yüsra77
Kayıtlı Kullanıcı
Sakal meselesi : Bediüzzamanın kendi ifadeleri ile:
"Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette, yüzde doksan sakalsız olanların içinde küçükten beri sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmi hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım, bir hikmet, bir inâyet-i İlahiye olduğunu ispat etti. Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi, Risale-i Nur'a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.
Bazı âlimler, "Sakalı tıraş etmek câiz değildir" demişler. Bundan maksatları, sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır, demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok büyük günahlardan çekinmek için, bu sünneti terketmeye karşılık, Risale-i Nur'un irşâdıyla, yirmi sene tek başına hapis hayatı gibi işkenceli bir hayat geçirdik, inşâALLAH o sünnetin terkine bir kefârettir.
Hem bunu kat'iyen ilân ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur'ân'ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım, tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur'un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkanının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirâyet edemez, ona dokunamaz. Zaten Risale-i Nur'un bize verdiği ders de, hakikat-i ihlas ve benliği bırakmak ve dâima kendini kusurlu bilmek ve kendini beğenmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevisini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnettar oluyoruz, "ALLAH razı olsun" deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa nasıl memnun oluruz, kusurumuzu -fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid'âlara ve dalâlete yardım etmemek kaydıyla- kabul edip minnettar oluyoruz." (Emirdağ Lâhikası - 1, 24. Mektub)
Evlilik konusuna gelince : Evlenmenin, kişinin durumuna göre farz, mekruh, sünnet, mubâh ve haram yönleri vardır. Mesela, kişi geçimsiz biri ise ve dahası ailesine haram yedirecekse, böyle bir kimsenin evlenmesi mekruh sayılmıştır.
Haram yiyen bir kişi bu durumundan ötürü hesaba çekileceği gibi, böyle birinin başkasının kızına ve ondan doğacak çocuklara haram yedirmesi de haramdır. İşte bu durumda olan bir kişinin evlenmesi bir kısım ulemâya göre en azından tahrimen mekruh sayılmıştır. Kişinin mâli imkânı var ve zina korkusu yoksa onun evlenmesi sünnettir. Zinaya düşme ihtimâli olan kişinin evlenmesi ise farzdır. Bu itibarla evliliğin hükmü şahısların durumuna göre değişmektedir.
Hz. Mesih ve Hz. Yahya evlenmemişlerdir ve Hz. Mesih ve Hz. Yahya gibi imana hizmet eden, ahlaksızlığa sapmamış, daha tertemiz bir hayli bekâr vardır. Evet, bu mevzu şahıslara göre değişmektedir. Mutlak bir şey söylemek oldukça zordur. Kimisi evlenmeden âlâ-i illiyyine çıkar, kimisi evlenerek âlâ-i illiyyine çıkar. Kimisi evlenmez esfel-i safiline sukut eder, kimisi evlenir esfel-i safiline sukut eder.
İzdivaç yapan bir kısım erkeklere, evlendikten sonra nefsin kadınlara olan alâkasının kesilip kesilmediğini, evliliğin bu meseleye bir çare olup olmadığı sorulduğunda, onların vermiş olduğu cevaplardan, izdivacın günahlara karşı bir sütre olduğu sonucu çıkmaktadır.
Ancak, hedefi ve gâyesi olmayan izdivaçlar, niyetsiz ameller gibi bereketsizdirler. Gâye olmayınca bazen dinine, diyanetine bakılmadan hiç tanınmayan birisiyle sırf boyuna posuna ve cismâniyetine bakılarak evliliğe benzeyen bir araya gelmeler, uhrevî derinliğinin olmaması yanında, çok defa imtizaçsızlıklar ve geçimsizliklerle sonuçlanır. Hele bir de, Kur'ân'a inanan ve inanmayan, Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıyan ve tanımayan iki kişi bir araya gelmişse.. Evet, aileler arasında inanma ve inanmama açısından zıt düşünceler söz konusu ise, dinî, fikrî sürtüşmeler kaçınılmaz olur ve telâfisi imkânsız uyuşmazlıklar baş gösterir.
"Gayeli izdivaç," enine-boyuna düşünülerek, hissin yanında aklî-mantıkî olan izdivâçtır ve evlenmede "maksat" düşünülerek hareket edildiğinden ailede huzur vardır. Neticesi düşünülmeden ve bir gâye gözetilmeden yapılan evliliklerin neticesinde ise, değişik sıkıntılar söz konusudur. Böyle bir yuvada, aile fertleri sürekli huzursuzluk yaşarlar.
Bu mes'elelerin içine hiç girmeyenlere gelince, bunlar çok fazla bir şey bilmezler. "Böyle başladık gidiyoruz" der ve sâfiyane yürür, giderler.
İlgili hâdis-i şerife gelince; Deylemî'den (r.a.) mervi Hâdis-i Şerif meâli: "ALLAH bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu kadınla ve evlâd ile meşgul ettirmez."
Bu, bâhusus hicretin 200 senesinden sonra içindir. Çünki bir de "200 senesinden sonra en hayırlınız zevce ve veledi olmamakla yükü hafif olanınızdır" Hâdis-i Şerif'i vardır. Bu Hâdis-i Şerif ile "İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim" Hâdis-i Şerif'i arasında tenâkuz yoktur. Şöyle ki: Nikâhlanmayı emreden Hâdis-i Şerif, şartları hâiz olanlara, nikâhtan dolayı mücâhedeyi terketmeyenleredir. Yukarıda ki Hâdis-i Şerif'ler ise, şartları hâiz olmayan ve dini uğrunda mücâhedeyi, evlenmekten dolayı terk edenleredir." (Levami-ül Ukul Şerhi, C: 1, sh: 173)
Cuma namazına gitmeyişi konusuna gelince :
Üstadın Cuma namazına gitmeyişi daimi değildir ve özel sebeplere dayanır. Kendisi bunu şöyle açıklar:
"... Bu iki meselede büyük mâzeretlerim var.
Evvelâ: Ben Şâfiîyim. Şâfiî Mezhebinde Cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana Cuma farz değil. Ben, mezheb-i Âzamîyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyordum.
Saniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men ettikleri için -hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş- hem yirmi beş senedir ben münzevî yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha'nın yarısını okumadan, imam rükûa gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır." (Emirdağ Lâhikası - 1, 24. Mektub)
Nur talebelerinin Cumaya gitmeme gibi bir hali söz konusu değildir.
Hacc meselesine gelince : Genç yaşında iken, Şam'a kadar gittiğini biliyoruz. Şam emevi camiinde, on bin kişinin katıldığı bir topluluğa hitap etmiştir. Ancak o sırada hacca gidip gimediğine dair bir bilgi bilmiyoruz.
Sonraki hayatı ise hapis, tarassut ve sürgünler ile geçtiği için ve ayrıca şahsına ait maddi bir geliri de olmadığı için gidememiştir.
"Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette, yüzde doksan sakalsız olanların içinde küçükten beri sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmi hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım, bir hikmet, bir inâyet-i İlahiye olduğunu ispat etti. Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi, Risale-i Nur'a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.
Bazı âlimler, "Sakalı tıraş etmek câiz değildir" demişler. Bundan maksatları, sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır, demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok büyük günahlardan çekinmek için, bu sünneti terketmeye karşılık, Risale-i Nur'un irşâdıyla, yirmi sene tek başına hapis hayatı gibi işkenceli bir hayat geçirdik, inşâALLAH o sünnetin terkine bir kefârettir.
Hem bunu kat'iyen ilân ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur'ân'ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım, tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur'un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkanının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirâyet edemez, ona dokunamaz. Zaten Risale-i Nur'un bize verdiği ders de, hakikat-i ihlas ve benliği bırakmak ve dâima kendini kusurlu bilmek ve kendini beğenmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevisini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnettar oluyoruz, "ALLAH razı olsun" deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa nasıl memnun oluruz, kusurumuzu -fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid'âlara ve dalâlete yardım etmemek kaydıyla- kabul edip minnettar oluyoruz." (Emirdağ Lâhikası - 1, 24. Mektub)
Evlilik konusuna gelince : Evlenmenin, kişinin durumuna göre farz, mekruh, sünnet, mubâh ve haram yönleri vardır. Mesela, kişi geçimsiz biri ise ve dahası ailesine haram yedirecekse, böyle bir kimsenin evlenmesi mekruh sayılmıştır.
Haram yiyen bir kişi bu durumundan ötürü hesaba çekileceği gibi, böyle birinin başkasının kızına ve ondan doğacak çocuklara haram yedirmesi de haramdır. İşte bu durumda olan bir kişinin evlenmesi bir kısım ulemâya göre en azından tahrimen mekruh sayılmıştır. Kişinin mâli imkânı var ve zina korkusu yoksa onun evlenmesi sünnettir. Zinaya düşme ihtimâli olan kişinin evlenmesi ise farzdır. Bu itibarla evliliğin hükmü şahısların durumuna göre değişmektedir.
Hz. Mesih ve Hz. Yahya evlenmemişlerdir ve Hz. Mesih ve Hz. Yahya gibi imana hizmet eden, ahlaksızlığa sapmamış, daha tertemiz bir hayli bekâr vardır. Evet, bu mevzu şahıslara göre değişmektedir. Mutlak bir şey söylemek oldukça zordur. Kimisi evlenmeden âlâ-i illiyyine çıkar, kimisi evlenerek âlâ-i illiyyine çıkar. Kimisi evlenmez esfel-i safiline sukut eder, kimisi evlenir esfel-i safiline sukut eder.
İzdivaç yapan bir kısım erkeklere, evlendikten sonra nefsin kadınlara olan alâkasının kesilip kesilmediğini, evliliğin bu meseleye bir çare olup olmadığı sorulduğunda, onların vermiş olduğu cevaplardan, izdivacın günahlara karşı bir sütre olduğu sonucu çıkmaktadır.
Ancak, hedefi ve gâyesi olmayan izdivaçlar, niyetsiz ameller gibi bereketsizdirler. Gâye olmayınca bazen dinine, diyanetine bakılmadan hiç tanınmayan birisiyle sırf boyuna posuna ve cismâniyetine bakılarak evliliğe benzeyen bir araya gelmeler, uhrevî derinliğinin olmaması yanında, çok defa imtizaçsızlıklar ve geçimsizliklerle sonuçlanır. Hele bir de, Kur'ân'a inanan ve inanmayan, Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıyan ve tanımayan iki kişi bir araya gelmişse.. Evet, aileler arasında inanma ve inanmama açısından zıt düşünceler söz konusu ise, dinî, fikrî sürtüşmeler kaçınılmaz olur ve telâfisi imkânsız uyuşmazlıklar baş gösterir.
"Gayeli izdivaç," enine-boyuna düşünülerek, hissin yanında aklî-mantıkî olan izdivâçtır ve evlenmede "maksat" düşünülerek hareket edildiğinden ailede huzur vardır. Neticesi düşünülmeden ve bir gâye gözetilmeden yapılan evliliklerin neticesinde ise, değişik sıkıntılar söz konusudur. Böyle bir yuvada, aile fertleri sürekli huzursuzluk yaşarlar.
Bu mes'elelerin içine hiç girmeyenlere gelince, bunlar çok fazla bir şey bilmezler. "Böyle başladık gidiyoruz" der ve sâfiyane yürür, giderler.
İlgili hâdis-i şerife gelince; Deylemî'den (r.a.) mervi Hâdis-i Şerif meâli: "ALLAH bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu kadınla ve evlâd ile meşgul ettirmez."
Bu, bâhusus hicretin 200 senesinden sonra içindir. Çünki bir de "200 senesinden sonra en hayırlınız zevce ve veledi olmamakla yükü hafif olanınızdır" Hâdis-i Şerif'i vardır. Bu Hâdis-i Şerif ile "İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim" Hâdis-i Şerif'i arasında tenâkuz yoktur. Şöyle ki: Nikâhlanmayı emreden Hâdis-i Şerif, şartları hâiz olanlara, nikâhtan dolayı mücâhedeyi terketmeyenleredir. Yukarıda ki Hâdis-i Şerif'ler ise, şartları hâiz olmayan ve dini uğrunda mücâhedeyi, evlenmekten dolayı terk edenleredir." (Levami-ül Ukul Şerhi, C: 1, sh: 173)
Cuma namazına gitmeyişi konusuna gelince :
Üstadın Cuma namazına gitmeyişi daimi değildir ve özel sebeplere dayanır. Kendisi bunu şöyle açıklar:
"... Bu iki meselede büyük mâzeretlerim var.
Evvelâ: Ben Şâfiîyim. Şâfiî Mezhebinde Cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana Cuma farz değil. Ben, mezheb-i Âzamîyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyordum.
Saniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men ettikleri için -hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş- hem yirmi beş senedir ben münzevî yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha'nın yarısını okumadan, imam rükûa gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır." (Emirdağ Lâhikası - 1, 24. Mektub)
Nur talebelerinin Cumaya gitmeme gibi bir hali söz konusu değildir.
Hacc meselesine gelince : Genç yaşında iken, Şam'a kadar gittiğini biliyoruz. Şam emevi camiinde, on bin kişinin katıldığı bir topluluğa hitap etmiştir. Ancak o sırada hacca gidip gimediğine dair bir bilgi bilmiyoruz.
Sonraki hayatı ise hapis, tarassut ve sürgünler ile geçtiği için ve ayrıca şahsına ait maddi bir geliri de olmadığı için gidememiştir.