Şafiî'nin Fıkhı
Şafiî, Bağdad'tan Mekke'ye döndükten sonra hocası İmam Mâ¬lik ve Irak fıkhını temsil eden Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybâni'ye bağlı kalmamış ve kendine özgü fıkhî bir çığır açmıştır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Şafii, fürû' mes'elelerinin yanında külli kaideleri tesbite yönelmiştir. Bunun içindir ki, İmam Ahmed b. Han¬bel onun hakkında şöyle demiştir. «Fıkıh kapısı, ehli üzerine kilitli idi. Nihayet onu Allah Şafii ile açtı. İnsanlar, bu ilim nev'ini, fıkhî çalışmalarda açılan yeni bir kapı olarak kabul ettiler. Bu ilmi, Şa¬fii'den önce kimse ortaya koymamıştır. Hattâ 195 H. yılında Şafii bunu ilân ettiği zaman âlimlerin hayranlığını mucip olmuştur. Ebu Ali el-Kerabîsî [27] der ki: «Biz ne Kitabı, ne Sünneti, ne de İcma'ı bili¬yorduk. Nihayet Kitap, Sünnet ve İcma'ı Şafiî'den öğrendik.» Ebu Sevr el-Kelbî (öl. 240 H.) de şöyle demiştir: «Şafiî, memleketimize relince yanına vardık. O, Aİlâhu Teâlâ, bazan ânımı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hâssı (özel bir şeyi) muradeder; bâzan dalâssı zikreder, bununla da âmmı murad eder, diyordu. Halbuki biz tamları bilmiyorduk. Şafiî'ye sorduk, şöyle cevap verdi: Bakınız lur'ân'da «...İnsanlar sizlere karşı bir ordu topladılar...» [28] buyurmaktadır. Buradaki «İnsanlar» dan murat Ebu Süfyan'dır ki, İşte bu hâss'dır. Yine Kur'ân'da: «Ey Peygamber, kadınları boşuyacağınız vakit...» [29] buyurmaktadır. Burada da hâss zikredilmiş olduğu halde murat edilen âmm'dır, yâni insanlardır.
İşte görülüyor ki, Şafiî Bağdad'a .geldiği zaman çantası, Bağdadlılarm bilmediği böyle bir ilimle dolu idi. Bu ilmi, kuran, yani usûl-i fokh'ı açıklayan ve esaslarını tesbit eden Şafiî idi. Gerçi O, bu ilmi tamamen yoktan varetmemişti.
Şafiî'nin fıkhını incelerken iki hususu, burada kısaca, belirtme¬miz gerekir:
1 — Şafii'nin, fıkhını üzerine bina etliği deliller veya fıkhının kaynakları,
2 — Şafiî'nin usûl-i fıkıh ilmine dair çalışmaları. [30]
Şafiî Fıkhının Kaynakları [31]
1, 2- Kîtab Ve Sünnet:
îmam Şafiî, fıkhını, beş kaynaktan beslemiştir. Kendisi bunları «el-Unun» adlı kitabında şöyle tesbit etmiştir: «îlim çeşitli tabaka¬lara ayrılır: Birincisi, Kitab ve sabit olan Sünnettir. İkincisi, hak¬kında Kitab ve Sünnette bir hüküm bulunamayan mes'eleler üze¬rindeki icmâ'dır. Üçüncüsü Peygamber'in sahâbîlerinden bir kısmı¬nın söylemiş olduğu sözdür. Burada diğer sahâbilerden onlara mu¬halif olanlarm bulunduğunu bilmememiz şarttır. Dördüncüsü, üze¬rinde Peygamber (S.A.V)'in sahâbîlerinin ihtilâfa düşmüş oldukla¬rı sözdür. Beşincisi Kıyastır. Bu da, Kitab ve Sünnette mevcut olan¬dan başka bir şeye dayanmaz. İlim, ancak bu eh üst tabakadan el¬de edilir.» [32]
Buna göre Şafiî, istinbat mertebelerinin başına nass'ları koy¬maktadır. Bunlar da, Kitab ve Sünnettir. Şafiî, Kitab ve Sünneti İs¬lâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmekte ve diğer kaynak¬ları bunlara dayandırmaktadır. Sahâbîler, görüşlerinde ister ittifak etsinler, ister ihtilâfa düşsünler, Kitab ve Sünnete aykırı hareket edemezler. Hattâ onların görüşleri, ya bir nass sebebiyle Kitab ve Sünnete dayanmakta veya bunlara hamledilmektedir. Keza, icmâ'-da Kitab ve Sünnete dayanmakta ve bunların dışına çıkmamakta¬dır. O halde ilim, daima üst kaynaktan alınmaktadır ki bu da Kitab ve Sünnettir.
İmam Şafii'den sonra gelen fakîhlerin Kitabı önce, Sünneti de ikinci olarak zikrettiklerini görüyorUz. Keza, Şafiî'den önce Ebu Hanîfe'nin de delil olarak önce Kitabı kabul ettiğini, Kitabda bir nass bulamadığı zaman Sünnete başvurduğunu görüyorUz. Muaz b. Ce-bel'den rivayet edilen hadis-i şerîfde de Kitab önce gelmektedir. Ya¬ni Peygamber (S.A), Muaz b. Cebel'e: Ne ile hükmedeceksin? di¬ye sorduğunda Muaz.- Allah'ın Kitabıyla hükmedeceğini, Kitabda bir nass bulamazsa Resûlüllah'm Sünnetiyle hükmedeceğini, her iki¬sinde de bir nass bulamazsa re'y'i ile ictihad yapacağını söylemiş¬tir;
Öyle ise Şafiî, Sünneti Kur'an ile niçin birleştirmiştir? Halbuki gerçekte bunun ikisi aynı mertebede değildir. Sünnetin hüccet olu¬şu Kitab sayesindedir. Şüphesiz ki Şafiî, Sünneti her yönden Kur'an mertebesinde görmüyordu. En azından Kur'an, tevatürle nakledil¬mekte olup ibâdet maksadıyla okunan Allah'ın Kelâmıdır. Sünnetin çoğu tevatüre dayanmadıığ gibi, ibâdet kasdıyla da okunmaz, Allah kelâmı değildir. Peygamber'in kelâmıdır.
Şafiî, fıkhı incelemiş ve Kur'an'm külli kaideler ile birçok cüz'î nies'eleleri ihtiva ettiğini ve Sünnetin de Kur'an'm beyanını tamam¬ladığını, kısa (mücmel) ifadelerini genişlettiğini, bâzı kimselerin kavrayamıyacağı incelikleri açıkladığını görmüştür. O halde Sün¬net, Kitabın ihtiva ettiği bütün küllî nies'eleleri açıklamakta ve onun mücmel hükümlerini genişletmektedir. Buna göre Sünnetin açıkla¬yıcı bir durumda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin mertebesinde olması gerekir. Birçok sahâbîler de Hadîs'e (Sünnet'e) bu gözle bakıyorlardı.
Şafii'nin maksadını başka bir yöne sapıİmamak veya onun sö-zünii yanlış anlamamak içiny bâzı kimselerce kavranması güç olan şu üç mes'eleye işaret etmemiz gerekir:
1 — Şafiî, fer'î mes'elelerin hükümlerini çıkarırken, Sünnetle elde edilen ilmi, Kur'an'la elde edilen ilim mertebesine koymakla Kur'an'm bu dinin aslı, esası ve Uz. Peygamber'in en büyük mu'cizesi oluşunu inkâr etmemektedir. Çünkü aslolan Kur'an'dır, Sünnet onun dalı mesabesindedir. Bu itibarla kuvvetini Kur'an'dan almak¬tadır. Ancak Sünnet, hüküm çıkarırken derece bakımından Kur'an mertebesindedir. Çünkü açıklamak hususunda ona yardımcı olmakta, insanlara dünya ve âhiret sa'âdetlerini temin etmeleri için getir¬miş olduğu hükümleri beyan etmek babında onu desteklemektedir.
2 — Şafiî, fer'î mes'eleleri açıklarken umumî olarak Sünnete dayanan ilmi, Kur'an'a dayanan ilim mertebesine koymuştur. Tâ ki istinbat doğru ve sağlam olsun. Şafiî, rivayet tarzı ne olursa olsun, Peygamber'e nisbet edilen her şeyi mütevâtir olan Kur'an mertebe¬sinde görmemektedir. Çünkü âhâd hadîsler, Kur'an âyetleri şöyle dursun, mütevâtir hadîsler mertebesinde bile değildir. Bizzat Şafii yukarıda kendisinden biraz önce naklettiğimiz ifadesinde, fer'i kümleri çıkarmada Sünneti Kur'an mertebesinde zikrederken, «Sa¬bit olan Sünnet» demek suretiyle bu noktaya dikkati çekmiş ve : «Birincisi Kitab ve sabit olan Sünnettir.» demiştir.
3 — Şafiî, akâid esaslarını tesbit konusunda Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir.
Şafii'den sonra gelen birçok fakîhler onun bu görüşünü desteklemişlerdır. Şâtıbî, el-Muvafakat'ında şöyle der. «Kur'an'dan hü-)teüai istiabfti ederken sadece Kur'an'a dayanmak ve onun açıklama¬sı mahiyetinde olan Sünneti gözönüne almamak caiz olmaz. Çünkü Kur'an'ın ifade ve hükümleri küllidir. Meselâ; namaz, zekât, hac, bruç vb. konularda Kur'an'in hükümleri böyledir. Bunların açıklan¬ması zaruridir.»
Şafiî, Sünnetten sonra selef-i sâlihîn Kur'an tefsirini nazarı dik¬kate alır. Çünkü onlar, Kur'an'ı başkalarından daha iyi bilmektedir¬ler. Selef-i sâlihîn tefsiri bulunmayan konularda, Şafiî'ye göre Arapçayı iyi bilmek Kur'an'ı anlamaya yeter. Şafiî delil getirme bakımın¬dan Kur'an ve Sünneti aynı derecede gördüğü halde, Kur'an'ın Sün¬neti, Sünnetin de Kur'an'ı nesh etmediğini söyler. Lâkin bununla birlikte Şafiî, eğer Kur'an Sünneti nesh etmişse böyle bir nesh ola¬yını açıklayan bir Sünnetin bulunmasını şart koşar. O, bu noktada çok şiddetli davranır ve bunu şu iki esas üzerine bina eder:
1 — İstikrâ' (Endüksiyon) ile sabit olmuştur ki, Kur'an'ın nesh ettiği her hüküm Sünnet ile belirtilmiştir. Meselâ, kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Kâ'be'ye çevrilmesi böyledir. Peygamber (S.A.V.), Küba'¬da namaz kılanlara elçi göndermiş ve böylece onların Kâ'be'ye dön¬melerini temin etmiştir. Burada, Kur'an-ı Kerîm'in bildirdiği nesih olayını Sünnet açıklamaktadır. Nesih olayı, amelî hükümlerin de¬ğişmesini gerektirir. Amelî hükümlerin değişmesi de. Peygamber (S.A.V.)'in nesih olayını adece açıklamasıyla değil, fiilî olarak tat¬bik etmesiyle belli olur.
2 — Sünnet, Kur'an'ı beyân etmektedir. Nesih ise, herhangi bir hükme göre amel etmenin sona erdiğini bildirmektedir. Sünnet, Kur'an'ı açıkladığına göre neshi ifade eden nassı açıklayan bîr Sün¬netin bulunması gerekir.
Şafiî, şüphesiz ki, Sünnet Kur'an ile nesh edilemez, derken fu-kahânın ekserisine muhalefet etmiştir. Bunun sebebi, Şafiî'nin Sün¬neti ihmal etmemek hususunda ve onun, Kur'an'ın bir açıklaması olduğunda çok sıkı davranışıdır. Çünkü O, şöyle düşünüyordu: Nşsh'i açıklayan bir Sünnet olmaksızın, Sünnetin Kur'an'la nesh edilmesi caiz olursa, Kur'an nass'lannın zahirine muhalif görünen birçok sünnetlerin nesh edilmiş olduuğ iddia edilebilir. Şafiî, —Allah ondan razı olsun— bu kapıyı kapatmış ve Sünnetin ancak Sünnet¬le nesh edileceğini söylemiştir. Şafii ys göre Sünnet, Kur'an'a aykı¬rı düşerse şüphesiz Kur'an tercih edilir. Kur'an'a muvafık olan ve¬ya nesh'i beyan eden sünnetler vardır. Sünnetle Kur'an arasındaki muhalefet, her ikisini birden almaya müsaade etmez. Bu durumda nesh'e delâlet eden bir Sünnet bulunmazsa, Kur'an'a aykırı düşen Sünnet zaîf sayılır, Uz. Peygamber'e nisbeti sabit görülmez. [33]
Şafiî'nin Sünneti Müdâfaası:
İşaret ettiğimiz gibi Şafiî'nin çağında çeşitli mezhebler vücut bulmuştu. Bâzı zümreler, bu çağda Sünnete hücum etmeye başla¬mıştı. Şafii «Cimâu'l-İlm» adlı kitabında bunları üç sınıfa ayırır:
1 — Sünneti toptan inkâr eden ve yalnız Kur'an'm hüccet olduğunu ileri sürenler,
2 — Ancak, aynı mânâda Kur'an âyeti bulunan Sünneti kabul edenler,
3 __ Mütevâtir olan Sünneti kabul eden ve mütevâtir olmayan Sünneti tanımayan kimseler. Mütevâtir diye, umûmun rivayet etti¬ği hadis veya habere denir. Mütevâtir olmayan diye de, özel şahıs¬ların rivayet ettiği hadîs veya habere denir.
Birinci ve ikinci sınıfa dâhil olanlar Sünneti tamamen yıkmakta ve onu kendi başına bir delil olarak tanımamaktadırlar. Şafiî, birin¬ci sınıfa dâhil olanların sözüne göre hareket etmenin, çok tehlikeli bir şey olduuğnu, çünkü bu durumda bizim namazı, zekâtı, haccı, Kur'ari'da kısaca zikredilen ve Sünnet tarafından açıklanan diğer farzları anlayamıyacağıraızı, bunların ancak basit olarak lügat mâ¬nasına göre değerlendirebileceğimizi söyler. Buna göre namaz veya zekât adı verilebilecek pek az bir şey farz kılınmış olur. Meselâ, bi¬risi günde iki rek'at namaz kılıp, Allah'ın Kitabında olmayan bir şey bana farz kılınmamıştır, dese ne lâzım gelir? Böyle bir anlayış, na¬mazları, zekâtları ve haccı ortadan kaldırmak demektir.
Şafiî, —Allah ondan razı olsun— birinci sınıfa dâhil olanlar için söylenilenlerin, ikinci sınıfa dâhil olanlar için de söylenebilece¬ğini beyan etmiştir. __
Üçüncü sınıfa gelince, bunlar: Âhâd haber (hadîs)'le istidlali inkâr etmektedirler. Şafiî bunların görüşünü de köklü ve sağlam de¬lillere dayanarak reddetmiştir. O, Peygamber (Ş.A.V.)'in îslâma da¬vet için tebliğleri tevatür derecesine ulaşmayacak miktarda elçiler gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer tevatür zarurî olsaydı Peygamber (S.A.V.) bunlarla iktifa etmezdi. Çünkü îslâm'a davet için kendile¬rine elçi gönderilenler bu elçileri tevatür ifade etmediği iddiasıyla reddedebilirlerdi. Şafiî, ayrıca mal, can ve kanla ilgili dâvalarda iM kişinin şahitliği tevatür derecesine ulaşmayan bir haber olduğu hal¬de şeriat-bu habere göre karar vermektedir. Üçüncü olarak, Şafiî, Peygamber (S.A.V.)'in kendisinden hadis işitenlere bir kişi bile ol¬sa duyduğu şeyi nakletmeleri için izin verişini delil olarak beyan etmiştir. Çünkü Peygamber (Aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: «Allah, benim sözümü işitip ezberleyen ve onu başkalarına tebliğ eden kulunu nurlandırsın. Bâzı fıkıh ehli vardır ki, aslında fakîh değildir. Bâzı fıkıh ehli de vardır ki, öğrendiği fıkhı kendisinden daha iyi anlıyacak olan birine nakleder. Üç şey vardır ki, müsiüin anın kalbi bu sayede paslanmaz. Bunlar: Allah'a amelde ihlâs, müslünıanlara na¬sihat ve müslümanların cemaatından ayrılmamaktır.»
Şafiî, görüşünü isbat için, dördüncü olarak, saîıâbîlerin, Peygam¬ber (S.A.V.)'in hadîslerini münferit olarak birbirinden naklettikle¬rini ve birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmadıklarını ileri sü¬rer. İşte pu şekilde Şafiî, âhâd haberlerin kabul edileceğine dair bir¬çok deliller getirir.
Burada hemen belirtelim ki, Şafiî'nin zikrettiği her üç sınıf da tarihin dalgaları içinde kaybolup gitmiş, onlardan İslâm tarihinde anılmaya değer bir kimse kalmamıştır. Gerçek odur ki, bu her üç sınıfa dâhil olan kimseler; hadîsi yıkmak ve onu kabul etmemek ci¬hetine gitmişlerdir. Aslında bunlar, îslâmı yıkmak, Kur'an'ı bozmak veya Km'an'm mânaları ile oynamak isteyen, fakat buna imkân bu¬lamayınca, hiç olmazsa, Kur'an'm bir açıklaması olan Sünneti on¬dan ayırmak ümidine kapılan kimselerdir. Onlar, Kur'an-ı açıklayan Sünneti Kur'an'dan ayırmakla Kur'an'm mânâlarını tahrif ve hü¬kümleriyle oynamak imkânına kavuşmak ve bu suretle de kolayca İslâm'ı temelden yıkmak istemişlerdir.
İçinde yaşadığımız ve İslâm'ı yıkmak için bir sürü unsurların bulunduğu bu çağda da, geçmİşteki sapık ve İslâm'ı çürütmek iste¬yen kimselerin yolundan gidenler mevcuttur. Bunların bir kısmı, ter¬sine, sadece Sünnete itimad edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir¬ler. Bu İslâm düşmanları ikiye ayrılmış olup her ikisinin tuttuğu yol da yanlıştır:
Bunlardan birincisi, açıkça Sünnetin hüccet olmadığını, ancak tek başına Kur'an'm hüccet olduğunu söylemektedirler. Bunlardan bâzıları ile, Pakistan'ın Lahor şehrinde akdedilen Büyük İslâm Kon¬gresinde karşılaştık [34]. Bu topluluk, kendisine «Kur'an Cemaatı» adını vermektedir. Aslında bunlar, Kur'an'm en büyük düşmanıdır¬lar. Bunlar, bir kelime Arapça bilmedikleri halde, yanlış yamalak tefsirlere dayanarak ve bu tefsirlerdeki sözleri, Peygamber (S.A.V)in Sünnetine hiçbir ihtiyaç duymaksızın hüccet saymaktadırlar. Eğer onların metodu hâkim olursa, Kur'an-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapla¬rın uğradığı felâkete uğrar. Çünkü o kitaplar, tercüme sebebiyle ve aslı zayi olduğu için tahrif ve tağyire uğramıştır. Bu topluluğa ben¬zer bir zümre de Mısır'da mevcut idi. Bunlar, görüşlerini anlatan birçok kitaplar telif etmişler ve başları da bir «Bakan» idi. Fakat Allah, bu bakanı helak etmiş ve böylece cemaatı da dağılmıştır.
İkincisine gelince; onlar da, râvîleri yermek (ta'n etmek) ve ayıklayacağız, diye sahih hadîsleri tekzip etmek suretiyle Sünneti temelinden yıkmak istemektedirler. Bunların maksadı da, birincile¬rin maksadının aynıdır. Her iki fırka da, îslâm için kendilerinden iyilik beklenmiyen kimselerden yardım görmektedirler. îslâm düş¬manları, onları mallarıyla, ilanlarıyla ve karşılarına çıkanları ezmek suretiyle desteklemektedirler. Bugün bir Şafiî'miz bulunsaydı, ne iyi olurdu. Fakat, bunların sesi de kısılacaktır. Allah, diğerleri gibi, şüp¬hesiz, onları da İslâm tarihinin dalgaları içerisinde boğacak ve yok edecektir. [35]
3- İcmâ'
Şafiî, icmâ'ın dîni bir hüccet olduğunu kabul etmiş ve onu şöy¬le tanımlamıştır: îcmâ', herhangi bir çağdaki îslâm âlimlerinin bir delile dayanarak şer'i ve amelî bir hüküm üzerinde fikir birliğine varmasıdır. Şafiî bu konuda şöyle der: «Ben ve ilim sahiplerinden bir kimse bunun üzerinde icmâ' vardır demiş isek, mutlaka karşıla¬şacağınız her âlim onu söylemiş ve kendisinden öncekilerden aynı şeyi nakletmiştir. Meselâ, öğle namazı farzının dört rek'at oluşu, şa¬rap ve benzerinin haram edilişi böyledir.»
Şafiî'nin kabul ettiği ilk icmâ, sahâbîlerin icmâ'ıdır. Şafiî'nin ifadelerinde, sahâbîîerden başkalarının icmâ'ı hüccet olmaz, diye bir sarahat yoktur. Burada şu üç noktayı belirtmemiz gerekir:
1 — Şafiî, delil olma bakımından icma'ı, Kitab ve Sünnet'ten sonraya bırakır. Üzerinde icmâ' edilen bir şey, Kitab ve Sünnet'e aykırı ise delil olamaz. Gerçekten Kitab ve Sünnet'e aykırı bir mes'ele üzerinde icmâ' mümkün değildir. Böyle bir şey düşünülmiyeceği gibi İslâm tarihinde bunun aksini teyid edecek veya bu hususta mi¬sâl olacak bir şey vâki' de olmamıştır.
Şafiî'den sonra fakîhlerden bâzısı icmâ'm Kitab ve Sünnet'ten önce geldiği vehmine kapılmıştır. Bu nokta üzerinde bir kısım Ba¬tılılar bâzı fikirler ileri sürmüşlerse de, tamamen yanılmışlardır. Bunlara göre, Kitab ve Sünnet'in nassma muhalif bile olsa, birşey üzerinde yapılan icma' onu meşru kıldığından îslâm şeriatı durnadan inkişaf etmektedir. Onlar, önce böyle bir kuruntuya kapılıp sonra da müslümanların bu yolla İslâm'ı niçin inkişaf ettirmediklerine hayret ederler (!).
Hakikatte icmâ' iki kısma ayrılır:
a) Nass'Iar üzerindeki icmâ': Bu icmâ', tevatür derecesinde olup İslâm'ın ana çerçevesini meydana getiren mes'eleler üzerinde¬ki icmâ'dır. Bu mes'eleler hakkında âlimler, dînin zaruri olarak bi¬linen emirleridir, derler. Bunlar beş vakit namaz ve namazın rek'at-ieri, hac ile ilgili ibâdetler, bütün çeşitleriyle zekât ve benzeri husus¬lardır. Birçok nass ve mütevâtir hadîslere dayanılarak bunlar üze¬rinde icma' hâsıl olmuştur. Âlimlerin bu mes'eleler üzerindeki icmâ'i nass'lar, sâdık haberler (hadîsler), bunların mânâ ve hükümlerinin anlaşılması ve yakinen bilinmesi üzerinde yapılmış olan bir icmâ'dır. Şüphesiz bu türlü icmâ'iar bunlara muhalif olduğu sanılan cüz'î nass'lardan önce gelir. Bu türlü icmâ'Iara aykırı düşen bir nass'a il¬tifat edilmez. Çünkü böyle bir nass, mânalarında icmâ' hâsıl olan nass'lara aykırı düşmektedir.
b) Âlimler arasında münakaşa konusu olan bâzı hükümler üzerindeki icmâ'lar: Sahâbîlerin bir mes'elede Uz. Ömer'in re'y'i üzerindeki icmâ'ı böyledir. Şöyle ki: Uz. Ömer, fethedilen arazînin mücâhitler arasında ganimet olarak dağıtılmasını emretmiş, sahâbî-ler de onun bu görüşü üzerinde icmâ' etmişlerdir. Bu icmâ' da nassa dayanmaktadır. Fakat bunu tanımayanlar, beş vakit namazı ve na¬mazın rek'atlerini inkâr edenler gibi kâfir olmazlar. Şüphesiz bu türlü icmâ'lar, delil olma bakımından Kitab ve Sünnet'ten sonra ge¬lir.
2 — Şafiî Medînelilerin icmâ'mın kabul etmezdi. îşte O, bu nok¬tada hocası İmam Mâlik'e muhalefet etmiştir. Şafiî bu meseleyi il¬mî yönden şöyle açıklamıştır: Medîneliler ancak, öğle namazının dört rek'at, akşam namazının üç rek'at ve sabah namazının iki ret'at oluşu gibi konular üzerinde icmâ' etmişlerdir. Diğer bütün İslâm memleketlerinde de bu gibi konularda icmâ' edilmiştir [36]. Fakat Şâfü, müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan meselelerde Medî-nelilerin ameline göre hareket edileceğini söylemiştir. İşte Şafiî, bu konuda hocasına nazarî olarak muhalefet ettiği halde, amelî bakım¬dan onunla birleşmektedir.
3 — Bir kimse, kendisiyle münazara yaparken kendi görüşünü destekleyen bir icmâ' bulunduğunu ileri sürerse, Şafiî bu konuda ic-ma'ın mevcudiyetini inkâr ederdi. Hattâ bu yüzden Şafii'nin icmâ'ı hiç tanımadığı iddia edilmiştir.
Hakîkaten bir kısım konularda icmâ' bulunduğu iddiası, müc-tehid İmamlar devrinde çok rastlanılan bir şeydir. Öyle ki hakkında icmâ' bulunmayan birçok meseleler üzerinde de icmâ' olduğu ileri sürülmüştür. Meselâ, Ebu Hanîfe'nin talebesi Ebu Yûsuf, îmam Ev-zâî'nin görüşlerini reddederken kendisini destekleyen birçok icmâ'-larm bulunduğunu ileri sürmüştür. Fakat Ebu Yûsuf, Evzâî'yi red¬dederken çoğu zaman ağır bir dil kullanmıştır.
Hulâsa; Şafiî, icmâ'ı hüccet olarak kabul ederdi. Fakat, bir me¬sele üzerinde icmâ' iddia edildiği zaman, meseleyi incelemek için bu icmâ' iddiasına karşı çıkardı. [37]
4- Sâhâbîlerîn Sözleri
Şafii mezhebine bağlı olan usûl yazarlarının bâzısı, İmamlarının eski mezhebine göre sahâbîlerin sözlerini delil olarak aldığını, ye¬ni mezhebine göre ise bundan vazgeçtiğim iddia etmiştir. Şafiî'nin eski mezhebi, Irak'ta yazmış olduğu ve Zaferâni'nin rivayet ettiği kitaplarındaki görüşleridir. Yeni mezhebi ise, Mısır'da yazmış oldu¬ğu ve Rabf b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin'in rivayet ettiği kitap¬larındaki görüşleridir.
Fakat biz, Rabî' b. Süleyman'ın rivayet ettiği «el-Risale» adlı eserinde Şafiî'nin, sahâbîlerin sözlerini delil olarak aldığını görüyo¬rUz. Bundan Şafiî'nin, yeni mezhebinde de sahâbîlerin sözünü delil olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Eski mezhebinde sahâbînin sözünü delil olarak kabul edişi üzerinde de ittifak vardır. Biz de, doğru ola¬rak bu görüşü kabul ediyoruz.
Sözün kısası, Şafiî, sahâbîlerin re'y'ini şöyle.üç kısma ayırır:
1 — Sahâbîlerin üzerinde icmâ ettikleri meseleler: Sahâbîlerin fethedilen arazînin sahiplerine bırakılmasına dair yapmış oldukları icmâ' böyledir. Bu türlü icmâ'lar hüccet olup icmâ'ın şümulüne da-. hildir ve hiç kimse bu konuda bir şey söyleyemez.
2 — Hakkında bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği, buna muhalif veya muvafık başka bir görüş bulunmayan mesele¬ler: Şâfü, sahâbîlerin bu türlü görüşlerini de delil olarak alır. «er-Risale» adlı eserinde Şafiî, birisiyle şöyle bir münazarada bulunduğunu anlatır: «Münazara eden: Sahâbîlerden birisi bir mesele üze¬rinde herhangi bir görüş beyan etse, buna muvafık veya muhalif başka bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği bilinmese, sen bu konuda Kitab, Sünnet veya icmâ'da bu sahâbî sözünün uyulma¬sı gereken bir hüccet olduğunu gösteren bir delil bulabilir misin? dedi. Ben de: Bu konuda Kitab ve sabit olan Sünnet'te bir şey gör¬medik. Ancak ilim sahiplerinin, sahâbîîerden birine ait bir sözü bâzan kabul ettiklerini, bâzan da terk ettiklerini gördük... dedim. Bunun üzerine O: Sen bunlardan hangisini kabul ettin? dedi. Ben de: Kitab, Sünnet ve icmâ' ile sabit olan bir hüküm bulamadığım zaman, Sahâbîlerden birinin sözüne uymayı tercih ettim... dedim. Sahâbîlerden sadece birine ait olan bir söze, başka birinin muhale¬fet etmediği ise pek azdır.» [38]
3 — Sahâbîlerin ihtilâf ettiği mes'eleler: Şâfü bu konuda Ebu Hanîfe gibi sahâbilerin sözleri arasında istediklerini tercih eder ve bütün sahâbîlerin görüşlerine aykırı bir şey söylemez. Onların söz¬leri arasında Kitab, Sünnet ve icmâ'a yakın veya kuvvetli bir kıyas ile desteklenmiş olanları tercih eder. Size burada Şafiî'nin, konu ile ilgili kendi görüşlerini sunuyorum :
«Kitab ve Sünnet'de bulunan şeyleri işitenler için özür söz ko¬nusu değildir, mutlaka onlara uymak gerekir. Kitab ve Sünnet'de bir şey yoksa sahâbîlerin veya onlardan birinin sözlerine başvuru¬rUz. Eğer ihtilâf edilen meselede Kitab ve Sünnet'e daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebu Bekr, Önier ve Osman (R.A.)m sö¬züne uymamız daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitab ve Sünnet'e da¬ha yakın oîduuğna dair herhangi bir delâlet bulunursa o söze uyarız.» [39]
Şafiî, Bağdad'tan Mekke'ye döndükten sonra hocası İmam Mâ¬lik ve Irak fıkhını temsil eden Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybâni'ye bağlı kalmamış ve kendine özgü fıkhî bir çığır açmıştır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Şafii, fürû' mes'elelerinin yanında külli kaideleri tesbite yönelmiştir. Bunun içindir ki, İmam Ahmed b. Han¬bel onun hakkında şöyle demiştir. «Fıkıh kapısı, ehli üzerine kilitli idi. Nihayet onu Allah Şafii ile açtı. İnsanlar, bu ilim nev'ini, fıkhî çalışmalarda açılan yeni bir kapı olarak kabul ettiler. Bu ilmi, Şa¬fii'den önce kimse ortaya koymamıştır. Hattâ 195 H. yılında Şafii bunu ilân ettiği zaman âlimlerin hayranlığını mucip olmuştur. Ebu Ali el-Kerabîsî [27] der ki: «Biz ne Kitabı, ne Sünneti, ne de İcma'ı bili¬yorduk. Nihayet Kitap, Sünnet ve İcma'ı Şafiî'den öğrendik.» Ebu Sevr el-Kelbî (öl. 240 H.) de şöyle demiştir: «Şafiî, memleketimize relince yanına vardık. O, Aİlâhu Teâlâ, bazan ânımı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hâssı (özel bir şeyi) muradeder; bâzan dalâssı zikreder, bununla da âmmı murad eder, diyordu. Halbuki biz tamları bilmiyorduk. Şafiî'ye sorduk, şöyle cevap verdi: Bakınız lur'ân'da «...İnsanlar sizlere karşı bir ordu topladılar...» [28] buyurmaktadır. Buradaki «İnsanlar» dan murat Ebu Süfyan'dır ki, İşte bu hâss'dır. Yine Kur'ân'da: «Ey Peygamber, kadınları boşuyacağınız vakit...» [29] buyurmaktadır. Burada da hâss zikredilmiş olduğu halde murat edilen âmm'dır, yâni insanlardır.
İşte görülüyor ki, Şafiî Bağdad'a .geldiği zaman çantası, Bağdadlılarm bilmediği böyle bir ilimle dolu idi. Bu ilmi, kuran, yani usûl-i fokh'ı açıklayan ve esaslarını tesbit eden Şafiî idi. Gerçi O, bu ilmi tamamen yoktan varetmemişti.
Şafiî'nin fıkhını incelerken iki hususu, burada kısaca, belirtme¬miz gerekir:
1 — Şafii'nin, fıkhını üzerine bina etliği deliller veya fıkhının kaynakları,
2 — Şafiî'nin usûl-i fıkıh ilmine dair çalışmaları. [30]
Şafiî Fıkhının Kaynakları [31]
1, 2- Kîtab Ve Sünnet:
îmam Şafiî, fıkhını, beş kaynaktan beslemiştir. Kendisi bunları «el-Unun» adlı kitabında şöyle tesbit etmiştir: «îlim çeşitli tabaka¬lara ayrılır: Birincisi, Kitab ve sabit olan Sünnettir. İkincisi, hak¬kında Kitab ve Sünnette bir hüküm bulunamayan mes'eleler üze¬rindeki icmâ'dır. Üçüncüsü Peygamber'in sahâbîlerinden bir kısmı¬nın söylemiş olduğu sözdür. Burada diğer sahâbilerden onlara mu¬halif olanlarm bulunduğunu bilmememiz şarttır. Dördüncüsü, üze¬rinde Peygamber (S.A.V)'in sahâbîlerinin ihtilâfa düşmüş oldukla¬rı sözdür. Beşincisi Kıyastır. Bu da, Kitab ve Sünnette mevcut olan¬dan başka bir şeye dayanmaz. İlim, ancak bu eh üst tabakadan el¬de edilir.» [32]
Buna göre Şafiî, istinbat mertebelerinin başına nass'ları koy¬maktadır. Bunlar da, Kitab ve Sünnettir. Şafiî, Kitab ve Sünneti İs¬lâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmekte ve diğer kaynak¬ları bunlara dayandırmaktadır. Sahâbîler, görüşlerinde ister ittifak etsinler, ister ihtilâfa düşsünler, Kitab ve Sünnete aykırı hareket edemezler. Hattâ onların görüşleri, ya bir nass sebebiyle Kitab ve Sünnete dayanmakta veya bunlara hamledilmektedir. Keza, icmâ'-da Kitab ve Sünnete dayanmakta ve bunların dışına çıkmamakta¬dır. O halde ilim, daima üst kaynaktan alınmaktadır ki bu da Kitab ve Sünnettir.
İmam Şafii'den sonra gelen fakîhlerin Kitabı önce, Sünneti de ikinci olarak zikrettiklerini görüyorUz. Keza, Şafiî'den önce Ebu Hanîfe'nin de delil olarak önce Kitabı kabul ettiğini, Kitabda bir nass bulamadığı zaman Sünnete başvurduğunu görüyorUz. Muaz b. Ce-bel'den rivayet edilen hadis-i şerîfde de Kitab önce gelmektedir. Ya¬ni Peygamber (S.A), Muaz b. Cebel'e: Ne ile hükmedeceksin? di¬ye sorduğunda Muaz.- Allah'ın Kitabıyla hükmedeceğini, Kitabda bir nass bulamazsa Resûlüllah'm Sünnetiyle hükmedeceğini, her iki¬sinde de bir nass bulamazsa re'y'i ile ictihad yapacağını söylemiş¬tir;
Öyle ise Şafiî, Sünneti Kur'an ile niçin birleştirmiştir? Halbuki gerçekte bunun ikisi aynı mertebede değildir. Sünnetin hüccet olu¬şu Kitab sayesindedir. Şüphesiz ki Şafiî, Sünneti her yönden Kur'an mertebesinde görmüyordu. En azından Kur'an, tevatürle nakledil¬mekte olup ibâdet maksadıyla okunan Allah'ın Kelâmıdır. Sünnetin çoğu tevatüre dayanmadıığ gibi, ibâdet kasdıyla da okunmaz, Allah kelâmı değildir. Peygamber'in kelâmıdır.
Şafiî, fıkhı incelemiş ve Kur'an'm külli kaideler ile birçok cüz'î nies'eleleri ihtiva ettiğini ve Sünnetin de Kur'an'm beyanını tamam¬ladığını, kısa (mücmel) ifadelerini genişlettiğini, bâzı kimselerin kavrayamıyacağı incelikleri açıkladığını görmüştür. O halde Sün¬net, Kitabın ihtiva ettiği bütün küllî nies'eleleri açıklamakta ve onun mücmel hükümlerini genişletmektedir. Buna göre Sünnetin açıkla¬yıcı bir durumda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin mertebesinde olması gerekir. Birçok sahâbîler de Hadîs'e (Sünnet'e) bu gözle bakıyorlardı.
Şafii'nin maksadını başka bir yöne sapıİmamak veya onun sö-zünii yanlış anlamamak içiny bâzı kimselerce kavranması güç olan şu üç mes'eleye işaret etmemiz gerekir:
1 — Şafiî, fer'î mes'elelerin hükümlerini çıkarırken, Sünnetle elde edilen ilmi, Kur'an'la elde edilen ilim mertebesine koymakla Kur'an'm bu dinin aslı, esası ve Uz. Peygamber'in en büyük mu'cizesi oluşunu inkâr etmemektedir. Çünkü aslolan Kur'an'dır, Sünnet onun dalı mesabesindedir. Bu itibarla kuvvetini Kur'an'dan almak¬tadır. Ancak Sünnet, hüküm çıkarırken derece bakımından Kur'an mertebesindedir. Çünkü açıklamak hususunda ona yardımcı olmakta, insanlara dünya ve âhiret sa'âdetlerini temin etmeleri için getir¬miş olduğu hükümleri beyan etmek babında onu desteklemektedir.
2 — Şafiî, fer'î mes'eleleri açıklarken umumî olarak Sünnete dayanan ilmi, Kur'an'a dayanan ilim mertebesine koymuştur. Tâ ki istinbat doğru ve sağlam olsun. Şafiî, rivayet tarzı ne olursa olsun, Peygamber'e nisbet edilen her şeyi mütevâtir olan Kur'an mertebe¬sinde görmemektedir. Çünkü âhâd hadîsler, Kur'an âyetleri şöyle dursun, mütevâtir hadîsler mertebesinde bile değildir. Bizzat Şafii yukarıda kendisinden biraz önce naklettiğimiz ifadesinde, fer'i kümleri çıkarmada Sünneti Kur'an mertebesinde zikrederken, «Sa¬bit olan Sünnet» demek suretiyle bu noktaya dikkati çekmiş ve : «Birincisi Kitab ve sabit olan Sünnettir.» demiştir.
3 — Şafiî, akâid esaslarını tesbit konusunda Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir.
Şafii'den sonra gelen birçok fakîhler onun bu görüşünü desteklemişlerdır. Şâtıbî, el-Muvafakat'ında şöyle der. «Kur'an'dan hü-)teüai istiabfti ederken sadece Kur'an'a dayanmak ve onun açıklama¬sı mahiyetinde olan Sünneti gözönüne almamak caiz olmaz. Çünkü Kur'an'ın ifade ve hükümleri küllidir. Meselâ; namaz, zekât, hac, bruç vb. konularda Kur'an'in hükümleri böyledir. Bunların açıklan¬ması zaruridir.»
Şafiî, Sünnetten sonra selef-i sâlihîn Kur'an tefsirini nazarı dik¬kate alır. Çünkü onlar, Kur'an'ı başkalarından daha iyi bilmektedir¬ler. Selef-i sâlihîn tefsiri bulunmayan konularda, Şafiî'ye göre Arapçayı iyi bilmek Kur'an'ı anlamaya yeter. Şafiî delil getirme bakımın¬dan Kur'an ve Sünneti aynı derecede gördüğü halde, Kur'an'ın Sün¬neti, Sünnetin de Kur'an'ı nesh etmediğini söyler. Lâkin bununla birlikte Şafiî, eğer Kur'an Sünneti nesh etmişse böyle bir nesh ola¬yını açıklayan bir Sünnetin bulunmasını şart koşar. O, bu noktada çok şiddetli davranır ve bunu şu iki esas üzerine bina eder:
1 — İstikrâ' (Endüksiyon) ile sabit olmuştur ki, Kur'an'ın nesh ettiği her hüküm Sünnet ile belirtilmiştir. Meselâ, kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Kâ'be'ye çevrilmesi böyledir. Peygamber (S.A.V.), Küba'¬da namaz kılanlara elçi göndermiş ve böylece onların Kâ'be'ye dön¬melerini temin etmiştir. Burada, Kur'an-ı Kerîm'in bildirdiği nesih olayını Sünnet açıklamaktadır. Nesih olayı, amelî hükümlerin de¬ğişmesini gerektirir. Amelî hükümlerin değişmesi de. Peygamber (S.A.V.)'in nesih olayını adece açıklamasıyla değil, fiilî olarak tat¬bik etmesiyle belli olur.
2 — Sünnet, Kur'an'ı beyân etmektedir. Nesih ise, herhangi bir hükme göre amel etmenin sona erdiğini bildirmektedir. Sünnet, Kur'an'ı açıkladığına göre neshi ifade eden nassı açıklayan bîr Sün¬netin bulunması gerekir.
Şafiî, şüphesiz ki, Sünnet Kur'an ile nesh edilemez, derken fu-kahânın ekserisine muhalefet etmiştir. Bunun sebebi, Şafiî'nin Sün¬neti ihmal etmemek hususunda ve onun, Kur'an'ın bir açıklaması olduğunda çok sıkı davranışıdır. Çünkü O, şöyle düşünüyordu: Nşsh'i açıklayan bir Sünnet olmaksızın, Sünnetin Kur'an'la nesh edilmesi caiz olursa, Kur'an nass'lannın zahirine muhalif görünen birçok sünnetlerin nesh edilmiş olduuğ iddia edilebilir. Şafiî, —Allah ondan razı olsun— bu kapıyı kapatmış ve Sünnetin ancak Sünnet¬le nesh edileceğini söylemiştir. Şafii ys göre Sünnet, Kur'an'a aykı¬rı düşerse şüphesiz Kur'an tercih edilir. Kur'an'a muvafık olan ve¬ya nesh'i beyan eden sünnetler vardır. Sünnetle Kur'an arasındaki muhalefet, her ikisini birden almaya müsaade etmez. Bu durumda nesh'e delâlet eden bir Sünnet bulunmazsa, Kur'an'a aykırı düşen Sünnet zaîf sayılır, Uz. Peygamber'e nisbeti sabit görülmez. [33]
Şafiî'nin Sünneti Müdâfaası:
İşaret ettiğimiz gibi Şafiî'nin çağında çeşitli mezhebler vücut bulmuştu. Bâzı zümreler, bu çağda Sünnete hücum etmeye başla¬mıştı. Şafii «Cimâu'l-İlm» adlı kitabında bunları üç sınıfa ayırır:
1 — Sünneti toptan inkâr eden ve yalnız Kur'an'm hüccet olduğunu ileri sürenler,
2 — Ancak, aynı mânâda Kur'an âyeti bulunan Sünneti kabul edenler,
3 __ Mütevâtir olan Sünneti kabul eden ve mütevâtir olmayan Sünneti tanımayan kimseler. Mütevâtir diye, umûmun rivayet etti¬ği hadis veya habere denir. Mütevâtir olmayan diye de, özel şahıs¬ların rivayet ettiği hadîs veya habere denir.
Birinci ve ikinci sınıfa dâhil olanlar Sünneti tamamen yıkmakta ve onu kendi başına bir delil olarak tanımamaktadırlar. Şafiî, birin¬ci sınıfa dâhil olanların sözüne göre hareket etmenin, çok tehlikeli bir şey olduuğnu, çünkü bu durumda bizim namazı, zekâtı, haccı, Kur'ari'da kısaca zikredilen ve Sünnet tarafından açıklanan diğer farzları anlayamıyacağıraızı, bunların ancak basit olarak lügat mâ¬nasına göre değerlendirebileceğimizi söyler. Buna göre namaz veya zekât adı verilebilecek pek az bir şey farz kılınmış olur. Meselâ, bi¬risi günde iki rek'at namaz kılıp, Allah'ın Kitabında olmayan bir şey bana farz kılınmamıştır, dese ne lâzım gelir? Böyle bir anlayış, na¬mazları, zekâtları ve haccı ortadan kaldırmak demektir.
Şafiî, —Allah ondan razı olsun— birinci sınıfa dâhil olanlar için söylenilenlerin, ikinci sınıfa dâhil olanlar için de söylenebilece¬ğini beyan etmiştir. __
Üçüncü sınıfa gelince, bunlar: Âhâd haber (hadîs)'le istidlali inkâr etmektedirler. Şafiî bunların görüşünü de köklü ve sağlam de¬lillere dayanarak reddetmiştir. O, Peygamber (Ş.A.V.)'in îslâma da¬vet için tebliğleri tevatür derecesine ulaşmayacak miktarda elçiler gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer tevatür zarurî olsaydı Peygamber (S.A.V.) bunlarla iktifa etmezdi. Çünkü îslâm'a davet için kendile¬rine elçi gönderilenler bu elçileri tevatür ifade etmediği iddiasıyla reddedebilirlerdi. Şafiî, ayrıca mal, can ve kanla ilgili dâvalarda iM kişinin şahitliği tevatür derecesine ulaşmayan bir haber olduğu hal¬de şeriat-bu habere göre karar vermektedir. Üçüncü olarak, Şafiî, Peygamber (S.A.V.)'in kendisinden hadis işitenlere bir kişi bile ol¬sa duyduğu şeyi nakletmeleri için izin verişini delil olarak beyan etmiştir. Çünkü Peygamber (Aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: «Allah, benim sözümü işitip ezberleyen ve onu başkalarına tebliğ eden kulunu nurlandırsın. Bâzı fıkıh ehli vardır ki, aslında fakîh değildir. Bâzı fıkıh ehli de vardır ki, öğrendiği fıkhı kendisinden daha iyi anlıyacak olan birine nakleder. Üç şey vardır ki, müsiüin anın kalbi bu sayede paslanmaz. Bunlar: Allah'a amelde ihlâs, müslünıanlara na¬sihat ve müslümanların cemaatından ayrılmamaktır.»
Şafiî, görüşünü isbat için, dördüncü olarak, saîıâbîlerin, Peygam¬ber (S.A.V.)'in hadîslerini münferit olarak birbirinden naklettikle¬rini ve birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmadıklarını ileri sü¬rer. İşte pu şekilde Şafiî, âhâd haberlerin kabul edileceğine dair bir¬çok deliller getirir.
Burada hemen belirtelim ki, Şafiî'nin zikrettiği her üç sınıf da tarihin dalgaları içinde kaybolup gitmiş, onlardan İslâm tarihinde anılmaya değer bir kimse kalmamıştır. Gerçek odur ki, bu her üç sınıfa dâhil olan kimseler; hadîsi yıkmak ve onu kabul etmemek ci¬hetine gitmişlerdir. Aslında bunlar, îslâmı yıkmak, Kur'an'ı bozmak veya Km'an'm mânaları ile oynamak isteyen, fakat buna imkân bu¬lamayınca, hiç olmazsa, Kur'an'm bir açıklaması olan Sünneti on¬dan ayırmak ümidine kapılan kimselerdir. Onlar, Kur'an-ı açıklayan Sünneti Kur'an'dan ayırmakla Kur'an'm mânâlarını tahrif ve hü¬kümleriyle oynamak imkânına kavuşmak ve bu suretle de kolayca İslâm'ı temelden yıkmak istemişlerdir.
İçinde yaşadığımız ve İslâm'ı yıkmak için bir sürü unsurların bulunduğu bu çağda da, geçmİşteki sapık ve İslâm'ı çürütmek iste¬yen kimselerin yolundan gidenler mevcuttur. Bunların bir kısmı, ter¬sine, sadece Sünnete itimad edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir¬ler. Bu İslâm düşmanları ikiye ayrılmış olup her ikisinin tuttuğu yol da yanlıştır:
Bunlardan birincisi, açıkça Sünnetin hüccet olmadığını, ancak tek başına Kur'an'm hüccet olduğunu söylemektedirler. Bunlardan bâzıları ile, Pakistan'ın Lahor şehrinde akdedilen Büyük İslâm Kon¬gresinde karşılaştık [34]. Bu topluluk, kendisine «Kur'an Cemaatı» adını vermektedir. Aslında bunlar, Kur'an'm en büyük düşmanıdır¬lar. Bunlar, bir kelime Arapça bilmedikleri halde, yanlış yamalak tefsirlere dayanarak ve bu tefsirlerdeki sözleri, Peygamber (S.A.V)in Sünnetine hiçbir ihtiyaç duymaksızın hüccet saymaktadırlar. Eğer onların metodu hâkim olursa, Kur'an-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapla¬rın uğradığı felâkete uğrar. Çünkü o kitaplar, tercüme sebebiyle ve aslı zayi olduğu için tahrif ve tağyire uğramıştır. Bu topluluğa ben¬zer bir zümre de Mısır'da mevcut idi. Bunlar, görüşlerini anlatan birçok kitaplar telif etmişler ve başları da bir «Bakan» idi. Fakat Allah, bu bakanı helak etmiş ve böylece cemaatı da dağılmıştır.
İkincisine gelince; onlar da, râvîleri yermek (ta'n etmek) ve ayıklayacağız, diye sahih hadîsleri tekzip etmek suretiyle Sünneti temelinden yıkmak istemektedirler. Bunların maksadı da, birincile¬rin maksadının aynıdır. Her iki fırka da, îslâm için kendilerinden iyilik beklenmiyen kimselerden yardım görmektedirler. îslâm düş¬manları, onları mallarıyla, ilanlarıyla ve karşılarına çıkanları ezmek suretiyle desteklemektedirler. Bugün bir Şafiî'miz bulunsaydı, ne iyi olurdu. Fakat, bunların sesi de kısılacaktır. Allah, diğerleri gibi, şüp¬hesiz, onları da İslâm tarihinin dalgaları içerisinde boğacak ve yok edecektir. [35]
3- İcmâ'
Şafiî, icmâ'ın dîni bir hüccet olduğunu kabul etmiş ve onu şöy¬le tanımlamıştır: îcmâ', herhangi bir çağdaki îslâm âlimlerinin bir delile dayanarak şer'i ve amelî bir hüküm üzerinde fikir birliğine varmasıdır. Şafiî bu konuda şöyle der: «Ben ve ilim sahiplerinden bir kimse bunun üzerinde icmâ' vardır demiş isek, mutlaka karşıla¬şacağınız her âlim onu söylemiş ve kendisinden öncekilerden aynı şeyi nakletmiştir. Meselâ, öğle namazı farzının dört rek'at oluşu, şa¬rap ve benzerinin haram edilişi böyledir.»
Şafiî'nin kabul ettiği ilk icmâ, sahâbîlerin icmâ'ıdır. Şafiî'nin ifadelerinde, sahâbîîerden başkalarının icmâ'ı hüccet olmaz, diye bir sarahat yoktur. Burada şu üç noktayı belirtmemiz gerekir:
1 — Şafiî, delil olma bakımından icma'ı, Kitab ve Sünnet'ten sonraya bırakır. Üzerinde icmâ' edilen bir şey, Kitab ve Sünnet'e aykırı ise delil olamaz. Gerçekten Kitab ve Sünnet'e aykırı bir mes'ele üzerinde icmâ' mümkün değildir. Böyle bir şey düşünülmiyeceği gibi İslâm tarihinde bunun aksini teyid edecek veya bu hususta mi¬sâl olacak bir şey vâki' de olmamıştır.
Şafiî'den sonra fakîhlerden bâzısı icmâ'm Kitab ve Sünnet'ten önce geldiği vehmine kapılmıştır. Bu nokta üzerinde bir kısım Ba¬tılılar bâzı fikirler ileri sürmüşlerse de, tamamen yanılmışlardır. Bunlara göre, Kitab ve Sünnet'in nassma muhalif bile olsa, birşey üzerinde yapılan icma' onu meşru kıldığından îslâm şeriatı durnadan inkişaf etmektedir. Onlar, önce böyle bir kuruntuya kapılıp sonra da müslümanların bu yolla İslâm'ı niçin inkişaf ettirmediklerine hayret ederler (!).
Hakikatte icmâ' iki kısma ayrılır:
a) Nass'Iar üzerindeki icmâ': Bu icmâ', tevatür derecesinde olup İslâm'ın ana çerçevesini meydana getiren mes'eleler üzerinde¬ki icmâ'dır. Bu mes'eleler hakkında âlimler, dînin zaruri olarak bi¬linen emirleridir, derler. Bunlar beş vakit namaz ve namazın rek'at-ieri, hac ile ilgili ibâdetler, bütün çeşitleriyle zekât ve benzeri husus¬lardır. Birçok nass ve mütevâtir hadîslere dayanılarak bunlar üze¬rinde icma' hâsıl olmuştur. Âlimlerin bu mes'eleler üzerindeki icmâ'i nass'lar, sâdık haberler (hadîsler), bunların mânâ ve hükümlerinin anlaşılması ve yakinen bilinmesi üzerinde yapılmış olan bir icmâ'dır. Şüphesiz bu türlü icmâ'iar bunlara muhalif olduğu sanılan cüz'î nass'lardan önce gelir. Bu türlü icmâ'Iara aykırı düşen bir nass'a il¬tifat edilmez. Çünkü böyle bir nass, mânalarında icmâ' hâsıl olan nass'lara aykırı düşmektedir.
b) Âlimler arasında münakaşa konusu olan bâzı hükümler üzerindeki icmâ'lar: Sahâbîlerin bir mes'elede Uz. Ömer'in re'y'i üzerindeki icmâ'ı böyledir. Şöyle ki: Uz. Ömer, fethedilen arazînin mücâhitler arasında ganimet olarak dağıtılmasını emretmiş, sahâbî-ler de onun bu görüşü üzerinde icmâ' etmişlerdir. Bu icmâ' da nassa dayanmaktadır. Fakat bunu tanımayanlar, beş vakit namazı ve na¬mazın rek'atlerini inkâr edenler gibi kâfir olmazlar. Şüphesiz bu türlü icmâ'lar, delil olma bakımından Kitab ve Sünnet'ten sonra ge¬lir.
2 — Şafiî Medînelilerin icmâ'mın kabul etmezdi. îşte O, bu nok¬tada hocası İmam Mâlik'e muhalefet etmiştir. Şafiî bu meseleyi il¬mî yönden şöyle açıklamıştır: Medîneliler ancak, öğle namazının dört rek'at, akşam namazının üç rek'at ve sabah namazının iki ret'at oluşu gibi konular üzerinde icmâ' etmişlerdir. Diğer bütün İslâm memleketlerinde de bu gibi konularda icmâ' edilmiştir [36]. Fakat Şâfü, müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan meselelerde Medî-nelilerin ameline göre hareket edileceğini söylemiştir. İşte Şafiî, bu konuda hocasına nazarî olarak muhalefet ettiği halde, amelî bakım¬dan onunla birleşmektedir.
3 — Bir kimse, kendisiyle münazara yaparken kendi görüşünü destekleyen bir icmâ' bulunduğunu ileri sürerse, Şafiî bu konuda ic-ma'ın mevcudiyetini inkâr ederdi. Hattâ bu yüzden Şafii'nin icmâ'ı hiç tanımadığı iddia edilmiştir.
Hakîkaten bir kısım konularda icmâ' bulunduğu iddiası, müc-tehid İmamlar devrinde çok rastlanılan bir şeydir. Öyle ki hakkında icmâ' bulunmayan birçok meseleler üzerinde de icmâ' olduğu ileri sürülmüştür. Meselâ, Ebu Hanîfe'nin talebesi Ebu Yûsuf, îmam Ev-zâî'nin görüşlerini reddederken kendisini destekleyen birçok icmâ'-larm bulunduğunu ileri sürmüştür. Fakat Ebu Yûsuf, Evzâî'yi red¬dederken çoğu zaman ağır bir dil kullanmıştır.
Hulâsa; Şafiî, icmâ'ı hüccet olarak kabul ederdi. Fakat, bir me¬sele üzerinde icmâ' iddia edildiği zaman, meseleyi incelemek için bu icmâ' iddiasına karşı çıkardı. [37]
4- Sâhâbîlerîn Sözleri
Şafii mezhebine bağlı olan usûl yazarlarının bâzısı, İmamlarının eski mezhebine göre sahâbîlerin sözlerini delil olarak aldığını, ye¬ni mezhebine göre ise bundan vazgeçtiğim iddia etmiştir. Şafiî'nin eski mezhebi, Irak'ta yazmış olduğu ve Zaferâni'nin rivayet ettiği kitaplarındaki görüşleridir. Yeni mezhebi ise, Mısır'da yazmış oldu¬ğu ve Rabf b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin'in rivayet ettiği kitap¬larındaki görüşleridir.
Fakat biz, Rabî' b. Süleyman'ın rivayet ettiği «el-Risale» adlı eserinde Şafiî'nin, sahâbîlerin sözlerini delil olarak aldığını görüyo¬rUz. Bundan Şafiî'nin, yeni mezhebinde de sahâbîlerin sözünü delil olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Eski mezhebinde sahâbînin sözünü delil olarak kabul edişi üzerinde de ittifak vardır. Biz de, doğru ola¬rak bu görüşü kabul ediyoruz.
Sözün kısası, Şafiî, sahâbîlerin re'y'ini şöyle.üç kısma ayırır:
1 — Sahâbîlerin üzerinde icmâ ettikleri meseleler: Sahâbîlerin fethedilen arazînin sahiplerine bırakılmasına dair yapmış oldukları icmâ' böyledir. Bu türlü icmâ'lar hüccet olup icmâ'ın şümulüne da-. hildir ve hiç kimse bu konuda bir şey söyleyemez.
2 — Hakkında bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği, buna muhalif veya muvafık başka bir görüş bulunmayan mesele¬ler: Şâfü, sahâbîlerin bu türlü görüşlerini de delil olarak alır. «er-Risale» adlı eserinde Şafiî, birisiyle şöyle bir münazarada bulunduğunu anlatır: «Münazara eden: Sahâbîlerden birisi bir mesele üze¬rinde herhangi bir görüş beyan etse, buna muvafık veya muhalif başka bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği bilinmese, sen bu konuda Kitab, Sünnet veya icmâ'da bu sahâbî sözünün uyulma¬sı gereken bir hüccet olduğunu gösteren bir delil bulabilir misin? dedi. Ben de: Bu konuda Kitab ve sabit olan Sünnet'te bir şey gör¬medik. Ancak ilim sahiplerinin, sahâbîîerden birine ait bir sözü bâzan kabul ettiklerini, bâzan da terk ettiklerini gördük... dedim. Bunun üzerine O: Sen bunlardan hangisini kabul ettin? dedi. Ben de: Kitab, Sünnet ve icmâ' ile sabit olan bir hüküm bulamadığım zaman, Sahâbîlerden birinin sözüne uymayı tercih ettim... dedim. Sahâbîlerden sadece birine ait olan bir söze, başka birinin muhale¬fet etmediği ise pek azdır.» [38]
3 — Sahâbîlerin ihtilâf ettiği mes'eleler: Şâfü bu konuda Ebu Hanîfe gibi sahâbilerin sözleri arasında istediklerini tercih eder ve bütün sahâbîlerin görüşlerine aykırı bir şey söylemez. Onların söz¬leri arasında Kitab, Sünnet ve icmâ'a yakın veya kuvvetli bir kıyas ile desteklenmiş olanları tercih eder. Size burada Şafiî'nin, konu ile ilgili kendi görüşlerini sunuyorum :
«Kitab ve Sünnet'de bulunan şeyleri işitenler için özür söz ko¬nusu değildir, mutlaka onlara uymak gerekir. Kitab ve Sünnet'de bir şey yoksa sahâbîlerin veya onlardan birinin sözlerine başvuru¬rUz. Eğer ihtilâf edilen meselede Kitab ve Sünnet'e daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebu Bekr, Önier ve Osman (R.A.)m sö¬züne uymamız daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitab ve Sünnet'e da¬ha yakın oîduuğna dair herhangi bir delâlet bulunursa o söze uyarız.» [39]