Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Dünyanın hiçbir köşesi iptilâsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş, huzur ve rahat yoktur.”
“Allâh’a yemin ederim ki, sabrı yaşayamayan, fâre deliğine sığınsa bile, bir kedinin pençesinden kurtulamaz.”
İnsanların içinde bulunarak onların ezâ ve cefâlarına gönül hoşluğu içinde katlanmanın fazîletini Muhammed İkbâl, şu temsîlî hikâye ile ne güzel ifâde eder:
“Câhil bir ceylan, olgun bir ceylana dert yanar:
«–Bundan sonra Kâbe’de, (avlanmanın yasak olduğu) Harem bölgesinde yaşayacağım. Zîrâ ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz peşimizde dolaşıyorlar. Artık avcı derdinden kurtulmak, huzura kavuşmak istiyorum…»
Bunları dinleyen tecrübeli ceylan der ki:
«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileyi taşına vur. Keskin ve cevherli bir kılıçtan daha keskin yaşa! Îmânın seviyesi, ancak zorluklar karşısında belli olur. Tehlike; senin gücünü imtihan eder. Beden ve rûhunun nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.»”
a
Hakk’ın velî kullarının diğer bir vasfı da, zâlim veya mazlum olmak durumunda kaldıklarında, mazlum olmayı tercih etmeleridir.
Nitekim Sa’d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! (Fitne zamanlarında) biri evime girip, öldürmek için beni tehdit etse ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?” deyince, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Âdem’in oğlu (Hâbil) gibi ol!” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten, 29/2194)
Velhasıl Hak dostlarının bu vasfının kısaca ifadesi, “Hakk’ın kullarından gelen ezâ ve cefâlara Hak rızâsı için katlanabilmek”tir.
Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin şu hâli ne kadar ibretlidir:
Mâruf-i Kerhî Hazretleri, ölmek üzere olan bir hastayı evinde misâfir eder ve onun bütün hizmetini görür. Hasta ise, ıztırâbının şiddetiyle gece-gündüz inleyip kendisi bir an bile uyuyamadığı gibi, feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmaz. Üstelik gittikçe huysuzlaşır ve evdekileri ağır sözleriyle rahatsız eder. Nihâyet onun huysuzluklarına dayanamayan evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçarlar. Evde Mâruf-i Kerhî ile hanımından başka kimse kalmaz. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, geceleri de uyumayıp hastanın ihtiyaçlarını gidermeye devam eder. Ancak birgün uykusuzluğu dayanılmaz noktaya varır ve gayr-i ihtiyârî uyuyuverir. Bunu gören gâfil hasta, kendisine şefkatle kucak açan zâta teşekkür edeceği yerde nankörce söylenmeye başlar:
“–Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar. Başkalarına takvâyı emreder, kendileri yapmazlar. İşte bu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Karnını doyurup uykuya dalan kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan bîçâre hastanın hâlinden ne anlar!..”
Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere de sabreder. Lâkin hanımı daha fazla dayanamayıp ona, bu nankör hastayı artık evden göndermesini söyler. Mâruf-i Kerhî Hazretleri ise, mütebessim bir çehreyle şöyle der:
“–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik etmişse bana etmiştir. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içinde. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir...”
Bu kıssayı Bostan adlı eserinde nakleden Şeyh Sâdî, şu nasîhatte bulunur:
“Muhabbetle dolan kalb, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sâhibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. Görmez misin ki, Kerh şehrinde birçok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhî’nin türbesinden daha mâruf ve ziyâretçisi bol olanı yoktur.”
Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:
Derviş gönülsüz gerektir;
Söğene dilsiz gerektir,
Döğene elsiz gerektir,
Halka beraber gerekmez…
Yâni insanların ezâ ve cefâlarına karşı alttan almak, sabır ve serinkanlılıkla mukâbele etmek; mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilen derviş-meşrep gönüllerin kârıdır. Halkın avâmı gibi her gördüğü kabalık karşısında öfkeye kapılıp aynı duygusuzlukla karşılık verenler, belki haklarını savunmuş olsalar da tasavvufî âdâbın gerektirdiği af, müsâmaha ve tahammülü gösterememiş, Hakk’ın bir imtihan cilvesi olarak gönderdiği bu sır ve hikmetten gâfil kalmış olurlar.
Hâlbuki Hakk’ın kullarına karşı af, müsâmaha, sabır ve tahammül gibi hasletler, Halık’ın merhametini, rızâ ve muhabbetini celbetmede müstesnâ bir kıymeti hâizdir. Bu bakımdan tasavvufî ahlâkta bu hasletler âdeta bir ganîmet bilinir. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifâde eder:
“Kötülere karşı sabretmek, sâlih mü’minlerin rûhâniyetinin seviye kazanmasına vesîledir. Nerede Hakk’a teşne bir gönül varsa, sabır o gönlü ihyâ eder.”
Ayrıca bu ahlâk, çoğu kere kaba kişilerin ıslâhına da vesîle olur. Fakat kabalık yapanlar pişmanlık duyup hâllerini ıslâh yönünde bir tavır sergilemezlerse, bu defa da kendilerinin maddî veya mânevî bakımdan çok daha fazla zarar görmelerine, hattâ helâklerine sebep olurlar. Zîrâ bu takdirde kabalık yaptıkları sâlih kulların hakkını bizzat Cenâb-ı Hak alır. Allah Teâlâ’nın sevgili kullarının hakkını zâlimlerden alması ise, kimi zaman celâl tecellîsiyle ve çok çetin bir intikam sûretinde gerçekleşebilir. Nitekim şu kıssa bu hikmeti ne güzel îzah eder:
İsmail Fakirullah Hazretleri’ne hizmet eden İbrahim Hakkı Hazretleri, birgün su almak için çeşmeye gider. Su dolduracağı sırada oraya gelen bir atlı:
“–Çekil önümden be çocuk!” diye bağırır. İbrahim Hakkı Hazretleri’ni azarlayarak atını çeşmeye sürer. O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. İbrahim Hakkı, testisini bırakıp kendisini kurtardığı esnâda at da testinin üzerine basarak onu paramparça eder. Ağlayarak hocasının huzuruna gelen İbrahim Hakkı olup biteni anlatır. Hocası sorar:
“–Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?”
“–Hayır, hiçbir şey söylemedim.” der. Hocası:
“–O hâlde çabuk git ve o adama bir-iki lâf söyle!” diye emreder.
İbrahim Hakkı Hazretleri gider, çeşmenin başında atını tımar etmekte olan adamın yanına varıp bekler. Fakat terbiyesinden dolayı bir türlü:
“–Benim testimi niye kırdın be zâlim adam!” diyemez.
Dönüp geldiğinde hocası Fakirullah Hazretleri sorar:
“–Ona bir şey söyleyebildin mi?”
“–Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim!” der.
Hocası tekrar ve daha yüksek bir sesle haykırır:
“–Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şey söyle, yoksa sonu felâket!”
İbrahim Hakkı Hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gider. Bir de bakar ki, testisini kıran adam, kendi atından yediği çiftelerle yerde hareketsiz yatıyor. Koşarak gelip, hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’ne bu vahim vaziyeti haber verir. Hocası bu hâle üzülür:
“–Vah vah, bir testiye mukâbil, bir adam!..” der.
Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük veli şöyle îzah eder:
“–O atlı adam, İbrahim Hakkı’ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukâbelede bulunmadı, böylece zâlimi Allâh’a havâle etmiş oldu. Bu da Allah Teâlâ’nın gayretine dokunup zâlimi cezalandırdı. Şayet İbrahim Hakkı onun zulmüne karşılık verip bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum olmayı tercih etti. Bense ödeştirip adamı kurtarmak için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım!”
İşte bu sırra vâkıf olan ârif zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarının kendileri sebebiyle cezâ görüp Hak katında müşkil durumda kalmamaları için, bazen gördükleri kabalığa küçük de olsa bir karşılık vermek sûretiyle, onları celâl tecellîsine mâruz kalmaktan kurtarmayı murâd ederler.
Velhâsıl, olgun mü’minler, sûretâ insanlardan geliyormuş gibi görünen ezâ ve cefâların, aslında Hak’tan gelen bir imtihan cilvesi olduğunu düşünerek onlara en güzel bir sûrette tahammül etmeye çalışırlar. Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Mâdeninde birkaç geçer akçesi olan dağ, kazma darbeleriyle paramparça olur.”
Yâni meyveli ağaç taşlanır. Meyveli ağaç nasıl ki başına yağacak taşlara hazırlıklı olmalıysa, kâmil mü’minler de câhil ve kaba insanlardan gelebilecek eziyetlere hazır olmalıdırlar. Hak rızâsı için insanların ezâ ve cefâlarına katlanmak da, yüksek bir îman şuurudur.
Cenâb-ı Hak, velî kullarına lutfettiği bu firâset, basîret, incelik ve hikmetten gönüllerimize hisseler ihsân eylesin! Câhil ve nâdanların kabalıklarına, sataşma ve tahriklerine kapılmaktan cümlemizi muhâfaza buyursun! Hepimizi, kâmil mü’minlere yakışan akl-ı selîm ile yaşayıp huzûr-ı ilâhîye selîm bir kalb ile varabilenlerden eylesin!
Âmîn…
Dipnot: 1) Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV, 239.
OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİMİZDEN