Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Dinimizin bizden istediği hareket tarzı, sebepleri son derece ciddiye almak, bir sonuca ulaşmak için bütün gerekenleri yapmak ve fakat asla sebeplere itimat etmemektir. Sonucu, sebepleri de yaratan Allah'tan bilmek, daima O'na güvenmek, O'na dayanmaktır.
İçinde bulunduğumuz dünya hayatı, maddi alemin bir parçasıdır. Cenab-ı Hak madde alemini yaratırken, onun ayrılmaz bir özelliği olarak sebepleri de beraberinde var etmiştir. Bu alemdeki işleyiş sebep-sonuç ilişkisine göredir. Her sebep bir sonucu, her sonuç yeni bir sonucun sebebini doğurur. Kainattaki işleyişin sebep sonuç ilişkisi çerçevesinde yürüyor olması, bir yandan da insanoğlunun imtihanıdır. Onun sebeplere mi yoksa o sebeplerin ardındaki ilahi güce mi güvenip bel bağlayacağı bu imtihanın başlıca konusudur. Eğer kul, sebeplerin ardındaki eşsiz ve kesin gücü farkeder ve ona itimat ederse ne âlâ. Değilse, dünyaya taparcasına bağlanan, olup bitenher şeyi maddi sebeplerle izah etmeye çalışan, işin manevi tarafını ıskalayan, kalpsiz, maddeci bir varlık olup çıkar. Bu zihniyetle yetişen tüccar sermayesine, toprak sahibi mahsulüne, makam sahibi koltuğuna ve ilişkilerine güvenir. Böyle kimseler için kaybetmek ölmekten farksız olduğundan, sahip oldukları şeylere adeta dişle tırnakla tutunurlar. Bu da onları manevi değerleri önemsemeyen, hırslı, kibirli, şefkat ve paylaşımdan yoksun insanlar yapar. Bunun bir adım ötesinde ise ciddi bir iman kriziyle baş başa kalma tehlikesi vardır. Şu halde, sebeplerin ardındaki mutlak gücü yani Allah Tealâ'yı unutmamak, daima O'na güvenip, O'na dayanmak gerekir. Sebeplerin yaratıcısı varken sebebin kendisine takılıp kalmak, gönül bağlamak, öz dururken kabuğa takılmaya benzer.
Dinimizin bizden istediği hareket tarzı, sebepleri son derece ciddiye almak, bir sonuca ulaşmak için bütün gerekenleri yapmak ve fakat asla sebeplere itimat etmemektir. Sonucu sebepleri de yaratan Allah'tan bilmek, daima O'na güvenmek, O'na dayanmaktır. İşte bu şuur ve anlayışa "tevekkül" denilir. Kur'an-ı Kerim "inananlar yalnızca Allah'a tevekkül etsinler, güvensinler."(maide11) buyurmakla, tevekkülü sadece imanlı kimselere özgü kılmıştır. Tevekkül geniş anlamıyla şöyle tarif edilebilir: Dini yahut dünyayı ilgilendiren her hususta, alınabilecek bütün önlemleri aldıktan, gereken sebeplere sarıldıktan sonra işin sonucunu Allah Tealâ'ya havale etmek, O'ndan gelene baş göz üzere deyip razı olmaktır. Bir diğer ifadeyle; dinen mahsuru olmayan sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri var eden, onlara tesir gücü veren Yaratıcı'dan beklemek, O'na güvenmektir.
Cüneyd-i Bağdadî hazretleri tevekkülü: "kalbin, her durumda Allah Tealâ'ya itimat etmesi, güven duyması" olarak tanımlamıştır. (Kitabu'l Lüme'fi't-Tasavvuf)
Tevekkül, kimi kişilerce tedbir almaksızın işlerin Allah'a havale edilmesi olarak algılansa da gerçek hiç de öyle değildir. Hz. Peygamber s.a.v. devesini salıveren ve Allah'a tevekkül ettim diyen kişiyi: "Deveni bağla, sonra tevekkül et." (tirmizi) diye uyarmıştır. Bu da söz konusu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu gösteriyor.