HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
ŞER’Î HÜKÜM
Allah’u Teâla, mükellef olan kimselere usül ve furusu ile İslâm Şeriatının tamamı ile yani feri hükümler ve inançlar ile hitap etmiştir. Ancak fıkıh usulü ilmi, usulü yani akaid ile ilgili hususları incelemez. Fıkıh usulü ilmi, furuatla ilgili hususları yani Şer’î hükümleri yalnızca üzerine bina olduğu esaslar yönünden inceler, hükmün kapsamında olan meseleler yönünden incelemez.
Şer’î delilleri tanıma hakkında bir inceleme yaparken Şer’î hükmünün ne olduğunun bilinmesi kaçınılmazdır. Usulü fıkıh âlimleri Şer’î hükmü şöyle tarif ettiler: Şer’î hüküm; iktiza, tahyir veya vazi ile kulların fiilleriyle alakalı Şâri’nin hitabıdır.
Şâri, Allah’u Teala’dır. Şâri’nin hitabı, Allah’u Teala’nın hitabı demektir. Ayrıca Allah’ın hitabı; her ne kadar ifade ettiği hususu dinleyene ve anlayabilecek konumdaki bir varlığa hitap olması bakımından hükmün ilgili olduğu kimseye yönlendirilmesi olsa da hitap, ifade ettiği hususun yönlendirilmesi değildir. Zira hitap, lafızlar ve terkiplerin içerdiği manaların kendisidir. Fakat hitaba delâlet eden bir konumda olduğundan Sünneti ve Sahabenin İcmasını da kapsaması için “Allah’ın hitabı” değil de “Şâri’nin hitabı” denilmiştir. Ta ki; “Allah’ın hitabı” ile sadece Kur'an’ın kast edilmiş olduğu sanılmasın. Sünnet de vahiy olduğu için Şâri’nin hitabıdır. Sünnetten bir delil açığa çıkardığından dolayı Sahabelerin İcması da Şâri’nin hitabıdır.
Mallarındaki zekât gibi hususlarda çocuk ve deli ile ilgili hükümleri de kapsaması için “mükellefler denilmemiş “kulların fiilleri ile ilgili alaka” denilmiştir.
İktiza ile alakalı olması, taleple ilgili olması demektir. Çünkü iktiza kelimesi talep anlamına gelmektedir. İktiza yani talep ise; bir fiilin yapılmasını talep ve terkini talep olarak iki kısma ayrılır. Fiilin yapılması talebi eğer kesin ise o, vacib veya farzdır. Kesin değil ise mendup veya Sünnet veya nafiledir. Fiilin terkinin talebi, eğer kesin ise o haram veya mahzurdur/yasaktır; kesin değil ise, mekruhtur.
Tahyir ise, o mubahlıktır.
Vaz’ın hitabına gelince veya kulların fiilleri ile ilgili vaz’î hitab; bir şeyi sebep veya mani v.b. kılmaktır. Örneğin; güneşin tam tepede olması namazın varlığını gerektirir. O, namazın sebebidir. Necaset, namaza engeldir/manidir. Güneşin tam tepede oluşunun sebeb olması, necasetin mani olması v.b. her ne kadar hükümler için birer alâmet olsalar da, onlar hükümlerdendirler. Çünkü Allah, güneşin tepede olmasını öğle namazının farziyetine bir alamet kılmıştır. Necasetin varlığını ise namazın batıllığına/geçersizliğine alâmet kılmıştır. Güneşin tam tepede olmasının farz kılıcı oluşunun manası, ancak namaz fiilinin yapılması talebidir. Necasetin batıl oluşunun manası da, ancak necasetin terk edilmesinin talebidir v.b. Zira vaz’i hükümler hakikatinde Şâri’nin hitabıdır.
Böylelikle; “kulun fiilleri ile alakalı Şâri’nin hitabıdır” şeklindeki Şer’î hükmün tarifi efradına cami, ağyarına mani bir tarif olmaktadır. Yani bütün unsurlarını içerip ilgisiz unsurlara engel olan bir tariftir. Zira bu tarif, “iktiza” veya “tahyir” sözü ile vacib, mendup, haram, mekruh ve mubahtan müteşekkil beş hükmü kapsamına almıştır. “Vaz’i” sözü ile de; sebebi, mani olanı, şartı, sahihi-batılı-fasidi, ruhsatı-azimeti kapsamına almıştır. Bu tarife binaen Şâri’nin hitabı iki kısma ayrılır: 1-Teklif hitabı, 2-Vaz’în hitabı.
5-1: Teklif Hitabı:
Teklif hitabı, iktiza ve tahyirle alakalı Şâri’nin hitabıdır. Yani fiilin yapılması talebi ile veya terk edilmesi talebiyle ya da yapılması ve yapılmaması arasında serbest bırakmakla ilgilidir. Hitap kesin olarak fiilin yapılması talebi ile alakalı ise bu vacibtir, eş anlamı ise farzdır.
Vacib, kasten terk eden kimsenin şer’an mutlak surette zemmedildiği husustur. Terk edenin Şeriata göre zemmedilmesinin anlamı şudur: Allah’ın kitabında, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Sünnetinde, Sahabenin İcmasında geçeni terk eden bir halde bulunduğunda noksanlaştıran ve azarlanan olmaktır. Fiilin terkinden dolayı insanların kınamasına itibar edilmez. Bilakis Şeriatın zemmine itibar edilir. Farz olması bakımından, farz-ı ayın ile farz-ı kifaye arasında bir fark yoktur.
Fiilin talebi ile ilgili Şâri’nin hitabı kesin bir talep değilse o menduptur. İbadetlerde eş anlamlısı “sünnettir”. Mendup, faili Şer’an övülen, terk edeni ise Şer’an kınanmayan husustur. Mendup “nafile” olarak da isimlendirilir.
Fiilin terki ile alakalı Şâri’nin hitabı kesin bir talep olduğunda o, haramdır. Eşanlamı ise mahzurdur/yasaktır. Haram, faili/işleyeni Şer’an zemmedilendir.
Fiilin terki ile alakalı Şâri’nin hitabı kesin bir talep değilse, o mekruhtur. Mekruh; “terk edeni Şer’an övülen, yapanı ise Şer’an kınanmayan husustur” şeklinde tarif edildi.
İster serbestliğe dair açık bir nâss ile olsun, ister nâsdaki talebin sîgasından serbestlik anlaşılsın, Şâri’nin hitabı fiilin yapılması ve terk edilmesi arasındaki serbestlik ile alakalı ise o, mubahtır. Hitabın serbestlikle alakalı olduğunun talebin sîgasından anlaşılması şöyle olur: Eğer hitap, iki farklı durumda bir tek hükümde nehiyden sonra emir sîgasıyla da gelmiş olsa mubah olur.
Şer’î hükümler teklif hitabında kesinlikle bu beş husustan dışarı çıkmazlar.
Vacib:
Vacib ve farz aynı anlama gelir. Aralarında fark yoktur. Birbirinin eşanlamlısı lafızlardır. Fakat bazı müçtehitler şöyle demiştir: “Teklif, Kitap ve mütevatir Sünnet gibi katî bir delille sabit ise o farzdır. Haberi Ahad/fertlerin haberi ve kıyas gibi zanni bir delille sabit ise o vacibtir.” Bu söz ne lügatte ne de Şeriatta kendisine delâlet eden bir delil olmaksızın ortaya konan bir hükümdür. Onlar için bir ıstılah olması da doğru değildir. Çünkü ıstılah, anlamlara belirli isimlerin verilmesidir. Bu ise, bu türden bir şey değildir. Belirli bir anlamın ya da isimlendirmenin tarifidir. Dolayısıyla vakıaya mutabık olması gerekir. Bu isimlendirmenin vakıası, Şâri’nin kesin bir şekilde talep ettiği husustur. Talebin katî bir delille veya zanni bir delille sabit olması arasında bir fark toktur. Zira mesele hitabın delâlet ettiği hususla alakalı bir meseledir, hitabın sübutu ile alakalı değildir.
Edası yönünden farz iki kısma ayrılır:
Namaz gibi geniş (vakitli) ve oruç gibi dar (vakitli) farz.
Vacibin vakti öğle namazın vakti gibi kendisinden (eda süresinden) fazla ise geniş vacibtir. Bu vaktin tüm cüzleri, bu vacibin içinde eda edilmesi için vakittir. Farzın düşmesi ve farzdaki maslahatın hâsıl olması hususunda bu sürenin her bölümü uygun vakittir.
Ebu Davud’un tahriç ettiği öğle namazını emreden şu hadis geniş vacibe bir delildir: “Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem dedi ki: أَمَّنِي جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَام عِنْدَ الْبَيْتِ مَرَّتَيْنِ فَصَلَّى بِيَ الظُّهْرَ حِينَ زَالَتِ الشَّمْسُ وَكَانَتْ قَدْرَ الشِّرَاكِ وَصَلَّى بِيَ الْعَصْرَ حِينَ كَانَ ظِلُّهُ مِثْلَهُ... "Cibril Aleyhisselam bana, Beytullah`ın yanında, iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı..."[1]
Bu, zikredilen vaktin tüm bölümlerini kapsar. Bundan kasıt, namazın fiilinin ilkini vaktin başlangıcında, sonunu da vaktin sonunda uygulamak değildir. Yine bu vaktin hiçbir bölümünü boş bırakmayacak şekilde her diliminde sürekli namaz kılmak da değildir. Vaktin belirli bir parçasını vacibin vukuu bulması için tahsis etmek de değildir. Çünkü yukarıda geçen ayetin lafzında buna delâlet eden bir delil yoktur. Dolayısıyla bu emirde geriye vaktin her bölümünün vacibin vukuu için elverişli olmasından başka bir kasıt kalmamaktadır. Böylece mükellef, vaktin dilediği bir dilimine fiili denk getirmekte/yapmakta serbest olmaktadır. Farziyet vaktin tüm parçalarında mükellef üzerinde hâsıl olur. Dilediği hangi parçada fiili yaparsa farz ondan düşer ve mükellef için vacibin maslahatı gerçekleşir. Ancak mükellefe düşen görev, vücubun/farziyetin başladığı ilk andan itibaren farzı yerine getirmeye azmetmektir. Azmetmiş olması şartı ile namazı vaktin başlangıcından itibaren geciktirirse ve vakit çıkmadan önce namazı eda etmeden ölürse Allah’a günahkâr olarak kavuşmaz. Fakat mükellef namazı vaktin başlangıcından sonra geciktirdiğinde ölebileceği zannı galibine sahipse, ölmese bile namazın vaktin başlangıcında eda etmeyip geciktirmesinden dolayı âsi/günahkâr sayılır. Bu nedenledir ki geniş zamanlı vacibi, mükellefin vakti içerisinde yerine getirebileceğine dair zannı galibin olması gerekir. Eğer bu şekilde zannı galibi olmazsa geciktirmesi helâl olmaz.
Aynı şekilde hacc, gücü yeten için geniş vacibtir. Mükellef, yapabilecek gücü elde ettikten sonra her vakitte yerine getirme hakkına sahiptir. Fakat zannı galibine göre haccı eda etmeden önce gücünü kaybedebileceği endişesini taşırsa, bu endişeye sahip olduğu andan itibaren hemen haccı eda etmesi vacib olur.
Vacibin vaktinin vacibin eda vaktinden fazla olduğu her husus böyledir. Ancak vacibin vakti oruç gibi kendisinden fazla değilse, farz oluşundan itibaren hemen eda edilmesi gerekir. Geciktirilmesi caiz değildir. Geciktirilirse günahkâr olunur ve kaza edilmesi gerekir.
Farz, uygulama açısından iki kısma ayrılır: Farz-ı ayın ve farz-ı kifaye. Farz oluşu yönünden aralarında bir fark yoktur. Çünkü her ikisinde de farz kılınış tektir. Her ikisi de fiilin kesin talebidir, aralarındaki fark ise şudur:
Farz-ı ayın her fertten bizzat talep edilen husustur.
Farz-ı kifaye ise, bütün Müslümanlardan yapılması talep edilen husustur. Farzın ikamesi için yeterlilik hâsıl olursa farz yerine getirilmiş olur. Bu durumda onu ister Müslümanların tamamı yapsın, ister ise bir kısmı yapsın fark etmez. Farzın ikamesi için yeterlilik hâsıl olmazsa her birisinin üzerine vacib/farz olarak kalır, ta ki farz yerine getirilesiye kadar.
Bu farziyet, fail açısındandır. Mef’ul yönünden ise vacib iki kısma ayrılır:
Seçeneği olan vacib, kesin belirlenmiş vacib.
Seçeneği olan vacib, mükellefin birden fazla fiil arasından seçeneği olan vacibtir.
Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi: لا يُؤَاخِذُكُمْ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمْ الأيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاثَةِ أَيَّامٍ ذَلِكَ كَفَّارَةُ أَيْمَانِكُمْ إِذَا حَلَفْتُمْ “Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden (kasıtsız yeminden) dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz (yemin kastı ile yaptığınız) yeminden dolayı sizi sorumlu tutar. (Bu tür yeminlerinizi bozarsanız) onun kefareti ailenize yedirdiğiniz orta yollusundan on fakiri doyurmak yahut onları giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Fakat kim bunu bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti budur.”[2]
Mükellef; on fakiri doyurmak ya da onları giydirmek ya da bir köle azad etmek arasında serbesttir. Ona vacib olan, bunlardan birisini yapmaktır. Söz konusu vacib, aynıyla değil mükellefin fiili ile belirlenir.
Kesin belirlenmiş vacib ise; mükelleften yapması istenen ve seçeneği olmayan farzdır. Örneğin namaz mükellefin, kendisi ile başkası arasında herhangi bir seçeneği olmaksızın mutlaka yerine getirmesi gerektiği farzdır.
Vacibin Ancak Kendisi ile Tamamlandığı Husus da Vacibtir.
Vacibin ancak kendisi ile tamamlandığı husus iki kısma ayrılır: 1-Vacibiyeti, o şeye (vacibe) şart koşulmuş olması, 2-Vacibiyeti, o şeye (vacibe) şart koşulmamış olması.
1-Vacibliği kendisi ile şart koşulan hususa gelince; şartın bizzat kendisinin vacib olmadığı hususunda bir ihtilaf yoktur. Asıl vacib, vucubiyetine delil getirilen husustur. Belirli bir namazın vacibiyeti taharetin varlığı şartına bağlanmıştır. Oysa namaz hitabı (delili) yönünden taharet vacib değildir. Taharet ancak vacibin edası için şarttır. Namaz hitabındaki vacib olan husus sadece şart gerçekleştiğinde namaz kılmaktır.
2-Vacibliği kendisi dışında herhangi bir şarta bağlanmamış bilakis vukuu şart koşulmuş, mutlak şekilde olan hususa gelince; bu iki kısma ayrılır: a- Mükellefin gücü dâhilinde olması, b- Mükellefin gücü dâhilinde olmaması.
a- Mükellefin gücü dâhilinde olan hususa gelince; o, vacibin talep edildiği hitabın kendisi ile vacibtir. Onun vacibliği aralarında herhangi bir fark olmaksızın Şâri’nin hitabı ile gelen herhangi bir şeyin vacibliği gibidir. Örneğin dirseklerin yıkanması gibidir. Zira ellerin dirseklere kadar yıkanması vacibi ancak dirseklerden bir cüzün yıkanması ile tamamlanır. Çünkü gaye olunan nokta gayeye dâhildir. Bu vacibin gerçekleşmesi gayeden bir parçanın gerçekleşmesine bağlıdır. Bu nedenledir ki dirseklerden bir cüzün yıkanması vacibtir. Hitap doğrudan bunu getirmemiş olsa da, vacibin varlığının kendisine bağlı olduğu hususu getirmiştir. Böylece Şâri’nin hitabı hem vacibi hem de bu vacibin ancak kendisi ile yerine getirilmesinin mümkün olduğu hususu da kapsar olmaktadır. Hitabın buna delâleti, bağlayıcı delâlet olduğu için bu husus vacib olmaktadır.
Bir başka örnek de; halife olmadığı zaman bir halife nasbetmek veya yöneticileri muhasebe etmek için bir siyasi kitle kurmanın vacib oluşudur. Zira halifenin ikamesi vacibtir ve yöneticileri muhasebe etmek de vacibtir. Ancak bu farz fertler tarafından yerine getirilemez. Çünkü fert, tek başına bu farzı yani halifeyi nasbetme ve yöneticileri muhasebe etme farzını yerine getirmekten acizdir. Dolayısıyla bu farzı yerine getirebilecek güçte Müslümanlardan bir cemaatın teşkilatlanması zorunludur. Bu durumda ise halifeyi nasbedecek veya yöneticileri muhasebe edecek yeterlilikte bir kitlenin oluşturulması Müslümanlar üzerine vacib olur. Eğer Müslümanlar böyle bir kitle oluşturmazlarsa günahkâr olurlar. Çünkü onlar vacibin eda edilebilmesi için zorunlu olan hususu yerine getirememişlerdir. Müslümanlar yöneticiyi muhasebe etmeye veya bir halife nasbetmeye gücü yetmeyen bir kitle oluşturduklarında da günahkârlıkları devam eder ve vacibi yerine getirmemiş sayılırlar. Çünkü vacib olan husus; sadece bir kitlenin kurulması değildir. Bilakis bir halife nasbetmeye veya yöneticileri muhasebe etmeye gücü yetecek bir kitleyi oluşturmaktır. Yani vacibi yerine getirmeye gücü olan bir kitleyi kurmaktır.
İşte böylece vacibin yapılmasının kendisi ile tamamlandığı her şey, vacibin içinde şart olarak yer almasa da vacibtir. Bu anlatılanlar mükellefin gücü dâhilinde olan hususlarla alakalıdır. Eğer mükellefin gücü dâhilinde değilse o vacib değildir.
Çünkü Allah’u Teâla şöyle buyurdu: لا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلا وُسْعَهَا ‘Allah hiçbir nefse taşıyamayacağını yüklemez.”[3]
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem de şöyle buyurdu: وَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ “Size bir şeyi emrettiğimde onu gücünüz yettiğince yerine getirin.”[4]
Onun için güç yetirilmeyen husus ile sorumlu kılmak caiz değildir. Çünkü onunla sorumlu kılmak Allah’a zulüm nisbet etmeyi gerektirir ki bu da caiz değildir.
Özetle bir şey emredildiği zaman, ancak kendisi ile tamamlandığı husus da emredilmiş olur. Bu husus; ister varlığı ile var olmayı, yokluğu ile yokluğu gerektiren sebep olsun, isterse yokluğu ile yokluğu getiren varlığı ile ne var olmayı ne de yok olmayı gerektirmeyen şart olsun fark etmez. Sebep ister köleyi azad etmeyi farz kılan “sîga” gibi Şer’î olsun, ister gerekli ilmi elde etmeye bakmak gibi akli sebep olsun, ister ise öldürme cezasını vacib kılan boyunun koparılmasından kesilmesi gibi normal bir sebep olsun fark etmez.
Şart da ister abdest gibi Şer’î olsun veya kendisi ile emredilen için gerekli olduğu aklen belirlenen husus gibi akli olsun, emredilen bir husustaki çelişkinin terk edilmesi gibi, ister ise abdeste başın bir bölümün yıkanması gibi normalde kendisinden ayrılmayan normal bir şart olsun fark etmez.
Böylece bir hususun vacibiyeti, ancak kendisi ile tamamlanan hususu da farz kılar. Yani bir husus ile mükellef kılmak, ancak kendisi ile tamamlanan hususla da mükellef kılmayı gerektirir. Buradan hareketle şu kaide ortaya çıkmıştır: Bir vacibin ancak kendisi ile tamamlandığı şey de vacibtir.
Haram:
Haram; sem’i/vahyî delilin, fiilin terkini kesin olarak talep eden Şâri’nin hitabına delâlet ettiği husustur. Haram, faili Şer’an zemmedilen husustur. Eşanlamlısı ise mahzurdur/yasaktır.
Mübah:
Mübah; sem’i delilin, herhangi bir karşılık olmaksızın fiilin yapılması ile terk edilmesi arasında serbest bırakan Şâri’nin hitabına delâlet ettiği husustur. Mübahlık, Şer’î hükümlerdendir. Çünkü o Şâri’nin hitabıdır. Bu nedenle de mubahlığın tespiti için onunla ilgili Şâri’nin hitabının gelmiş olması kaçınılmazdır. Mubahlık, bir şeyin yapılması ve terk edilmesindeki engelin/zorluğun kaldırılması değildir. Aksi halde, Şeriat gelmeden önce sabit olmuş olurdu. Hâlbuki Şeriat gelmeden önce Şeriat (hüküm) yoktur. Mubahlık, bizzat Şeriat tarafından konulmuş, Şeriat geldikten sonra var olmuştur. Bu nedenle de Şer’î hükümlerdendir.
Ayrıca hakkında mubahlığın gerçekleştiği hükümlerin her birisi için mubahlık hükmü Şeriattan gelmelidir. Mubah, hakkında Şeriatın haram ve helâl kılmaksızın sükût ettiği şey demek değildir.
Selman el-Farisi’den rivayet edilen şu hadise gelince: Dedi ki; “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e erimiş yağ, peynir ve yaban eşeği hakkında soruldu. Dedi ki: الْحَلالُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمَ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا عَنْهُ “Helâl, Allah’ın Kitabında helâl kıldığı, haram da Allah’ın Kitabında haram kıldığı hususlardır. Hakkında sükût ettiği husus ise, sizin için affettiğidir.”[5]
Bu, Kur'an’da, Kur'an’ın hakkında sükût ettiği hususların mubah olduğuna delâlet etmez. Zira hadiste haram kılınan ve helâl kılınan bir takım şeylerin varlığından bahsedilmektedir.
Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den sahih olarak rivayet edilen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: أُوتِيتُ الْقُرْآنَ وَمِثْلَهُ مَعَهُ “Bana Kur'an ve onunla beraber benzeri verildi.”[6]
Şu halde, “hakkında sükût edilen husustan” kastedilen vahyin sustuğu husus demektir. Aynı şekilde vahyin hakkında sustuğu şeyden kasıt, onun mubah olduğu anlamı da değildir. Çünkü hadiste yer alan, الحلال ما أحل الله “Helâl, Allah’ın helâl kıldığıdır.” ifadesi haram kılınmayan her şeyi kapsamaktadır. Helâl vacibi, mendubu, mubahı, mekruhu kapsar. Zira bunlar haram olmayan husus anlamındaki “helâl” kavramı kapsamındadır. Buna binaen “hakkında sükût ettiği husus” ifadesi onun mubah olduğu anlamına gelmez.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüne gelince: وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا لكم “Hakkında sükût ettiği husus sizin için affedilendendir.”[7] وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا عَنْهُ “Hakkında sükût ettiği husus sizin için affedilmiştir.”[8] أشياء رخصة لكم ليس بنسيان فلا تبحثوا عنها وسكت عن “Unutmaksızın, size rahmet olarak sükût ettiği şeyleri araştırmayınız.”[9]
Bu hadislerde geçen “bazı şeyler hakkında sükût etmesinden” murat onları helâl kılmasıdır. Onları helâl kılması, insanlara Allah’tan bir bağışlama ve rahmet olarak itibar edilmektedir. Çünkü onları haram kılmayıp helâl kılmıştır. Bunun delili, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Saad b. Ebi Vakkas’tan rivayet edilen şu sözüdür: إِنَّ أَعْظَمَ الْمُسْلِمِينَ فِي الْمُسْلِمِينَ جُرْمًا مَنْ سَأَلَ عَنْ أَمْرٍ لَمْ يُحَرَّمْ فَحُرِّمَ عَلَى النَّاسِ مِنْ أَجْلِ مَسْأَلَتِهِ “Müslümanlar hakkında Müslümanların en büyük cürüm işleyeni; insanlara haram kılınmayan bir şey hakkında soru sorup da o şeyin onun sorusu üzerine haram kılınmasına sebep olan kimsedir.”[10]
Yani vahyin haram kılmayıp sükût ettiği şey hakkında soru soran kimsedir.
Bu hadislerde geçen “sükût etmek” haram kılmayıp sükût etmek anlamındadır. Yoksa Şer’î hükmü beyan etmeden sükût etmek değildir. Çünkü Allah Şer’î hükmü beyan hususunda sükût etmemiştir. Bilakis her şey hakkında Şer’î hükmü beyan etmiştir.
Zira Allah’u Teâla şöyle buyurmuştur: وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ “Kitabı sana her şey için bir açıklama olarak indirdik.”[11]
Buna göre; mubah, Şeriatın hakkında sustuğu değildir. Bilakis mubah, Şeriatın hükmünü mubah olarak açıkladığı husustur. Şeriatın hakkında sustuğu şey mubahın bir kısmıdır. Şeriatın onun hakkındaki sükûtu onun mubah olduğunu açıklamaktadır. Mubah hükümlerinden her bir hüküm hakkında onun mubah olduğuna dair bir delil gelmiştir.
Örneğin; avlanmanın mubahlığı Allah’ın şu sözünde gayet açıktır: وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا “İhramdan çıktığınız zaman avlanın.”[12]
Cuma namazından sonra dağılmanın mubahlığı Allah’u Teâla’nın şu sözünde gayet açıktır: فَإِذَا قُضِيَتْ الصَّلاةُ فَانتَشِرُوا “Artık namaz kılındığında dağılın.”[13]
Kabirleri ziyaret etmenin mubahlığı da Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu hadisinde gayet açıktır: كُنْتُ نَهَيْتُكُمْ عَنْ زِيَارَةِ الْقُبُورِ فَزُورُوهَا “Sizi kabir ziyaretinden men etmiştim. Artık kabirleri ziyaret ediniz.”[14]
Alış-verişin mubahlığı da Allah’u Teâla’nın şu ayetinde açıktır: وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ “Allah, alış-verişi helâl kıldı.”[15]
İcarenin, vekâletin, rehin vermenin, v.b. mubahlığı kendi delillerinde açıktır.
Buna binaen mubahlık, Şer’î bir hükümdür, tespiti ona delâlet eden Şer’î bir delille olmalıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ebu Davud
[2] Maide: 89
[3] Bakara: 286
[4] Buhari, K. I’tısâm, 6744
[5] İbni Mace, K. Et’ameh, 3358
[6] Ahmed b. Hanbel, Müs. Şâmiyyîn, 16546
[7] İbni Mace, K. Et’ameh, 3358
[8] İbni Mace, K. Et’ameh, 3358
[9] Beyhaki
[10] Ebu Davud, K. Sünnet, 3994
[11] Nahl: 89
[12] Maide: 2
[13] Cuma: 10
[14] Ahmed b. Hanbel, B. Müs. Ensâr, 21974
[15] Bakara: 275
Allah’u Teâla, mükellef olan kimselere usül ve furusu ile İslâm Şeriatının tamamı ile yani feri hükümler ve inançlar ile hitap etmiştir. Ancak fıkıh usulü ilmi, usulü yani akaid ile ilgili hususları incelemez. Fıkıh usulü ilmi, furuatla ilgili hususları yani Şer’î hükümleri yalnızca üzerine bina olduğu esaslar yönünden inceler, hükmün kapsamında olan meseleler yönünden incelemez.
Şer’î delilleri tanıma hakkında bir inceleme yaparken Şer’î hükmünün ne olduğunun bilinmesi kaçınılmazdır. Usulü fıkıh âlimleri Şer’î hükmü şöyle tarif ettiler: Şer’î hüküm; iktiza, tahyir veya vazi ile kulların fiilleriyle alakalı Şâri’nin hitabıdır.
Şâri, Allah’u Teala’dır. Şâri’nin hitabı, Allah’u Teala’nın hitabı demektir. Ayrıca Allah’ın hitabı; her ne kadar ifade ettiği hususu dinleyene ve anlayabilecek konumdaki bir varlığa hitap olması bakımından hükmün ilgili olduğu kimseye yönlendirilmesi olsa da hitap, ifade ettiği hususun yönlendirilmesi değildir. Zira hitap, lafızlar ve terkiplerin içerdiği manaların kendisidir. Fakat hitaba delâlet eden bir konumda olduğundan Sünneti ve Sahabenin İcmasını da kapsaması için “Allah’ın hitabı” değil de “Şâri’nin hitabı” denilmiştir. Ta ki; “Allah’ın hitabı” ile sadece Kur'an’ın kast edilmiş olduğu sanılmasın. Sünnet de vahiy olduğu için Şâri’nin hitabıdır. Sünnetten bir delil açığa çıkardığından dolayı Sahabelerin İcması da Şâri’nin hitabıdır.
Mallarındaki zekât gibi hususlarda çocuk ve deli ile ilgili hükümleri de kapsaması için “mükellefler denilmemiş “kulların fiilleri ile ilgili alaka” denilmiştir.
İktiza ile alakalı olması, taleple ilgili olması demektir. Çünkü iktiza kelimesi talep anlamına gelmektedir. İktiza yani talep ise; bir fiilin yapılmasını talep ve terkini talep olarak iki kısma ayrılır. Fiilin yapılması talebi eğer kesin ise o, vacib veya farzdır. Kesin değil ise mendup veya Sünnet veya nafiledir. Fiilin terkinin talebi, eğer kesin ise o haram veya mahzurdur/yasaktır; kesin değil ise, mekruhtur.
Tahyir ise, o mubahlıktır.
Vaz’ın hitabına gelince veya kulların fiilleri ile ilgili vaz’î hitab; bir şeyi sebep veya mani v.b. kılmaktır. Örneğin; güneşin tam tepede olması namazın varlığını gerektirir. O, namazın sebebidir. Necaset, namaza engeldir/manidir. Güneşin tam tepede oluşunun sebeb olması, necasetin mani olması v.b. her ne kadar hükümler için birer alâmet olsalar da, onlar hükümlerdendirler. Çünkü Allah, güneşin tepede olmasını öğle namazının farziyetine bir alamet kılmıştır. Necasetin varlığını ise namazın batıllığına/geçersizliğine alâmet kılmıştır. Güneşin tam tepede olmasının farz kılıcı oluşunun manası, ancak namaz fiilinin yapılması talebidir. Necasetin batıl oluşunun manası da, ancak necasetin terk edilmesinin talebidir v.b. Zira vaz’i hükümler hakikatinde Şâri’nin hitabıdır.
Böylelikle; “kulun fiilleri ile alakalı Şâri’nin hitabıdır” şeklindeki Şer’î hükmün tarifi efradına cami, ağyarına mani bir tarif olmaktadır. Yani bütün unsurlarını içerip ilgisiz unsurlara engel olan bir tariftir. Zira bu tarif, “iktiza” veya “tahyir” sözü ile vacib, mendup, haram, mekruh ve mubahtan müteşekkil beş hükmü kapsamına almıştır. “Vaz’i” sözü ile de; sebebi, mani olanı, şartı, sahihi-batılı-fasidi, ruhsatı-azimeti kapsamına almıştır. Bu tarife binaen Şâri’nin hitabı iki kısma ayrılır: 1-Teklif hitabı, 2-Vaz’în hitabı.
5-1: Teklif Hitabı:
Teklif hitabı, iktiza ve tahyirle alakalı Şâri’nin hitabıdır. Yani fiilin yapılması talebi ile veya terk edilmesi talebiyle ya da yapılması ve yapılmaması arasında serbest bırakmakla ilgilidir. Hitap kesin olarak fiilin yapılması talebi ile alakalı ise bu vacibtir, eş anlamı ise farzdır.
Vacib, kasten terk eden kimsenin şer’an mutlak surette zemmedildiği husustur. Terk edenin Şeriata göre zemmedilmesinin anlamı şudur: Allah’ın kitabında, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Sünnetinde, Sahabenin İcmasında geçeni terk eden bir halde bulunduğunda noksanlaştıran ve azarlanan olmaktır. Fiilin terkinden dolayı insanların kınamasına itibar edilmez. Bilakis Şeriatın zemmine itibar edilir. Farz olması bakımından, farz-ı ayın ile farz-ı kifaye arasında bir fark yoktur.
Fiilin talebi ile ilgili Şâri’nin hitabı kesin bir talep değilse o menduptur. İbadetlerde eş anlamlısı “sünnettir”. Mendup, faili Şer’an övülen, terk edeni ise Şer’an kınanmayan husustur. Mendup “nafile” olarak da isimlendirilir.
Fiilin terki ile alakalı Şâri’nin hitabı kesin bir talep olduğunda o, haramdır. Eşanlamı ise mahzurdur/yasaktır. Haram, faili/işleyeni Şer’an zemmedilendir.
Fiilin terki ile alakalı Şâri’nin hitabı kesin bir talep değilse, o mekruhtur. Mekruh; “terk edeni Şer’an övülen, yapanı ise Şer’an kınanmayan husustur” şeklinde tarif edildi.
İster serbestliğe dair açık bir nâss ile olsun, ister nâsdaki talebin sîgasından serbestlik anlaşılsın, Şâri’nin hitabı fiilin yapılması ve terk edilmesi arasındaki serbestlik ile alakalı ise o, mubahtır. Hitabın serbestlikle alakalı olduğunun talebin sîgasından anlaşılması şöyle olur: Eğer hitap, iki farklı durumda bir tek hükümde nehiyden sonra emir sîgasıyla da gelmiş olsa mubah olur.
Şer’î hükümler teklif hitabında kesinlikle bu beş husustan dışarı çıkmazlar.
Vacib:
Vacib ve farz aynı anlama gelir. Aralarında fark yoktur. Birbirinin eşanlamlısı lafızlardır. Fakat bazı müçtehitler şöyle demiştir: “Teklif, Kitap ve mütevatir Sünnet gibi katî bir delille sabit ise o farzdır. Haberi Ahad/fertlerin haberi ve kıyas gibi zanni bir delille sabit ise o vacibtir.” Bu söz ne lügatte ne de Şeriatta kendisine delâlet eden bir delil olmaksızın ortaya konan bir hükümdür. Onlar için bir ıstılah olması da doğru değildir. Çünkü ıstılah, anlamlara belirli isimlerin verilmesidir. Bu ise, bu türden bir şey değildir. Belirli bir anlamın ya da isimlendirmenin tarifidir. Dolayısıyla vakıaya mutabık olması gerekir. Bu isimlendirmenin vakıası, Şâri’nin kesin bir şekilde talep ettiği husustur. Talebin katî bir delille veya zanni bir delille sabit olması arasında bir fark toktur. Zira mesele hitabın delâlet ettiği hususla alakalı bir meseledir, hitabın sübutu ile alakalı değildir.
Edası yönünden farz iki kısma ayrılır:
Namaz gibi geniş (vakitli) ve oruç gibi dar (vakitli) farz.
Vacibin vakti öğle namazın vakti gibi kendisinden (eda süresinden) fazla ise geniş vacibtir. Bu vaktin tüm cüzleri, bu vacibin içinde eda edilmesi için vakittir. Farzın düşmesi ve farzdaki maslahatın hâsıl olması hususunda bu sürenin her bölümü uygun vakittir.
Ebu Davud’un tahriç ettiği öğle namazını emreden şu hadis geniş vacibe bir delildir: “Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem dedi ki: أَمَّنِي جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَام عِنْدَ الْبَيْتِ مَرَّتَيْنِ فَصَلَّى بِيَ الظُّهْرَ حِينَ زَالَتِ الشَّمْسُ وَكَانَتْ قَدْرَ الشِّرَاكِ وَصَلَّى بِيَ الْعَصْرَ حِينَ كَانَ ظِلُّهُ مِثْلَهُ... "Cibril Aleyhisselam bana, Beytullah`ın yanında, iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı..."[1]
Bu, zikredilen vaktin tüm bölümlerini kapsar. Bundan kasıt, namazın fiilinin ilkini vaktin başlangıcında, sonunu da vaktin sonunda uygulamak değildir. Yine bu vaktin hiçbir bölümünü boş bırakmayacak şekilde her diliminde sürekli namaz kılmak da değildir. Vaktin belirli bir parçasını vacibin vukuu bulması için tahsis etmek de değildir. Çünkü yukarıda geçen ayetin lafzında buna delâlet eden bir delil yoktur. Dolayısıyla bu emirde geriye vaktin her bölümünün vacibin vukuu için elverişli olmasından başka bir kasıt kalmamaktadır. Böylece mükellef, vaktin dilediği bir dilimine fiili denk getirmekte/yapmakta serbest olmaktadır. Farziyet vaktin tüm parçalarında mükellef üzerinde hâsıl olur. Dilediği hangi parçada fiili yaparsa farz ondan düşer ve mükellef için vacibin maslahatı gerçekleşir. Ancak mükellefe düşen görev, vücubun/farziyetin başladığı ilk andan itibaren farzı yerine getirmeye azmetmektir. Azmetmiş olması şartı ile namazı vaktin başlangıcından itibaren geciktirirse ve vakit çıkmadan önce namazı eda etmeden ölürse Allah’a günahkâr olarak kavuşmaz. Fakat mükellef namazı vaktin başlangıcından sonra geciktirdiğinde ölebileceği zannı galibine sahipse, ölmese bile namazın vaktin başlangıcında eda etmeyip geciktirmesinden dolayı âsi/günahkâr sayılır. Bu nedenledir ki geniş zamanlı vacibi, mükellefin vakti içerisinde yerine getirebileceğine dair zannı galibin olması gerekir. Eğer bu şekilde zannı galibi olmazsa geciktirmesi helâl olmaz.
Aynı şekilde hacc, gücü yeten için geniş vacibtir. Mükellef, yapabilecek gücü elde ettikten sonra her vakitte yerine getirme hakkına sahiptir. Fakat zannı galibine göre haccı eda etmeden önce gücünü kaybedebileceği endişesini taşırsa, bu endişeye sahip olduğu andan itibaren hemen haccı eda etmesi vacib olur.
Vacibin vaktinin vacibin eda vaktinden fazla olduğu her husus böyledir. Ancak vacibin vakti oruç gibi kendisinden fazla değilse, farz oluşundan itibaren hemen eda edilmesi gerekir. Geciktirilmesi caiz değildir. Geciktirilirse günahkâr olunur ve kaza edilmesi gerekir.
Farz, uygulama açısından iki kısma ayrılır: Farz-ı ayın ve farz-ı kifaye. Farz oluşu yönünden aralarında bir fark yoktur. Çünkü her ikisinde de farz kılınış tektir. Her ikisi de fiilin kesin talebidir, aralarındaki fark ise şudur:
Farz-ı ayın her fertten bizzat talep edilen husustur.
Farz-ı kifaye ise, bütün Müslümanlardan yapılması talep edilen husustur. Farzın ikamesi için yeterlilik hâsıl olursa farz yerine getirilmiş olur. Bu durumda onu ister Müslümanların tamamı yapsın, ister ise bir kısmı yapsın fark etmez. Farzın ikamesi için yeterlilik hâsıl olmazsa her birisinin üzerine vacib/farz olarak kalır, ta ki farz yerine getirilesiye kadar.
Bu farziyet, fail açısındandır. Mef’ul yönünden ise vacib iki kısma ayrılır:
Seçeneği olan vacib, kesin belirlenmiş vacib.
Seçeneği olan vacib, mükellefin birden fazla fiil arasından seçeneği olan vacibtir.
Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi: لا يُؤَاخِذُكُمْ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمْ الأيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاثَةِ أَيَّامٍ ذَلِكَ كَفَّارَةُ أَيْمَانِكُمْ إِذَا حَلَفْتُمْ “Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden (kasıtsız yeminden) dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz (yemin kastı ile yaptığınız) yeminden dolayı sizi sorumlu tutar. (Bu tür yeminlerinizi bozarsanız) onun kefareti ailenize yedirdiğiniz orta yollusundan on fakiri doyurmak yahut onları giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Fakat kim bunu bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti budur.”[2]
Mükellef; on fakiri doyurmak ya da onları giydirmek ya da bir köle azad etmek arasında serbesttir. Ona vacib olan, bunlardan birisini yapmaktır. Söz konusu vacib, aynıyla değil mükellefin fiili ile belirlenir.
Kesin belirlenmiş vacib ise; mükelleften yapması istenen ve seçeneği olmayan farzdır. Örneğin namaz mükellefin, kendisi ile başkası arasında herhangi bir seçeneği olmaksızın mutlaka yerine getirmesi gerektiği farzdır.
Vacibin Ancak Kendisi ile Tamamlandığı Husus da Vacibtir.
Vacibin ancak kendisi ile tamamlandığı husus iki kısma ayrılır: 1-Vacibiyeti, o şeye (vacibe) şart koşulmuş olması, 2-Vacibiyeti, o şeye (vacibe) şart koşulmamış olması.
1-Vacibliği kendisi ile şart koşulan hususa gelince; şartın bizzat kendisinin vacib olmadığı hususunda bir ihtilaf yoktur. Asıl vacib, vucubiyetine delil getirilen husustur. Belirli bir namazın vacibiyeti taharetin varlığı şartına bağlanmıştır. Oysa namaz hitabı (delili) yönünden taharet vacib değildir. Taharet ancak vacibin edası için şarttır. Namaz hitabındaki vacib olan husus sadece şart gerçekleştiğinde namaz kılmaktır.
2-Vacibliği kendisi dışında herhangi bir şarta bağlanmamış bilakis vukuu şart koşulmuş, mutlak şekilde olan hususa gelince; bu iki kısma ayrılır: a- Mükellefin gücü dâhilinde olması, b- Mükellefin gücü dâhilinde olmaması.
a- Mükellefin gücü dâhilinde olan hususa gelince; o, vacibin talep edildiği hitabın kendisi ile vacibtir. Onun vacibliği aralarında herhangi bir fark olmaksızın Şâri’nin hitabı ile gelen herhangi bir şeyin vacibliği gibidir. Örneğin dirseklerin yıkanması gibidir. Zira ellerin dirseklere kadar yıkanması vacibi ancak dirseklerden bir cüzün yıkanması ile tamamlanır. Çünkü gaye olunan nokta gayeye dâhildir. Bu vacibin gerçekleşmesi gayeden bir parçanın gerçekleşmesine bağlıdır. Bu nedenledir ki dirseklerden bir cüzün yıkanması vacibtir. Hitap doğrudan bunu getirmemiş olsa da, vacibin varlığının kendisine bağlı olduğu hususu getirmiştir. Böylece Şâri’nin hitabı hem vacibi hem de bu vacibin ancak kendisi ile yerine getirilmesinin mümkün olduğu hususu da kapsar olmaktadır. Hitabın buna delâleti, bağlayıcı delâlet olduğu için bu husus vacib olmaktadır.
Bir başka örnek de; halife olmadığı zaman bir halife nasbetmek veya yöneticileri muhasebe etmek için bir siyasi kitle kurmanın vacib oluşudur. Zira halifenin ikamesi vacibtir ve yöneticileri muhasebe etmek de vacibtir. Ancak bu farz fertler tarafından yerine getirilemez. Çünkü fert, tek başına bu farzı yani halifeyi nasbetme ve yöneticileri muhasebe etme farzını yerine getirmekten acizdir. Dolayısıyla bu farzı yerine getirebilecek güçte Müslümanlardan bir cemaatın teşkilatlanması zorunludur. Bu durumda ise halifeyi nasbedecek veya yöneticileri muhasebe edecek yeterlilikte bir kitlenin oluşturulması Müslümanlar üzerine vacib olur. Eğer Müslümanlar böyle bir kitle oluşturmazlarsa günahkâr olurlar. Çünkü onlar vacibin eda edilebilmesi için zorunlu olan hususu yerine getirememişlerdir. Müslümanlar yöneticiyi muhasebe etmeye veya bir halife nasbetmeye gücü yetmeyen bir kitle oluşturduklarında da günahkârlıkları devam eder ve vacibi yerine getirmemiş sayılırlar. Çünkü vacib olan husus; sadece bir kitlenin kurulması değildir. Bilakis bir halife nasbetmeye veya yöneticileri muhasebe etmeye gücü yetecek bir kitleyi oluşturmaktır. Yani vacibi yerine getirmeye gücü olan bir kitleyi kurmaktır.
İşte böylece vacibin yapılmasının kendisi ile tamamlandığı her şey, vacibin içinde şart olarak yer almasa da vacibtir. Bu anlatılanlar mükellefin gücü dâhilinde olan hususlarla alakalıdır. Eğer mükellefin gücü dâhilinde değilse o vacib değildir.
Çünkü Allah’u Teâla şöyle buyurdu: لا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلا وُسْعَهَا ‘Allah hiçbir nefse taşıyamayacağını yüklemez.”[3]
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem de şöyle buyurdu: وَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ “Size bir şeyi emrettiğimde onu gücünüz yettiğince yerine getirin.”[4]
Onun için güç yetirilmeyen husus ile sorumlu kılmak caiz değildir. Çünkü onunla sorumlu kılmak Allah’a zulüm nisbet etmeyi gerektirir ki bu da caiz değildir.
Özetle bir şey emredildiği zaman, ancak kendisi ile tamamlandığı husus da emredilmiş olur. Bu husus; ister varlığı ile var olmayı, yokluğu ile yokluğu gerektiren sebep olsun, isterse yokluğu ile yokluğu getiren varlığı ile ne var olmayı ne de yok olmayı gerektirmeyen şart olsun fark etmez. Sebep ister köleyi azad etmeyi farz kılan “sîga” gibi Şer’î olsun, ister gerekli ilmi elde etmeye bakmak gibi akli sebep olsun, ister ise öldürme cezasını vacib kılan boyunun koparılmasından kesilmesi gibi normal bir sebep olsun fark etmez.
Şart da ister abdest gibi Şer’î olsun veya kendisi ile emredilen için gerekli olduğu aklen belirlenen husus gibi akli olsun, emredilen bir husustaki çelişkinin terk edilmesi gibi, ister ise abdeste başın bir bölümün yıkanması gibi normalde kendisinden ayrılmayan normal bir şart olsun fark etmez.
Böylece bir hususun vacibiyeti, ancak kendisi ile tamamlanan hususu da farz kılar. Yani bir husus ile mükellef kılmak, ancak kendisi ile tamamlanan hususla da mükellef kılmayı gerektirir. Buradan hareketle şu kaide ortaya çıkmıştır: Bir vacibin ancak kendisi ile tamamlandığı şey de vacibtir.
Haram:
Haram; sem’i/vahyî delilin, fiilin terkini kesin olarak talep eden Şâri’nin hitabına delâlet ettiği husustur. Haram, faili Şer’an zemmedilen husustur. Eşanlamlısı ise mahzurdur/yasaktır.
Mübah:
Mübah; sem’i delilin, herhangi bir karşılık olmaksızın fiilin yapılması ile terk edilmesi arasında serbest bırakan Şâri’nin hitabına delâlet ettiği husustur. Mübahlık, Şer’î hükümlerdendir. Çünkü o Şâri’nin hitabıdır. Bu nedenle de mubahlığın tespiti için onunla ilgili Şâri’nin hitabının gelmiş olması kaçınılmazdır. Mubahlık, bir şeyin yapılması ve terk edilmesindeki engelin/zorluğun kaldırılması değildir. Aksi halde, Şeriat gelmeden önce sabit olmuş olurdu. Hâlbuki Şeriat gelmeden önce Şeriat (hüküm) yoktur. Mubahlık, bizzat Şeriat tarafından konulmuş, Şeriat geldikten sonra var olmuştur. Bu nedenle de Şer’î hükümlerdendir.
Ayrıca hakkında mubahlığın gerçekleştiği hükümlerin her birisi için mubahlık hükmü Şeriattan gelmelidir. Mubah, hakkında Şeriatın haram ve helâl kılmaksızın sükût ettiği şey demek değildir.
Selman el-Farisi’den rivayet edilen şu hadise gelince: Dedi ki; “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e erimiş yağ, peynir ve yaban eşeği hakkında soruldu. Dedi ki: الْحَلالُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمَ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا عَنْهُ “Helâl, Allah’ın Kitabında helâl kıldığı, haram da Allah’ın Kitabında haram kıldığı hususlardır. Hakkında sükût ettiği husus ise, sizin için affettiğidir.”[5]
Bu, Kur'an’da, Kur'an’ın hakkında sükût ettiği hususların mubah olduğuna delâlet etmez. Zira hadiste haram kılınan ve helâl kılınan bir takım şeylerin varlığından bahsedilmektedir.
Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den sahih olarak rivayet edilen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: أُوتِيتُ الْقُرْآنَ وَمِثْلَهُ مَعَهُ “Bana Kur'an ve onunla beraber benzeri verildi.”[6]
Şu halde, “hakkında sükût edilen husustan” kastedilen vahyin sustuğu husus demektir. Aynı şekilde vahyin hakkında sustuğu şeyden kasıt, onun mubah olduğu anlamı da değildir. Çünkü hadiste yer alan, الحلال ما أحل الله “Helâl, Allah’ın helâl kıldığıdır.” ifadesi haram kılınmayan her şeyi kapsamaktadır. Helâl vacibi, mendubu, mubahı, mekruhu kapsar. Zira bunlar haram olmayan husus anlamındaki “helâl” kavramı kapsamındadır. Buna binaen “hakkında sükût ettiği husus” ifadesi onun mubah olduğu anlamına gelmez.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüne gelince: وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا لكم “Hakkında sükût ettiği husus sizin için affedilendendir.”[7] وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا عَنْهُ “Hakkında sükût ettiği husus sizin için affedilmiştir.”[8] أشياء رخصة لكم ليس بنسيان فلا تبحثوا عنها وسكت عن “Unutmaksızın, size rahmet olarak sükût ettiği şeyleri araştırmayınız.”[9]
Bu hadislerde geçen “bazı şeyler hakkında sükût etmesinden” murat onları helâl kılmasıdır. Onları helâl kılması, insanlara Allah’tan bir bağışlama ve rahmet olarak itibar edilmektedir. Çünkü onları haram kılmayıp helâl kılmıştır. Bunun delili, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Saad b. Ebi Vakkas’tan rivayet edilen şu sözüdür: إِنَّ أَعْظَمَ الْمُسْلِمِينَ فِي الْمُسْلِمِينَ جُرْمًا مَنْ سَأَلَ عَنْ أَمْرٍ لَمْ يُحَرَّمْ فَحُرِّمَ عَلَى النَّاسِ مِنْ أَجْلِ مَسْأَلَتِهِ “Müslümanlar hakkında Müslümanların en büyük cürüm işleyeni; insanlara haram kılınmayan bir şey hakkında soru sorup da o şeyin onun sorusu üzerine haram kılınmasına sebep olan kimsedir.”[10]
Yani vahyin haram kılmayıp sükût ettiği şey hakkında soru soran kimsedir.
Bu hadislerde geçen “sükût etmek” haram kılmayıp sükût etmek anlamındadır. Yoksa Şer’î hükmü beyan etmeden sükût etmek değildir. Çünkü Allah Şer’î hükmü beyan hususunda sükût etmemiştir. Bilakis her şey hakkında Şer’î hükmü beyan etmiştir.
Zira Allah’u Teâla şöyle buyurmuştur: وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ “Kitabı sana her şey için bir açıklama olarak indirdik.”[11]
Buna göre; mubah, Şeriatın hakkında sustuğu değildir. Bilakis mubah, Şeriatın hükmünü mubah olarak açıkladığı husustur. Şeriatın hakkında sustuğu şey mubahın bir kısmıdır. Şeriatın onun hakkındaki sükûtu onun mubah olduğunu açıklamaktadır. Mubah hükümlerinden her bir hüküm hakkında onun mubah olduğuna dair bir delil gelmiştir.
Örneğin; avlanmanın mubahlığı Allah’ın şu sözünde gayet açıktır: وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا “İhramdan çıktığınız zaman avlanın.”[12]
Cuma namazından sonra dağılmanın mubahlığı Allah’u Teâla’nın şu sözünde gayet açıktır: فَإِذَا قُضِيَتْ الصَّلاةُ فَانتَشِرُوا “Artık namaz kılındığında dağılın.”[13]
Kabirleri ziyaret etmenin mubahlığı da Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu hadisinde gayet açıktır: كُنْتُ نَهَيْتُكُمْ عَنْ زِيَارَةِ الْقُبُورِ فَزُورُوهَا “Sizi kabir ziyaretinden men etmiştim. Artık kabirleri ziyaret ediniz.”[14]
Alış-verişin mubahlığı da Allah’u Teâla’nın şu ayetinde açıktır: وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ “Allah, alış-verişi helâl kıldı.”[15]
İcarenin, vekâletin, rehin vermenin, v.b. mubahlığı kendi delillerinde açıktır.
Buna binaen mubahlık, Şer’î bir hükümdür, tespiti ona delâlet eden Şer’î bir delille olmalıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ebu Davud
[2] Maide: 89
[3] Bakara: 286
[4] Buhari, K. I’tısâm, 6744
[5] İbni Mace, K. Et’ameh, 3358
[6] Ahmed b. Hanbel, Müs. Şâmiyyîn, 16546
[7] İbni Mace, K. Et’ameh, 3358
[8] İbni Mace, K. Et’ameh, 3358
[9] Beyhaki
[10] Ebu Davud, K. Sünnet, 3994
[11] Nahl: 89
[12] Maide: 2
[13] Cuma: 10
[14] Ahmed b. Hanbel, B. Müs. Ensâr, 21974
[15] Bakara: 275