HAKERi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 8 Mar 2007
- Mesajlar
- 59
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 34
- Konum
- Dünya
- Web Sitesi
- www.imamhatipkardesligi.com
SEYYİD SIBĞATULLÂH-İ ARVÂSÎ
Osmanlı âlim ve velîlerinden. Büyük âlim ve evliyâ Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin talebelerindendir. İsmi Sıbgatullah olup "Gavsü'l-Âzam", "Gavsu Hizânî" veya "Gavs" lakablarıyla meşhûr olmuştur. "Arvâsî" nisbesiyle bilinir. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. Babası, Seyyid Lütfullah Efendi, dedesi Seyyid Abdurrahmân Kutub'dur. Doğum târihi bilinmemektedir. 1870 (H.1287) senesinde vefât etti. Kabri, Hizân'ın Gayda köyündedir.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin "Abdurrahmân Nîgûnam= Abdurrahmân iyi isimli, yüce şanlıdır", yâhut "Kutb-ı Arvâsî" buyurarak medhettiği Abdurrahmân Kutub'un torunu olan SıbgatullahArvâsî küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için husûsî gayret sarf etti. Çok zekî olan Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, kısa zamanda kelâm, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri tahsil etti. Zamânının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid'atten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı.Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Birçok âlim ve velî zâtın ilim meclislerinde ve sohbetinde bulundu. Van'a giderek Seyyid Muhyiddîn Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazîfeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyâzetler ve mücâhedeler çekti. Yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihâyet bir gün hocası ona; "Vefât etmiş velîlerden istifâde edecek, faydalanacak makâma geldin." buyurdu. Seyyid Muhyiddîn vefât edince, Şeyh Hâlid-i Cezrî'ye gitti. Bu mübârek zâtın vefâtına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Tâhâ'nın, Molla Murâd Hurûsî'yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" haberiyle, Tâhâ-i Hakkârî'nin şerefli hizmetine koşup, hakîkî ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayât verici buldu. Seyyid Tâhâ hazretleri,Resûlullah efendimizden mürşidleri vâsıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Öyle ki, Hızır aleyhisselâm ile görüşür, sohbet ederdi. Mürşidi Seyyid Tâhâ hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetine devâm etti. Seyyid Tâhâ'nın huzûrunda kemâl ve ikmâl mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizân ve Gayda'da halkı irşad eyledi ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhar olanın kalbinde, Allah(c.c.)ü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dînin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.
Seyyid Sıbğatullah hazretleri, geceleri hep ibâdetle geçirirdi. Uykusunu, öğleye yakın kısa bir müddet kaylûle yaparak telâfi ederdi. Hep kıbleye dönerek otururdu; buna son hastalığında dahî çok dikkat etti. Dostlarıyla sohbetinden sonra murâkabe hâlinde olur, Allah(c.c.)ü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ederdi.
Yakın talebelerinden biri anlattı: "Abdürrahmân Tâhî (Tâgî), henüz hocamıza bağlanıp talebesi olmak şerefine kavuşmamıştı. Hocamızın, zamânın gavsı olup olmadığı hakkında tereddüdü vardı. Bir gün gavslık alâmetlerini kitaptan okuyarak huzûruna gitmeyi, bu alâmetlerin üzerinde olup olmadığını görmeyi arzu etti. Kitapta; "Gavs olanın üzerine yağmur yağmaz." ibâresi vardı. O, kitaplarla meşgûl iken evine bir talebe geldi ve; "Hocam Sıbgatullah hazretlerinin selâmı var; "Misâfirlerimin kalabalık olması sebebiyle ziyâretine gelemiyorum. Lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin." buyurdu." dedi. Abdürrahmân Tâhî de; "Ben de onu ziyâret etmeyi düşünüyordum. Bugün bizde misâfir ol da yarın berâber gideriz." dedi. Sabahleyin yola çıktılar. Seyyid Sıbgatullah, onların gelmekte olduklarını haber alınca, talebeleriyle kasabanın dışına çıkıp, bir tepenin başında beklemeye başladılar. Mevsim ilkbahardı, gökyüzünde hiç bulut yoktu. Nihâyet beklenen misâfirler geldiler. Tepenin başında güzel bir sohbet başladı. Bu sırada masmâvi olan gökyüzünde bulutlar birikmeye, şimşekler çakıp gök gürlemeğe başladı. Derken sağnak halinde şiddetli bir yağmur başladı. Abdürrahmân Tâhî, kitaptan okuduğu gavs olanın alâmetlerini hatırladı ve dikkatle Sıbgatullah hazretlerini tâkib etmeye başladı. Semâdan inen yağmur tâneleri mübârek Seyyid'in üzerine inmeden etrâfına meylederek yere düşüyor, hiç üzerine yağmıyordu. Herkes sırılsıklam ıslandığı hâlde onun üzeri kupkuru idi. Abdürrahmân Tâhî, bu hâli görünce bir anda kendini kaybederek bayıldı. Oradakiler telâşa kapıldılar ve; "Herhâlde öldü." diyorlardı. Seyyid Sıbgatullah ise; "Korkmayın, telâşa kapılmayın, Allah(c.c.)ü teâlânın sevdiği velî kullarının himmeti bereketli, yardımı kuvvetlidir." buyurdu. Biraz sonraAbdürrahmân Tâhî kendine geldi ve hocamın büyüklüğünü kabûl ederek, en önde gelen talebelerinden oldu.
Seyyid Sıbgatullah'ın talebelerine teveccühü, sohbetinden daha ziyâde ve faydalı idi. Onun için sohbet süresi çok az olurdu. Talebeleriyle sessiz otururken talebelerinden pek çoğu cezbeye kapılır, kendinden geçerdi. Bir defâsında oğlu Behâeddîn, babasından izin alarak vâza başladı. İki saat kadar kalpleri aydınlatan güzel sözler söyledi. Fakat hiç kimsede muhabbet ve cezbe eseri yoktu. Sohbet bittikten sonra, Seyyid Sıbgatullah; "Haydi kalkınız, ikâmet getiriniz de namazımızı kılalım." der demez, cemâat cereyâna kapılmış gibi cezbeye tutuldu.
Sevdiği talebelerinden biri anlattı: "Hocamız bir gün murâkabe hâlinde otururken tebessüm ettiler. Bu hâli daha önce hiç görmediğimiz için merak ettik ve; "Tebessüm etmenizin hikmeti ne idi efendim?" diye suâl ettik. Buyurdular ki: "Bir talebemiz Botan Çayı'nda başını yıkamış, saçını tararken, tarak saçına takıldı. Canı acıyınca bizden yardım istedi. Onun için tebessüm ettim."
Talebelerinden biri anlattı: "Molla Abdülgafûr isminde, hocamızın büyüklüğüne inanmayan biri vardı ki, değil kendisiyle, bizimle bile namaz kılmaya tahammül edemezdi. Cumâ günleri namazını kılar kılmaz câmiden hemen çıkıp giderdi. Bir gün câminin kapısında Seyyid Sıbgatullah ile karşılaştı. Seyyid Sıbgatullah ona; "Molla Abdülgafûr! Sen bizden ne kötülük gördün ki, arkamızdan konuşup gıybetimizi yaparsın?" buyurdu. O da Seyyid Sıbgatullah'ın kolundan tutarak itti ve; "Bunca insanı aldatıp peşinde koşturduğun yetmez mi ki, beni de onların arasına katmak istersin." diyerek itmeye devâm etti. Kolunu onun elinden kurtaran Seyyid Sıbgatullah, ona öyle bir celâl ile baktı ki, Abdülgafûr, yıldırım isâbet etmiş çınar ağacı gibi yere yıkıldı. Sonra da kalkıp hocamın elini öpmeye başladı. Bir taraftan da; "Ne olur efendim beni affediniz. Kötü ve yalancı benim. Yaptıklarıma pişmân oldum. Sizin büyüklüğünüzü anlayamadım, beni affediniz." diyordu. Sonra Abdülgafûr'a; "Ne gördün ki, böyle birdenbire değiştin?" diye sordular. O da; "Gavs bana öyle celâlli bakınca, yemîn ederim ki, başım tâ Arşa kadar yükseldi, sonra tekrar yere düştüm. Gavs'ın büyük kerâmetini gördükten sonra, nasıl pişmân olmam?" dedi.
Seyyid Sıbğatullah hazretleri bir gün talebelerine; "Filân tepeye çıkalım, orada sohbet edelim." buyurdular. O gün talebeleriyle yola çıktılar. Tepenin eteklerine gelince, talebelerden bâzıları önden yürüyüp, oturulacak yerleri, hocaları tepeye çıkıncaya kadar düzeltmek istediler. Seyyid Sıbgatullah, oğlu ve yakın talebesi Abdürrahmân Tâhî, en arkada ve aşağıda idi. Önden giden talebelerin birinin ayağının altından koca bir taş yuvarlandı. Gittikçe hızlanıyor, hocaları Seyyid hazretlerinin üzerine doğru geliyordu. Bütün talebeler korkuya kapıldılar. Abdürrahmân Tâhî ise birden hocasının önüne geçerek, taşın Seyyid hazretlerine değmesine engel olmak istedi. Taş, hikmet-i ilâhî tam önlerindeki bir kayaya çarparak arkasında kaldı. Hâdiseyi seyretmekte olan Seyyid Sıbgatullah, Abdurrahmân Tâhî'nin, canı pahasına yaptığı bu hareketten son derece memnun oldu.
Seyyid Sıbğatullah hazretleri, Allah(c.c.)ü teâlânın bütün mahlûkâtı üzerine çok merhâmetliydi. Sıla-i rahm yapardı. Dostları vefât ettiğinde onların çocuklarını arar, gözetir ve tâziyede bulunurdu. Sohbetlerinde kendisine karşı çıkanlara çok şefkatli ve nâzik davranırdı. Kendisine kötülük yapanlara iyilik yapardı. Yemekte kendisinden evvel kimsenin sofradan kalkmamasını emrederdi. Kalkan olursa onu men ederdi. Allah(c.c.)ü teâlânın emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnetine tam olarak uyardı. Hattâ bir gün çoraplarını giyerken unutarak önce sol ayağından başlayan bir talebesini şiddetle azarlamıştı. İslâmiyetin emirlerini okumadın veya duymadın mı da böyle yaparsın. Bir şey giyerken önce sağ taraftan başlanılacağını ve çıkarırken de sol taraftan başlanılacağını bilmez misin? buyurdu. Teheccüd ve Evvâbin namazlarına devâm ederdi.
Gavs hazretleri talebeleriyle olan sohbeti sırasında; "Bizim yolumuzun esâsı sohbet ve muhabbettir. Sohbet muhakkak lâzımdır." buyurdu.
"Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmânı kazandırır. Eshâb-ı kirâmdan bâzılarının; "Gelin bir saat îmân edelim." sözlerindeki îmândan maksat, sohbettir. (Yâni bir saat sohbet edelim de îmânımız yenilensin, kuvvetlensin.)"
"Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikâmet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günâhtır. Muhabbet, ihlâslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması mânevî felâket alâmetidir."
"Nefsin katli ve ölümü, müslüman olmasından ve kötü sıfatlarının değişmesinden ibârettir."
Komşu kasabadaki talebelerinden biri hastalanmıştı. Ölüm döşeğinde iken; "Himmetinizi istirham ediyorum, yâ mübârek hocam!" diyerek yardım istedi. Seyyid Sıbgatullah, o anda talebeleriyle sohbet ediyorlardı. Bir ara sohbeti yarıda keserek, Abdurrahmân Tâhî'yi o talebesine gönderdi. Hemen yola çıkan Abdurrahmân, kısa bir zaman sonra hasta talebenin evine vardı, onu iyileşmiş oturuyor gördü.
Bâzı sohbetlerinde uzun zaman konuşmazdı. Bu yüksek zümrenin hâllerini bilmeyen bâzı zâhir âlimleri, acabâ Şeyh niçin bize bir şeyler anlatmıyor dediklerinde; "Sükûtumuzdan istifâde edemeyen, konuşmamızdan da edemez." buyururdu.
"Bu zamanda diğer yollardan istifâde edilememesi, kâmil velîlerin kalmamasından mı, yoksa bid'atler sebebiyle midir?" suâline, şu cevâbı verdiler:"Bid'atler karışması sebebiyledir. Zîrâ bu zamanda bid'atler çoğaldı. Bu bid'atlere karşı koyabilecek bir yol, ancak fayda verir."
Kabir azâbıyla ilgili olarak buyurdu ki:
Kabir azâbı, dünyâ sevgisini âhiret sevgisine tercih edenlere olur. İkisinin sevgisi müsâvî, yâhut âhireti dünyâdan çok sevene kabir azâbı yoktur."
Bid'atlerden ve kötülüklerden sakınmak husûsunda buyurdu ki:
"Bid'atlerin hepsi karanlıktır. Onlarda güzellik yoktur. Bizim yolumuzun üstünlüğü, bid'at karışmamış olmasıdır. Ortadan kalkan her yol, bid'at yüzünden kalkmıştır. Farzlarla yetinip, bid'atlerden kaçınan kimse, bir bid'at işleyip, birçok tâatler yapıp hâl ve mevâcide kavuşandan üstündür."
"Bu son zamanlarda sünnet, bid'atler arasında, gece karanlığında ışık saçan inci gibidir. Zaman, dînin garîb olduğu zamandır. Bunun için bu zamanda talebeye az bir gayretle, orta zamanlardaki çetin mücâhedelerle elde edilenden daha çok sevâb verilir."
"Bir şey için olan hırs ve gayret, ona olan sevginin netîcesidir."
"Müminin kabrinde yüzünün kıbleden çevrilmiş görünmesi, dünyâ sevgisi üzerine ölmesindendir."
"Hasedden zararlı kalb hastalığı yoktur. Âlimlerin âfeti de ondandır."
Evliyânın hallerini anlatmak ve dinlemek husûsunda buyurdu ki:
"Evliyânın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshâb-ı kirâmın menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir, günahları mahveder."
Seyyid Sıbgatullah'ın hocası Tâhâ-i Hakkârî hazretleri kendisine; "Ne kendin sesli zikret, ne de başkasına ettir." buyurdu. O da ona uydu. Öyle ki, insanlar sesle olan bütün zikirleri mezmûm (kötülenmiş) sandılar. Seyyid Sıbgatullah hazretleri gönüllerinden geçeni anlayıp şöyle buyurdu: "Bütün zikirler mezmûm değildir. Teşrik tekbirleri, ölüye telkin, aksırıp "elhamdülillah" diyene, "yerhamükellah" demek derin vâdiye inerken, yükseğe çıkarken okunacak tesbihler ve benzerlerini sesli söylemek sevâb olup, eserde gelmemiş ve sâbit olmamış olanlar mezmûmdur."
Seyyid Tâhâ hazretleri kendisine yazdığı mektûbda; "Talebenin hocasına ihlâs ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah(c.c.) korusun istidractır. Şekâvet alâmetidir." diye yazdı. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.
Gavs hazretleri, ömrü boyunca İslâmiyeti öğrendi, öğretti. İnsanlara anlatarak onların iki cihân saâdetine kavuşmaları için çalıştı. Bir gün talebelerine şöyle anlattı: "Sırrî-yi Sekatî buyurdu ki: "Korku, küfürden başka kalb hastalıklarını giderir. Muhabbet bunu da siler." Bunun için biz yolumuzda muhabbeti esas aldık. Talebelerinden Abdurrahmân Tâhî; "Muhabbet ve ihlâstan hangisi üstündür?" diye sorunca; "Bu ikisi yemek ve su gibidir. Yâni bu ikisi olmadan tasavvuf yolculuğu olmaz." buyurdu.Abdurrahmân Tâhî; "Hangisi asıldır?" dedi. Ona cevâben; "İhlâs" buyurdu.
Tasavvuf yolcusunun durumuyla ilgili olarak buyurdu ki: "Fıkıhta bir mezhebe uyup amel edenin ictihâd derecesine varmadıkça, imâmından ayrılıp nasslara uyması doğru olmadığı gibi, tasavvuf yoluna intisâb eden bir kimsenin de, hocasının ve hocasının halîfelerinin koyduğu usûl ve edeplerden dışarı çıkması uygun değildir. Bununla meclisinde bulunan ve ayağını öpmek isteyen bir talebesine mâni olmak istedi. Abdurrahmân Tâhî; "Bu hususta hadîs-i şerîf vardır. Birisi Resûlullah'tan elini öpmek için izin istedi, müsâde buyurdu. Ayağını öpmek istedi, müsâde buyurdu.Secde için izin istedi, müsâde etmedi." dedi. Bunun üzerine Gavs buyurdu ki: "Bu yolun geçmiş büyüklerinin birinden ve kendi hocası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinden bahs edip; "Bu işe mâni olurlardı. Şöyle ki, Muhammed Pârisâ hazretleri vefât edince, oğlu babasının ayağını öpmek için eğildiğinde, öptürmemek için ayağını çekmiştir." buyurdu.
Vefât etmeden önce; "Amel ediniz?" buyurdu. "Amel nedir?" diye sordular. "Amelden maksâd râbıtadır, yâni mürşidini düşünüp ona bağlanmaktır." buyurdu. Devâm ederek; "Maksad, İslâmiyet'in bildirdiği yönde istikâmet üzere olmaktır. Bid'atten ve İslâmiyet'e aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz. Tasavvuf, İslâmiyete uymak demektir. Molla Yûsuf Ali; "Evliyâlık, İslâmiyetin emirlerini yapmakla kazanılır." buyurdu. Fakat kalb hastalıklarının izâlesi için hocasıyla sohbet de şarttır. İslâmiyete uymadan vilâyete, yâni velîliğe kavuşulur diyen sapıktır, zındıktır. Namazlardan hemen sonra istigfâr ediniz. İslâmiyetin bildirdiği hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol gösterici olamaz." buyurdu.
Halîfelerinden Abdurrahmân Tâhî'ye vasiyet ederken; "Büyüklerin yolunu değiştirme. Ben hocamın bana emrettiği gibi değiştirmedim. O da hocasından aldığı gibi hiç değiştirmedi. Rüyâda hocam Seyyid Tâhâ hazretlerini gördüm, buyurdu ki: "Talebenin hocasına saygılı olmasının faydası, onun büyüklüğünün ortaya çıkması ve olabilecek edepsizliklerden kurtulmasıdır."
Seyyid Sıbgatullah hazretleri Bitlis'de bulunduğu sırada bir gün sabah namazından sonra; "Ölümüm sonbaharın sonuna doğru olacak." Başka bir zaman Abdurrahmân Tâhî'nin de bulunduğu bir sırada oturduğu odanın boşaltılmasını emir buyurdu ve vasiyetini yazdıracağını bildirdi. Abdurrahmân Tâhî; "Efendim bu vasiyet de ne oluyor?" dedi. "Bana ilhâm yoluyla yaşamayı veya ölmeyi tercih etmem istendi. Rûhum âhireti diledi." buyurdu. Abdurrahmân Tâhî hazretleri; "Efendimiz sizin hayatta olmanız insanların hayrını çoğaltır. Sadaka veriniz, zîrâ sadaka kaderin hükmünü önler. Kaderin hükmünün kesin olmayıp, sadaka verip vermemeye bağlı olması muhtemeldir." dedi. Bunun üzerine Sıbgatullah Arvâsî hazretleri emir verip çokça sadaka dağıttırdı. Fakat ertesi gün sâlihâ bir kadın gelip; "Eyvâh! Eyvâh! Gavs-ı Âzam şu alçak dünyâdan ayrılıp, Hakk'a kavuşma yolculuğunun eşiğindedir." dedi. "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordular. Kadın; "Gavs bana dedi ki: Daha önce hastalanınca sadaka veriliyor ve ecel tehir ediliyordu. Halbuki bu sefer ecelim kesindir. Zîrâ Kazâ-i mübremdir. Ona hiçbir şey engel olamaz, buyurdu." dedi.
Hazret-i Gavs'a halîfesi Abdurrahmân Tâgî, Teşrin-i sânînin (Kasım ayının) dokuzunda; "Daha önce belirttiğiniz ecelinizin vakti geçti." dedi. "Hayır geçmedi. Çünkü Kânun-ı evvelin (Aralık ayının) ilk on günü de sonbahardan sayılır." buyurdu. Bir gün; "Cumâ günü, ölüm için güzel bir gündür. Fakat Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Pazartesi günü vefât etmiştir. Şeyhim Seyyid Tâhâ iseCumartesi günü vefât etti." buyurdu. "Cumartesi günü" sözünü bir kaç kere tekrar etti. Kendisinin bu günde vefât edeceğini tahmin etti.
Ölüm öncesi hastalığı sırasında kendisini ziyârete gelen kimselere hastalığının şiddetinden bahsetmediği gibi, aksine iyi olduğundan bahsederdi. Hattâ vefât ettiği gün, akrabâları izin isteyip köylerine gittiler. Çünkü sıhhatinin yerinde olduğunu gördüler. O günlerde çorba suyundan başka bir şey yemiyordu. Hastalığı sırasında hiç uyumuyor, sâdece kıbleye karşı oturuyor, bâzan sağına, bâzan sol tarafına yaslanarak murâkabede bulunuyordu. Ölüm hastalığı sırasında hiç inlemedi. Sekerât-ı mevtinden önce yerine halîfe bıraktığı oğlu Seyyid Behâeddîn'i yanına çağırdı. "Evlâdım! Talebelerim sana emânet. Onları büyük bir îtinâ ile yetiştir. Gözün gibi koru. Sohbet ve teveccühlerini üzerlerinden esirgeme. Sakın şöhret isteme. Allah(c.c.)ü teâlânın emirlerini yap, yasaklarından kaçın. Dîne muhâlif iş yapma. Seni yetiştiren hocanı ve Allah(c.c.)ü teâlânın dostlarını incitme, onların her zaman gönüllerini almayı ihmâl etme." buyurdu. Dostlarıyla vedâlaştıktan sonra da; "Ben ölünce arkamdan ağlamayınız." buyurdu. Sonra bir müddet murâkabe hâlinde kaldı.
İki küçük oğlunu Seyyid Nûr Muhammed ve Seyyid Burhan'ı zâhirî ve mânevî terbiyeleri için Molla Abdurrahmân-ı Meczûb'a teslim etti. Seyyid Tâhâ hazretlerinden naklederek; "Kılıç kınından çıkmadıkça, bir şey kesemez." buyurdu. Vefât ettiği Cumartesi günü öğleden sonra Sekerât-ı mevt hâline girdi. Bu hâlinde yanına giren Abdurrahmân Tâgî ve Molla Abdurrahmân Meczûb, sessizce "Yâsîn" sûresini okudular. "Beni doğrultun." buyurdu. Doğrulttular. Tekrar; "Beni yatağıma uzatın." buyurdu. Birkaç defâ doğrulttular ve tekrar yatağa uzattılar. Ölüm hastalığının ızdırabı fazlalaşınca, Abdurrahmân Tâgî'ye bakarak; "Böyle olsun bakalım." dedi ve ölümü tercih ettiğini belirtti. Sarığını çıkardı. Göğsüne buz koydular. Yâsîn-i şerîf sûresini yüksek sesle okumalarını tavsiye buyurdu. Rabbine bir an evvel kavuşması ve ecelinin çabuk son bulması için duâ edilmesini ve bunun için, oğluna sadaka vermesini emretti. Bu sırada yanına girenlere oturmalarını söyledi. Ağır sekerâta girip rûhunu teslim edeceği zaman, sekerâtın şiddet ve ağır hallerinden hiç şikâyetçi olmadı. Kendisini yatağına koymalarını isteyince, kollarından tuttular. Lâkin yatağa kadar yürüyerek gitti. Yüksekliği bir dirsek boyu olan sedirine kendisi çıktı. Sağ yanına yaslandıktan sonra tebessüm eder bir vaziyette Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. O anda odanın içine bir güzel koku yayıldı. Bu kokuyu odanın dışında duran diğer talebeleri de duydular. Bu koku defin esnâsına kadar devâm etti.
Oğlu Celâleddîn Efendi, cenâzesini yıkadı. Yıkama esnâsında yakın hizmetçisi Ali Efendi ve Abdurrahmân Tâgî ona yardım ettiler. Techiz ve kefenlenmesi yapıldıktan sonra talebeleri ve sevenleri tarafından cenâze namazı kılındı ve Gayda'da defnedildi.Mübârek kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmekte feyz ve bereketlerinden istifâde edilmektedir.
Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin yolu, başta halîfesi ve oğlu Seyyid Behâeddîn hazretleri, diğer halîfeleri Abdurrahmân Tâgî, Şeyh Hâlid-i Şirvânî, Şeyh Abdurrahmân Behtânî, Sofî Mustafa Kûlâtî, Ali Can Külpikî gibi zâtlar tarafından devâm ettirildi.
Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin on kardeşi vardı. Bunlardan birisi; zâhid yâni dünyâya ehemmiyet vermeyen, cömert ve velî bir zât olan Seyyid Molla Resûl Zeki idi. Diğerleri; Seyyid Cemâleddîn, Seyyid Nûreddîn, Seyyid Abdülmelik, Seyyid Abdülkahhâr, Seyyid Abdülgaffâr, Seyyid Muhammed, Seyyid Âbid, Seyyid Abdülganî, Seyyid Mevlânâ'dır. Bunların hepsi âlim ve zâhid olup, zamanlarını medreselerde geçirirlerdi.
Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin, Seyyid Celâleddîn, Seyyid Behâeddîn, Seyyid Hamzâ, Seyyid Nûr Muhammed ve Seyyid Hasan adlı oğulları vardı. Ayrıca Seyyid Bahrî, Sultan Veled ve Burhâneddîn adlı üç oğlu ise küçük yaşta vefât etmişlerdir.