Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Sadakat (1 Kullanıcı)

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,591
Tepki puanı
957
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Mahmut Toptaş / 09 MAYIS 2012 ÇAR
Sadakat

Kendinize, eşinize, çocuğunuza, dostunuza, akrabanıza, işçinize, işvereninize, amirinize, memurunuza, hocanıza, öğrencinize verdiğiniz söze sadık kalınız.

En başta Rabbinize verdiğiniz "Evet sensin bizim Rabbimiz" sözüne sadık kalınız ve Ondan başka kimseyi Rab edinmeyiniz.

Rabbimiz, Tevbe süresinin 112 nci ayetinde gerçek müminleri tarif ederken onları "Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, (oruç tutan*lar) rukü edenler, secde edenler, iyiliği emr edenler, kötülüğü engelleyenler, Allah'ın sınırlarını koruyanlar, (işte bu) mü'minleri müjdele." Dedikten sonra 113 ncü ayette, kafir olarak ölenler için dua edilmeyeceğini, istiğfar yapılmayacağını haber verirken kafirin ölüsüyle bile ünsiyet edilmemesi gerektiğini bize bildirir ve hemen ardından İbrahim aleyhisselamın babasına istiğfardan vazgeçtiğini haber verir.

O İbrahim aleyhisselam ki, Rabbimiz onun hakkında "Şüp*hesiz İb*rahim yanık yürekli, yumuşak huyludur." Buyurmuştu. (Tevbe süresi ayet 114)

Kimse İbrahim aleyhisselamdan daha merhametli, daha yumuşak huylu olamaz. O bile Rabbin rızası için, babasına olan istiğfarını Rabbin emriyle kesmiştir.

Toprak altında, kabrinde yatan hiçbir kimseye fayda veya zarar veremeyen kafirin ölüsüne bile istiğfarı yasaklayan Rabbimiz, şu anda yaşayan ve başta Müslümanlar olmak üzere her dinden ve her dilden insanlara zarar veren, canlarını ve mallarını alan zalimlere yaltaklık edenlerin, dostluğunu kazanmaya çalışanların, belasından korunmak için mazlumlara zulmetmek gibi aşağılık işlere girişenlerin durumu acaba nasıl olur?

"Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve sa*dıklarla beraber olun." (Tevbe 119)

Dost, dostunun sevdiklerini sever, dostunun yerdiklerini yererse sadık olur.

Sadık insanın içiyle dışı ak ve pak olur. Hz. Ali gibi sevdiğinin canını kendi canından aziz bilir. Ve cananı için canından geçer.

Rabbimiz, canlarımızı Allah rasülünün canına tercih etmemizin Müslüman'a yakışmayacağını haber verir.

"Medine halkına da, etraftaki bedevilere de, Allah Rasülünden ge*ride kal*mak ve canlarını onun canına tercih et*mek yakışmaz. Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah yolunda isabet eden her susuzluk, yor*gunluk, açlık, kâfirleri kızdıran ayak bas*tıkları her yer ve düşmana karşı kazanılan her ba*şarıda onlar için salih amel yazı*lır. Allah iyilik yapanların ecrini zayi' etmez." (Tevbe 120)

Bu gün ise onun getirdiği Kur'an-ı Kerime sahip olmak ve sünneti seniyyesini korumak için açlığa, yorgunluğa, susuzluğa sabretmek ve kafirleri kızdıracak başarılı adımlar atmak bizim asli görevimizdir.

"Sıddık" diye isimlendirilen Hz. Ebubekir, sevdiği yolunda servetinin tamamını vermiş ve sevdiğinin söylediği her sözü tasdik etmiş de "Sıddık" ismini almış.

Sadık ve Masduk/ doğru ve doğruluğu Rabbimiz tarafından onaylanan olan sevgili peygamberimize ümmet olan herkesin gönlünden doğruluk doğmalı ve bu doğruluğun korunması için sadıklarla birlikte olmaya devam edilmeli. Sadakatsizlerden uzak durmalı.
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Allah razı olsun, merak ettiğim şeydi ama hala sorularım bitmedi..
Tamam kesin kafir olana istiğfar olmaz peki imansız mı daha bilmediğimiz, kişiler için ne olacak???
Yok, yok tövbe de her kul kendi olacak sanırım, çünkü pişmanlık kalpte olmalı bize hidayet duası yeterli olmalı
Acele ederim hemen yola girsin isterim, işte azarlandım, Rabbim hidayet senin eserin, bize düşen sadece nasihat, yola davet, gelene deki:
'Hoş geldin, Rabbimin ikramına buyrun... ''
Ne ikramı? Önce hüzün, biraz acı, sabır, tek tek , imtihanla denerim, sonra???
Cennet sonsuzdur a güzelim, cenneti hediye ederim, üzülmeyin, kalplerdeki hep benim,
Rabbim ne acısı? senin herşeyin güzeldir, bizi tertemiz eylemektir hedefin...
Bu yol layığını bulur a güzelim (güzel değilim ben)
Ne demek istediğini anladım ama dünyada inananlar meleklerden de güzel değil mi?? (bence de öyle)
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Üç Nasihat

Vaktiyle bir derviş, evinden çok uzaklarda yıllar yılı üstadının hizmetinde bulunmuş, üstadının himmet ve nazarıyla Allah’ın rızasını kazanıp, Allah’a yakınlık peyda etmede büyük mesafeler kat ederek, üstadının teveccühüne mahzar olmuştu. Geçen zaman içerisinde, manevi anlamda hızla tekâmül etmekle birlikte; evinden uzun yıllar uzak kalması sebebiyle ailesine olan hasreti gittikçe artan derviş, bir gün üstadına giderek ailesini ziyaret etmek için müsaade ister. Bu durum karşısında üstadı dervişe dönerek: “İnşaallah evladım, tabi gidebilirsin. Müsaade Allah’tan.’’ der ve akabinde: “Evladım gitmeden önce yanımıza gel sana bir emanetimiz, üç de nasihatimiz olacak” diye de ekler. Üstadının bu sözleri karşısında gayet memnun olan derviş, yolculuk hazırlıklarını yapmak üzere oradan ayrılır. Ertesi gün hazırlıklarını tamamlayarak üstadının huzuruna çıkar. Üstadı: “Evladım Biz senden memnunuz, Allah-u Teâlâ hazretleride senden memnun olsun inşaallah”;diye dua ettikten sonra dervişe bir bohça uzatarak: “Oğlum bu bohçayı al; fakat sakın ola yolda giderken açma! Evine varınca açarsın.” diye sıkıca tembih eder. Sonra da dervişe tebessüm ederek şu nasihatlerde bulunur: “Evladım; üzerine vazife olmayan işe karışma, gönül kimi sevdiyse o güzeldir, bir işin sonunu görmeden karar verme. Bu nasihatlerimize iyi yapış, onlara iyi sahip çık.” der ve dervişi uğurlar.

Derviş, yıllar sonra ailesine kavuşacak olmanın mutluluğuyla yola koyulur. Yol boyunca bohçanın içindekilerin merakı bir türlü gitmez ve ne kadar düşündüyse de üstadının nasihatlerinin hikmetine eremez.

Bir, iki günlük yolculuktan sonra bir beldeye gelen derviş, o beldenin zenginlerinden bir adamın evine misafir olur. Ev sahibi adam dervişi yemeğe buyur eder. Sofraya otururlar. Fakat garip bir haldir ki sofrada derviş, ev sahibi, bir de köpek vardır. Biraz ilerde ise demir parmaklıklar ardında, ayağından zincirlenmiş vaziyette bir kadın oturmaktadır. Adam kalkarak onun önüne de bir tas yemek koyar ve sofraya oturur. Yemeğe başlarlar. Yemeklerini yerken adam dervişe dönerek: “Ey derviş; sofrada ki gariplik dikkatini çekmedi mi? diye sorar. Derviş tam cevap verecek iken üstadının sözü aklına gelir ve adama dönerek; “Efendim, ben üzerime vazife olmayan işe karışmam.”der. Ev sahibi adam, dervişin bu sözünden çok memnun olur ve sözlerine şöyle devam eder: “Buraya pek çok misafir geldi ve hepside bu sorum karşısında, hiç utanmıyor musun? Köpeği sofraya oturtmaya, kadını da kafese koymaya diye bana kızdılar. Ben de sinirlendim ve böyle söyleyen her misafiri öldürdüm. Fakat sen “Ben, üzerime vazife olmayan işe karışmam!”dedin, vermiş olduğun bu cevap beni çok hoşnut etti. Bende sana meselenin aslını anlatacağım: Bundan bir sene evvel çalışmak amacıyla evden ayrılmıştım. Geri döndüğümde içeride karım ve iki adamın eğlendiklerini gördüm. Adamlara güç yetiremedim, beni dövdüler. Karım benden taraf olacağına onlarla beraber oldu. Ellerimi, ayaklarımı bağladılar. İçki içip sızdıklarında bu köpek geldi, ipleri çözdü. Bende kalkıp adamları öldürdüm, lakin ibret olsun diye karımı öldürmeyip: Bir köpek kadar olamadın; köpeğin yeri senin yerin, senin yerin ise köpeğin yeridir, diyerek; onu bu kafese hapsettim.”der ve olayı anlatır. Hadiseyi ibretle dinleyen derviş; müsaade alıp yoluna devam ederken üstadının nasihatlerinin ne kadar kıymet arz ettiğini anlayarak üstadına dua eder.

Derviş, özlem ve hasretle yolculuğuna devam ederken çeşitli seyirler ediyor, ailesine kavuşacak olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Fakat dervişin bir sıkıntısı vardı. Bohçanın içindekilerin merakı git gide artıyor ve dayanılmaz bir hal almaya başlıyordu. İçinden de “Sabırlı kulların mükâfatı bol ve hesapsız verilir.”ayetini tekrar ederek bu merakı defetmeye çalışıyordu.

Bu duygular içerisinde giderken yolu tekrar bir beldeye rastlayan derviş, o beldenin emirine misafir olur. Emir, dervişi evinde ağırlar, türlü türlü ikramlarda bulunur, sohbet etmeye başlarlar. Derken içeriye gayet çirkin bir kadın girer ve emir dervişe dönerek: “Nasıl? Güzel kadın değil mi?”diye sorar. Üstadının nasihati tekrar aklına gelen derviş:”Emirim, gönül kimi severse güzel odur.”diye karşılık verince, bu cevaptan memnun olan emir : “Bu hanımım, buraya gelen misafirlerime elinden geldiği kadar izzet-i ikramda bulunur. Fakat misafirler onun bu görüntüsünü beğenmezler. Üstelik efendim siz koskoca bir emirsiniz, çokta zenginsiniz. Buna rağmen neden bu çirkin kadına katlanıyorsunuz? Diye de kendi aralarında bana şirin gözükmeye çalışırlar. Bende onlara kızar ve hepsini öldürürdüm. Ama sen onlar gibi değilsin. Dediğin gibi gönlüm bu kadını sevdi, bende hanımımdan razıyım.”der. Üstadının nasihatleri bir bir çıkmakta ve nasihatlerin hikmetini kavramakta olan derviş, üstadını dinlemiş olmanın verdiği huzur içerisinde oradan da selametlikle ayrılır.

Nihayet uzun ve meşakkatli bir yolculuğun sonunda memleketine varan derviş; sevinç içersisinde evine yaklaştığı anda hanımının genç bir erkeği öptüğünü pencereden görüverir. Bir anda hiddetlenerek öfke ile içeriye yöneldiği sırada üstadının son nasihati (Bir işin sonunu görmeden karar verme) aklına gelir. Bir yere gizlenerek onları izlemeye başlar. Kısa bir süre sonra kapı açılır ve içeriden çıkan genç erkek, tekrar dervişin hanımını öperek: “Hadi anneciğim Allah’a ısmarladık.”deyince, derviş olduğu yerde gözyaşlarına boğulur. Çünkü bu genç; çocuk yaştayken geride bıraktığı evladıdır. Hemen koşarak ailesinin yanına varır. Hanımı ve oğlu, dervişi gözyaşları içinde karşılarlar ve hep birlikte eve girerler.

Derviş, üstadının son sözü olan “Evladım; bu bohçayı da evine ulaşınca açarsın” emrini yerine getirmek üzere bohçayı önüne koyar ve açar. Bohçanın üst kısmında üstadının mührü ve icazeti olan bir kâğıt, bir miktar para ile bir not vardır. Notta şöyle yazar: “Evladım, eğer bu mektubu okuyorsan elhamdülillah imtihanı başarıyla geçtin demektir. Bohçanın içerisinde bizim halifemiz olduğuna dair icazetin var. Oradaki halkı irşat ve ikazla vazifelisin. Bir miktarda para koyduk, bu parayla da orada bir dergâh açarsın. Allah-ü Teâlâ hizmetinde yardımcın, Peygamber Efendimiz önünde ışığın olsun esselâmualeyküm varahmetullâhi veberakâtüh.”

Cenab-ı Zül Celal hazretleri, kâinatı muazzam bir şekilde sırlar ağıyla örüp, bunu sadece arzu edenlerin keşfedebileceği şekilde dizayn etmiştir. Manevi âlemin, hal ve yaşantıları da aynı şekilde sırlar ağıyla örülmüş ve talip olanların ilahi sırlara ulaşmaları için yol gösterici peygamberler ve evliyalar vesile kılınmıştır. Resulallah Efendimiz “İrşada gücü yeten bir akıldan, irşad talep ediniz ve ona isyan etmeyiniz” buyurarak; O’nun ahirete irtihalinden sonra Allah dostu evliyaullaha tabi olmamız gerektiğini bizlere işaret etmişlerdir.

Kıssamızda bahsi geçen derviş, Resulallah Efendimizin (s.a.v) bu hadisi şerifindeki emre uyarak yıllarca bir Allah Dostu’nun kapısında Allah’ın rızasını kazanmak için mücadele etmiş. Evine dönerken üstadının vermiş olduğu nasihatleri dinleyerek üstadının halifesi olmakla ve nasihatlerin içindeki hakikate ermekle şereflenmiştir. Üstadı nasihatleriyle;“Evladım, Üzerine vazife olmayan işe karışma. Kula gereken, yarın neden sorguya çekilecekse onunla meşgul olmaktır. Sana Allah gerek. O’nun zatından gayrıyla uğraşma. Bırak başkaları şunu yapmış, nasıl yapmış, niye böyle yapmamış, asıl şöyle yapmalıydı gibi sözleri, onlara akıl vermeyi. Halkı bırak; Allah’ın seçkin kullarının arasına girmeye çalış. Allah yolcuları karanlığa ışıkla girerler. Onların ışığı, Hakk’a kulluktur.

Gönül sevdiğine güzeldir. Her insanın istidadı farklıdır. Sen Allah’ı, Resulü’nü, O’nun sevdiklerini seversin, kimisi dünyayı, kimisi parayı, kimisi cenneti, kimisi makamı, kimisi kadını, kimisi güzeli, kimisi çirkini, sever. Herkesin kabiliyeti hangi yönde ise, o yönde sevgi ve muhabbeti olur. Sen sakın ola bu hallerinden dolayı kimseyi kınama, kimseyi de övme, herkesi olduğu gibi kabul et, geniş gönüllü ol. Zira insanın kullukta kemalata erişmiş olmasının bir nişanesi de “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü.”sözünü düstur edinerek hayatında tatbik edebilmesidir.

Oğlum; bir işin sonunu görmeden karar verme. İşlerin sonunu gözeten, onların getireceği beladan kurtulur. Bastığı yeri bilmeyen pişmanlıkta yürür. Aklıselim sahibi ol. Çünkü aklıselim sahipleri Allah’ın yardımıyla doğruyu bulurlar. Her işin içerisinde, bir hikmet gizlidir. Feraset sahibi ol."Feraset öyle bir bakıştır ki, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar keskindir.”demek istemiş; fakat bu sözlerin özünü nasihatlerde gizleyerek dervişi imtihana tabi tutmuştur.

Sabır, sadakat, teslimiyet üzerine imtihan olan derviş nefsine ve şeytana uymayarak; İmam-ı Gazali Hazretlerinin “Mürşide teslim olan müridin hali, etrafı surlarla çevrili kale gibidir.” buyurduğu üzere, üstadına teslim olmuş, böylece öldürülmekten kurtulmuştur. Bunun yanında üstadının himmetiyle maneviyat erlerinin arasına dâhil olmakla şereflenmiştir. Cenab-ı Hak bizleri de seçkin kullarıyla beraber eylesin, ilahi sırların muhatabı olan zümreye dâhil eylesin inşâllah.
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Sadakat ve vefa nedir? Günümüzde sadakat ve vefayı nasıl anlamalıyız?



Sadakat, doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru davranış sergilemek ve aynı zamanda doğruluğu kalbde korumak demektir. Bu mânâdaki sadakat, izafî bir tabir olup belli bir ölçüsü de yoktur.

Sıdk sıfatı da; tıpkı ismet, emanet, tebliğ ve fetanet gibi, enbiyâ-i izâmın sahip olduğu sıfatlardandır. Bu sıfatlar, onların hususiyetlerindendir. Buna onların hâssası da diyoruz. Hâssa, kâmil mânâda herhangi bir kimsede bulunup bir başkasında bulunmayan özellik demektir. Dolayısıyla sadakat, zirve noktada enbiyâ-i izâmda bulunur. Ve onu sadece ‘söz doğruluğu' şeklinde yorumlamak da eksik bir anlayıştır. Sadıklar, kalbleri doğrulukla dopdolu olan ve tamamen Allah'a kilitlenen insanlardır. Onların kalbî dünyalarındaki bu durum her zaman davranışlarına da aksedecektir. Zira onların kalbleriyle, söz ve davranışları arasında herhangi bir farklılık söz konusu değildir.

Sıdkta zirveyi tutan enbiyâ-i izâm kalb, söz ve davranış bütünlüğü içinde tamamen Allah'a kilitlenmiş kimselerdir. Bu ölçüdeki sıdkla ittisafı ‘Allah'ın sadık bir bendesi olma' mânâsına anlamak da mümkündür. Bu itibarla da nebilere, Allah'ın boynu tasmalı birer kapıkulu, bizlere de onların halâyıkı nazarıyla bakabiliriz. Evet onlar, “Allah'ın kendilerine buyurduklarına karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler.”[1] gibi emredilen şeyleri harfiyen yerine getirir ve göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa muhalefet mülâhazasına girmezler. Bazıları onlar için değişik mütalâalarda bulunsalar da, enbiyâ-i izâmın sıfatları mevzuunda bizim mülâhazamız budur. Onlar hakkında Kur'ân-ı Kerim'de tedip mahiyetinde söylenen sözler, onların hayallerine akseden bir şeyin daha baştan önünü kesmeye matuf ilâhî tembih demektir.

Enbiyâ-i izâm, daima iç-dış bütünlüğü içinde yaşamışlardır. Aksi takdirde onların hayatlarında az bir inhiraf söz konusu olsa, hemen hızlı bir tembihle kalblerinin yanına getirilirler. Nitekim “Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.”[2] mealindeki âyet, onların durum ve konumlarındaki böyle bir ciddiyeti hatırlatır.

Nebilerden sonra en büyük sıddîk, Hz. Ebû Bekir'dir.

“Sıddîk”, bağlı bulunduğu şeyi her şeye tercih edecek kadar dengeli ve temkinli olan ve bütün hayatını ona göre programlayıp yaşayan insan ise –ki öyledir– Hz. Ebû Bekir en büyük sıddîktir.

Vefa da, tıpkı sadakat gibi ölçüsü tam bilinemeyen izafî bir tabirdir. Vefa, birine karşı ister baştan verilen, isterse verilip kendisine hatırlatılan şeylere karşı borcunun şuurunda olarak o borcu eda etmek demektir. Bu da, çok defa karşılıklı mukaveleler şeklinde gerçekleşir. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.”[3] yani Bana karşı vefalı olun, verdiğiniz sözü davranışlarınızla yerine getirin ki, Ben de bu mukavelede size verdiğim sözü gerçekleştireyim, buyurur. Ayrıca şu iki âyet-i kerimede de “Siz Beni anın ki Ben de sizi anayım.”[4] “Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder.”[5] buyrulmaktadır ki, bu türlü durumlarda yerine getirilen şeylerin hepsi birer vefa ifadesidir.

Vefalı olmak, bir taraftan sadakat gereken zata karşı o his ve tavrımızı korumak, bir diğer taraftan sorumluluğumuzun şuurunda olmak ve onun gereklerini yerine getirmek, bir başka zaviyeden de, onun teveccühü ölçüsünde ona teveccühte bulunmak demektir.

Yukarıda da zikredildiği gibi hem sıdk hem de vefa tabirleri izafîdir. Herkesin derecesine göre bir sadakat ve vefa hissi vardır. İnsan, bu ulvî hislerinden dolayı değer verdiği şeylere karşı saygı duyar ve onlara gönülden sahip çıkar. Meselâ, bir insan, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davasına, düşüncesine ve ortaya koyduğu âsârına karşı sadık ve vefalı ise o böyle bir duygu ve düşünceyle O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek lihye-i şerifinin bulunduğu sandukayı veya kadem-i pâkini başına taç yapacaktır. Esasen böyle bir hürmet, ne Kur'ân ne de Sünnet'te emredilmektedir; ama Nebiler Serveri'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sadakat içinde olan bütün büyükler, Asr-ı Saadet'ten bu yana hep böyle vefalı davranmış ve O'nun ayak izinden hırkasına, asâsından lihye-i şerifine varıncaya kadar, O'ndan hatıra kalan bütün emanetleri hep saygıyla karşılamış ve muhafaza etmişlerdir. Osmanlılar ise, bu mukaddes emanetleri altın kakmalı sandıklar içinde muhafaza ederek günümüze kadar ulaştırmışlardır. Meselâ O'nun hırka-i şerifi, her yerde ve her zaman açılmaz. Ona bir salât u selâmla uzaktan bir göz dokundurma için bile Ramazan ayı gibi mübarek bir zaman diliminin gelmesi beklenir. Bu diğer milletlerde olmayan, milletimize mahsus bir saygı tavrı ve Nebiler Serveri'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı gösterilen sadakat ve vefa ifadesidir.

Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı olabildiğine sadık ve vefalı olan insanlardan birisi de Afrika fatihi büyük insan Amr İbn Âs (radıyallahu anh) idi. O, vefat ederken sadakatinin bir tezahürü olarak dilinin altına Nebiler Serveri'nden hatıra kalmış mübarek bir kıl koyuyor ve bununla ahirette sorulan suallere kolay cevap vereceği tefe'ülünde bulunuyordu...

İnsanlığın İftihar Tablosu'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı büyük bir sadakat ve vefa örneği sergilemiş kişilerden bir diğeri de, girdiği hiçbir savaşta yenilgi yüzü görmeyen büyük kumandan Hz. Halid b. Velid idi; işte bu yüce kamet, sarığında devamlı Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sakalından bir kıl taşırdı. Bir keresinde o, cephede Bizans'a karşı savaşırken bir kılıç darbesiyle başındaki miğferi yuvarlanarak düşman safları arasına gidince, heyecanla ve ölümü hiçe sayarak miğfere doğru koşmuş ve arkadaşlarının ihtarlarına kulak asmadan onu alıp giymişti. Daha sonra Hz. Halid'in o güne kadar düşman karşısındaki tavrını çok iyi bilen arkadaşları, kendisine bu denli tehâlükünün sebebini sorduklarında o yüce ruh, onlara şu cevabı veriyordu:

“Ben onu nasıl düşmana bırakırım! O miğferin içinde Allah Resûlü'ne ait mübarek bir kıl vardı.”

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadık bendelerinden biri de hiç şüphesiz Osmanlı sultanlarından ve aynı zamanda ismiyle anılan camiyi yaptıran Sultan Ahmet'tir. O, Nebiler Serveri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ayağının bastığı çamur kalıbını tacına sorguç yapmayı düşünmüş ve “N'ola tacım gibi başımda götürsem kadem-i pâkin / Ahmedâ yüzün sür pâyine ol pâkin.” diyerek vefasını ortaya koymuştur.

Bütün bunlar, bir dava ve düşünceye ve o dava ve düşüncenin arkasındaki insana sadakatin ifadesidir. Efendimiz'in de, Allah'a karşı baş döndürücü bir sadakati vardır. O kadar ki, O, Cibril vahyi kendisine tebliğ ederken bir kelime unutma endişesiyle dilini ağzında sürekli evirip çevirir ve tek bir hareke, bir nokta zayi etmemek için tehâlükler yaşardı.

“(Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak Bize aittir.”[6] mealindeki âyet onun bu hissini nâtıktır.

Bu ümmet, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalan pek çok şeye karşı aynı sadakat içinde olmuştur. Ama tarihin çeşitli dilimlerinde bu sadakati zedeleyen hâdiselerin meydana geldiği de bir gerçek. Maalesef bazı dönemler itibarıyla bu ümmet arasında da dinsizlik yaygınlaşmış ve pek çok insan ateist olmuştur. Yine bazı karanlık dönemlerde camiler terk edilmiş ve Kur'ân da unutturulmuştur. İşte böyle bir zamanda sadakat, her şeye katlanarak yok olmaya yüz tutmuş yüce değerleri yeniden ihyâ etmeye çalışmak olmalıdır. Sadakatin gereklerinin yerine getirilmesi ise bir vefadır.

Dilerim bütün bunlar –inşâallah– sinelerde yeniden neşv ü nema bulur ve insanımız, üzerine düşen vazifeleri bihakkın yerine getirir. Böyle bir aydınlık yola giren ve sineleri sadakat ve vefa hissi ile dopdolu bu sadakat ve vefa erleri, kendilerinden beklenen misyonu eda eder ve başkalarının da bu havayı teneffüs etmelerine imkân hazırlarlar. Duygu ve düşünceler insanları aynı noktaya çekip götüreceğinden dolayı bu kutlular, -inşâallah- mahşerde de onlarla beraber olurlar. Meselâ, sıdk ve vefa mevzuunda a'zamî derecede hassas olanlar Hz. Ebû Bekir'le, kılı kırk yararcasına adalet ve istikamet içinde hareket edenler Hz. Ömer'le, iffet ve namusunu koruma mevzuunda fevkalâde hassas davrananlar Hz. Osman ve Hz. Ali'yle; hâsılı kim hangi yolda yürüyor ve neyi yaşayıp temsil etmeye çalışıyorsa o yolun kahramanlarıyla mutlaka buluşacak ve onlarla aynı nimetleri paylaşacaktır
Alıntı (kimin ?) bilmem .
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Sahip Çıkmaktır Sadakat..
Bırakıp Gitmemektir..
Her Şart ve Zorlukta Yanındayım Diyebilmektir..
Bir Ömürü Beraber Paylaşmak
Paylaştıklarını da Adaletle Dağıtmaktır Sadakat..
Er Kişide Bulunur Bu Erdem
Her Kişide Uyuşmazlık Bulunur Her Dem.
Safsata Ve Yalanlarla Barınamaz.
Samimi Olmadıkça Her İşin Sonu Acıdır Ve Elem…
Çıkarsızca Atılan Her Adımda Dostluk İçin Atılan Her İmzada..
Ya Düz Bir Ovada Ya Da En Yüksek Dağın Başında..
Anlaşmaya Varmaktır Her Durumda..
Her İnsanda Gereklidir Sadakat…
Sadakatlı İnsan Satmaz Namusunu Vatanını..
Gösterişli İşler le Donatmaz Dünyasını..
Afrayla Tafrayla Oyalamaz Başkasını..
Satmaz Üç Kuruşa Geçmişini Yarınını…
Vermez Kimseye Kendisine Sığınanı…
Gözlerinden Akıttığı Her Damla Yaşı..
Bilinçle Akıtır Düşünmez Sağı Solu..
İnsanlığın Aynasıdır Sadakat..KARDEŞ
Alıntı..
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Sadakat ve Vefaya Dair








Fethullah Gülen



19.02.2007




Sadakat ve vefa nedir? Günümüzde sadakat ve vefayı nasıl anlamalıyız?

Sadakat, doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru davranış sergilemek ve aynı zamanda doğruluğu kalbde korumak demektir. Bu mânâdaki sadakat, izafî bir tabir olup belli bir ölçüsü de yoktur.

Sıdk sıfatı da; tıpkı ismet, emanet, tebliğ ve fetanet gibi, enbiyâ-i izâmın sahip olduğu sıfatlardandır. Bu sıfatlar, onların hususiyetlerindendir. Buna onların hâssası da diyoruz. Hâssa, kâmil mânâda herhangi bir kimsede bulunup bir başkasında bulunmayan özellik demektir. Dolayısıyla sadakat, zirve noktada enbiyâ-i izâmda bulunur. Ve onu sadece 'söz doğruluğu' şeklinde yorumlamak da eksik bir anlayıştır. Sadıklar, kalbleri doğrulukla dopdolu olan ve tamamen Allah'a kilitlenen insanlardır. Onların kalbî dünyalarındaki bu durum her zaman davranışlarına da aksedecektir. Zira onların kalbleriyle, söz ve davranışları arasında herhangi bir farklılık söz konusu değildir.

Sıdkta zirveyi tutan enbiyâ-i izâm kalb, söz ve davranış bütünlüğü içinde tamamen Allah'a kilitlenmiş kimselerdir. Bu ölçüdeki sıdkla ittisafı 'Allah'ın sadık bir bendesi olma' mânâsına anlamak da mümkündür. Bu itibarla da nebilere, Allah'ın boynu tasmalı birer kapıkulu, bizlere de onların halâyıkı nazarıyla bakabiliriz. Evet onlar, "Allah'ın kendilerine buyurduklarına karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler."[1] gibi emredilen şeyleri harfiyen yerine getirir ve göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa muhalefet mülâhazasına girmezler. Bazıları onlar için değişik mütalâalarda bulunsalar da, enbiyâ-i izâmın sıfatları mevzuunda bizim mülâhazamız budur. Onlar hakkında Kur'ân-ı Kerim'de tedip mahiyetinde söylenen sözler, onların hayallerine akseden bir şeyin daha baştan önünü kesmeye matuf ilâhî tembih demektir.

Enbiyâ-i izâm, daima iç-dış bütünlüğü içinde yaşamışlardır. Aksi takdirde onların hayatlarında az bir inhiraf söz konusu olsa, hemen hızlı bir tembihle kalblerinin yanına getirilirler. Nitekim "Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız."[2] mealindeki âyet, onların durum ve konumlarındaki böyle bir ciddiyeti hatırlatır.

Nebilerden sonra en büyük sıddîk, Hz. Ebû Bekir'dir.

"Sıddîk", bağlı bulunduğu şeyi her şeye tercih edecek kadar dengeli ve temkinli olan ve bütün hayatını ona göre programlayıp yaşayan insan ise -ki öyledir- Hz. Ebû Bekir en büyük sıddîktir.

Vefa da, tıpkı sadakat gibi ölçüsü tam bilinemeyen izafî bir tabirdir. Vefa, birine karşı ister baştan verilen, isterse verilip kendisine hatırlatılan şeylere karşı borcunun şuurunda olarak o borcu eda etmek demektir. Bu da, çok defa karşılıklı mukaveleler şeklinde gerçekleşir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim."[3] yani Bana karşı vefalı olun, verdiğiniz sözü davranışlarınızla yerine getirin ki, Ben de bu mukavelede size verdiğim sözü gerçekleştireyim, buyurur. Ayrıca şu iki âyet-i kerimede de "Siz Beni anın ki Ben de sizi anayım."[4] "Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder."[5] buyrulmaktadır ki, bu türlü durumlarda yerine getirilen şeylerin hepsi birer vefa ifadesidir.

Vefalı olmak, bir taraftan sadakat gereken zata karşı o his ve tavrımızı korumak, bir diğer taraftan sorumluluğumuzun şuurunda olmak ve onun gereklerini yerine getirmek, bir başka zaviyeden de, onun teveccühü ölçüsünde ona teveccühte bulunmak demektir.

Yukarıda da zikredildiği gibi hem sıdk hem de vefa tabirleri izafîdir. Herkesin derecesine göre bir sadakat ve vefa hissi vardır. İnsan, bu ulvî hislerinden dolayı değer verdiği şeylere karşı saygı duyar ve onlara gönülden sahip çıkar. Meselâ, bir insan, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davasına, düşüncesine ve ortaya koyduğu âsârına karşı sadık ve vefalı ise o böyle bir duygu ve düşünceyle O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek lihye-i şerifinin bulunduğu sandukayı veya kadem-i pâkini başına taç yapacaktır. Esasen böyle bir hürmet, ne Kur'ân ne de Sünnet'te emredilmektedir; ama Nebiler Serveri'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sadakat içinde olan bütün büyükler, Asr-ı Saadet'ten bu yana hep böyle vefalı davranmış ve O'nun ayak izinden hırkasına, asâsından lihye-i şerifine varıncaya kadar, O'ndan hatıra kalan bütün emanetleri hep saygıyla karşılamış ve muhafaza etmişlerdir. Osmanlılar ise, bu mukaddes emanetleri altın kakmalı sandıklar içinde muhafaza ederek günümüze kadar ulaştırmışlardır. Meselâ O'nun hırka-i şerifi, her yerde ve her zaman açılmaz. Ona bir salât u selâmla uzaktan bir göz dokundurma için bile Ramazan ayı gibi mübarek bir zaman diliminin gelmesi beklenir. Bu diğer milletlerde olmayan, milletimize mahsus bir saygı tavrı ve Nebiler Serveri'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı gösterilen sadakat ve vefa ifadesidir.

Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı olabildiğine sadık ve vefalı olan insanlardan birisi de Afrika fatihi büyük insan Amr İbn Âs (radıyallahu anh) idi. O, vefat ederken sadakatinin bir tezahürü olarak dilinin altına Nebiler Serveri'nden hatıra kalmış mübarek bir kıl koyuyor ve bununla ahirette sorulan suallere kolay cevap vereceği tefe'ülünde bulunuyordu...

İnsanlığın İftihar Tablosu'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı büyük bir sadakat ve vefa örneği sergilemiş kişilerden bir diğeri de, girdiği hiçbir savaşta yenilgi yüzü görmeyen büyük kumandan Hz. Halid b. Velid idi; işte bu yüce kamet, sarığında devamlı Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sakalından bir kıl taşırdı. Bir keresinde o, cephede Bizans'a karşı savaşırken bir kılıç darbesiyle başındaki miğferi yuvarlanarak düşman safları arasına gidince, heyecanla ve ölümü hiçe sayarak miğfere doğru koşmuş ve arkadaşlarının ihtarlarına kulak asmadan onu alıp giymişti. Daha sonra Hz. Halid'in o güne kadar düşman karşısındaki tavrını çok iyi bilen arkadaşları, kendisine bu denli tehâlükünün sebebini sorduklarında o yüce ruh, onlara şu cevabı veriyordu:

"Ben onu nasıl düşmana bırakırım! O miğferin içinde Allah Resûlü'ne ait mübarek bir kıl vardı."

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadık bendelerinden biri de hiç şüphesiz Osmanlı sultanlarından ve aynı zamanda ismiyle anılan camiyi yaptıran Sultan Ahmet'tir. O, Nebiler Serveri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ayağının bastığı çamur kalıbını tacına sorguç yapmayı düşünmüş ve "N'ola tacım gibi başımda götürsem kadem-i pâkin/Ahmedâ yüzün sür pâyine ol pâkin." diyerek vefasını ortaya koymuştur.

Bütün bunlar, bir dava ve düşünceye ve o dava ve düşüncenin arkasındaki insana sadakatin ifadesidir. Efendimiz'in de, Allah'a karşı baş döndürücü bir sadakati vardır. O kadar ki, O, Cibril vahyi kendisine tebliğ ederken bir kelime unutma endişesiyle dilini ağzında sürekli evirip çevirir ve tek bir hareke, bir nokta zayi etmemek için tehâlükler yaşardı.

"(Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak Bize aittir."[6] mealindeki âyet onun bu hissini nâtıktır.

Bu ümmet, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalan pek çok şeye karşı aynı sadakat içinde olmuştur. Ama tarihin çeşitli dilimlerinde bu sadakati zedeleyen hâdiselerin meydana geldiği de bir gerçek. Maalesef bazı dönemler itibarıyla bu ümmet arasında da dinsizlik yaygınlaşmış ve pek çok insan ateist olmuştur. Yine bazı karanlık dönemlerde camiler terk edilmiş ve Kur'ân da unutturulmuştur. İşte böyle bir zamanda sadakat, her şeye katlanarak yok olmaya yüz tutmuş yüce değerleri yeniden ihyâ etmeye çalışmak olmalıdır. Sadakatin gereklerinin yerine getirilmesi ise bir vefadır.

Dilerim bütün bunlar -inşâallah- sinelerde yeniden neşv ü nema bulur ve insanımız, üzerine düşen vazifeleri bihakkın yerine getirir. Böyle bir aydınlık yola giren ve sineleri sadakat ve vefa hissi ile dopdolu bu sadakat ve vefa erleri, kendilerinden beklenen misyonu eda eder ve başkalarının da bu havayı teneffüs etmelerine imkân hazırlarlar. Duygu ve düşünceler insanları aynı noktaya çekip götüreceğinden dolayı bu kutlular, -inşâallah- mahşerde de onlarla beraber olurlar. Meselâ, sıdk ve vefa mevzuunda a'zamî derecede hassas olanlar Hz. Ebû Bekir'le, kılı kırk yararcasına adalet ve istikamet içinde hareket edenler Hz. Ömer'le, iffet ve namusunu koruma mevzuunda fevkalâde hassas davrananlar Hz. Osman ve Hz. Ali'yle; hâsılı kim hangi yolda yürüyor ve neyi yaşayıp temsil etmeye çalışıyorsa o yolun kahramanlarıyla mutlaka buluşacak ve onlarla aynı nimetleri paylaşacaktır
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
goglu amcamız sag olsun cevap çok onda, konu da ... kopyala yapıştır:a26:
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt