerinden yazılarından incinir. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve ezvâc-ı tâhirâtı ve dâmâdlarını sevmek, hep Resûlullahı sevmekten hâsıl olmaktadır. Onları büyük bilmek ve saygı göstermek, hep Resûlullah içindir. (Onları seven, beni sevdiği için sever) hadis-i şerifi, böyle olduğunu göstermektedir. Bunun gibi, onlardan birine düşmanlık etmek, Resûlullaha düşman olmak demektir. (Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) hadis-i şerifi de, bunu göstermektedir. Demek ki, (Eshâbımı sevmek, beni sevmek demektir. Onlara düşmanlık etmek, bana düşmanlık etmek olur) buyurmaktadır.
Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. İkisi de, Cennet ile müjdelenmiş olan on kişidendir. Bunlara dil uzatmak, kötülemek çok yersizdir. Onlara yapılan lânet ve kötülük, söyliyene döner. Hz. Ömer vefât edeceği zaman, kendisinden sonra, içlerinden birinin halîfe seçilmesini bildirdiği altı kimseden biri Talha, biri de Zübeyrdir. Halîfe Ömer, bu altısından hangisinin daha üstün olduğunu anlıyamadı. Bu ikisi, hilâfeti istemediklerini bildirdiler. Bu Talha, öyle bir Talhadır ki, Resûlullaha karşı edebi gözetmediği için, babasını öldürmüştür. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, onun, Resûlullaha olan bu saygısını senâ buyurmuştur. Zübeyre gelince, Resûlullah, onu öldürenin Cehenneme gideceğini haber vermiştir. Ona lânet eden, onu kötüliyen kimsenin alçaklığı, onu öldürenden az değildir.
Din büyüklerine dil uzatmaktan, islâmın büyüklerini kötülemekten sakınınız! Aman sakınınız! Çok sakınınız! Onlar bütün ömürlerini, islâmiyeti yaymakta ve yaradılmışların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma yardım etmekte tükettiler ve bütün mallarını, dîni kuvvetlendirmek için gece gündüz, açıkça ve gizlice feda ettiler. Resûlullahın sevgisi için, akrabâlarını, ahbablarını, çocuklarını, zevcelerini, memleketlerini, evlerini, akarsularını, tarlalarını, ağaçlarını terk ettiler. Resûlullahı, bunların hepsine ve kendi canlarına tercîh ettiler. Bunların sevgisini ve canlarının sevgisini bırakıp, Resûlullahın sevgisini seçtiler. Resûlullahla konuşmak, Onunla berâber bulunmak şerefine kavuştular. Onun sohbeti bereketi ile, Peygamberlik üstünlüklerine eriştiler. Allahü teâlânın gönderdiği vahyi gördüler ve melekle berâber bulunmakla şereflendiler. Fizik ve kimyâ kanûnlarının üstünde olan hârikalara ve mucizelere şâhit oldular. Başkalarının işittiği şeyler, onlara açıkça gösterildi. Sonra gelenlerden hiçbirine nasip olmıyan yakınlıklar, üstünlükler onlara ihsân edildi. Öyle yükseldiler, öyle sevildiler ki, başkalarının dağ kadar altın dağıtmakla kazandıkları derecelerin, bunların bir avuç arpa vermekle kavuştukları derecelerin yarısı kadar olmadığı bildirildi. Allahü teâlâ, onları, Kur'an-ı kerimde medh ve senâ eyledi. Onlardan râzı olduğunu ve onların da, Allahdan râzı olduklarını bildirdi. Feth sûresinin son âyetinde, şerefleri yükseltildi. Bu âyet-i kerimede, Allahü teâlâ bunlara gayz, kin bağlıyanların kâfir olduklarını beyan buyurdu. Onlara gayz, kin bağlamaktan, küfürden kaçar gibi kaçmalıdır.
Resûlullaha bu kadar kuvvetli bağlanmış olan ve Onun sevgisini ve teveccühünü kazanmakla şereflenmiş bulunan mübârek kimseleri, ictihâd yeri olan birkaç işte birbirlerine uymadıklarını ve birbirleriyle çatıştıklarını ve kendi ictihâdlarına göre iş tuttuklarını öne sürerek, bunlara dil uzatmak, beğenmemek, hiç doğru değildir. Böyle işlerde birlik olmak değil, ayrılmak belki daha doğrudur ve başkasının görüşüne uymamak lâzım gelmektedir. İmâm-ı Ebû Yûsüfün, ictihâd derecesine yükseldikten sonra imam-ı a'zam Ebû Hanîfeye uyması hatâ olur. Kendi ictihâdına uyması doğru olur. İmâm-ı Şâfi'î, Eshâb-ı kirâmdan hiç birinin görüşünü, buluşunu, kendi görüşünden üstün tutmadı. İster Ebû Bekr-i Sıddîk olsun, ister Hz. Ali olsun, kendine uymıyan ictihâdları almadı. Kendi ictihâdı onlara uymasa bile, kendi görüşü ile hareket etmeyi doğru bildi. Ümmetten herhangi bir müctehidin, Eshâb-ı kirâmın ictihâdından ayrılması câiz oluyor ve hak olarak görülüyor da, Eshâb-ı kirâmın birbirinin ictihâdlarına uymamaları niçin suç sayılıyor ve bu yüzden o büyüklere dil uzatılıyor?
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın ictihâdına uymıyan ictihâdlar da yaparlardı. Resûlullahın ictihâdına uymıyan hareketlerde bulunurlardı. Vahy gelmekte iken, onların bu ayrılıklarına birşey denilmedi. Hiçbiri bu yüzden kötülenmedi. Resûlullahın ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunmaları yasak edilmedi. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmın ictihâdlarında ayrılık olmasını istemeseydi, ayrılmalarını beğenmeseydi, ayrılmalarını elbette yasak ederdi. Ayrılanların azâb göreceği bildirilirdi. Resûlullah ile konuşurken, yüksek sesle konuşmanın yasak edildiğini ve yüksek sesle konuşanlara azâb yapılacağının bildirildiğini hepimiz biliyoruz. Hücurât sûresinin ikinci âyetinin meâl-i şerifi, (Ey müminler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden daha yükseltmeyiniz. Onunla konuşurken, birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) dir. Beğenmediği bir hareketi, hemen yasak eylemiştir. Bedr gazâsında esîrlerin ne yapılacağını konuşurken, Eshâb-ı kirâmın ictihâdları arasında ayrılık oldu. Hz. Ömer ile Hz. Sa'd bin Mu'âz, esîrleri öldürelim dediler. Başkaları, para karşılığı koyuverilmesini istediler. Resûlullah de, böyle ictihâd buyurmuştu. Bu ictihâda uyarak, esîrleri koyuvermeye başladılar ise de, sonra âyet-i kerime gelerek, Hz. Ömerin ictihâdının doğru olduğu bildirildi. İctihâdların birbirine uymadığı, böyle daha nice işler olmuştur.
[Bunlardan birini, Ahmed Cevdet Pâşa, (Kısas-ı Enbiyâ) kitabında şöyle anlatıyor: Hicretin altıncı senesinde, bindörtyüz kişi ile Kâbe-i muazzamayı ziyâret için Medîneden Mekkeye gidilirken, kâfirler müslümanları Mekkeye sokmak istemediler. Resûlullah (Hudeybiye) denilen yerde durdu. (Yâ Ömer! Mekkeye git! Harp için gelmediğimizi, Kâbeyi ziyâret edip, geri döneceğimizi onlara söyle!) buyurdu. Hz. Ömer, bu emrin ictihâd yolu ile verildiğini anlayıp kendi ictihâdını bildirdi ve (Yâ Resûlallah! Kureyş kâfirleri, benim kendilerine çok düşman olduğumu bilirler. Aralarına girersem beni parçalarlar. Bu iş için Osmanın gitmesi uygundur. Osmanın orada akrabâsı çoktur. Onu korurlar) dedi. Resûlullah, Ömerin bu cevabına incinmek şöyle dursun, kabûl buyurdu. Mekkeye Hz. Osmanı gönderdi. Resûlullah, bunun gibi Eshâbının nice ictihâdlarını kabûl buyurmuş ve (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin diline yerleştirmiştir) demiştir”].
Resûlullah, son hastalığında, onlar için birşeyler yazmak diledi ve kâğıd istedi. Eshâb-ı kirâm, kâğıd getirmekte birbirine uymadılar. Kâğıd getirelim diyenler olduğu gibi getirmiyelim diyenler de oldu. Hz. Ömer-ül-Fârûk, getirmiyelim diyenlerden idi. (Bize Allahın kitabı Kur'an-ı kerim yetişir) demişti. Bu yüzden de Hz. Ömere saldırıyorlar. Ağızlarına geleni söylemekten çekinmiyorlar. Doğrusu birşey söylemeye hakları yoktur. Çünkü, Hz. Ömer, o ânda Vahyin kesilmiş olduğunu ve Allahü teâlânın emirlerinin tamamlandığını, islâmiyete kaynak olarak, yalnız ictihâd yolunun açık kaldığını anlamıştı. Resûlullah efendimiz, o vakit ictihâd ile anladıklarını yazacaktı. Haşr sûresinin ikinci âyetinin meâl-i şerifi, (Ey akıl sahipleri! Bildirilenlerden ibret alınız!)dır. Burada, ictihâd derecesindeki âlimlere, ictihâd etmeleri emrediliyor. Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Orada yazılacak ictihâd bilgileri için, onlar da ictihâd ederdi. Hz. Ömer, Peygamberimizin hastalığın ağrıları arttığı bir zamanda, bu iş için de sıkılmasını uygun bulmadı. Resûlullahı çok sevdiği için, Eshâbın ictihâdı ile işlerin çözülmesi yetişir.
Resûlullahı yormıyalım düşüncesiyle, (Allahın kitabı bize yetişir) dedi. Müctehidler, aranılan bilgileri, Kur'an-ı kerimden ictihâd yolu ile çıkardıklarından, o yazılacakları, ictihâdla çıkarmamız için, bize Kur'an-ı kerim yetişir buyurdu. Yalnız (Allahın kitabı yetişir) demesinden anlaşılıyor ki, o ânda yazılacak şeylerin, Kur'an-ı kerimde bildirilenlerden çıkarılacağını, hadis-i şeriflerden çıkarılacak şeyler olmadığını sezmişti. Görülüyor ki, Hz. Ömer, Resûlullahı çok sevdiği ve çok acıdığı için, hastalığın en sıkıntılı, acılı zamanında, yazı ile yorulmasını, üzülmesini uygun görmiyerek, kâğıd getirilmesini istemedi. Resûlullahın o ânda yazmak istemesi de, Eshâbına bir ihsânda, bir yardımda bulunmak içindi. Bildirilmesi elbette lâzım olan şeylerden değildi. Eshâbını ictihâd etmek sıkıntısından kurtarmak istemişti. (Kâğıd getiriniz) emri, bir ihsân olmayıp da, elbette lüzûmlu olsaydı, tekrar isterdi. Dilediklerini elbette yazardı. Eshâbının sözlerindeki ayrılığı görmekle, bu emrinden vazgeçmezdi.
Suâl: Hz. Ömer, orada (Acaba sayıklıyor mu? Araştırınız) demişti. Bu ne demektir?
Cevap: Hz. Ömer, o zaman, Resûlullahın, hastalık acıları arasında, bu sözü istemiyerek söylediğini anlamış olabilir. Nitekim (Yazacağım) buyurması, böyle olduğunu göstermektedir. Çünkü, Resûlullah, ümmî idi. Hiçbirşey yazdığı görülmemişti. (Benden sonra yoldan çıkmıyasınız) buyurması da, Hz. Ömeri öyle düşündürmüş olabilir. Çünkü, Allahü teâlâ, din bilgilerinin artık kemâle geldiğini ve nîmetinin tamam olduğunu ve Allahü teâlânın bu hâli beğendiğini bildirmişti. Bu hâlde, yoldan çıkmak nasıl olur ve kısa bir zamanda yazılacak bir şeyle, bu nasıl önlenebilir? Yirmiüç senede yazılmış olanlar yetişmiyor ve yoldan çıkmağı önliyemiyor da, kısa bir zamanda ve hastalığın acılarının çoğaldığı bir ânda yazılacak birşey bunu nasıl önliyebilirdi? Hz. Ömer bunları bir ânda kavrıyarak, gözönünde tutarak (Kâğıd getiriniz!) emrinin insanlık sebebi ile, istemeden mübârek ağzından çıktığını bildi. Bunların iyice anlaşılmasını, tekrar sorulmasını istedi. Bu konuşmalarda sesler çoğalınca, Resûlullah (Kalkınız. Gürültü etmeyiniz! Peygamberin yanında gürültü etmek iyi değildir) buyurdu. Başka bir şey söylemedi. Kâğıd ve kalem ismini anmadı.
Eshâb-ı kirâmın, ictihâd olunacak işlerde, Resûlullahdan ayrılmaları, Allah korusun, nefslerine uymakla, önem vermemekle olsaydı, mürted olurlardı. Müslümanlıktan çıkarlardı. Çünkü, Resûlullaha karşı saygısızlık ve geçimsizlikte bulunmak küfürdür. Bu ayrılıkları, Haşr sûresinin ikinci âyetindeki emre uymaktan doğuyordu. Çünkü, ilimde ictihâd derecesine yükselen yüksek bir âlimin ictihâd olunması lâzım gelen işlerde, kendi ictihâdını bırakıp başkasının ictihâdına uyması doğru değildir. Böyle yapmasını islâmiyet yasak etmiştir. Evet, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilen işlerde ictihâd olunmaz. Herkesin bu açık emirlere uyması lâzımdır. Bunlara inanması ve ayrılmaması vâcibdir.
Eshâb-ı kirâmın hiçbiri gösterişi sevmez, görünüşe bakmazdı. Hepsinin düşüncesi, kalblerini temizlemek idi. Hakîkate ve mânaya bakarak edebi gözetirlerdi. Gösterişe ve söze bağlanmazlardı. Onların birinci düşünceleri ve arzuları Resûlullahın emirlerini yapmak, Onu incitecek en ufak şeyden sakınmak idi. Analarını, babalarını, çocuklarını, âilelerini Resûlullaha feda etmişlerdi. Ona karşı olan inançları ve ihlâsları, sevgileri, saygıları o kadar çoktu ki, mübârek tükrüğünün, mübârek tırnaklarının ve tıraş olunca mübârek saçlarının yere düştüğü görülmemiştir. Bunları kapışırlar, en kıymetli kazanç olarak saklarlar ve bereketlenirlerdi. Yalancılık, birbirini aldatmak gibi kötülüklerin çok olduğu bu zamanda ortaya çıkarılan, o temiz insanların bir sözünde, Resûlullaha karşı saygısızlık anlaşılacak olursa, bu söze başka mâna vermek, sözlerinin bütününden anlaşılan iyi mânayı düşünmek lâzımdır. Kelimelerinin her mânasını düşünmemelidir.
Suâl: İctihâd ile elde edilen din bilgilerinde yanılmak olabilir deyince, Resûlullahın bildirdiği şeylerin hepsinin doğru olacağı söylenebilir mi?
Cevap: Resûlullah zamanında ictihâd ile meydana çıkan bilgiler, birbirine uymadığı zaman, hangisinin doğru olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirilirdi. Çünkü, Peygamberlerin yanlış bir iş yapması câiz değildir. Bir iş için, birbirine uymıyan ictihâdlar meydana çıktığı zaman, bunlardan hangisinin doğru olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirilirdi. Doğrusu yanlışlarından ayrılırdı. Bunun içindir ki, Resûlullah zamanında, bir iş için çeşidli ictihâdlar yapıldığında, melekle vahy gelir, hangisinin doğru olduğu bildirilirdi. Bu doğru olanlara göre hareket edilirdi. Bu işleri de, hak ve doğru olurdu. Resûlullahın bildirdiği, yaptığı şeylerin hepsi, elbette doğru olurdu. Yanlışlık ihtimali yoktur. Çünkü, ictihâdla meydana çıkan bilgilerin de açıkça bildirilenler gibi, doğru oldukları, melekle haber verilmiştir. Bazı işlerin açık bildirilmeyip âlimlerin ictihâdına bırakılması, âlimleri ikrâm için idi ve ictihâd sevabına kavuşmaları için idi. İctihâd ile meydana çıkan din bilgileri, müctehidlerin derecesini yükseltmiştir. Resûlullahın vefâtından sonra yapılan ictihâdlar, yâni, ictihâdla anlaşılan bilgiler kesin değildir. Bu bilgilere, elbette doğrudur denilemez. Onun için, bu bilgilere göre iş yapılır ise de, doğru olduklarına inanmak lâzım değildir. İnanmayanlar kâfir olmaz. Fakat bir iş için, bütün müctehidlerin ictihâdı birbirine benzerse, yâni, icmâ, sözbirliği olursa, böyle olan ictihâdla meydana çıkan bilgiye inanmak da lâzım olur.
Mektûbumuzun sonunu güzel bir ekle bağlıyalım. Resûlullahın Ehl-i beytinin üstünlüklerini bildirelim:
Yûsüf bin Abdülberrin bildirdiği hadis-i şerifte, (Aliyi seven, beni sevmiş olur. Aliye düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Aliyi inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten, Allahü teâlâyı incitmiş olur) buyuruldu.
[Bazıları, bu hadis-i şerife dayanarak, Hz. Ali ile harp edenlere kâfir diyorlar. Hâlbuki, harp edenler birbirine düşman değil idi. Bedenleri inciniyor ise de, kalbleri birbirine kızgın değil idi. Muhârebe yapılırken, Hz. Ali, karşıdakilere (Kardeşlerimiz) buyurmuştu. Hz. Muaviye de Hz. Ali için (Benim efendim) diye yazmıştı. Kısas-ı enbiyâ kitabının İstanbulda 1331 baskısı yedinci cüz', 149. sayfasında diyor ki: Hz. Hasenin hilâfeti teslim etmesi ve Sa'd bin Ebî Vakkâs gibi Eshâbın büyüklerinin kabûl etmesi ile, Hz. Muaviyenin hükûmeti meşru olmuştur. Hz. Muaviye, Eshâb-ı kirâmdan olduğu hâlde, hükûmeti zor kullanarak ele geçirmişti. Lâkin, zaman bunu Îcap ediyordu. İnsanlar halîfenin emrine uymuyorlardı. Güç, kuvvet de lâzım geliyordu. Bunun için saltanat devri geldi. Bu işe, Muaviye haklı ve lâyık idi. Görülüyor ki, bunların dayandığı Kısas-ı Enbiyâ kitabı da Hz. Muaviyenin Eshâb-ı kirâmdan olduğunu yazmakta ve kendisine demektedir. Yüzellibirinci sayfasında diyor ki: Ümmetin işlerini yürütmek için artık, kuvvet, zor kullanmak lâzım geliyordu. Bunu yapmak için de, Hz. Muaviye uygun görülmüş idi. İslâmiyet önceleri halîfenin emri ile yürütülürken, sonra saltanat kuvveti lâzım oldu. Maksat ise, islâmiyetin icrâsı olduğundan, o zaman mevcut olan Eshâb-ı kirâmın hepsi, Muaviyeye bî'at eyledi. Yüzelliyedinci sayfasında diyor ki: Hz. Muaviye, Eshâb-ı kirâmdan idi ve Resûlullahın iltifâtına nâil olmuştu. Kureyşin büyüklerinden idi. İslâmiyeti kuvvet zoru ile yürüttüğünden, kendisine (Halîfe-i Resûlullah) denildi].
Tirmüzî ve Hâkimin bildirdiği hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, dört kişiyi sevdiğini bana bildirdi. Bu dördünü sevmeyi bana emretti. Bunlar, Ali, Ebû Zer, Miktâd ve Selmândır) buyuruldu.
Taberânî ve Hâkimin ve Abdüllah ibni Mes'ûdün bildirdiği hadis-i şerifte, Resûlullah, (Aliye bakmak ibâdettir) buyurdu. Buhârî ve Müslimdeki Berâ hazretlerinin bildirdiği hadis-i şerifte, Resûlullah, Hz. Haseni omuzuna alarak buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Ben bunu seviyorum. Sen de sev!)
Buhârînin bildirdiği ve Hz. Ebû Bekrin haber verdiği hadis-i şerifte, Resûlullah minbere çıkmış idi. Hz. Hasen kucağında idi. Bir bize bakıyor idi, bir de Hasene bakıyordu. (Bu benim oğlum Seyyiddir. Allahü teâlâ, belki bununla iki müslüman askerinin arasını barıştırır) buyurdu.
Tirmüzînin bildirdiği hadis-i şerifte, Üsâme bin Zeyd diyor ki, Resûlullah Hasen ile Hüseyni dizlerine oturtmuştu ve (Bu ikisi benim oğullarımdır ve kızımın oğullarıdır. Yâ Rabbî! Ben bu ikisini seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev!) buyurdu.
Tirmüzînin bildirdiği hadis-i şerifte, Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullaha Ehl-i beytten hangisini daha çok seviyorsun denildikte (Haseni ve Hüseyni) buyurdu.
Müsevvir bin Muharremin haber verdiği hadis-i şerifte, (Fâtıma benden bir parçadır. Onu inciten beni incitmiş olur) buyuruldu.
Hâkimin bildirdiği ve Ebû Hüreyrenin haber verdiği hadis-i şerifte, (Fâtımayı Aliden daha çok seviyorum ve Ali, bana, Fâtımadan daha çok kıymetlidir) buyuruldu.
Âişe buyuruyor ki, Eshâb-ı kirâm hediyelerini benim evimde iken getirirlerdi. Böylece Resûlullahın sevgisini kazanmaya çalışırlardı. Yine buyuruyor ki, Resûlullahın mübârek zevceleri iki kısma ayrılmıştı. Birinci kısmda, ben ve Hafsa ve Safiyye ve Sevde vardı. İkinci kısmda, Ümm-i Seleme ile öteki zevceler vardı. İkinci kısmdakiler, Ümm-i Selemeyi Resûlullaha gönderdiler ve eshâbına (Bana hediye vermek istiyen, hangi evimde isem, oraya getirsin) buyurmasını söyle dediler. Ümm-i Seleme böyle söyleyince, (Beni incitmeyiniz! Bana melek vahyi yalnız Âişenin evinde iken getirmektedir) buyurdu. Ümm-i Seleme de: Yâ Resûlallah! Seni incitmekten Allaha sığınırım. Tevbeler olsun, dedi. O zevceler, ayrıca, Hz. Fâtımayı da gönderip, böyle söylediğinde, (Ey kızcağızım, benim sevdiğimi sen sevmez misin?) buyurdu. Fâtıma, evet dedi. (Öyle ise onu sev!) buyurdu.
Âişe buyuruyor ki, Hadîceye imrendiğim gibi, Resûlullahın hiçbir zevcesine gayret getirmiş değilim. Hâlbuki onu görmemiştim. Resûlullah onun ismini çok söyliyordu. Çok defa koyun kestiği zaman etinden, Hatîcenin yakınlarına hediye gönderirdi. Hatîcenin ismini söylediği zaman, (Dünyada sanki Hatîceden başka kadın yok mu?) derdim. (O şöyle idi, böyle idi. Benim ondan çocuklarım oldu) buyururdu.
Abdüllah ibni Abbâsın bildirdiği hadis-i şerifte, (Abbâs bendendir. Ben de Abbâstanım) buyuruldu.
Deylemînin bildirdiği ve Ebû Sa'îdin haber verdiği hadis-i şerifte, (Benim evladıma, soyuma dil uzatarak, beni incitenlere, Allahü teâlâ çok azâb yapacaktır) buyuruldu.
Hâkimin bildirdiği ve Ebû Hüreyrenin haber verdiği hadis-i şerifte, (Sizin en iyiniz, benden sonra ehlime, yâni Ehl-i beytime iyilik edeninizdir) buyuruldu.
İbni Asâkirin bildirdiği ve Hz. Alînin haber verdiği hadis-i şerifte, (Ehl-i beytime dokunan kimseye, kıyâmet günü bunun azâbı yetişir) buyuruldu.
İbni Adî ve Deylemînin bildirdikleri ve Hz. Alînin haber verdiği hadis-i şerifte, (Sırât köprüsünden en kolay geçecek olanınız, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok seveninizdir) buyuruldu.
Bu konu burada sona eriyor... Bizim itikadımız bu şekildedir...
Allah'a emanet olun...
Resûlullahın Âişe yolu ile incitilmesi, Ali yolu ile incitilmesinden daha ziyâdedir. Aklı ve insâfı olanlar, böyle olduğunu kolayca anlar.
Yukarıdan beri söylediklerimiz, Hz. Aliyi sevmek ve ona kıymet vermek, Resûlullahın sevgisinden ve kıymetinden olduğuna göredir. Resûlullaha yakın olduğu ve sevgilisi olduğu için sevildiğine göredir. Eğer bir kimse, Hz. Aliyi doğrudan doğruya sever ve Resûlullahın sevgisini araya katmadan yalnız onu kıymetlendirirse, buna bir diyeceğimiz yoktur. Ona birşey denemez. Çünkü o dîni yıkmak için uğraşmaktadır ve islâmiyeti yok etmek için çalışmaktadır. Resûlullahı bırakarak, başka bir yol tutmuştur. Muhammed aleyhisselâm yerine, Hz. Aliye yüz çevirmiştir. Bu ise, küfürdür, zındıklıktır. Hz. Ali böyle kimseleri sevmez. Bunların sözlerinden yazılarından incinir. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve ezvâc-ı tâhirâtı ve dâmâdlarını sevmek, hep Resûlullahı sevmekten hâsıl olmaktadır. Onları büyük bilmek ve saygı göstermek, hep Resûlullah içindir. (Onları seven, beni sevdiği için sever) hadis-i şerifi, böyle olduğunu göstermektedir. Bunun gibi, onlardan birine düşmanlık etmek, Resûlullaha düşman olmak demektir. (Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) hadis-i şerifi de, bunu göstermektedir. Demek ki, (Eshâbımı sevmek, beni sevmek demektir. Onlara düşmanlık etmek, bana düşmanlık etmek olur) buyurmaktadır.
Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. İkisi de, Cennet ile müjdelenmiş olan on kişidendir. Bunlara dil uzatmak, kötülemek çok yersizdir. Onlara yapılan lânet ve kötülük, söyliyene döner. Hz. Ömer vefât edeceği zaman, kendisinden sonra, içlerinden birinin halîfe seçilmesini bildirdiği altı kimseden biri Talha, biri de Zübeyrdir. Halîfe Ömer, bu altısından hangisinin daha üstün olduğunu anlıyamadı. Bu ikisi, hilâfeti istemediklerini bildirdiler. Bu Talha, öyle bir Talhadır ki, Resûlullaha karşı edebi gözetmediği için, babasını öldürmüştür. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, onun, Resûlullaha olan bu saygısını senâ buyurmuştur. Zübeyre gelince, Resûlullah, onu öldürenin Cehenneme gideceğini haber vermiştir. Ona lânet eden, onu kötüliyen kimsenin alçaklığı, onu öldürenden az değildir.
Din büyüklerine dil uzatmaktan, islâmın büyüklerini kötülemekten sakınınız! Aman sakınınız! Çok sakınınız! Onlar bütün ömürlerini, islâmiyeti yaymakta ve yaradılmışların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma yardım etmekte tükettiler ve bütün mallarını, dîni kuvvetlendirmek için gece gündüz, açıkça ve gizlice feda ettiler. Resûlullahın sevgisi için, akrabâlarını, ahbablarını, çocuklarını, zevcelerini, memleketlerini, evlerini, akarsularını, tarlalarını, ağaçlarını terk ettiler. Resûlullahı, bunların hepsine ve kendi canlarına tercîh ettiler. Bunların sevgisini ve canlarının sevgisini bırakıp, Resûlullahın sevgisini seçtiler. Resûlullahla konuşmak, Onunla berâber bulunmak şerefine kavuştular. Onun sohbeti bereketi ile, Peygamberlik üstünlüklerine eriştiler. Allahü teâlânın gönderdiği vahyi gördüler ve melekle berâber bulunmakla şereflendiler. Fizik ve kimyâ kanûnlarının üstünde olan hârikalara ve mucizelere şâhit oldular. Başkalarının işittiği şeyler, onlara açıkça gösterildi. Sonra gelenlerden hiçbirine nasip olmıyan yakınlıklar, üstünlükler onlara ihsân edildi. Öyle yükseldiler, öyle sevildiler ki, başkalarının dağ kadar altın dağıtmakla kazandıkları derecelerin, bunların bir avuç arpa vermekle kavuştukları derecelerin yarısı kadar olmadığı bildirildi. Allahü teâlâ, onları, Kur'an-ı kerimde medh ve senâ eyledi. Onlardan râzı olduğunu ve onların da, Allahdan râzı olduklarını bildirdi. Feth sûresinin son âyetinde, şerefleri yükseltildi. Bu âyet-i kerimede, Allahü teâlâ bunlara gayz, kin bağlıyanların kâfir olduklarını beyan buyurdu. Onlara gayz, kin bağlamaktan, küfürden kaçar gibi kaçmalıdır.
Resûlullaha bu kadar kuvvetli bağlanmış olan ve Onun sevgisini ve teveccühünü kazanmakla şereflenmiş bulunan mübârek kimseleri, ictihâd yeri olan birkaç işte birbirlerine uymadıklarını ve birbirleriyle çatıştıklarını ve kendi ictihâdlarına göre iş tuttuklarını öne sürerek, bunlara dil uzatmak, beğenmemek, hiç doğru değildir. Böyle işlerde birlik olmak değil, ayrılmak belki daha doğrudur ve başkasının görüşüne uymamak lâzım gelmektedir. İmâm-ı Ebû Yûsüfün, ictihâd derecesine yükseldikten sonra imam-ı a'zam Ebû Hanîfeye uyması hatâ olur. Kendi ictihâdına uyması doğru olur. İmâm-ı Şâfi'î, Eshâb-ı kirâmdan hiç birinin görüşünü, buluşunu, kendi görüşünden üstün tutmadı. İster Ebû Bekr-i Sıddîk olsun, ister Hz. Ali olsun, kendine uymıyan ictihâdları almadı. Kendi ictihâdı onlara uymasa bile, kendi görüşü ile hareket etmeyi doğru bildi. Ümmetten herhangi bir müctehidin, Eshâb-ı kirâmın ictihâdından ayrılması câiz oluyor ve hak olarak görülüyor da, Eshâb-ı kirâmın birbirinin ictihâdlarına uymamaları niçin suç sayılıyor ve bu yüzden o büyüklere dil uzatılıyor?
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın ictihâdına uymıyan ictihâdlar da yaparlardı. Resûlullahın ictihâdına uymıyan hareketlerde bulunurlardı. Vahy gelmekte iken, onların bu ayrılıklarına birşey denilmedi. Hiçbiri bu yüzden kötülenmedi. Resûlullahın ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunmaları yasak edilmedi. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmın ictihâdlarında ayrılık olmasını istemeseydi, ayrılmalarını beğenmeseydi, ayrılmalarını elbette yasak ederdi. Ayrılanların azâb göreceği bildirilirdi. Resûlullah ile konuşurken, yüksek sesle konuşmanın yasak edildiğini ve yüksek sesle konuşanlara azâb yapılacağının bildirildiğini hepimiz biliyoruz. Hücurât sûresinin ikinci âyetinin meâl-i şerifi, (Ey müminler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden daha yükseltmeyiniz. Onunla konuşurken, birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) dir. Beğenmediği bir hareketi, hemen yasak eylemiştir. Bedr gazâsında esîrlerin ne yapılacağını konuşurken, Eshâb-ı kirâmın ictihâdları arasında ayrılık oldu. Hz. Ömer ile Hz. Sa'd bin Mu'âz, esîrleri öldürelim dediler. Başkaları, para karşılığı koyuverilmesini istediler. Resûlullah de, böyle ictihâd buyurmuştu. Bu ictihâda uyarak, esîrleri koyuvermeye başladılar ise de, sonra âyet-i kerime gelerek, Hz. Ömerin ictihâdının doğru olduğu bildirildi. İctihâdların birbirine uymadığı, böyle daha nice işler olmuştur.
[Bunlardan birini, Ahmed Cevdet Pâşa, (Kısas-ı Enbiyâ) kitabında şöyle anlatıyor: Hicretin altıncı senesinde, bindörtyüz kişi ile Kâbe-i muazzamayı ziyâret için Medîneden Mekkeye gidilirken, kâfirler müslümanları Mekkeye sokmak istemediler. Resûlullah (Hudeybiye) denilen yerde durdu. (Yâ Ömer! Mekkeye git! Harp için gelmediğimizi, Kâbeyi ziyâret edip, geri döneceğimizi onlara söyle!) buyurdu. Hz. Ömer, bu emrin ictihâd yolu ile verildiğini anlayıp kendi ictihâdını bildirdi ve (Yâ Resûlallah! Kureyş kâfirleri, benim kendilerine çok düşman olduğumu bilirler. Aralarına girersem beni parçalarlar. Bu iş için Osmanın gitmesi uygundur. Osmanın orada akrabâsı çoktur. Onu korurlar) dedi. Resûlullah, Ömerin bu cevabına incinmek şöyle dursun, kabûl buyurdu. Mekkeye Hz. Osmanı gönderdi. Resûlullah, bunun gibi Eshâbının nice ictihâdlarını kabûl buyurmuş ve (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin diline yerleştirmiştir) demiştir”].
Resûlullah, son hastalığında, onlar için birşeyler yazmak diledi ve kâğıd istedi. Eshâb-ı kirâm, kâğıd getirmekte birbirine uymadılar. Kâğıd getirelim diyenler olduğu gibi getirmiyelim diyenler de oldu. Hz. Ömer-ül-Fârûk, getirmiyelim diyenlerden idi. (Bize Allahın kitabı Kur'an-ı kerim yetişir) demişti. Bu yüzden de Hz. Ömere saldırıyorlar. Ağızlarına geleni söylemekten çekinmiyorlar. Doğrusu birşey söylemeye hakları yoktur. Çünkü, Hz. Ömer, o ânda Vahyin kesilmiş olduğunu ve Allahü teâlânın emirlerinin tamamlandığını, islâmiyete kaynak olarak, yalnız ictihâd yolunun açık kaldığını anlamıştı. Resûlullah efendimiz, o vakit ictihâd ile anladıklarını yazacaktı. Haşr sûresinin ikinci âyetinin meâl-i şerifi, (Ey akıl sahipleri! Bildirilenlerden ibret alınız!)dır. Burada, ictihâd derecesindeki âlimlere, ictihâd etmeleri emrediliyor. Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Orada yazılacak ictihâd bilgileri için, onlar da ictihâd ederdi. Hz. Ömer, Peygamberimizin hastalığın ağrıları arttığı bir zamanda, bu iş için de sıkılmasını uygun bulmadı. Resûlullahı çok sevdiği için, Eshâbın ictihâdı ile işlerin çözülmesi yetişir.
Resûlullahı yormıyalım düşüncesiyle, (Allahın kitabı bize yetişir) dedi. Müctehidler, aranılan bilgileri, Kur'an-ı kerimden ictihâd yolu ile çıkardıklarından, o yazılacakları, ictihâdla çıkarmamız için, bize Kur'an-ı kerim yetişir buyurdu. Yalnız (Allahın kitabı yetişir) demesinden anlaşılıyor ki, o ânda yazılacak şeylerin, Kur'an-ı kerimde bildirilenlerden çıkarılacağını, hadis-i şeriflerden çıkarılacak şeyler olmadığını sezmişti. Görülüyor ki, Hz. Ömer, Resûlullahı çok sevdiği ve çok acıdığı için, hastalığın en sıkıntılı, acılı zamanında, yazı ile yorulmasını, üzülmesini uygun görmiyerek, kâğıd getirilmesini istemedi. Resûlullahın o ânda yazmak istemesi de, Eshâbına bir ihsânda, bir yardımda bulunmak içindi. Bildirilmesi elbette lâzım olan şeylerden değildi. Eshâbını ictihâd etmek sıkıntısından kurtarmak istemişti. (Kâğıd getiriniz) emri, bir ihsân olmayıp da, elbette lüzûmlu olsaydı, tekrar isterdi. Dilediklerini elbette yazardı. Eshâbının sözlerindeki ayrılığı görmekle, bu emrinden vazgeçmezdi.
Suâl: Hz. Ömer, orada (Acaba sayıklıyor mu? Araştırınız) demişti. Bu ne demektir?
Cevap: Hz. Ömer, o zaman, Resûlullahın, hastalık acıları arasında, bu sözü istemiyerek söylediğini anlamış olabilir. Nitekim (Yazacağım) buyurması, böyle olduğunu göstermektedir. Çünkü, Resûlullah, ümmî idi. Hiçbirşey yazdığı görülmemişti. (Benden sonra yoldan çıkmıyasınız) buyurması da, Hz. Ömeri öyle düşündürmüş olabilir. Çünkü, Allahü teâlâ, din bilgilerinin artık kemâle geldiğini ve nîmetinin tamam olduğunu ve Allahü teâlânın bu hâli beğendiğini bildirmişti. Bu hâlde, yoldan çıkmak nasıl olur ve kısa bir zamanda yazılacak bir şeyle, bu nasıl önlenebilir? Yirmiüç senede yazılmış olanlar yetişmiyor ve yoldan çıkmağı önliyemiyor da, kısa bir zamanda ve hastalığın acılarının çoğaldığı bir ânda yazılacak birşey bunu nasıl önliyebilirdi? Hz. Ömer bunları bir ânda kavrıyarak, gözönünde tutarak (Kâğıd getiriniz!) emrinin insanlık sebebi ile, istemeden mübârek ağzından çıktığını bildi. Bunların iyice anlaşılmasını, tekrar sorulmasını istedi. Bu konuşmalarda sesler çoğalınca, Resûlullah (Kalkınız. Gürültü etmeyiniz! Peygamberin yanında gürültü etmek iyi değildir) buyurdu. Başka bir şey söylemedi. Kâğıd ve kalem ismini anmadı.
Eshâb-ı kirâmın, ictihâd olunacak işlerde, Resûlullahdan ayrılmaları, Allah korusun, nefslerine uymakla, önem vermemekle olsaydı, mürted olurlardı. Müslümanlıktan çıkarlardı. Çünkü, Resûlullaha karşı saygısızlık ve geçimsizlikte bulunmak küfürdür. Bu ayrılıkları, Haşr sûresinin ikinci âyetindeki emre uymaktan doğuyordu. Çünkü, ilimde ictihâd derecesine yükselen yüksek bir âlimin ictihâd olunması lâzım gelen işlerde, kendi ictihâdını bırakıp başkasının ictihâdına uyması doğru değildir. Böyle yapmasını islâmiyet yasak etmiştir. Evet, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilen işlerde ictihâd olunmaz. Herkesin bu açık emirlere uyması lâzımdır. Bunlara inanması ve ayrılmaması vâcibdir.
Eshâb-ı kirâmın hiçbiri gösterişi sevmez, görünüşe bakmazdı. Hepsinin düşüncesi, kalblerini temizlemek idi. Hakîkate ve mânaya bakarak edebi gözetirlerdi. Gösterişe ve söze bağlanmazlardı. Onların birinci düşünceleri ve arzuları Resûlullahın emirlerini yapmak, Onu incitecek en ufak şeyden sakınmak idi. Analarını, babalarını, çocuklarını, âilelerini Resûlullaha feda etmişlerdi. Ona karşı olan inançları ve ihlâsları, sevgileri, saygıları o kadar çoktu ki, mübârek tükrüğünün, mübârek tırnaklarının ve tıraş olunca mübârek saçlarının yere düştüğü görülmemiştir. Bunları kapışırlar, en kıymetli kazanç olarak saklarlar ve bereketlenirlerdi. Yalancılık, birbirini aldatmak gibi kötülüklerin çok olduğu bu zamanda ortaya çıkarılan, o temiz insanların bir sözünde, Resûlullaha karşı saygısızlık anlaşılacak olursa, bu söze başka mâna vermek, sözlerinin bütününden anlaşılan iyi mânayı düşünmek lâzımdır. Kelimelerinin her mânasını düşünmemelidir.
Suâl: İctihâd ile elde edilen din bilgilerinde yanılmak olabilir deyince, Resûlullahın bildirdiği şeylerin hepsinin doğru olacağı söylenebilir mi?
Cevap: Resûlullah zamanında ictihâd ile meydana çıkan bilgiler, birbirine uymadığı zaman, hangisinin doğru olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirilirdi. Çünkü, Peygamberlerin yanlış bir iş yapması câiz değildir. Bir iş için, birbirine uymıyan ictihâdlar meydana çıktığı zaman, bunlardan hangisinin doğru olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirilirdi. Doğrusu yanlışlarından ayrılırdı. Bunun içindir ki, Resûlullah zamanında, bir iş için çeşidli ictihâdlar yapıldığında, melekle vahy gelir, hangisinin doğru olduğu bildirilirdi. Bu doğru olanlara göre hareket edilirdi. Bu işleri de, hak ve doğru olurdu. Resûlullahın bildirdiği, yaptığı şeylerin hepsi, elbette doğru olurdu. Yanlışlık ihtimali yoktur. Çünkü, ictihâdla meydana çıkan bilgilerin de açıkça bildirilenler gibi, doğru oldukları, melekle haber verilmiştir. Bazı işlerin açık bildirilmeyip âlimlerin ictihâdına bırakılması, âlimleri ikrâm için idi ve ictihâd sevabına kavuşmaları için idi. İctihâd ile meydana çıkan din bilgileri, müctehidlerin derecesini yükseltmiştir. Resûlullahın vefâtından sonra yapılan ictihâdlar, yâni, ictihâdla anlaşılan bilgiler kesin değildir. Bu bilgilere, elbette doğrudur denilemez. Onun için, bu bilgilere göre iş yapılır ise de, doğru olduklarına inanmak lâzım değildir. İnanmayanlar kâfir olmaz. Fakat bir iş için, bütün müctehidlerin ictihâdı birbirine benzerse, yâni, icmâ, sözbirliği olursa, böyle olan ictihâdla meydana çıkan bilgiye inanmak da lâzım olur.
Mektûbumuzun sonunu güzel bir ekle bağlıyalım. Resûlullahın Ehl-i beytinin üstünlüklerini bildirelim:
Yûsüf bin Abdülberrin bildirdiği hadis-i şerifte, (Aliyi seven, beni sevmiş olur. Aliye düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Aliyi inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten, Allahü teâlâyı incitmiş olur) buyuruldu.
[Bazıları, bu hadis-i şerife dayanarak, Hz. Ali ile harp edenlere kâfir diyorlar. Hâlbuki, harp edenler birbirine düşman değil idi. Bedenleri inciniyor ise de, kalbleri birbirine kızgın değil idi. Muhârebe yapılırken, Hz. Ali, karşıdakilere (Kardeşlerimiz) buyurmuştu. Hz. Muaviye de Hz. Ali için (Benim efendim) diye yazmıştı. Kısas-ı enbiyâ kitabının İstanbulda 1331 baskısı yedinci cüz', 149. sayfasında diyor ki: Hz. Hasenin hilâfeti teslim etmesi ve Sa'd bin Ebî Vakkâs gibi Eshâbın büyüklerinin kabûl etmesi ile, Hz. Muaviyenin hükûmeti meşru olmuştur. Hz. Muaviye, Eshâb-ı kirâmdan olduğu hâlde, hükûmeti zor kullanarak ele geçirmişti. Lâkin, zaman bunu Îcap ediyordu. İnsanlar halîfenin emrine uymuyorlardı. Güç, kuvvet de lâzım geliyordu. Bunun için saltanat devri geldi. Bu işe, Muaviye haklı ve lâyık idi. Görülüyor ki, bunların dayandığı Kısas-ı Enbiyâ kitabı da Hz. Muaviyenin Eshâb-ı kirâmdan olduğunu yazmakta ve kendisine demektedir. Yüzellibirinci sayfasında diyor ki: Ümmetin işlerini yürütmek için artık, kuvvet, zor kullanmak lâzım geliyordu. Bunu yapmak için de, Hz. Muaviye uygun görülmüş idi. İslâmiyet önceleri halîfenin emri ile yürütülürken, sonra saltanat kuvveti lâzım oldu. Maksat ise, islâmiyetin icrâsı olduğundan, o zaman mevcut olan Eshâb-ı kirâmın hepsi, Muaviyeye bî'at eyledi. Yüzelliyedinci sayfasında diyor ki: Hz. Muaviye, Eshâb-ı kirâmdan idi ve Resûlullahın iltifâtına nâil olmuştu. Kureyşin büyüklerinden idi. İslâmiyeti kuvvet zoru ile yürüttüğünden, kendisine (Halîfe-i Resûlullah) denildi].
Tirmüzî ve Hâkimin bildirdiği hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, dört kişiyi sevdiğini bana bildirdi. Bu dördünü sevmeyi bana emretti. Bunlar, Ali, Ebû Zer, Miktâd ve Selmândır) buyuruldu.
Taberânî ve Hâkimin ve Abdüllah ibni Mes'ûdün bildirdiği hadis-i şerifte, Resûlullah, (Aliye bakmak ibâdettir) buyurdu. Buhârî ve Müslimdeki Berâ hazretlerinin bildirdiği hadis-i şerifte, Resûlullah, Hz. Haseni omuzuna alarak buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Ben bunu seviyorum. Sen de sev!)
Buhârînin bildirdiği ve Hz. Ebû Bekrin haber verdiği hadis-i şerifte, Resûlullah minbere çıkmış idi. Hz. Hasen kucağında idi. Bir bize bakıyor idi, bir de Hasene bakıyordu. (Bu benim oğlum Seyyiddir. Allahü teâlâ, belki bununla iki müslüman askerinin arasını barıştırır) buyurdu.
Tirmüzînin bildirdiği hadis-i şerifte, Üsâme bin Zeyd diyor ki, Resûlullah Hasen ile Hüseyni dizlerine oturtmuştu ve (Bu ikisi benim oğullarımdır ve kızımın oğullarıdır. Yâ Rabbî! Ben bu ikisini seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev!) buyurdu.
Tirmüzînin bildirdiği hadis-i şerifte, Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullaha Ehl-i beytten hangisini daha çok seviyorsun denildikte (Haseni ve Hüseyni) buyurdu.
Müsevvir bin Muharremin haber verdiği hadis-i şerifte, (Fâtıma benden bir parçadır. Onu inciten beni incitmiş olur) buyuruldu.
Hâkimin bildirdiği ve Ebû Hüreyrenin haber verdiği hadis-i şerifte, (Fâtımayı Aliden daha çok seviyorum ve Ali, bana, Fâtımadan daha çok kıymetlidir) buyuruldu.
Âişe buyuruyor ki, Eshâb-ı kirâm hediyelerini benim evimde iken getirirlerdi. Böylece Resûlullahın sevgisini kazanmaya çalışırlardı. Yine buyuruyor ki, Resûlullahın mübârek zevceleri iki kısma ayrılmıştı. Birinci kısmda, ben ve Hafsa ve Safiyye ve Sevde vardı. İkinci kısmda, Ümm-i Seleme ile öteki zevceler vardı. İkinci kısmdakiler, Ümm-i Selemeyi Resûlullaha gönderdiler ve eshâbına (Bana hediye vermek istiyen, hangi evimde isem, oraya getirsin) buyurmasını söyle dediler. Ümm-i Seleme böyle söyleyince, (Beni incitmeyiniz! Bana melek vahyi yalnız Âişenin evinde iken getirmektedir) buyurdu. Ümm-i Seleme de: Yâ Resûlallah! Seni incitmekten Allaha sığınırım. Tevbeler olsun, dedi. O zevceler, ayrıca, Hz. Fâtımayı da gönderip, böyle söylediğinde, (Ey kızcağızım, benim sevdiğimi sen sevmez misin?) buyurdu. Fâtıma, evet dedi. (Öyle ise onu sev!) buyurdu.
Âişe buyuruyor ki, Hadîceye imrendiğim gibi, Resûlullahın hiçbir zevcesine gayret getirmiş değilim. Hâlbuki onu görmemiştim. Resûlullah onun ismini çok söyliyordu. Çok defa koyun kestiği zaman etinden, Hatîcenin yakınlarına hediye gönderirdi. Hatîcenin ismini söylediği zaman, (Dünyada sanki Hatîceden başka kadın yok mu?) derdim. (O şöyle idi, böyle idi. Benim ondan çocuklarım oldu) buyururdu.
Abdüllah ibni Abbâsın bildirdiği hadis-i şerifte, (Abbâs bendendir. Ben de Abbâstanım) buyuruldu.
Deylemînin bildirdiği ve Ebû Sa'îdin haber verdiği hadis-i şerifte, (Benim evladıma, soyuma dil uzatarak, beni incitenlere, Allahü teâlâ çok azâb yapacaktır) buyuruldu.
Hâkimin bildirdiği ve Ebû Hüreyrenin haber verdiği hadis-i şerifte, (Sizin en iyiniz, benden sonra ehlime, yâni Ehl-i beytime iyilik edeninizdir) buyuruldu.
İbni Asâkirin bildirdiği ve Hz. Alînin haber verdiği hadis-i şerifte, (Ehl-i beytime dokunan kimseye, kıyâmet günü bunun azâbı yetişir) buyuruldu.
İbni Adî ve Deylemînin bildirdikleri ve Hz. Alînin haber verdiği hadis-i şerifte, (Sırât köprüsünden en kolay geçecek olanınız, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok seveninizdir) buyuruldu.
Bu konu burada sona eriyor... Bizim itikadımız bu şekildedir...
Allah'a emanet olun...