(Büyük Alimlerin Hayatları)
Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri
Büyük islam âlimlerinden ve evliyanın meşhurlarındandır. Künyesi, Ebu Muhammed’dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a’zam gibi lakabları vardır. İran’ın Geylan şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost’tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şerifdir. Abdülkadir Geylani hazretleri 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefat etti. Türbesi Bağdad’dadır.
Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid idi. Önceden Şâfi’î mezhebinde idi. Hanbeli mezhebi unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti. Böylece, bu mezhep yayıldı.
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir: Birisi (Nübüvvet yolu) olup, aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu yoldan vâsıl oldular. Sonra gelenlerden pekaz zevât da, bu yoldan ermiştir. Bu yolda sebebe, vasıtaya lüzum yoktur. Bir kâmil ve mükemmilin sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp ilerlerler. İkinci yol, (Vilâyet yolu)dur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ, Büdelâ ve bütün Evliyâ bu yoldan vâsıl olmuştur. Bu yola, (Sülûk yolu) da denir. Bu yolda, vasıta, aracı lazımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi Resûlullahdır. Vilâyet yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Alîdir. Bu yolda, Resûlullah onu vekil etmiştir. Hz. Fâtıma ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin onunla ortaktırlar. Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i Alînin aracılığı ile gelir. Ondan sonra hazret-i Hasan ve Hüseyin bu vazifeyi teslim aldı. Bunlardan sonra, sıra ile, oniki imâmın evlâdına verildi. Sonları olan Muhammed Mehdîden sonra, başkasına verilmedi. Bütün Evliyâya feyz ve hidâyet bunlardan gelmeye devam etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle gelince, bu mansıb, ona verildi. Bundan sonra da, kimseye verilmediği keşf ve müşâhede ile anlaşılmaktadır. Vefâtından sonra da, kıyâmete kadar, herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun rûhâniyetinden gelmektedir. Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Nübüvvet yolu) ile vâsıl olduğundan, vasıtaya ihtiyaçları yoktur. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, nübüvvet yolunda Resûlullahın vekilidir.
Abdülkadir Geylani hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair alametler, işaretler görülmüştü. Babası rüyasında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshab-ı kiramı radıyallahü anhüm ve evliyayı gördü. Peygamber efendimiz kendisine; “Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana kamil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak.” buyurdu.
Doğduktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte gün boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.
Doğduğu senenin ramazan-ı şerif ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, ramazan-ı şerifin henüz çıkmadığını anlayıp oruca devam ettiler.
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerine, “Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?” diye sordular. Buyurdu ki:
“Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın.” dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; “Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim.” dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. “Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem.” dedi. Küçük bir kafile ile Bağdad’a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. “Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?” diye sordu. “Kırk altınım var.” dedim. “Nerededir?” dedi. “Koltuğumun altında dikili.” dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. “Altının var mı?” dedi. “Kırk altınım var.” dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. “Neden bunu söyledin?” dediler. “Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım.” dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; “Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum.” dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, “İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol” dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir.”
Abdülkadir Geylani efendi, Bağdad’a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti.
İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi’nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam edenler arasında pek çok âlim yetişti.
Abdülkadir-i Geylani hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşad ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdad’ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:
Irak’ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazan uzun müddet yemezdim ve “açım açım” diye içimin feryadını duyardım. Bazan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; “Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır.” mealindeki İnşirah suresinin beşinci ve altıncı ayet-i kerimelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi.”
Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu halde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; “Ey Abdülkadir! Onlarla mücadele et, onlara galip geleceksin.” derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; “Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım.” diye beni tehdit ederdi. Canu gönülden, “La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim” okuyunca, onun tamamen yandığını görürdüm.
Bir kere Abdülkadir Geylani hazretleri şöyle bir ses işitti: “Ey Abdülkadir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.” Bunun üzerine Abdülkadir Geylani Euzü çekti. “Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel’un!” diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; “Ey Abdülkadir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım.” dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; “Sana haramları helal ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez.” buyurdu.
Başka bir kere gayet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. “Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun.” dedi. “Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş.” dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defa elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnada elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlub ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gayet üzgün olarak; “Senden ümidimi kestim. Galiba seni yoldan çıkaramayacağım.” dedi. “Sus ey mel’un!” dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.
Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. “Bunlar nedir?” dedim; “Dünya zevkleri ve zinetleridir.” denildi. Dünya ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nimetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızasına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan manileri, engelleri gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Senin içinde bulunan manilerdir.” denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Arzu ve isteklerindir.” denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücadele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedricen, safha safha mücadele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadasız yerlerde kalmaya mecbur ettim. Kerh harabelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları… Dünya sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çareye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütalaa ediyordum. Nefsim; “Biraz uyu, sonra kalkarsın.” dedi. Ona muhalefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur’an-ı kerimi hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşeri sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O’nunla olmak olan “fakr” mertebesine ulaştım”.
Nihayet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu.
Sahralarda dolaşırken “Ol” sözü ile ihsan olundum. Allahü teâlânın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan haya ettim. Allahü teâlâya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Nihayet Abdülkadir Geylani hazretleri Bağdad’da insanları irşada, Allahü teâlânın beğendiği yolda bulunmaya davete ve nasihat etmeye başladı. Bir gün kendini nurların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resulullah efendimiz Allahü teâlânın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nurun git-gide çoğaldığı bir anda Resulullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; “Bu, kutubluk denilen velilere ait evliyalık elbisesidir.” buyurdular.
Abdülkadir Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi.
Birgün, minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevazi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına devam etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye sual edince; “Ceddim Resulullah’ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vaaz etmemi emr etti, dedi.
Sohbetlerinde bazan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma, salı ve pazartesi gecesi halka vaaz ederdi. Vaazında, âlim ve evliyadan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam etti. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Huzurunda Kur’an-ı kerim tegannisiz gayet sade, tecvide riayetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suallere gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.
Önce lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbai ismindeki bir zat anlatır:
Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibadetle meşgul olmak istedim. Gidip Abdülkadir Geylani’nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda oturdum. Bana bakıp; “Eğer inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zatların, yani mürşid-i kamillerin huzurunda edeb öğren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek icabeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın.” buyurdu.
Bağdad’ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nur çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hal kaplayıp, Abdülkadir Geylani hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suallerinizi sorun buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; “Size ne oldu böyle?” denildiğinde; “Huzurunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suallerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık.” dediler.
Ebu Sa’id Kilevi şöyle anlatmıştır:
Ben, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin meclisinde iken, Resulullah efendimizi ve enbiyayı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defasında da Hızır aleyhisselamı görmüştüm. “Her kim dünyada kurtuluşa ermek ve saadete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkadir’in meclisine devam etsin!” buyurmuştu.
İbn-i Kudame şöyle söylemiştir:
“1166 (H.561) yılında Bağdad’a girdiğimizde, Abdülkadir-i Geylani hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sahipti. Onun gibi bir zata daha hiç rastlamadık.”
Abdülkadir Geylani hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya ruh, alem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler önce gelenleri daima tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri itikadın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından sapıtmışlardır.
Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zat gelmişti. Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkadir Geylani hazretleri; “Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim.” buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefat etti.
Abdülkadir Geylani hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükut eder, konuştuğunda gayet cazib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din hususunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; “Ondan daha kerim ve lütufkar kimse olamaz.” kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, azad ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Ambarında helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:
“Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!”
Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.
Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resulullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.
Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesile ederek, araya koyarak Allahü teâlâya dua ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki:
“Sıkıntıda olan bir kimse beni vesile edip Allahü teâlâya yalvarsa derhal sıkıntısı gider. Şiddet anında her kim benim ismimi ansa derhal rahata kavuşur. Abdülkadir Geylani’nin hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, derhal işi görülür.”
Bir defasında; “İyi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?” diye sorduklarında; “İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık.” buyurdular.
Cinler de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.
Duası makbul idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; “Babamı rüyada azab içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkadir’e git, bana dua etsin. Belki Allahü teâlâ beni azapdan kurtarır.” dedi. Bunun için sana geldim. Babama dua ediverin de azaptan kurtulsun.” dedi. Abdülkadir Geylani hazretleri sükut buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyasında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; “Baba, dün azab içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?” diye sordu. Babası; “Şeyh Abdülkadir bana dua etti. Allahü teâlâ onun duası hürmetine beni azaptan kurtardı.” dedi.
Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.
Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.
Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamayacağını söylerdi.
Bir kadın, çocuğunu Abdülkadir-i Geylani hazretlerine getirip; “Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu azad edip, size getirdim.” dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarikatta süluke başlattı. Bu şekilde devam ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer halde buldu. Bu hal ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. “Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.” dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; “Kum bi-iznillah!” yani Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitaben; “Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!” buyurdu.
Ebü’l-Hacer Hamid Hirani anlatıyor:
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerinin medresesine gittim ve huzurunda oturdum. Bana; “Ey Hamid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın.” buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran’a dönünce, Sultan Nureddin beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkadir Geylani hazretlerinin o sözünü hatırlarım.
Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkadir Geylani hazretleri buyurur ki:
“Kerametler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerametini gizlemeyen dünyaya düşkündür. Bana talebe olan yahut evladımdan ve halifelerime bağlı olup, keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü iki dünyada kara olur.”
Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
“İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması.”
“Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille söylemektir.”
“Büyük âlimlere tabi olunuz; bid’at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere sapmayınız. İtaat ediniz, muhalefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız.”
“Kalb dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz.”
“Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur. Peygamber efendimiz; “Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzundur.” buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir.”
“İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.”
İlk önce yapılması lazım olan şeyler hususunda:
“Mü’minin, en önce farzları yapması lazımdır. Farzları bitirdikten sonra, vacib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle meşgul olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabul olmaz. Hz. Ali’nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resulullah efendimiz buyuruyor ki: “Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.” Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermayesi, nafileler de kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz.” buyurdu.
Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:
“Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, salihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hasıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.
Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü teâlânın kitabının ve Resulünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felah bulur kurtuluşa erersin.”
Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve O’nun katında bulunan nimetler olmalıdır. Dünyadan (haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında ahirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sadece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de ahiret için hazırlık yap.”
Faydasız şeyleri bırakmak hususunda:
“Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Resul-i ekrem; “Hayat, ahiret hayatıdır” buyurdu.”
İyi zan sahibi olmak hakkında:
“Müslümanlar hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda ahireti düşünen âlimlere sor.”
Dua hakkında:
“Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; “Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim.” deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.
Ahiret işlerini önce yapmak hususunda:
“Ahireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce ahireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyanı sermaye, ahiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyadan artan zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riayet etmezsin. Sonra dünya işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, heva ve isteğine hatta şeytana tabi olursun. Ahiretini dünyaya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Halbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selamet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar ahiret yolu, Rabbine taat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabul etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevasında ona uydun. Sonunda dünya ve ahiretin hayırlısını kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünya bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyadan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini ahiret yoluna çekseydin, ahiretini esas ve sermaye kabul etseydin, dünya ve ahiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itaat edersen, Allahü teâlânın has kullarından olursun.”
Yapılan nasihatı kabul etmek hakkında:
“Kardeşinin sana yaptığı nasihatı kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resul-i ekrem; “Mümin, müminin aynasıdır.” buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasihatlerde samimidir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır.”
Acele etmemek hususunda:
“Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umumiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazinedir.”
Gaflet hakkında:
“Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları kurmakla meşgul oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzurunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Halbuki Allahü teâlâyı anmak, ariflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mani olan her şeyi unutturur.”
Allah için yapılmayan işler hakkında:
“Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hali nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızasını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, adi ve bayağı niyetlerin için tövbe et.
İnsanlara gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin. Resul-i ekrem daima tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sadece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.”
Allahü teâlânın sevgisinde samimiyetin nasıl belli olduğu hususunda:
“Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samimi olup olmadığı, başına bela ve musibet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musibet geldiğinde sabır ve sükun halini muhafaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musibet ve fakirlik zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alamet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; “Ben seni seviyorum.” deyince; “Fakirlik için bir elbise hazırla.” buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; “Ben Allahü teâlâyı seviyorum.” deyince; “Bela için elbise hazırla.” buyurdu.”
Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dair:
“Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.
Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde mealen; “Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” buyuruyor (Bekara suresi: 153)
Hayatı fırsat bilmeye dair:
“Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz.”
Kabir ziyaretine dair:
“Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir.”
Günahlardan sakınmak hususunda:
“Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; “Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür.” buyurdu.”
Hasedin, Allahü teâlânın gazabına sebep olacağı hususunda:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin imanını zayıflatır. Mevlanın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz; “Allahü teâlâ, hasetçi kimse nimetimin düşmanıdır,” buyurdu.” diye bildirmiştir. Resul-i ekrem bir hadis-i şerifte; “Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer.” buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin hususunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nimetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsanından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasip olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pekçok kıymetli eserlerinden bazıları: 1) Günyet-üt-Talibin, 2) Fütuh-ul-Gayb, 3) Feth-ur- Rabbani, 4) Füyuzat-ı Rabbaniyye, 5) Hizb-ül-Besair, 6) Cila-ül-Hatır, 7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye, Yevakit-ül- Hikem, 9) Melfuzat-ı Geylani, 10) Divanu Gavsi’l A’zam’dır.
Gavsul Azam (KSA) Hz.leri bir mahalleden geçerken bir müslümanla bir hıristiyanın münakaşa ettiklerini gördü. Sebebini sordu. Müslüman: “Bu hıristiyan, ‘Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden üstündür.’ diyor, ben ise bizim peygamberimizin üstün olduğunu söylüyorum.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri hıristiyana: “İsa (AS)’ın, Hz. Muhammed (SAV) Efendimiz’den üstün olduğunu hangi delille isbat ediyorsun?” buyurdu. Hıristiyan: “Bizim peygamberimiz ölüyü diriltirdi.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri: “Ben peygamber değilim, sadece peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)’a uyan bir müslümanım. Eğer ölüyü diriltirsem, peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV)’e inanır mısın?” buyurdu. Hıristiyan: “İnanırım.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri: “Bana harab olmuş, eski bir kabir göster ve peygamberimizin üstünlüğünü gör.” buyurdu. Eski bir kabir gösterdi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri hıristiyana: “Sizin peygamberiniz ölüyü diriltmek istediği zaman hangi sözleri söylerdi?” buyurdu. Hıristiyan: “Kum Bi İznillah- Allah’ın izni ile kalk, diril derdi.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri leri ona: “Bu gösterdiğin kabirde yatan kişi, dünyada şarkıcı idi. İstersen onu şarkı söyler halde dirilteyim.” buyurdu. Hıristiyan: “Peki, öyle olsun.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri kabre döndü ve: “Allah’ın (CC) izni ile kalk.” buyurdu. Kabir açıldı ve ölü şarkı söyler halde kalktı. Hıristiyan bu kerameti görünce, Peygamberimizin (SAV) üstünlüğünü ikrar edip, Gavsul Azam (KSA) Hz.leri’nin elinde müslüman oldu.
. Kendisine Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) Efendimiz şöyle sordular:
- Gavsulazam Şeyh Seyyid Abdulkadir (KSA) : “Kademi hâzâ alâ rakabeti külli veliyyullahi teâlâ” buyuruyor. (Yani bütün Allah’ın (CC) velilerinin omuzları benim ayağımın altındadır) Buna ne dersiniz?
Şah-ı Nakş-i Bend (KSA) elini göğsüne koyarak şu cevabı vermiştir: “Alâ aynî ve basîretî.” (yani başım ve gözüm üstüne)
Muhammed Bahauddin (KSA) Hz.leri’nin, Nakş-i Bend ismini alması şöyle olmuştur:
Kendisi anlatıyor:
- Şeyhim Külal bana ismi celal, yani Allah (CC) ismini telkin etmişti ve bu isilme meşgul olmamı istedi. Ben de bu ismi çeker, tefekkür ederdim. Lakin isim yalnız dudaklarımda kalır, kalbime bir türlü işlemezdi.
İşte bundan dolayı sıkıntı içindeydim ve bir gün sahrada dolaşırken Hızır (AS) benim hacetimi keşfedip bana: “Ey Bahaeddin (KSA)!” dedi, “sıkılma! Elbet senin de derdinin çaresi bulunur.” Ben ona sual ettim: “Benim derdimin çaresi nasl bulunur?” O dedi ki: “Yeryüzünde tasaffur sahibi büyük bir veli vardır. İsmi Abdulkadir’dir (KSA). Türbesi Bağdat şehrinde. Kim O’ndan (KSA) hacet dilerse, hacetine yerişir.”
Bunun üzerine Seyyid Abdulkadir’den (KSA) istimdat ettim. O esnada Hz. Hızır (AS) beni Bağdat’a Hz. Pir Abdulkadir’in (KSA) yanına iletti ve kendimi bir anda Gavsulazam Sultan Şeyh Abdulkadir-i Geylani’nin (KSA) huzurunda buldum. Ve O’na (KSA) derdimi anlattım. “Ey alemlerin elini tutucu. Sen benim elimi tut ki, sana el tutucu desinler.” dedim.
O anda Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) bir kere “Allah (CC)!” dedi ve mübarek elini uzatıp kalbimin üzerine koydu. O anda kalbimdeki sıkıntı gitti ve bana hikmet perdeleri açıldı. Hz. Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (KSA) şöyle devam etti: “Ya nakşbendî âlem, nakşi mârâ begir ki turâ nakşebend güyend…” (yani: Ey alemlerin nakşını tutucu. Sen benim nakşımı tut ki, sana Nakş-ı bend desinler)
Gözümü göğsüme çevirdiğimde orada bir yazı ile Allah ismini okudum ve ve ismim de Nakş-i Bend oldu.”
Daha sonra Muhammed Bahauddin Nakş-i Bend (KSA) Hz.leri, hem kendi türbesinde hem de Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.lerinin türbesinde yazılı olan şu medhiyyeyi söyledi:
Padişahî herdüâlem Şahi Abdülkadirest
Serveri evlâdı Âdem Şahı Abdülkadirest
Âfütabu Mâhitâbi Arşı ve Kürsiyyi Âlem
Nûr-i Akdes, Nûr-i Âzam Şahi Abdülkadirest…
ANLAMI:
Dünya ve ahiretin padişahı Şah Abdülkadir’dir (KSA)
Evlad-ü Ademin (insaoğlunun) serveri, Şah Abdülkadir’dir (KSA)
Güneş, Ay, Arş, Kürs, Kalem bunların cümlesi
Nuru Şah Abdulkadir’in (KSA) kalbinden aldılar…
Bize Ali gülü derler
Kadiri bülbülü derler
Aşk narının külü derler…
Kadiriyiz şan bizimdir
Bu gece meydan bizimdir…
Aman saki doldur doldur
Dolan nur, dolduran nurdur
İçmeyenler Hak’tan durdur
Kadiriyiz şan bizimdir
Bu gece meydan bizimdir…
Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri vefat edeceği sırada, oğullarına: “Yanımdan ayrılın, çünkü zahirde sizinle, batında sizden başkasıyla (yani Allah-ü Teala (CC) Hz.leri ile beraberim)” buyurdu.
Yine o esnada buyurdular: “Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın.” Yine buyurdu: “Aleykümüsselam ve Rahmetullahi ve Berekatühü. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri beni ve sizi mağfiret etsin. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri benim ve sizin tevbelerimizi kabul etsin. (Bismillah Gayre Müveddedin)”
Bir gün bir gece hep böyle buyurdular. Oğlu Şeyh Abdürrezzak (RA) anlatır: “Gavs-ül Azam o esnada, ellerini kaldırıp uzattı ve ‘Ve Aleyküm Selam ve Rahmetüllahi ve Berekatühü, Tevbe ediniz ve size geliyorum denilenlerin safına giriniz’ buyurdu. Vefat ederken iki defa; ‘Allahümme Refikül A’la’ deyip: ‘Size geliyorum, size geliyorum’ buyurdu. Tekrar buyurdu ki: ‘Durun’ Bunun ardından ona ölüm ve sekerat hali geldi. Bu halde iken: ‘Bana kimse bir şey sormasın. Ben Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin ilminde bir halden başka bir hale geçmekteyim’ buyurdu. Son anlarında oğlu Abdülcebbar: ‘Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?’ diye arz edince: ‘Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri iledir.’ buyurdu. Oğlu Şeyh Abdülaziz: ‘Hastalığınız nasıldır?’ diye sorunca: ‘Benim hastalığımı, insan cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin ilmi, hükmü ile nakıs olmaz. Hüküm değişir, ilim değişmez. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümmü-l Kitab O’ndadır (CC). “O’na (CC) yaptığından sual olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur.”[1]buyurdu.
Daha sonra, “Kudret ile hakim kullarına ölüm ile galib olan Allah-ü Teala (CC) Hz.leri, her ayıp ve kusurdan münezzehidir. Lailahe illellah Muhammedün Resulüllah.”, sonra “Allah Allah Allah… (CC) ” deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mükerrem ruhunu teslim eyledi. Vefatı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenaze namazını kılmak üzere görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenaze namazını oğlu Abdülvehhab kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defnedilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar halinde ziyaretine geldiler. Bu ziyaretler günlerce devam etti (ve kıyamete kadar da mübarek türbesinin ziyareti devam edecektir.)
Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (ksa) Hz.leri Hicreti Nebeviyyenin 561 (M.1166) senesinde 91 yaşında iken Bağdatta vefat etti. O gün bu gün mübarek türbesi ziyaret edilmektedir. Kıyamete kadar da kevni kerameti devam edecektir. Buyurmuştur ki: “Öncekilerin (Velilerin) güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmayacaktır.”
Cenab-ı Allah (CC) O’ndan (KSA) ve cümle Evliyaullah’tan razı ve memun olsun. Rabbim bizleri, Onların şefaatlerınden, al-i himmet, nazar ve muhabbelerinden, nurlu yollarından ayırıp da mahrum etmesin. (AMİN)
MÜBAREK RUHANİYYETİNE FATİHA
Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.lerinin bu yola girenlere tavsiyeleri
Gavsulazam Ba’zul-Eşheb Muhyiddin Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri tarikata ilk giren müridin yapması gerekenleri, şeyhine karşi yapması gereken halleri, hareketleri, müridin terbiyesinde şeyhe düşen görevlerin neler olduğunu, nasıl olması gerektiğini şöyle bildiriyor:
Bu yola ilk giren kimseye ilk önce sağlam bir itikad gerekir. Nitekim bu yolda esas olan budur. Ehl-i sünnet üzere yaşamış ve yaşıyor olanların yolundan ayrılmamalıdır. Zira onların tuttuğu yol, Nebilerin ve Resullerin (AS) yoludur. Sahabenin yoludur.
Hülasa: Bu yola ilk giren kimseye gereken Kur’an’a tutunmak Resulullah (SAV) Efendimizin sünnetine girmek ve Kur’an ile Rasülullah’ın (SAV) gösterdiği yolda hareket etmektir. Bunların emrini tutmalı, yasaklarından kaçınmalıdır. Esasda da teferruatta da bunlara sarılmalıdır.
Allah’a (CC) giden bu yolda bir mürid, Kur’an’ı ve Rasülullah (SAV) Efendimizin sünnetini, Allah’a kavuşturan, ulaştıran iki kanat olarak kabul etmelidir.
Mürid, hidayet ve Yüce Allah’a (CC) delil buluncaya kadar sadakat ve ictihad üzere yürür ve devam eder. Bu delil kendisini yüce hakka götürecek olan bir önderdir.
Pirimiz Geylani Hazretleri tarikata girmek isteyen, buna niyyet eden kimseye şöyle tavsiye etmektedir: İlk önce Allah’ın (CC) kitabına sarıl, sonra Rasülullah’ın (SAV) sünnetini kabullen ve hayatına geçir. Daha sonra bu yolda Kur’an ve sünnet yolunda sadık bir şekilde ictihad üzere ol. Bunlarla Allah’a (CC), Rasulüllah’a (SAV) ve Kur’an’a ve onun emirlerine gönlün ısınıncaya kadar bu ictihad ve sadakatte devam et. Daha sonra inandığın ve ısındığın bu yol seni hakka götürecek bir öndere doğru itecektir.
İşte bu önderin de mürşidler, şeyhler olduğunu o sultanlar sultanı bize işaret ediyor.
Mürid gerçek bir mürşide gerçek bir öndere tabi oluğunda, bağlandığında göreceği faydalar şunlardır:
Mürşidi kendisine ünsiyet eden gerçek bir arkadaş olur. Mürid yorulduğu, kaldığı anlarda ona sığınıp rahat bulur. Şehvet duygularının kabardığı anda her yanını zulmet sardığı, nefsinin şerri baş gösterdiği, sapık arzular kendisini bastığı zaman o zata sığınır. Nefsi dikleşip bu yolda yürümekten kaldığı zaman o zata sığınır. Mürşidden yardım görür.
İşte Kur’an ve sünnet yolundan ayrılmadığı taktirde ve kendisine gerçek bir mürşid bulup ona tabi olduğunda, Allah’a (CC) ermek, Allah’a (CC) kavuşmak onun için kolay olur. Allah-ü Teala (CC) bu manada şöyle buyurdu:
“O kimseler ki yolumuzda çaba harcarlar, elbette onlara yollarımız gösteririz.”[1]
Hikmet ehlinden bir zat şöyle demiştir: -Bir kimse talebini ciddi yapar ise bulur.
Bir mürid sağlam bir itikad ile bu yola girerse, hakikat ilmini bulması mümkün olur. Ciddi bir çalışma ile tarikat yoluna giren bir müridin oradan da hakikat yoluna geçmesi mümkün olur, kolaylaşır.
Bundan sonra o kimseye ihlas gerekir. Yani, Allah-ü Teala’ya (CC) karşı her sözünde ve her işinde, girdiği yolda, attığı her adımı Allah (c.c.) için atmalıdır. Kaldırdığı her adımını Allah (CC) için kaldırmalıdır. Yüce Allah’a (CC) tam ulaşıncaya kadar bu halini sürdürmelidir.
Zira bütün bunları yaparken hiçbir ayıplayan onu yolundan almamalıdır. Zira sadık yolcuyu hiç kimse yolundan döndüremez. Aynı şekilde yolda gördüğü ikramlar dahi onu yolundan almamalıdır. Mesela gördüğü bir keramet veya kendinde zuhur eden olağandışı bir hal gördüğünde orada kalmamalıdır. Herşeyi Allah’tan (CC) bilip yoluna devam etmelidir.
Bu yola giren müride düşer ki: Elinde bulunanları saklasın (yani bende bu hal var bende şu şu haller zuhur ediyor, şöyle rüya görüyorum, böyle böyle zuhuratlarım oluyor diye kendindekileri ifşa etmemeli) sabır yemeğini ve sabır orucunu açacak şeyi bulmakta zorluk çekeceği endişesi ile cimrilik etmemeli (yani en ufak bir durum karşısında öfkelenip, konuşup sabır orucunu bozmamalıdır.) Kalbinde ve özünde şunu kesin olarak bilmeli ki: Allah-ü Teala (CC) geçmiş zamanların hiçbirinde cimri bir veli yaratmamıştır. (Bahsedilen bu cimrilik hem zahiri dünya cimriliğidir hem de batını ahiret cimriliğidir.)
Hak yoluna çıkmış bir müridin sayılacak şeyleri yapması daha hayırlı olur, yerinde olur:
- Sürekli zillet haline baştan razı olmalıdır. Nasibin darlığından yana gönlünü baştan hoş tutmalıdır.
- Daima aç susuz kalmaya, ünsüz, şöhretsiz, şansız yaşamaya şimdiden razı olmalıdır.
- Kendi arkadaşlarını, yakınlarını, iyilik ve ihsanda, devamlı kendinden önde görmeli.
- Büyük zatların yannına yaklaşmalı, ilim meclislerinde oturmalıdır.
- Kendi tokluğundan önce çevresindekilerin tokluğunu düşünmeli ve izzet ikram içinde bulunmalıdır. Kendisine onlardan alt olmak yeter, çevresindekilerin tümü izzet bulsun diye dua etmeli, çalışmalıdır. “Benim nasibim nasıl olsa beni bulur” diye tevekkülden ayrılmamalıdır.
Anlatılan bu şeylerin olabileceğine şimdiden gönül hoşnutluğu ile rıza göstermelidir. Eğer razı olmazsa kendisine rıza kapılannın açılması zorlaşır. Mana kapılarının açılması zorlaşır.
Tamamı ile feraha ermek bütünüyle huzura kavuşmak, anlatılan bu işlere riayettedir. Yine bu yola ilk giren müride düşer ki: Allah-ü Teala’dan (CC) geçmişte işlediği günahlardan dolayı mağfiretten, gelecekte işlemesi muhtemel günahlara karşı da korunmadan başka birşey taleb etmemelidir. Gelen saatlerin hemen her birinde kendisine Yüce Allah’tan sevgisinin hasıl olmasını dilemelidir. Kendisini onun yüce zatına ulaştıran şeyleri istemelidir. Sonra, yüce Hakk’a (CC) her halu karda hoşnutluğunu belli etmelidir. Allah’ın (CC) sevgili, veli kullarına bedel beklemeden sevgi ve saygı beslemelidir. Anlatıldığı gibi yaptığı taktirde akıl sahibi, gönül ehli sevgili zatlar zümresine dahil olur. Rablar Rabbi yüce Allah’ı (CC) bilen onlardır. İbretli, hikmetli işlere muttali olan onlardır. Bunların anlatılan hali sonunda da kalpler saf olur. içler ve niyetler temize çıkar.
Pirimiz Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri müridin şeyhine karşı edebini de şöyle izah ediyor:
Bir mürid için başta gerekli olan şunlardır:
1. Dışta (zahirde) şeyhinin emrine aykırı hareketleri terk etmelidir.
2. İçte dahi (ruhunda ve aklında) onun emirlerine itiraz sahibi olmamalıdır. Dış yönü ile itiraz eden kimse, edebini bırakmış olur. İçinden itiraz eden ise kendisini ölüme atmış olur. Müride düşen görev; sonuna kadar, şeyhi namına nefsine hasım olmalıdır, içten ve dıştan şeyhinin emrine aykırı hareket etmekten nefsini çekip almalıdır.
Bu arada ayeti kerime olarak gelen, şu duayı okumalıdır.
“Rabbimiz bizi bağışla, bizden, evvel imaîni geçip giden kardeşlerimizi de bağışla iman eden kardeşlerimize karşı kalbimize kin bırakma Rabbim Raufsun, Rahim’sin.”[2]
Bir müride, şeyhinden görünen ve kendisine sevimsiz gelen bir şey olur ise o konu ile ilgili müsait bir ortamda bir misal getirerek işaret yollu anlatmalıdır.
- O sevmediği şeyi ona açık bir şekilde söylememelidir. Zira böyle birşey şeyhin müride karşı nefretine sebep olur. Şayet şeyhinde her hangi bir ayıp görür ise bunu gizlemeye çalışmalıdır. Şeyhini değil, kendi nefsini itham etmelidir. Şeyhin o ayıbı için şeriatta bir yorum aramalıdır. “Şeyhim şu şu rahatsızlığından dolayı bunları yapıyor, yoksa kesinlikle yapmaz” diyebilmelidir.
Şeyhinde gördüğü ayıp ile ilgili şeriatta bir özür kapışı bulamazsa o zaman şeyhinin affı için istiğfar etmeli, Allah’tan (CC) onun için bilgi ve ilim istemeli, “Allah’ım (CC)! Şeyhime ayık olma hali ver, onu küçük büyük günahlardan koru, himaye et.” diye dua etmelidir.
Hiç bir zaman şeyhinin günah işlemez masum bir kişi olacağına itikad etmemelidir. Çünkü Allah (CC) sadece Peygamberlerini (AS) masum yaratmıştır. Ondan gördüğü ayıbı dahi hiç bir kimseye anlatmamalıdır. Mürid şu itikadda olmalıdır. Şeyhim bu halinden bir gün veya bir saat sonra vazgeçer bu da benim için bir imtihsu vesilesidir. Zira şeyhi daha yüksek bir mertebeye gelebilir, olduğu halde kalmaz. O yaptığı şeyde bir anlık gaflet ve yanılma sonunda olmuştur.
Şeyh bazen öfkelenebilir. Yüzünü astığı da olur. Müridden yüz çevirme hali de çıkabilir. Ancak bütün bu hallerden dolayı mürid şeyhinden ayrılmamalıdır. Kendi özünü araştırmalıdır. Şeyhine karşı adap dışı hallerini düzeltmelidir, mürid mümkün oldukça şeyhinin yanından ayrılmamaya ve onun hizmetinde bulunmaya gayret sarf etmelidir. Mürid şeyhim Allah (CC) ile arasında bir vasıta bilmelidir. Rabbına (CC) ulaştıran bir sebep görmelidir.
Gavsulzam Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri buna bir örnek veriyor ve buyuruyor ki: Mesela, bir kimseyi ele alalım. Bu kimse sultanı görmek ister. (Padişah ya da bir devlet reisini) Fakat onunla bir yakınlığı yoktur, bir tanışıklığı yoktur. Şimdi bu kimseye padişahın perdedarlarından birisini görmesi yahut onun çevresinden veya özel adamlarından birini bulması gerekir. Bu bulduğu zat kendisine sultanın halini ve adetini öğretecektir. Onun huzurunda nasıl duracağını onunla nasıl konuşacağını öğretecektir. Hatta onun yanına giderken nasıl hediyeler götüreceğini bildirecektir. Nelerden çok nelerden az götürmesi gerektiğini anlatacaktır.
Bütün bunlar şunun için gereklidir. O, huzura çıkarken kapı yerine, kapı sayılmayan başka bir yerden girmeye yani her işi edebine, erkanına göre yapa, aksi halde daha işe başlarken kaybeder, ihanete uğrar ve kovulur. Sultanından umduğunu bulamaz, maksuduna eremez. Her yeni bir yere girende yeni bir heyecan olur. Bu manadan olarak ona bunu hatırlatan ve minnet borcu olan biri gerek. Elinden tutup kendine yakışan bir yere oturtan biri gerek. Taki ihanete uğramaya, kendisinin edepsizlik ettiği, akılsız davrandığı belli olmaya, gösterilmeye üstteki misaldeki mananın gerçeği odur ki, Yüce Allah’ın (CC) yeryüzünde cereyan eden adeti de böyledir. Yani bir şeyh ola birde mürid, bir sahip ola bir de onun sahip olduğu kişi, bir uyan ola bir de uyulan.
Bu hal Hz. Adem’den (AS) günümüze kadar böyledir. Hz. Adem’e (AS) Cenab-ı Hakk (CC) bizzat herşeyi kendisi öğretti. Hayvanları öğretti, cisimleri öğretti, eşyayı öğretti ve sonra meleklerine dedi ki: “Sorun bakın Adem’e (AS) bilmediği birşey var mı?” Sonra da Hz. Adem’e (AS) buyurdu: “Ey Adem (AS)! Bunlara herşeyi isimleri ile anlat.”[3]
Hz. Adem (AS) Herşeyi meleklere anlatınca melekler Allah’a (CC) dediler ki: “Sübhânsın, bizim hiçbir bildiğimiz yok, ancak Sen bize öğretirsen biliriz.”[4]
Hz. Adem (AS) yeryüzüne gönderildikten sonra da Cebrail’in (AS) talebesi oldu. Cebrail (AS) ona yeryüzünün bütün inceliklerini, gizliliklerini öğretti. Aynı şekilde Hz. Nuh (AS) bildiklerini çocuklarına öğretti, Hz. İbrahim (AS) bildiklerini oğlu İsmail’e (AS) öğretti. Aynı şekilde Cebrail (AS) birçok şeyi Peygamber (SAV) Efendimize öğretti. Bunu teyid eden hadisi şerifte Peygamber (SAV) Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Cebrail (AS) bana misvak kullanmayı öğretti yine Cebrail (AS) bana Kabe’nin yanında iki rekat namaz kıldırdı.”
Sahabi (RA) dahi bildiklerini Rasülullah’tan (SAV) öğrendiler. Tabiin bildiklerinin çoğunu Sahabi’den (RA) öğrendi. Tebei tabiin bildiklerinin çoğunu tabiinden öğrendi. Müctehidler yani içtihad imamları da bildiklerini Tebei tabiinden öğrendiler. Yani bu gösteriyor ki Cenab-ı Hakk (CC) Hz. Adem’i (AS) yarattığından bu ana kadar bir öğretenler zümresi bir de öğrenenler zümresi yaratmıştır. Bunun asıl gayesi de sultana ulaşmada vesileler ve sebepler oluşumudur.
Gavsulazam (ksa) İstiğasesi
Gavs-ı Azam’a (ksa) nisbet edilen İSTİĞASE -
Bunun Okunma vakti -
Özellikle Gavsulazam’ın (ksa) bunu Salı günleri ya gece yarısında, ya da seher vaktinde okuyup amel ettiği.
RAHMAN VE RAHÎM OLAN ALLAH’IN (CC) ADIYLA
Çok önemli bir konu ile karşılaştığında, seni üzen bu musîbetin Allah (CC) tarafından defedilmesini arzu edecek olursan önce, ya yatsı namazından sonra ya da seher vaktinde iki rek’at namaz kıl; bu namazın her rek’atinde Fâtihâ’dan sonra on bir defa İHLÂS sûresini oku. Sonra da selâm verdikten sonra Allah’a (CC) secde götür de arzu ve ihtiyacını iste! Başını kaldırınca Peygamber (SAV) Efendimize on bir kere salâvat-ı şerife getir. Sonra da kalkıp IRAK cihetine KIBLE’nin sağ tarafına yönelerek on bir adım atıp yürü.
Birinci adımda: Ya Şeyh Muhyiddîn! Söyle.
İkinci adımda: Ey Efendimiz Muhyiddîn!
Üçüncü adımda: Ya Mevlânâ Muhyiddîn!
Dördüncü adımda: Ey hizmete lâyık Muhyiddin!
Beşinci adımda: Ey Derviş Muhyiddîn!
Altıncı adımda: Ey Hoca Muhyiddîn!
Yedinci adımda: Ey Sultan Muhyiddîn!
Sekizinci adımda: Ey Şah Muhyiddîn!
Dokuzuncu adımda: Ey Gavs Muhyiddîn!
Onuncu adımda: Ey Kutub Muhyiddîn!
On birinci adımda: Ey Efendiler Efendisi (Seyyidler seyyidi) Abdülkadir Muhyiddîn!
Diye çağır. Sonra şöyle söyle:
Ey Allah’ın (CC) kulcuğu, benim imdadıma yetiş, Allah’ın (CC) izniyle bana yardımcı ol! Ey insanlar ve cinlerin Şeyhi! Bana imdad eyle, ihtiyacımın yerine gelmesinde bana yardım elini uzat!
Bunları söyledikten sonra şu duayı üç defa okursun:
“Allahım (CC)! Bütün eşya Senindir ve bütün eşya Seninle vardır; yine bütün eşya Senden gelmedir ve bütün eşya Sana yönelip gelecektir. Sen bütün eşyaya hâkimsin, hepsi de Senin yüksek kudretin altında bulunuyor; Sen küllün küllüsün! Ey merhamet edenlerin en çok merhamet edeni, Senin rahmetine bağlanıp dayanıyoruz!
Geniş rahmetin Efendimiz Muhammed’e (SAV) ve O’nun hanedan ve arkadaşlarına (RA) olsun! Onları hem dünyada, hem âhirette esenliğe kavuştur!”
…
Bu istiğase bir de şöyle yapılabilir:
Bu istiğase tecrübe edilmiştir; duaların kabul olunması için okunmasında fayda vardır. Ancak bâzı şartlara riâyet gerekir:
a) Doğru olmak,
b) Kalbî teveccühü sağlamak,
c) İtikadı sağlamlaştırmak.
O halde ey doğru ve istekli olan kişi, çok önemli bir hacetin olduğu zaman, bu ister dünyevî olsun ister uhrevî, Salı gecesi fecir doğmadan önce yatağından kalk, tastamam bir abdest al, HACET NAMAZI niyetiyle Allah (CC) için iki rek’at namaz kıl; birinci rek’atinde Fâtiha’dan sonra KÂFİRÛN sûresini on bir defa oku; ikinci rek’atte ise, Fatihadan sonra İHLÂS sûresini on bir defa oku ve sonra aşağıdaki sıfatla HAZRET-İ GAVS’i (KSA) on bir defa an:
“Ey Efendim Abdulkadır Muhyiddîn!”
Sonra doğu cihetine on bir adım atarak her adımda şunu söyle: “Ey Şeyh Abdulkadirl Ya Geylânî!”
Ve sonra aşağıdaki iki beyti üç defa tekrarlarsın:
“Sen benim zahirem olduktan geri zulüm bana ulaşır mı?
Ve Sen benim yardımcım olduğun müddetçe dünyada haksızlığa uğrar mıyım ben?”
“Korulukta çoban bulundukça ona ayıptır ki. Issız çölde bir devenin ipi zayolsun!..”
Bu iki beyitten sonra şöyle söyler:
- “Ya Seyyidî Abdulkadir! Ya Geylânî! Bana yetiş, derdime koş!” Bununla beraber hacetini Gavs-ı A’zam (KSA) vasıtasıyla Allah’dan (CC) iste. Çünkü muhakkak O, senin hacetini karşılamak için yardımına koşar. Her hususta olduğu gibi bu hususta da başarı Allahtandır (CC). İhlâs üzere olmalısın, bununla birlikle kalbî teveccüh de şarttır
Gavsiyye
Belirsiz ve muğlak şeyleri keşfeden Allah’a (cc) hamdolsun.
Yaratılmışların hayırlısı Hazreti Muhammed’e (sav) selat-u
selam olsun!
Allah’tan (CC) başkasına gönül bağlamayıp ürken, Allah (CC) ile gönül alışkanlığı içinde ünsiyet kuran GAVS-I A’ZAM (KSA) diyor ki:
“Cenâb-ı Hakk (CC) bana (ilham yoluyla) şöyle buyurdu:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)!
- Buyur Allah’ım (CC) buyur, emrine amadeyim!
- İnsanlık alemiyle melekût âlemi arasındaki her hal ve sınır, ŞERİAT’ın kendisidir. Melekût alemiyle, Allah’a (CC) varmanın üçüncü basamağı olan CEBERUT âlemi arasındaki her hal ve sınır, TARİKAT’ın kendisidir. CEBERUT alemiyle LÂHUT (ilâhî âlem) arasındaki her hal ve sınır ise, HAKİKAT in kendisidir.”
Ve sonra Allah (CC) şöyle buyurdu:
- “Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ben, insanda zahir (belirgin) olduğum kadar hiçbir şeyde zâhir olmadım.”
Bu beyandan sonra bu kez ben, Rabbime (CC) sordum:
- Sizin için, size mahsus bir yer var mıdır?
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Yerleri (mekânları) yaratıp oluşturan Benim. Bu bakımdan Benim için hiçbir mekân olamaz. buyurdu.
- Ya Rab! Sizin yemeniz ve içmeniz olur mu?
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Fakirin yemesi ve içmesi benim yemem ve içmemdir.[1]
Ve sonra şöyle sordum:
- Ya Rab (CC)! Melekleri neden ve hangi şeyden yarattın?
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Melekleri insanın nurundan yarattım; insanları da kendi nurumdan vücuda getirdim.
Buyurdu ve şöyle devam etti:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ben ne güzel istekliyim, insan da ne güzel istenilendir! Binici olarak ne güzeldir İNSAN ve ne güzeldir ona binit olan varlıklar!
Rabbim (CC) sonra devamla buyurdu ki:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! İNSAN benim sırrımdır; Ben de onun sırrıyım. Eğer insan benim katımdaki mevkiini bilmiş olsaydı, her nefes alıp verişinde “BUGÜN MÜLK KİME AİTTİR?” (Âyet meali) derdi.
Ve sonra Rabbim buyurdu ki:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! İnsan ne yerse, ne içerse, ne kadar ayağa kalkar ve ne kadar oturursa; ne kadar konuşur ve ne kadar susarsa; ne kadar bir iş işler, ne kadar bir şeye yönelir ve ne kadar bir şeyden uzaklaşıp aynlırsa mutlaka Ben onda bulunuyor ve onu harekete geçiriyorum, (çünkü KUDRETİM her varlığı kapsayıp içine almıştır)!
Rabbim (CC) sonra buyurdu:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! İnsanın cismi, nef.si, kalbi, ruhu, kulağı, gözü, ayağı, dili var ya. işte onların hepsinde BEN varım (hepsi de Benim tecellimle) zahir olur; Ben onların başkası değilim.
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Fakirlik ateşiyle yananı, yoksulluk kırgınlığıyla kırgın bulunanı gördüğün zaman ona derhal yaklaş; çünkü Benimle onlar arasında hiçbir perde yoktur.
Rabbim (CC) yine buyurdu:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Bir şey yediğin, bir şey içtiğin ve bir uykuya yattığında her halde uyanık bir kalb ve gören bir göz ile olsun!
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Bâtında (gizli ve kapalı olan hal) Bana olan yolculuktan mahrum bulunan kimse, zahirî (açık ve seçik) yolculukla imtihan edilir de bu yolculuğunda Benden ancak uzaklaşmayı artırır.
Ve sonra devamla Rabbim buyurdu ki:
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! İttihad (birleşme, bir arada olma) öyle bir haldir ki, kelime ile anlatılamaz ve ona bir tâbir de verilemez. Bu hal (gönülde yer bulup) mevcut olmadıkça ona (ittihada) inanan kimse küfre düşer. Kim de (Hakk’a) vuslat peyda ettikten (Bana gönül yoluyla kavuştuktan) sonra (vuslattan gaflet içinde) ibâdet etmek isterse, o, Allah’a (CC) eş-ortak koşmuş olur.
Rabbim (CC) yine buyurdu:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Kim ezelî (öncesi olmayan) saadetle mutlu olursa, ona müjde!.. Çünkü o, ebediyen rezîl ve rüsvây olmayacaktır. Kim de ezelî şekavetle (mutsuzluk ve bedbahtlık) mutsuz olursa, ona da yazıklar olsun! O artık bir daha makbul bir insan olmayacaktır!
Ve yine Rabbim (CC) buyurdu ki:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Fakirlik ve yoksulluğu insana binek yaptım; bu bineğe kim binecek olursa, çölleri ve vadileri aşmadan Önce yüce makama ulaşır.
Sonra yine buyurdu:
- Ey Gavs-ı A’zam (KSA)! Eğer insan ölümden sonra meydana gelen şeyleri bilmiş olsaydı, dünyada yaşamayı hiç de temenni ve arzu etmez ve Benim huzurumda her ân ve her dakika “YA RAB (CC)! CANIMI AL” diye yalvarırdı.
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Halkın kıyamet günü Benim katımdaki hüccetleri, sadece “ONLAR SAĞIRDIRLAR, DİLSİZDİRLER, KÖRDÜRLER” (âyet meali) hükmü olacak ve sonra da hasret ve ağlamak…
Kabirdeki durumları da böyledir.
Rabbim (CC) devamla buyurdu ki:
-Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Muhabbet (gönülden gelen sevgi) daima iki taraflıdır; sevgi sevenle sevilen arasındadır. Seven, sevgiyi aşıp fena bulunca sevgilisine kavuşur.
Rabbim (CC) yine buyurdu:
-Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ruhları, kendilerine “BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM?” (âyet meali) hitabımdan sonra verdim. Ruhların kendi kalıplarında kıyamete kadar beklemekte olduklarını görüyorum.
GAVS-I A’ZAM (KSA) DİYOR Kİ:
- (Mânâ âleminde) Rabbimi (CC) gördüm; bana buyurdu ki: “Ey Gavs-ı A’zam (KSA)! Kim ilimden (bilgi edindikten) sonra Benden rü’yeti (Beni görmekliği) İsterse, hakikat o, rü’yet ilmîyle mahcûbdur (rü’yet ilmi ara yerde perdedir). Kim de rü’yetin ilimden başka olduğunu zannederse, hakikat o, RÜ’YETULLAH İle aldanmıştır!”
Sonra Rabbim (CC) buyurdu ki:
-Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Beni gören kimsenin artık her halükarda sormaya ihtiyacı kalmaz. Beni görmeyen kimseye ise, sormak fayda vermez. Böylesi sözü yönünden perde arkasında kalmıştır. (Yani sözü onunla rü’yetullah arasında perde olmuştur.)
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Benim katımda fakir, hiçbir şeyi olmayan kimse demek değildir. Bilâkis her hususta emir verme yeteneği olan kimsedir. O, bir şeye “ol!” deyince o da oluverir.
Sonra yine Rabbim (CC) buyurdu:
- Cennetlerde Benim zuhurumdan sonra artık ne ülfet, ne de nimetin değeri kalır. Cehennemde de Benim onlara hitabımdan sonra ne yabancılık kalır; ne de ateşte yanmak!
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ben her cömert ve âlicenap kişiden daha cömert ve ihsan sahibiyim ve Ben her merhamet edenden daha merhamet ediciyim.
Rabbim (CC) devamla buyurdu ki:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Benim katımda uyu, ama halkın uyuduğu gibi değil, ancak o takdirde Beni görebilirsin.
Bunun üzerine Rabbime (CC) dedim ki:
-“Ya Rabbî (CC)! Senin katında nasıl uyuyayım?”
Rabbim (CC) buyurdu ki:
- Bedeni lezzetlerden kesip dondurmakla; nefsi şehvetlerden uzaklaştırm
Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri
Büyük islam âlimlerinden ve evliyanın meşhurlarındandır. Künyesi, Ebu Muhammed’dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a’zam gibi lakabları vardır. İran’ın Geylan şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost’tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şerifdir. Abdülkadir Geylani hazretleri 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefat etti. Türbesi Bağdad’dadır.
Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid idi. Önceden Şâfi’î mezhebinde idi. Hanbeli mezhebi unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti. Böylece, bu mezhep yayıldı.
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir: Birisi (Nübüvvet yolu) olup, aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu yoldan vâsıl oldular. Sonra gelenlerden pekaz zevât da, bu yoldan ermiştir. Bu yolda sebebe, vasıtaya lüzum yoktur. Bir kâmil ve mükemmilin sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp ilerlerler. İkinci yol, (Vilâyet yolu)dur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ, Büdelâ ve bütün Evliyâ bu yoldan vâsıl olmuştur. Bu yola, (Sülûk yolu) da denir. Bu yolda, vasıta, aracı lazımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi Resûlullahdır. Vilâyet yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Alîdir. Bu yolda, Resûlullah onu vekil etmiştir. Hz. Fâtıma ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin onunla ortaktırlar. Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i Alînin aracılığı ile gelir. Ondan sonra hazret-i Hasan ve Hüseyin bu vazifeyi teslim aldı. Bunlardan sonra, sıra ile, oniki imâmın evlâdına verildi. Sonları olan Muhammed Mehdîden sonra, başkasına verilmedi. Bütün Evliyâya feyz ve hidâyet bunlardan gelmeye devam etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle gelince, bu mansıb, ona verildi. Bundan sonra da, kimseye verilmediği keşf ve müşâhede ile anlaşılmaktadır. Vefâtından sonra da, kıyâmete kadar, herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun rûhâniyetinden gelmektedir. Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Nübüvvet yolu) ile vâsıl olduğundan, vasıtaya ihtiyaçları yoktur. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, nübüvvet yolunda Resûlullahın vekilidir.
Abdülkadir Geylani hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair alametler, işaretler görülmüştü. Babası rüyasında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshab-ı kiramı radıyallahü anhüm ve evliyayı gördü. Peygamber efendimiz kendisine; “Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana kamil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak.” buyurdu.
Doğduktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte gün boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.
Doğduğu senenin ramazan-ı şerif ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, ramazan-ı şerifin henüz çıkmadığını anlayıp oruca devam ettiler.
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerine, “Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?” diye sordular. Buyurdu ki:
“Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın.” dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; “Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim.” dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. “Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem.” dedi. Küçük bir kafile ile Bağdad’a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. “Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?” diye sordu. “Kırk altınım var.” dedim. “Nerededir?” dedi. “Koltuğumun altında dikili.” dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. “Altının var mı?” dedi. “Kırk altınım var.” dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. “Neden bunu söyledin?” dediler. “Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım.” dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; “Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum.” dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, “İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol” dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir.”
Abdülkadir Geylani efendi, Bağdad’a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti.
İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi’nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam edenler arasında pek çok âlim yetişti.
Abdülkadir-i Geylani hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşad ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdad’ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:
Irak’ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazan uzun müddet yemezdim ve “açım açım” diye içimin feryadını duyardım. Bazan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; “Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır.” mealindeki İnşirah suresinin beşinci ve altıncı ayet-i kerimelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi.”
Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu halde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; “Ey Abdülkadir! Onlarla mücadele et, onlara galip geleceksin.” derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; “Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım.” diye beni tehdit ederdi. Canu gönülden, “La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim” okuyunca, onun tamamen yandığını görürdüm.
Bir kere Abdülkadir Geylani hazretleri şöyle bir ses işitti: “Ey Abdülkadir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.” Bunun üzerine Abdülkadir Geylani Euzü çekti. “Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel’un!” diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; “Ey Abdülkadir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım.” dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; “Sana haramları helal ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez.” buyurdu.
Başka bir kere gayet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. “Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun.” dedi. “Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş.” dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defa elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnada elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlub ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gayet üzgün olarak; “Senden ümidimi kestim. Galiba seni yoldan çıkaramayacağım.” dedi. “Sus ey mel’un!” dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.
Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. “Bunlar nedir?” dedim; “Dünya zevkleri ve zinetleridir.” denildi. Dünya ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nimetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızasına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan manileri, engelleri gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Senin içinde bulunan manilerdir.” denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Arzu ve isteklerindir.” denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücadele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedricen, safha safha mücadele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadasız yerlerde kalmaya mecbur ettim. Kerh harabelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları… Dünya sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çareye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütalaa ediyordum. Nefsim; “Biraz uyu, sonra kalkarsın.” dedi. Ona muhalefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur’an-ı kerimi hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşeri sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O’nunla olmak olan “fakr” mertebesine ulaştım”.
Nihayet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu.
Sahralarda dolaşırken “Ol” sözü ile ihsan olundum. Allahü teâlânın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan haya ettim. Allahü teâlâya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Nihayet Abdülkadir Geylani hazretleri Bağdad’da insanları irşada, Allahü teâlânın beğendiği yolda bulunmaya davete ve nasihat etmeye başladı. Bir gün kendini nurların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resulullah efendimiz Allahü teâlânın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nurun git-gide çoğaldığı bir anda Resulullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; “Bu, kutubluk denilen velilere ait evliyalık elbisesidir.” buyurdular.
Abdülkadir Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi.
Birgün, minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevazi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına devam etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye sual edince; “Ceddim Resulullah’ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vaaz etmemi emr etti, dedi.
Sohbetlerinde bazan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma, salı ve pazartesi gecesi halka vaaz ederdi. Vaazında, âlim ve evliyadan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam etti. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Huzurunda Kur’an-ı kerim tegannisiz gayet sade, tecvide riayetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suallere gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.
Önce lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbai ismindeki bir zat anlatır:
Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibadetle meşgul olmak istedim. Gidip Abdülkadir Geylani’nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda oturdum. Bana bakıp; “Eğer inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zatların, yani mürşid-i kamillerin huzurunda edeb öğren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek icabeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın.” buyurdu.
Bağdad’ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nur çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hal kaplayıp, Abdülkadir Geylani hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suallerinizi sorun buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; “Size ne oldu böyle?” denildiğinde; “Huzurunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suallerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık.” dediler.
Ebu Sa’id Kilevi şöyle anlatmıştır:
Ben, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin meclisinde iken, Resulullah efendimizi ve enbiyayı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defasında da Hızır aleyhisselamı görmüştüm. “Her kim dünyada kurtuluşa ermek ve saadete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkadir’in meclisine devam etsin!” buyurmuştu.
İbn-i Kudame şöyle söylemiştir:
“1166 (H.561) yılında Bağdad’a girdiğimizde, Abdülkadir-i Geylani hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sahipti. Onun gibi bir zata daha hiç rastlamadık.”
Abdülkadir Geylani hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya ruh, alem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler önce gelenleri daima tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri itikadın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından sapıtmışlardır.
Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zat gelmişti. Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkadir Geylani hazretleri; “Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim.” buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefat etti.
Abdülkadir Geylani hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükut eder, konuştuğunda gayet cazib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din hususunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; “Ondan daha kerim ve lütufkar kimse olamaz.” kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, azad ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Ambarında helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:
“Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!”
Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.
Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resulullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.
Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesile ederek, araya koyarak Allahü teâlâya dua ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki:
“Sıkıntıda olan bir kimse beni vesile edip Allahü teâlâya yalvarsa derhal sıkıntısı gider. Şiddet anında her kim benim ismimi ansa derhal rahata kavuşur. Abdülkadir Geylani’nin hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, derhal işi görülür.”
Bir defasında; “İyi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?” diye sorduklarında; “İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık.” buyurdular.
Cinler de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.
Duası makbul idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; “Babamı rüyada azab içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkadir’e git, bana dua etsin. Belki Allahü teâlâ beni azapdan kurtarır.” dedi. Bunun için sana geldim. Babama dua ediverin de azaptan kurtulsun.” dedi. Abdülkadir Geylani hazretleri sükut buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyasında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; “Baba, dün azab içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?” diye sordu. Babası; “Şeyh Abdülkadir bana dua etti. Allahü teâlâ onun duası hürmetine beni azaptan kurtardı.” dedi.
Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.
Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.
Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamayacağını söylerdi.
Bir kadın, çocuğunu Abdülkadir-i Geylani hazretlerine getirip; “Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu azad edip, size getirdim.” dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarikatta süluke başlattı. Bu şekilde devam ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer halde buldu. Bu hal ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. “Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.” dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; “Kum bi-iznillah!” yani Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitaben; “Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!” buyurdu.
Ebü’l-Hacer Hamid Hirani anlatıyor:
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerinin medresesine gittim ve huzurunda oturdum. Bana; “Ey Hamid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın.” buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran’a dönünce, Sultan Nureddin beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkadir Geylani hazretlerinin o sözünü hatırlarım.
Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkadir Geylani hazretleri buyurur ki:
“Kerametler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerametini gizlemeyen dünyaya düşkündür. Bana talebe olan yahut evladımdan ve halifelerime bağlı olup, keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü iki dünyada kara olur.”
Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
“İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması.”
“Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille söylemektir.”
“Büyük âlimlere tabi olunuz; bid’at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere sapmayınız. İtaat ediniz, muhalefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız.”
“Kalb dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz.”
“Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur. Peygamber efendimiz; “Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzundur.” buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir.”
“İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.”
İlk önce yapılması lazım olan şeyler hususunda:
“Mü’minin, en önce farzları yapması lazımdır. Farzları bitirdikten sonra, vacib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle meşgul olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabul olmaz. Hz. Ali’nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resulullah efendimiz buyuruyor ki: “Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.” Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermayesi, nafileler de kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz.” buyurdu.
Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:
“Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, salihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hasıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.
Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü teâlânın kitabının ve Resulünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felah bulur kurtuluşa erersin.”
Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve O’nun katında bulunan nimetler olmalıdır. Dünyadan (haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında ahirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sadece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de ahiret için hazırlık yap.”
Faydasız şeyleri bırakmak hususunda:
“Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Resul-i ekrem; “Hayat, ahiret hayatıdır” buyurdu.”
İyi zan sahibi olmak hakkında:
“Müslümanlar hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda ahireti düşünen âlimlere sor.”
Dua hakkında:
“Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; “Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim.” deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.
Ahiret işlerini önce yapmak hususunda:
“Ahireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce ahireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyanı sermaye, ahiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyadan artan zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riayet etmezsin. Sonra dünya işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, heva ve isteğine hatta şeytana tabi olursun. Ahiretini dünyaya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Halbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selamet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar ahiret yolu, Rabbine taat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabul etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevasında ona uydun. Sonunda dünya ve ahiretin hayırlısını kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünya bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyadan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini ahiret yoluna çekseydin, ahiretini esas ve sermaye kabul etseydin, dünya ve ahiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itaat edersen, Allahü teâlânın has kullarından olursun.”
Yapılan nasihatı kabul etmek hakkında:
“Kardeşinin sana yaptığı nasihatı kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resul-i ekrem; “Mümin, müminin aynasıdır.” buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasihatlerde samimidir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır.”
Acele etmemek hususunda:
“Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umumiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazinedir.”
Gaflet hakkında:
“Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları kurmakla meşgul oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzurunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Halbuki Allahü teâlâyı anmak, ariflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mani olan her şeyi unutturur.”
Allah için yapılmayan işler hakkında:
“Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hali nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızasını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, adi ve bayağı niyetlerin için tövbe et.
İnsanlara gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin. Resul-i ekrem daima tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sadece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.”
Allahü teâlânın sevgisinde samimiyetin nasıl belli olduğu hususunda:
“Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samimi olup olmadığı, başına bela ve musibet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musibet geldiğinde sabır ve sükun halini muhafaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musibet ve fakirlik zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alamet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; “Ben seni seviyorum.” deyince; “Fakirlik için bir elbise hazırla.” buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; “Ben Allahü teâlâyı seviyorum.” deyince; “Bela için elbise hazırla.” buyurdu.”
Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dair:
“Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.
Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde mealen; “Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” buyuruyor (Bekara suresi: 153)
Hayatı fırsat bilmeye dair:
“Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz.”
Kabir ziyaretine dair:
“Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir.”
Günahlardan sakınmak hususunda:
“Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; “Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür.” buyurdu.”
Hasedin, Allahü teâlânın gazabına sebep olacağı hususunda:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin imanını zayıflatır. Mevlanın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz; “Allahü teâlâ, hasetçi kimse nimetimin düşmanıdır,” buyurdu.” diye bildirmiştir. Resul-i ekrem bir hadis-i şerifte; “Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer.” buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin hususunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nimetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsanından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasip olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pekçok kıymetli eserlerinden bazıları: 1) Günyet-üt-Talibin, 2) Fütuh-ul-Gayb, 3) Feth-ur- Rabbani, 4) Füyuzat-ı Rabbaniyye, 5) Hizb-ül-Besair, 6) Cila-ül-Hatır, 7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye, Yevakit-ül- Hikem, 9) Melfuzat-ı Geylani, 10) Divanu Gavsi’l A’zam’dır.
Gavsul Azam (KSA) Hz.leri bir mahalleden geçerken bir müslümanla bir hıristiyanın münakaşa ettiklerini gördü. Sebebini sordu. Müslüman: “Bu hıristiyan, ‘Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden üstündür.’ diyor, ben ise bizim peygamberimizin üstün olduğunu söylüyorum.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri hıristiyana: “İsa (AS)’ın, Hz. Muhammed (SAV) Efendimiz’den üstün olduğunu hangi delille isbat ediyorsun?” buyurdu. Hıristiyan: “Bizim peygamberimiz ölüyü diriltirdi.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri: “Ben peygamber değilim, sadece peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)’a uyan bir müslümanım. Eğer ölüyü diriltirsem, peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV)’e inanır mısın?” buyurdu. Hıristiyan: “İnanırım.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri: “Bana harab olmuş, eski bir kabir göster ve peygamberimizin üstünlüğünü gör.” buyurdu. Eski bir kabir gösterdi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri hıristiyana: “Sizin peygamberiniz ölüyü diriltmek istediği zaman hangi sözleri söylerdi?” buyurdu. Hıristiyan: “Kum Bi İznillah- Allah’ın izni ile kalk, diril derdi.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri leri ona: “Bu gösterdiğin kabirde yatan kişi, dünyada şarkıcı idi. İstersen onu şarkı söyler halde dirilteyim.” buyurdu. Hıristiyan: “Peki, öyle olsun.” dedi. Gavsul Azam (KSA) Hz.leri kabre döndü ve: “Allah’ın (CC) izni ile kalk.” buyurdu. Kabir açıldı ve ölü şarkı söyler halde kalktı. Hıristiyan bu kerameti görünce, Peygamberimizin (SAV) üstünlüğünü ikrar edip, Gavsul Azam (KSA) Hz.leri’nin elinde müslüman oldu.
. Kendisine Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) Efendimiz şöyle sordular:
- Gavsulazam Şeyh Seyyid Abdulkadir (KSA) : “Kademi hâzâ alâ rakabeti külli veliyyullahi teâlâ” buyuruyor. (Yani bütün Allah’ın (CC) velilerinin omuzları benim ayağımın altındadır) Buna ne dersiniz?
Şah-ı Nakş-i Bend (KSA) elini göğsüne koyarak şu cevabı vermiştir: “Alâ aynî ve basîretî.” (yani başım ve gözüm üstüne)
Muhammed Bahauddin (KSA) Hz.leri’nin, Nakş-i Bend ismini alması şöyle olmuştur:
Kendisi anlatıyor:
- Şeyhim Külal bana ismi celal, yani Allah (CC) ismini telkin etmişti ve bu isilme meşgul olmamı istedi. Ben de bu ismi çeker, tefekkür ederdim. Lakin isim yalnız dudaklarımda kalır, kalbime bir türlü işlemezdi.
İşte bundan dolayı sıkıntı içindeydim ve bir gün sahrada dolaşırken Hızır (AS) benim hacetimi keşfedip bana: “Ey Bahaeddin (KSA)!” dedi, “sıkılma! Elbet senin de derdinin çaresi bulunur.” Ben ona sual ettim: “Benim derdimin çaresi nasl bulunur?” O dedi ki: “Yeryüzünde tasaffur sahibi büyük bir veli vardır. İsmi Abdulkadir’dir (KSA). Türbesi Bağdat şehrinde. Kim O’ndan (KSA) hacet dilerse, hacetine yerişir.”
Bunun üzerine Seyyid Abdulkadir’den (KSA) istimdat ettim. O esnada Hz. Hızır (AS) beni Bağdat’a Hz. Pir Abdulkadir’in (KSA) yanına iletti ve kendimi bir anda Gavsulazam Sultan Şeyh Abdulkadir-i Geylani’nin (KSA) huzurunda buldum. Ve O’na (KSA) derdimi anlattım. “Ey alemlerin elini tutucu. Sen benim elimi tut ki, sana el tutucu desinler.” dedim.
O anda Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) bir kere “Allah (CC)!” dedi ve mübarek elini uzatıp kalbimin üzerine koydu. O anda kalbimdeki sıkıntı gitti ve bana hikmet perdeleri açıldı. Hz. Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (KSA) şöyle devam etti: “Ya nakşbendî âlem, nakşi mârâ begir ki turâ nakşebend güyend…” (yani: Ey alemlerin nakşını tutucu. Sen benim nakşımı tut ki, sana Nakş-ı bend desinler)
Gözümü göğsüme çevirdiğimde orada bir yazı ile Allah ismini okudum ve ve ismim de Nakş-i Bend oldu.”
Daha sonra Muhammed Bahauddin Nakş-i Bend (KSA) Hz.leri, hem kendi türbesinde hem de Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.lerinin türbesinde yazılı olan şu medhiyyeyi söyledi:
Padişahî herdüâlem Şahi Abdülkadirest
Serveri evlâdı Âdem Şahı Abdülkadirest
Âfütabu Mâhitâbi Arşı ve Kürsiyyi Âlem
Nûr-i Akdes, Nûr-i Âzam Şahi Abdülkadirest…
ANLAMI:
Dünya ve ahiretin padişahı Şah Abdülkadir’dir (KSA)
Evlad-ü Ademin (insaoğlunun) serveri, Şah Abdülkadir’dir (KSA)
Güneş, Ay, Arş, Kürs, Kalem bunların cümlesi
Nuru Şah Abdulkadir’in (KSA) kalbinden aldılar…
Bize Ali gülü derler
Kadiri bülbülü derler
Aşk narının külü derler…
Kadiriyiz şan bizimdir
Bu gece meydan bizimdir…
Aman saki doldur doldur
Dolan nur, dolduran nurdur
İçmeyenler Hak’tan durdur
Kadiriyiz şan bizimdir
Bu gece meydan bizimdir…
Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri vefat edeceği sırada, oğullarına: “Yanımdan ayrılın, çünkü zahirde sizinle, batında sizden başkasıyla (yani Allah-ü Teala (CC) Hz.leri ile beraberim)” buyurdu.
Yine o esnada buyurdular: “Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın.” Yine buyurdu: “Aleykümüsselam ve Rahmetullahi ve Berekatühü. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri beni ve sizi mağfiret etsin. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri benim ve sizin tevbelerimizi kabul etsin. (Bismillah Gayre Müveddedin)”
Bir gün bir gece hep böyle buyurdular. Oğlu Şeyh Abdürrezzak (RA) anlatır: “Gavs-ül Azam o esnada, ellerini kaldırıp uzattı ve ‘Ve Aleyküm Selam ve Rahmetüllahi ve Berekatühü, Tevbe ediniz ve size geliyorum denilenlerin safına giriniz’ buyurdu. Vefat ederken iki defa; ‘Allahümme Refikül A’la’ deyip: ‘Size geliyorum, size geliyorum’ buyurdu. Tekrar buyurdu ki: ‘Durun’ Bunun ardından ona ölüm ve sekerat hali geldi. Bu halde iken: ‘Bana kimse bir şey sormasın. Ben Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin ilminde bir halden başka bir hale geçmekteyim’ buyurdu. Son anlarında oğlu Abdülcebbar: ‘Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?’ diye arz edince: ‘Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri iledir.’ buyurdu. Oğlu Şeyh Abdülaziz: ‘Hastalığınız nasıldır?’ diye sorunca: ‘Benim hastalığımı, insan cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’nin ilmi, hükmü ile nakıs olmaz. Hüküm değişir, ilim değişmez. Allah-ü Teala (CC) Hz.leri, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümmü-l Kitab O’ndadır (CC). “O’na (CC) yaptığından sual olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur.”[1]buyurdu.
Daha sonra, “Kudret ile hakim kullarına ölüm ile galib olan Allah-ü Teala (CC) Hz.leri, her ayıp ve kusurdan münezzehidir. Lailahe illellah Muhammedün Resulüllah.”, sonra “Allah Allah Allah… (CC) ” deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mükerrem ruhunu teslim eyledi. Vefatı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenaze namazını kılmak üzere görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenaze namazını oğlu Abdülvehhab kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defnedilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar halinde ziyaretine geldiler. Bu ziyaretler günlerce devam etti (ve kıyamete kadar da mübarek türbesinin ziyareti devam edecektir.)
Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (ksa) Hz.leri Hicreti Nebeviyyenin 561 (M.1166) senesinde 91 yaşında iken Bağdatta vefat etti. O gün bu gün mübarek türbesi ziyaret edilmektedir. Kıyamete kadar da kevni kerameti devam edecektir. Buyurmuştur ki: “Öncekilerin (Velilerin) güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmayacaktır.”
Cenab-ı Allah (CC) O’ndan (KSA) ve cümle Evliyaullah’tan razı ve memun olsun. Rabbim bizleri, Onların şefaatlerınden, al-i himmet, nazar ve muhabbelerinden, nurlu yollarından ayırıp da mahrum etmesin. (AMİN)
MÜBAREK RUHANİYYETİNE FATİHA
Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.lerinin bu yola girenlere tavsiyeleri
Gavsulazam Ba’zul-Eşheb Muhyiddin Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri tarikata ilk giren müridin yapması gerekenleri, şeyhine karşi yapması gereken halleri, hareketleri, müridin terbiyesinde şeyhe düşen görevlerin neler olduğunu, nasıl olması gerektiğini şöyle bildiriyor:
Bu yola ilk giren kimseye ilk önce sağlam bir itikad gerekir. Nitekim bu yolda esas olan budur. Ehl-i sünnet üzere yaşamış ve yaşıyor olanların yolundan ayrılmamalıdır. Zira onların tuttuğu yol, Nebilerin ve Resullerin (AS) yoludur. Sahabenin yoludur.
Hülasa: Bu yola ilk giren kimseye gereken Kur’an’a tutunmak Resulullah (SAV) Efendimizin sünnetine girmek ve Kur’an ile Rasülullah’ın (SAV) gösterdiği yolda hareket etmektir. Bunların emrini tutmalı, yasaklarından kaçınmalıdır. Esasda da teferruatta da bunlara sarılmalıdır.
Allah’a (CC) giden bu yolda bir mürid, Kur’an’ı ve Rasülullah (SAV) Efendimizin sünnetini, Allah’a kavuşturan, ulaştıran iki kanat olarak kabul etmelidir.
Mürid, hidayet ve Yüce Allah’a (CC) delil buluncaya kadar sadakat ve ictihad üzere yürür ve devam eder. Bu delil kendisini yüce hakka götürecek olan bir önderdir.
Pirimiz Geylani Hazretleri tarikata girmek isteyen, buna niyyet eden kimseye şöyle tavsiye etmektedir: İlk önce Allah’ın (CC) kitabına sarıl, sonra Rasülullah’ın (SAV) sünnetini kabullen ve hayatına geçir. Daha sonra bu yolda Kur’an ve sünnet yolunda sadık bir şekilde ictihad üzere ol. Bunlarla Allah’a (CC), Rasulüllah’a (SAV) ve Kur’an’a ve onun emirlerine gönlün ısınıncaya kadar bu ictihad ve sadakatte devam et. Daha sonra inandığın ve ısındığın bu yol seni hakka götürecek bir öndere doğru itecektir.
İşte bu önderin de mürşidler, şeyhler olduğunu o sultanlar sultanı bize işaret ediyor.
Mürid gerçek bir mürşide gerçek bir öndere tabi oluğunda, bağlandığında göreceği faydalar şunlardır:
Mürşidi kendisine ünsiyet eden gerçek bir arkadaş olur. Mürid yorulduğu, kaldığı anlarda ona sığınıp rahat bulur. Şehvet duygularının kabardığı anda her yanını zulmet sardığı, nefsinin şerri baş gösterdiği, sapık arzular kendisini bastığı zaman o zata sığınır. Nefsi dikleşip bu yolda yürümekten kaldığı zaman o zata sığınır. Mürşidden yardım görür.
İşte Kur’an ve sünnet yolundan ayrılmadığı taktirde ve kendisine gerçek bir mürşid bulup ona tabi olduğunda, Allah’a (CC) ermek, Allah’a (CC) kavuşmak onun için kolay olur. Allah-ü Teala (CC) bu manada şöyle buyurdu:
“O kimseler ki yolumuzda çaba harcarlar, elbette onlara yollarımız gösteririz.”[1]
Hikmet ehlinden bir zat şöyle demiştir: -Bir kimse talebini ciddi yapar ise bulur.
Bir mürid sağlam bir itikad ile bu yola girerse, hakikat ilmini bulması mümkün olur. Ciddi bir çalışma ile tarikat yoluna giren bir müridin oradan da hakikat yoluna geçmesi mümkün olur, kolaylaşır.
Bundan sonra o kimseye ihlas gerekir. Yani, Allah-ü Teala’ya (CC) karşı her sözünde ve her işinde, girdiği yolda, attığı her adımı Allah (c.c.) için atmalıdır. Kaldırdığı her adımını Allah (CC) için kaldırmalıdır. Yüce Allah’a (CC) tam ulaşıncaya kadar bu halini sürdürmelidir.
Zira bütün bunları yaparken hiçbir ayıplayan onu yolundan almamalıdır. Zira sadık yolcuyu hiç kimse yolundan döndüremez. Aynı şekilde yolda gördüğü ikramlar dahi onu yolundan almamalıdır. Mesela gördüğü bir keramet veya kendinde zuhur eden olağandışı bir hal gördüğünde orada kalmamalıdır. Herşeyi Allah’tan (CC) bilip yoluna devam etmelidir.
Bu yola giren müride düşer ki: Elinde bulunanları saklasın (yani bende bu hal var bende şu şu haller zuhur ediyor, şöyle rüya görüyorum, böyle böyle zuhuratlarım oluyor diye kendindekileri ifşa etmemeli) sabır yemeğini ve sabır orucunu açacak şeyi bulmakta zorluk çekeceği endişesi ile cimrilik etmemeli (yani en ufak bir durum karşısında öfkelenip, konuşup sabır orucunu bozmamalıdır.) Kalbinde ve özünde şunu kesin olarak bilmeli ki: Allah-ü Teala (CC) geçmiş zamanların hiçbirinde cimri bir veli yaratmamıştır. (Bahsedilen bu cimrilik hem zahiri dünya cimriliğidir hem de batını ahiret cimriliğidir.)
Hak yoluna çıkmış bir müridin sayılacak şeyleri yapması daha hayırlı olur, yerinde olur:
- Sürekli zillet haline baştan razı olmalıdır. Nasibin darlığından yana gönlünü baştan hoş tutmalıdır.
- Daima aç susuz kalmaya, ünsüz, şöhretsiz, şansız yaşamaya şimdiden razı olmalıdır.
- Kendi arkadaşlarını, yakınlarını, iyilik ve ihsanda, devamlı kendinden önde görmeli.
- Büyük zatların yannına yaklaşmalı, ilim meclislerinde oturmalıdır.
- Kendi tokluğundan önce çevresindekilerin tokluğunu düşünmeli ve izzet ikram içinde bulunmalıdır. Kendisine onlardan alt olmak yeter, çevresindekilerin tümü izzet bulsun diye dua etmeli, çalışmalıdır. “Benim nasibim nasıl olsa beni bulur” diye tevekkülden ayrılmamalıdır.
Anlatılan bu şeylerin olabileceğine şimdiden gönül hoşnutluğu ile rıza göstermelidir. Eğer razı olmazsa kendisine rıza kapılannın açılması zorlaşır. Mana kapılarının açılması zorlaşır.
Tamamı ile feraha ermek bütünüyle huzura kavuşmak, anlatılan bu işlere riayettedir. Yine bu yola ilk giren müride düşer ki: Allah-ü Teala’dan (CC) geçmişte işlediği günahlardan dolayı mağfiretten, gelecekte işlemesi muhtemel günahlara karşı da korunmadan başka birşey taleb etmemelidir. Gelen saatlerin hemen her birinde kendisine Yüce Allah’tan sevgisinin hasıl olmasını dilemelidir. Kendisini onun yüce zatına ulaştıran şeyleri istemelidir. Sonra, yüce Hakk’a (CC) her halu karda hoşnutluğunu belli etmelidir. Allah’ın (CC) sevgili, veli kullarına bedel beklemeden sevgi ve saygı beslemelidir. Anlatıldığı gibi yaptığı taktirde akıl sahibi, gönül ehli sevgili zatlar zümresine dahil olur. Rablar Rabbi yüce Allah’ı (CC) bilen onlardır. İbretli, hikmetli işlere muttali olan onlardır. Bunların anlatılan hali sonunda da kalpler saf olur. içler ve niyetler temize çıkar.
Pirimiz Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri müridin şeyhine karşı edebini de şöyle izah ediyor:
Bir mürid için başta gerekli olan şunlardır:
1. Dışta (zahirde) şeyhinin emrine aykırı hareketleri terk etmelidir.
2. İçte dahi (ruhunda ve aklında) onun emirlerine itiraz sahibi olmamalıdır. Dış yönü ile itiraz eden kimse, edebini bırakmış olur. İçinden itiraz eden ise kendisini ölüme atmış olur. Müride düşen görev; sonuna kadar, şeyhi namına nefsine hasım olmalıdır, içten ve dıştan şeyhinin emrine aykırı hareket etmekten nefsini çekip almalıdır.
Bu arada ayeti kerime olarak gelen, şu duayı okumalıdır.
“Rabbimiz bizi bağışla, bizden, evvel imaîni geçip giden kardeşlerimizi de bağışla iman eden kardeşlerimize karşı kalbimize kin bırakma Rabbim Raufsun, Rahim’sin.”[2]
Bir müride, şeyhinden görünen ve kendisine sevimsiz gelen bir şey olur ise o konu ile ilgili müsait bir ortamda bir misal getirerek işaret yollu anlatmalıdır.
- O sevmediği şeyi ona açık bir şekilde söylememelidir. Zira böyle birşey şeyhin müride karşı nefretine sebep olur. Şayet şeyhinde her hangi bir ayıp görür ise bunu gizlemeye çalışmalıdır. Şeyhini değil, kendi nefsini itham etmelidir. Şeyhin o ayıbı için şeriatta bir yorum aramalıdır. “Şeyhim şu şu rahatsızlığından dolayı bunları yapıyor, yoksa kesinlikle yapmaz” diyebilmelidir.
Şeyhinde gördüğü ayıp ile ilgili şeriatta bir özür kapışı bulamazsa o zaman şeyhinin affı için istiğfar etmeli, Allah’tan (CC) onun için bilgi ve ilim istemeli, “Allah’ım (CC)! Şeyhime ayık olma hali ver, onu küçük büyük günahlardan koru, himaye et.” diye dua etmelidir.
Hiç bir zaman şeyhinin günah işlemez masum bir kişi olacağına itikad etmemelidir. Çünkü Allah (CC) sadece Peygamberlerini (AS) masum yaratmıştır. Ondan gördüğü ayıbı dahi hiç bir kimseye anlatmamalıdır. Mürid şu itikadda olmalıdır. Şeyhim bu halinden bir gün veya bir saat sonra vazgeçer bu da benim için bir imtihsu vesilesidir. Zira şeyhi daha yüksek bir mertebeye gelebilir, olduğu halde kalmaz. O yaptığı şeyde bir anlık gaflet ve yanılma sonunda olmuştur.
Şeyh bazen öfkelenebilir. Yüzünü astığı da olur. Müridden yüz çevirme hali de çıkabilir. Ancak bütün bu hallerden dolayı mürid şeyhinden ayrılmamalıdır. Kendi özünü araştırmalıdır. Şeyhine karşı adap dışı hallerini düzeltmelidir, mürid mümkün oldukça şeyhinin yanından ayrılmamaya ve onun hizmetinde bulunmaya gayret sarf etmelidir. Mürid şeyhim Allah (CC) ile arasında bir vasıta bilmelidir. Rabbına (CC) ulaştıran bir sebep görmelidir.
Gavsulzam Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri buna bir örnek veriyor ve buyuruyor ki: Mesela, bir kimseyi ele alalım. Bu kimse sultanı görmek ister. (Padişah ya da bir devlet reisini) Fakat onunla bir yakınlığı yoktur, bir tanışıklığı yoktur. Şimdi bu kimseye padişahın perdedarlarından birisini görmesi yahut onun çevresinden veya özel adamlarından birini bulması gerekir. Bu bulduğu zat kendisine sultanın halini ve adetini öğretecektir. Onun huzurunda nasıl duracağını onunla nasıl konuşacağını öğretecektir. Hatta onun yanına giderken nasıl hediyeler götüreceğini bildirecektir. Nelerden çok nelerden az götürmesi gerektiğini anlatacaktır.
Bütün bunlar şunun için gereklidir. O, huzura çıkarken kapı yerine, kapı sayılmayan başka bir yerden girmeye yani her işi edebine, erkanına göre yapa, aksi halde daha işe başlarken kaybeder, ihanete uğrar ve kovulur. Sultanından umduğunu bulamaz, maksuduna eremez. Her yeni bir yere girende yeni bir heyecan olur. Bu manadan olarak ona bunu hatırlatan ve minnet borcu olan biri gerek. Elinden tutup kendine yakışan bir yere oturtan biri gerek. Taki ihanete uğramaya, kendisinin edepsizlik ettiği, akılsız davrandığı belli olmaya, gösterilmeye üstteki misaldeki mananın gerçeği odur ki, Yüce Allah’ın (CC) yeryüzünde cereyan eden adeti de böyledir. Yani bir şeyh ola birde mürid, bir sahip ola bir de onun sahip olduğu kişi, bir uyan ola bir de uyulan.
Bu hal Hz. Adem’den (AS) günümüze kadar böyledir. Hz. Adem’e (AS) Cenab-ı Hakk (CC) bizzat herşeyi kendisi öğretti. Hayvanları öğretti, cisimleri öğretti, eşyayı öğretti ve sonra meleklerine dedi ki: “Sorun bakın Adem’e (AS) bilmediği birşey var mı?” Sonra da Hz. Adem’e (AS) buyurdu: “Ey Adem (AS)! Bunlara herşeyi isimleri ile anlat.”[3]
Hz. Adem (AS) Herşeyi meleklere anlatınca melekler Allah’a (CC) dediler ki: “Sübhânsın, bizim hiçbir bildiğimiz yok, ancak Sen bize öğretirsen biliriz.”[4]
Hz. Adem (AS) yeryüzüne gönderildikten sonra da Cebrail’in (AS) talebesi oldu. Cebrail (AS) ona yeryüzünün bütün inceliklerini, gizliliklerini öğretti. Aynı şekilde Hz. Nuh (AS) bildiklerini çocuklarına öğretti, Hz. İbrahim (AS) bildiklerini oğlu İsmail’e (AS) öğretti. Aynı şekilde Cebrail (AS) birçok şeyi Peygamber (SAV) Efendimize öğretti. Bunu teyid eden hadisi şerifte Peygamber (SAV) Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Cebrail (AS) bana misvak kullanmayı öğretti yine Cebrail (AS) bana Kabe’nin yanında iki rekat namaz kıldırdı.”
Sahabi (RA) dahi bildiklerini Rasülullah’tan (SAV) öğrendiler. Tabiin bildiklerinin çoğunu Sahabi’den (RA) öğrendi. Tebei tabiin bildiklerinin çoğunu tabiinden öğrendi. Müctehidler yani içtihad imamları da bildiklerini Tebei tabiinden öğrendiler. Yani bu gösteriyor ki Cenab-ı Hakk (CC) Hz. Adem’i (AS) yarattığından bu ana kadar bir öğretenler zümresi bir de öğrenenler zümresi yaratmıştır. Bunun asıl gayesi de sultana ulaşmada vesileler ve sebepler oluşumudur.
Gavsulazam (ksa) İstiğasesi
Gavs-ı Azam’a (ksa) nisbet edilen İSTİĞASE -
Bunun Okunma vakti -
Özellikle Gavsulazam’ın (ksa) bunu Salı günleri ya gece yarısında, ya da seher vaktinde okuyup amel ettiği.
RAHMAN VE RAHÎM OLAN ALLAH’IN (CC) ADIYLA
Çok önemli bir konu ile karşılaştığında, seni üzen bu musîbetin Allah (CC) tarafından defedilmesini arzu edecek olursan önce, ya yatsı namazından sonra ya da seher vaktinde iki rek’at namaz kıl; bu namazın her rek’atinde Fâtihâ’dan sonra on bir defa İHLÂS sûresini oku. Sonra da selâm verdikten sonra Allah’a (CC) secde götür de arzu ve ihtiyacını iste! Başını kaldırınca Peygamber (SAV) Efendimize on bir kere salâvat-ı şerife getir. Sonra da kalkıp IRAK cihetine KIBLE’nin sağ tarafına yönelerek on bir adım atıp yürü.
Birinci adımda: Ya Şeyh Muhyiddîn! Söyle.
İkinci adımda: Ey Efendimiz Muhyiddîn!
Üçüncü adımda: Ya Mevlânâ Muhyiddîn!
Dördüncü adımda: Ey hizmete lâyık Muhyiddin!
Beşinci adımda: Ey Derviş Muhyiddîn!
Altıncı adımda: Ey Hoca Muhyiddîn!
Yedinci adımda: Ey Sultan Muhyiddîn!
Sekizinci adımda: Ey Şah Muhyiddîn!
Dokuzuncu adımda: Ey Gavs Muhyiddîn!
Onuncu adımda: Ey Kutub Muhyiddîn!
On birinci adımda: Ey Efendiler Efendisi (Seyyidler seyyidi) Abdülkadir Muhyiddîn!
Diye çağır. Sonra şöyle söyle:
Ey Allah’ın (CC) kulcuğu, benim imdadıma yetiş, Allah’ın (CC) izniyle bana yardımcı ol! Ey insanlar ve cinlerin Şeyhi! Bana imdad eyle, ihtiyacımın yerine gelmesinde bana yardım elini uzat!
Bunları söyledikten sonra şu duayı üç defa okursun:
“Allahım (CC)! Bütün eşya Senindir ve bütün eşya Seninle vardır; yine bütün eşya Senden gelmedir ve bütün eşya Sana yönelip gelecektir. Sen bütün eşyaya hâkimsin, hepsi de Senin yüksek kudretin altında bulunuyor; Sen küllün küllüsün! Ey merhamet edenlerin en çok merhamet edeni, Senin rahmetine bağlanıp dayanıyoruz!
Geniş rahmetin Efendimiz Muhammed’e (SAV) ve O’nun hanedan ve arkadaşlarına (RA) olsun! Onları hem dünyada, hem âhirette esenliğe kavuştur!”
…
Bu istiğase bir de şöyle yapılabilir:
Bu istiğase tecrübe edilmiştir; duaların kabul olunması için okunmasında fayda vardır. Ancak bâzı şartlara riâyet gerekir:
a) Doğru olmak,
b) Kalbî teveccühü sağlamak,
c) İtikadı sağlamlaştırmak.
O halde ey doğru ve istekli olan kişi, çok önemli bir hacetin olduğu zaman, bu ister dünyevî olsun ister uhrevî, Salı gecesi fecir doğmadan önce yatağından kalk, tastamam bir abdest al, HACET NAMAZI niyetiyle Allah (CC) için iki rek’at namaz kıl; birinci rek’atinde Fâtiha’dan sonra KÂFİRÛN sûresini on bir defa oku; ikinci rek’atte ise, Fatihadan sonra İHLÂS sûresini on bir defa oku ve sonra aşağıdaki sıfatla HAZRET-İ GAVS’i (KSA) on bir defa an:
“Ey Efendim Abdulkadır Muhyiddîn!”
Sonra doğu cihetine on bir adım atarak her adımda şunu söyle: “Ey Şeyh Abdulkadirl Ya Geylânî!”
Ve sonra aşağıdaki iki beyti üç defa tekrarlarsın:
“Sen benim zahirem olduktan geri zulüm bana ulaşır mı?
Ve Sen benim yardımcım olduğun müddetçe dünyada haksızlığa uğrar mıyım ben?”
“Korulukta çoban bulundukça ona ayıptır ki. Issız çölde bir devenin ipi zayolsun!..”
Bu iki beyitten sonra şöyle söyler:
- “Ya Seyyidî Abdulkadir! Ya Geylânî! Bana yetiş, derdime koş!” Bununla beraber hacetini Gavs-ı A’zam (KSA) vasıtasıyla Allah’dan (CC) iste. Çünkü muhakkak O, senin hacetini karşılamak için yardımına koşar. Her hususta olduğu gibi bu hususta da başarı Allahtandır (CC). İhlâs üzere olmalısın, bununla birlikle kalbî teveccüh de şarttır
Gavsiyye
Belirsiz ve muğlak şeyleri keşfeden Allah’a (cc) hamdolsun.
Yaratılmışların hayırlısı Hazreti Muhammed’e (sav) selat-u
selam olsun!
Allah’tan (CC) başkasına gönül bağlamayıp ürken, Allah (CC) ile gönül alışkanlığı içinde ünsiyet kuran GAVS-I A’ZAM (KSA) diyor ki:
“Cenâb-ı Hakk (CC) bana (ilham yoluyla) şöyle buyurdu:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)!
- Buyur Allah’ım (CC) buyur, emrine amadeyim!
- İnsanlık alemiyle melekût âlemi arasındaki her hal ve sınır, ŞERİAT’ın kendisidir. Melekût alemiyle, Allah’a (CC) varmanın üçüncü basamağı olan CEBERUT âlemi arasındaki her hal ve sınır, TARİKAT’ın kendisidir. CEBERUT alemiyle LÂHUT (ilâhî âlem) arasındaki her hal ve sınır ise, HAKİKAT in kendisidir.”
Ve sonra Allah (CC) şöyle buyurdu:
- “Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ben, insanda zahir (belirgin) olduğum kadar hiçbir şeyde zâhir olmadım.”
Bu beyandan sonra bu kez ben, Rabbime (CC) sordum:
- Sizin için, size mahsus bir yer var mıdır?
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Yerleri (mekânları) yaratıp oluşturan Benim. Bu bakımdan Benim için hiçbir mekân olamaz. buyurdu.
- Ya Rab! Sizin yemeniz ve içmeniz olur mu?
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Fakirin yemesi ve içmesi benim yemem ve içmemdir.[1]
Ve sonra şöyle sordum:
- Ya Rab (CC)! Melekleri neden ve hangi şeyden yarattın?
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Melekleri insanın nurundan yarattım; insanları da kendi nurumdan vücuda getirdim.
Buyurdu ve şöyle devam etti:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ben ne güzel istekliyim, insan da ne güzel istenilendir! Binici olarak ne güzeldir İNSAN ve ne güzeldir ona binit olan varlıklar!
Rabbim (CC) sonra devamla buyurdu ki:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! İNSAN benim sırrımdır; Ben de onun sırrıyım. Eğer insan benim katımdaki mevkiini bilmiş olsaydı, her nefes alıp verişinde “BUGÜN MÜLK KİME AİTTİR?” (Âyet meali) derdi.
Ve sonra Rabbim buyurdu ki:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! İnsan ne yerse, ne içerse, ne kadar ayağa kalkar ve ne kadar oturursa; ne kadar konuşur ve ne kadar susarsa; ne kadar bir iş işler, ne kadar bir şeye yönelir ve ne kadar bir şeyden uzaklaşıp aynlırsa mutlaka Ben onda bulunuyor ve onu harekete geçiriyorum, (çünkü KUDRETİM her varlığı kapsayıp içine almıştır)!
Rabbim (CC) sonra buyurdu:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! İnsanın cismi, nef.si, kalbi, ruhu, kulağı, gözü, ayağı, dili var ya. işte onların hepsinde BEN varım (hepsi de Benim tecellimle) zahir olur; Ben onların başkası değilim.
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Fakirlik ateşiyle yananı, yoksulluk kırgınlığıyla kırgın bulunanı gördüğün zaman ona derhal yaklaş; çünkü Benimle onlar arasında hiçbir perde yoktur.
Rabbim (CC) yine buyurdu:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Bir şey yediğin, bir şey içtiğin ve bir uykuya yattığında her halde uyanık bir kalb ve gören bir göz ile olsun!
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Bâtında (gizli ve kapalı olan hal) Bana olan yolculuktan mahrum bulunan kimse, zahirî (açık ve seçik) yolculukla imtihan edilir de bu yolculuğunda Benden ancak uzaklaşmayı artırır.
Ve sonra devamla Rabbim buyurdu ki:
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! İttihad (birleşme, bir arada olma) öyle bir haldir ki, kelime ile anlatılamaz ve ona bir tâbir de verilemez. Bu hal (gönülde yer bulup) mevcut olmadıkça ona (ittihada) inanan kimse küfre düşer. Kim de (Hakk’a) vuslat peyda ettikten (Bana gönül yoluyla kavuştuktan) sonra (vuslattan gaflet içinde) ibâdet etmek isterse, o, Allah’a (CC) eş-ortak koşmuş olur.
Rabbim (CC) yine buyurdu:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Kim ezelî (öncesi olmayan) saadetle mutlu olursa, ona müjde!.. Çünkü o, ebediyen rezîl ve rüsvây olmayacaktır. Kim de ezelî şekavetle (mutsuzluk ve bedbahtlık) mutsuz olursa, ona da yazıklar olsun! O artık bir daha makbul bir insan olmayacaktır!
Ve yine Rabbim (CC) buyurdu ki:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Fakirlik ve yoksulluğu insana binek yaptım; bu bineğe kim binecek olursa, çölleri ve vadileri aşmadan Önce yüce makama ulaşır.
Sonra yine buyurdu:
- Ey Gavs-ı A’zam (KSA)! Eğer insan ölümden sonra meydana gelen şeyleri bilmiş olsaydı, dünyada yaşamayı hiç de temenni ve arzu etmez ve Benim huzurumda her ân ve her dakika “YA RAB (CC)! CANIMI AL” diye yalvarırdı.
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Halkın kıyamet günü Benim katımdaki hüccetleri, sadece “ONLAR SAĞIRDIRLAR, DİLSİZDİRLER, KÖRDÜRLER” (âyet meali) hükmü olacak ve sonra da hasret ve ağlamak…
Kabirdeki durumları da böyledir.
Rabbim (CC) devamla buyurdu ki:
-Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Muhabbet (gönülden gelen sevgi) daima iki taraflıdır; sevgi sevenle sevilen arasındadır. Seven, sevgiyi aşıp fena bulunca sevgilisine kavuşur.
Rabbim (CC) yine buyurdu:
-Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ruhları, kendilerine “BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM?” (âyet meali) hitabımdan sonra verdim. Ruhların kendi kalıplarında kıyamete kadar beklemekte olduklarını görüyorum.
GAVS-I A’ZAM (KSA) DİYOR Kİ:
- (Mânâ âleminde) Rabbimi (CC) gördüm; bana buyurdu ki: “Ey Gavs-ı A’zam (KSA)! Kim ilimden (bilgi edindikten) sonra Benden rü’yeti (Beni görmekliği) İsterse, hakikat o, rü’yet ilmîyle mahcûbdur (rü’yet ilmi ara yerde perdedir). Kim de rü’yetin ilimden başka olduğunu zannederse, hakikat o, RÜ’YETULLAH İle aldanmıştır!”
Sonra Rabbim (CC) buyurdu ki:
-Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Beni gören kimsenin artık her halükarda sormaya ihtiyacı kalmaz. Beni görmeyen kimseye ise, sormak fayda vermez. Böylesi sözü yönünden perde arkasında kalmıştır. (Yani sözü onunla rü’yetullah arasında perde olmuştur.)
Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Benim katımda fakir, hiçbir şeyi olmayan kimse demek değildir. Bilâkis her hususta emir verme yeteneği olan kimsedir. O, bir şeye “ol!” deyince o da oluverir.
Sonra yine Rabbim (CC) buyurdu:
- Cennetlerde Benim zuhurumdan sonra artık ne ülfet, ne de nimetin değeri kalır. Cehennemde de Benim onlara hitabımdan sonra ne yabancılık kalır; ne de ateşte yanmak!
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ben her cömert ve âlicenap kişiden daha cömert ve ihsan sahibiyim ve Ben her merhamet edenden daha merhamet ediciyim.
Rabbim (CC) devamla buyurdu ki:
- Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Benim katımda uyu, ama halkın uyuduğu gibi değil, ancak o takdirde Beni görebilirsin.
Bunun üzerine Rabbime (CC) dedim ki:
-“Ya Rabbî (CC)! Senin katında nasıl uyuyayım?”
Rabbim (CC) buyurdu ki:
- Bedeni lezzetlerden kesip dondurmakla; nefsi şehvetlerden uzaklaştırm