nakşibendi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 12 Mar 2006
- Mesajlar
- 1,946
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
RÜYA hepimizin bildiği bir gerçek. Her gün görüyoruz, yaşıyoruz ve biliyoruz. Nasıl uyanık haldeyken zihnimizden birtakım hayal ve hatıralar geçiyorsa, uykuya dalınca da rüya olayı devreye giriyor.
Rüya bir görme işi. Kafa gözüyle değil, ruhumuzun göze ihtiyaç duymadan gördükleri, duydukları, hissettikleri... Rüya, görünen âlem sınırları içinde gayb âlemine açılan bir pencere, bir temâşa, bir seyir ânı.
Meselenin aslına bakılacak olursa, rüya Kur’ân’ın sahip çıktığı bir şuur olayıdır. Kur’ân’da yedi yerde ‘rü’yâ’ kelimesine yer veriliyor ve âyetlerin içinden rüyanın anlamı ve tanımı çıkıyor.
“Allah, Resûlünün gördüğü rüyayı hak ile tasdik etti” (Fetih, 48:27) ifadesiyle, “Sen rüyanda emrolunana uydun” (Sâffât, 37:105) cümlesinde ‘sâdık-doğru rüya’ anlatılıyor ve asıl rüyanın bu ‘rüya’ olduğu belirtiliyor. Sâdık rüyanın da “Eğer rüya tabirini biliyorsanız, benim bu rüyamı tabir edin” (Yûsuf, 12:43) âyetiyle tabire değer, tabir edilebilen bir rüya olduğu bildiriliyor.
Sâdık rüyayı görünce kime anlatılacağı noktasında da, Yakub aleyhisselâmın oğlu Yûsuf aleyhisselâma tenbih ettiği, “Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma yavrum, yoksa sana bir tuzak kurarlar” (Yûsuf, 12:5) ölçüsüne bakılarak rüyanın dost kimselere anlatılmasının gereğine işaret ediliyor.
Zaten, Efendimiz(a.s.m.) de, “Biriniz sevdiği bir rüyayı görürse, onu sevdiği birisinden başkasına anlatmasın” (Müslim, Rü’ya: 5) ve “Rüya yorumlanmadıkça bir kuşun ayağı üzerindedir. Yorumlanınca çıkar. Rüyayı gören onu sevdiği kimseden, bilgi ve dirayet sahibi olandan başkasına anlatmasın” (İbn Mâce, Tabirü’r-rü’yâ: 7) buyurarak rüyayı gördükten sonra kime anlatılacağını bildirmiş oluyor.
Kur’ân’da ifade edilen ‘edğâsu ahlâm’ (Yûsuf, 12:44) şeklinde bir çeşit rüya daha vardır ki, bunlar asıl itibarıyla rüya değil, karmakarışık görüntülerdir, tabir ve tevil etmeye bile gerek yoktur. Sâffât sûresinde geçen ‘rü’yâ’ ise, İbrahim aleyhisselâmın oğlu İsmail aleyhisselâmı kurban etmek için Allah’tan aldığı emre uymasıdır.
Kur’ân’ın açık biçimde öğrettiği üzere, uykuda görünen, duyulan ve yaşananlar üç türlüdür. Hadisin anlattığı da aynı: birisi Allah’tan bir müjde olan meleklerin telkin ettiği sâdık rüya, diğeri uyanıkken hayalde kalan şeylerin uyuyunca karmakarışık ve anlamsız bir şekilde görünmesi, üçüncüsü de şeytanın uykuda iken insanın kalbine attığı korkular.
Üzerinde durulan, dikkate ve ciddiye alınan, tabire ve tevile değer görülen rüya, sâdık rüyalardır. Bunun dışında kalanlar rüyalar ‘rüya’ tasnifine bile girmemektedir.
Ruh, insanın özünde bulunan ilâhî bir latife olduğu için, dünya ile ilgimiz kesilir kesilmez gayb âlemiyle bir bağlantı kurar, oradan bir pencere açar, o pencereden meydana gelen hadiselere bakar. Levh-i Mahfuzun bir cilvesi ve kader mektubunun bir numunesi türünden birine rastlar, birtakım hakikî vak’aları görür. İşte sâdık rüyalar bu kısımdandır.
Sâdık rüyaların bir kısmı göründüğü gibi çıkar, bir kısmı ince bir perdeye bürünmüş olarak belirir, bazıları da çok kalın bir perdeye sarılır. Sâdık rüyaların en mükemmelini Peygamberimiz özellikle vahyin ilk aylarında görmüş ve gördüğü gibi çıkmış, bu rüyalar için hiçbir biçimde tevile ihtiyaç duyulmamıştır.
Sâdık rüyalar hadisin ifadesiyle bir müjde, mü’min ruhlara bir ferah ve sevinç kaynağı, ayrıca nübüvvet nurundan kalan bir parçadır. Hadisler bu konuya şu açıklığı getirirler:
“Ey insanlar! Peygamberliğin belirtilerinden yalnız güzel rüya kaldı.” (İbn Mâce, Tabirü’r-rü’yâ: 1)
Ubade bin Samit, Resûlullah’a, “Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır” (Yunus, 64) âyetindeki ‘müjde’yi sorunca Resûlullah(a.s.m.) âyeti şöyle tefsir eder:
”O güzel rüyadır. Onu Müslüman kişi görür veya onun için görülür.” (İbn Mâce, Tabirü’r-rü’yâ: 1)
“Salih rüya Allah’tandır. Biriniz sevdiği bir rüyayı görürse onu sevdiği bir kimseden başkasına anlatmasın.” (Müslim, Rü’yâ: 5)
“Salih bir kişi (veya salih bir kadın) tarafından görülen güzel rüya nübüvvetin kırkaltı parçasından bir parçadır” (Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12:272).
Efendimizin peygamberlik süresi 23 sene olmuş, vahyin ilk altı ayı sâdık rüyalar şeklinde geldiği için sâdık rüyalar peygamberliğin nurundan bir parça sayılmıştır.
En sâdık rüyaların seher vaktinde görülen rüyalar olduğunu (Tirmizi, Rü’yâ: 3) bildiren Efendimiz, hadis kitaplarında bildirildiğine göre, her sabah namazından sonra sahabileriyle sohbet ederlerken “Bu gece içinizden rüya gören var mı?” diye sorarlar, çoğu zamanlar da kendileri görmüş oldukları rüyaları anlatır ve tabir ederlerdi.
Başta Hz. Yûsuf ve Hz. İbrahim olmak üzere peygamberlerin gördüğü rüyalar bir vahiy ikliminde gerçekleşmiştir. Yûsuf aleyhisselâm küçüklüğünde gördüğü ve Yûsuf sûresinde anlatılan rüyayı kastederek sûrenin sonunda babası Yâkub’a, “İşte baba, evvelce gördüğüm rüyanın tabiri budur” demesi, bu sırdandır. Bu sûreden anlaşılacağı üzere, büyük bir peygamberin hayat seyri bir rüyanın açılımı biçimindedir.
Efendimizin hayatında sâdık rüya çok yer tutmuş, savaşlardan önce görmüş oldukları rüyalar savaşın seyrini önceden işaret etmiştir.
Söz buraya gelmişken, konuyu ele almamıza vesile olan rüyalarla amel etme, rüyaların dinî hükümlere esas teşkil edip etmemesi meselesine paragraf açalım.
Bu meselenin ölçüsünü bize hem Kur’ân veriyor, hem de Efendimizin bizzat kendi uygulamaları öğretiyor. Hz. Yûsuf’un rüyasını hatırlayacak olursak, Hz Yûsuf babasına anlattığı rüyasında onbir yıldızın, ayın ve güneşin kendisine secde ettiğini görmüştür. Babası da rüyayı kardeşlerine anlatmamasını, aksi halde onların kendisine zarar vereceklerini hatırlatır. Yûsuf aleyhisselâm rüyada gördüklerinin başına geleceğini bildiği halde kadere teslim olmuş, sabırla karşılamıştır. Rüyadan sonra kuyuya atılmış, köle olarak satılmış, iftiraya uğramış, zindana konmuş. Bütün bunları rüyanın işaretiyle, rüya tabiri konusunda ilâhî bir mevhibeye ulaşmasıyla ve asıl olarak nübüvvet gözüyle bildiği halde herşeye büyük bir teslimiyetle boyun eğmiştir.
Peygamberimiz Uhud savaşına çıkmadan ve henüz savaşın nasıl ve nerede yapılacağı hususunda bir karar vermeden önce bir rüya görürler ve rüyalarını kendileri bizzat anlatır ve yorumlarlar. Mesele hakkında çok önemli bir ölçü olması bakımından hadisi arzetmek gerekiyor:
“Ben vallahi bir rüya gördüm, hayra yordum. Kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikar’ın ağzında bir gedik açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır gördüm. Arkasından da bir koç gördüm.”
Rüyasını bu şekilde anlatan Efendimiz, tabiri de yine kendileri yaparlar:
“Sağlam zırh giymek, Medine’de kalmaya işarettir, orada kalınız. Kılıcımın ağzından bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, sahabilerimin şehid olacağına işarettir. Arkasından bir koç görmem ise, askerî bir birliğe işarettir ki, inşaallah onları Allah öldürecektir.” (A. Köksal. Hz. Muhammed ve İslâmiyet, 3:62-63.)
Bu gayet açık ve net olarak gördüğü rüyaya rağmen Resûlullah Efendimiz rüyada gördüklerine göre amel etmemiş, konuyu sahabilerinin istişaresine getirmiş ve kendi fikirlerinin aksine olduğu halde çıkan kararı uygulamıştır, rüyada gördüklerini de teslimiyetle karşılamıştır.
Rüyanın bir müjde ve beşaret olduğunu bildiren hadisler asıl olarak rüyanın mü’minin hayatındaki yerini tesbit ediyor. Bunun için, bir mü’min gördüğü bir rüya sonucu hayatına çekidüzen verebilir, ibadet ve takvasını geliştirebilir.
Bir seferinde Abdullah bin Ömer rüyasında iki melek görür ve melekler kendisine, “Namazı da çok kılsan, ne iyi adamsın sen” derler. Bu rüyayı Hz. Abdullah, kızkardeşi ve Efendimizin hanımı Hz. Hafsa’ya anlatır, Hz. Hafsa da Peygamberimize arzeder. Peygamberimiz de “Çokça gece namazı kılsa, Abdullah gerçekten salih bir kuldur” buyururlar. Hz. Abdullah’ın talebesi ve bir hadis deryası olan Hz. Nâfi der ki: “Bundan böyle Abdullah gece namazlarını artırdı.”
Sahabilerin hayatında bu tarzda uygulamayı görüyoruz.
Bir zât Hz. Ömer’e gelir, rüyasında ay ile güneşin birbiriyle savaştıklarını görür. Hz. Ömer, “Sen hangisiyle beraberdin?” diye sorar. Adam, “Ay ile” diye cevap verir. Hz. Ömer, “Sen mahvedilmiş âyetle (ışığı kendinden olmayan bir gökcismi ile) beraberdin; asla bir iş üstlenemezsin” der ve rüyayı gören adamın karakter yapısını dile getirir.
Rüya bir görme işi. Kafa gözüyle değil, ruhumuzun göze ihtiyaç duymadan gördükleri, duydukları, hissettikleri... Rüya, görünen âlem sınırları içinde gayb âlemine açılan bir pencere, bir temâşa, bir seyir ânı.
Meselenin aslına bakılacak olursa, rüya Kur’ân’ın sahip çıktığı bir şuur olayıdır. Kur’ân’da yedi yerde ‘rü’yâ’ kelimesine yer veriliyor ve âyetlerin içinden rüyanın anlamı ve tanımı çıkıyor.
“Allah, Resûlünün gördüğü rüyayı hak ile tasdik etti” (Fetih, 48:27) ifadesiyle, “Sen rüyanda emrolunana uydun” (Sâffât, 37:105) cümlesinde ‘sâdık-doğru rüya’ anlatılıyor ve asıl rüyanın bu ‘rüya’ olduğu belirtiliyor. Sâdık rüyanın da “Eğer rüya tabirini biliyorsanız, benim bu rüyamı tabir edin” (Yûsuf, 12:43) âyetiyle tabire değer, tabir edilebilen bir rüya olduğu bildiriliyor.
Sâdık rüyayı görünce kime anlatılacağı noktasında da, Yakub aleyhisselâmın oğlu Yûsuf aleyhisselâma tenbih ettiği, “Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma yavrum, yoksa sana bir tuzak kurarlar” (Yûsuf, 12:5) ölçüsüne bakılarak rüyanın dost kimselere anlatılmasının gereğine işaret ediliyor.
Zaten, Efendimiz(a.s.m.) de, “Biriniz sevdiği bir rüyayı görürse, onu sevdiği birisinden başkasına anlatmasın” (Müslim, Rü’ya: 5) ve “Rüya yorumlanmadıkça bir kuşun ayağı üzerindedir. Yorumlanınca çıkar. Rüyayı gören onu sevdiği kimseden, bilgi ve dirayet sahibi olandan başkasına anlatmasın” (İbn Mâce, Tabirü’r-rü’yâ: 7) buyurarak rüyayı gördükten sonra kime anlatılacağını bildirmiş oluyor.
Kur’ân’da ifade edilen ‘edğâsu ahlâm’ (Yûsuf, 12:44) şeklinde bir çeşit rüya daha vardır ki, bunlar asıl itibarıyla rüya değil, karmakarışık görüntülerdir, tabir ve tevil etmeye bile gerek yoktur. Sâffât sûresinde geçen ‘rü’yâ’ ise, İbrahim aleyhisselâmın oğlu İsmail aleyhisselâmı kurban etmek için Allah’tan aldığı emre uymasıdır.
Kur’ân’ın açık biçimde öğrettiği üzere, uykuda görünen, duyulan ve yaşananlar üç türlüdür. Hadisin anlattığı da aynı: birisi Allah’tan bir müjde olan meleklerin telkin ettiği sâdık rüya, diğeri uyanıkken hayalde kalan şeylerin uyuyunca karmakarışık ve anlamsız bir şekilde görünmesi, üçüncüsü de şeytanın uykuda iken insanın kalbine attığı korkular.
Üzerinde durulan, dikkate ve ciddiye alınan, tabire ve tevile değer görülen rüya, sâdık rüyalardır. Bunun dışında kalanlar rüyalar ‘rüya’ tasnifine bile girmemektedir.
Ruh, insanın özünde bulunan ilâhî bir latife olduğu için, dünya ile ilgimiz kesilir kesilmez gayb âlemiyle bir bağlantı kurar, oradan bir pencere açar, o pencereden meydana gelen hadiselere bakar. Levh-i Mahfuzun bir cilvesi ve kader mektubunun bir numunesi türünden birine rastlar, birtakım hakikî vak’aları görür. İşte sâdık rüyalar bu kısımdandır.
Sâdık rüyaların bir kısmı göründüğü gibi çıkar, bir kısmı ince bir perdeye bürünmüş olarak belirir, bazıları da çok kalın bir perdeye sarılır. Sâdık rüyaların en mükemmelini Peygamberimiz özellikle vahyin ilk aylarında görmüş ve gördüğü gibi çıkmış, bu rüyalar için hiçbir biçimde tevile ihtiyaç duyulmamıştır.
Sâdık rüyalar hadisin ifadesiyle bir müjde, mü’min ruhlara bir ferah ve sevinç kaynağı, ayrıca nübüvvet nurundan kalan bir parçadır. Hadisler bu konuya şu açıklığı getirirler:
“Ey insanlar! Peygamberliğin belirtilerinden yalnız güzel rüya kaldı.” (İbn Mâce, Tabirü’r-rü’yâ: 1)
Ubade bin Samit, Resûlullah’a, “Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır” (Yunus, 64) âyetindeki ‘müjde’yi sorunca Resûlullah(a.s.m.) âyeti şöyle tefsir eder:
”O güzel rüyadır. Onu Müslüman kişi görür veya onun için görülür.” (İbn Mâce, Tabirü’r-rü’yâ: 1)
“Salih rüya Allah’tandır. Biriniz sevdiği bir rüyayı görürse onu sevdiği bir kimseden başkasına anlatmasın.” (Müslim, Rü’yâ: 5)
“Salih bir kişi (veya salih bir kadın) tarafından görülen güzel rüya nübüvvetin kırkaltı parçasından bir parçadır” (Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12:272).
Efendimizin peygamberlik süresi 23 sene olmuş, vahyin ilk altı ayı sâdık rüyalar şeklinde geldiği için sâdık rüyalar peygamberliğin nurundan bir parça sayılmıştır.
En sâdık rüyaların seher vaktinde görülen rüyalar olduğunu (Tirmizi, Rü’yâ: 3) bildiren Efendimiz, hadis kitaplarında bildirildiğine göre, her sabah namazından sonra sahabileriyle sohbet ederlerken “Bu gece içinizden rüya gören var mı?” diye sorarlar, çoğu zamanlar da kendileri görmüş oldukları rüyaları anlatır ve tabir ederlerdi.
Başta Hz. Yûsuf ve Hz. İbrahim olmak üzere peygamberlerin gördüğü rüyalar bir vahiy ikliminde gerçekleşmiştir. Yûsuf aleyhisselâm küçüklüğünde gördüğü ve Yûsuf sûresinde anlatılan rüyayı kastederek sûrenin sonunda babası Yâkub’a, “İşte baba, evvelce gördüğüm rüyanın tabiri budur” demesi, bu sırdandır. Bu sûreden anlaşılacağı üzere, büyük bir peygamberin hayat seyri bir rüyanın açılımı biçimindedir.
Efendimizin hayatında sâdık rüya çok yer tutmuş, savaşlardan önce görmüş oldukları rüyalar savaşın seyrini önceden işaret etmiştir.
Söz buraya gelmişken, konuyu ele almamıza vesile olan rüyalarla amel etme, rüyaların dinî hükümlere esas teşkil edip etmemesi meselesine paragraf açalım.
Bu meselenin ölçüsünü bize hem Kur’ân veriyor, hem de Efendimizin bizzat kendi uygulamaları öğretiyor. Hz. Yûsuf’un rüyasını hatırlayacak olursak, Hz Yûsuf babasına anlattığı rüyasında onbir yıldızın, ayın ve güneşin kendisine secde ettiğini görmüştür. Babası da rüyayı kardeşlerine anlatmamasını, aksi halde onların kendisine zarar vereceklerini hatırlatır. Yûsuf aleyhisselâm rüyada gördüklerinin başına geleceğini bildiği halde kadere teslim olmuş, sabırla karşılamıştır. Rüyadan sonra kuyuya atılmış, köle olarak satılmış, iftiraya uğramış, zindana konmuş. Bütün bunları rüyanın işaretiyle, rüya tabiri konusunda ilâhî bir mevhibeye ulaşmasıyla ve asıl olarak nübüvvet gözüyle bildiği halde herşeye büyük bir teslimiyetle boyun eğmiştir.
Peygamberimiz Uhud savaşına çıkmadan ve henüz savaşın nasıl ve nerede yapılacağı hususunda bir karar vermeden önce bir rüya görürler ve rüyalarını kendileri bizzat anlatır ve yorumlarlar. Mesele hakkında çok önemli bir ölçü olması bakımından hadisi arzetmek gerekiyor:
“Ben vallahi bir rüya gördüm, hayra yordum. Kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikar’ın ağzında bir gedik açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır gördüm. Arkasından da bir koç gördüm.”
Rüyasını bu şekilde anlatan Efendimiz, tabiri de yine kendileri yaparlar:
“Sağlam zırh giymek, Medine’de kalmaya işarettir, orada kalınız. Kılıcımın ağzından bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, sahabilerimin şehid olacağına işarettir. Arkasından bir koç görmem ise, askerî bir birliğe işarettir ki, inşaallah onları Allah öldürecektir.” (A. Köksal. Hz. Muhammed ve İslâmiyet, 3:62-63.)
Bu gayet açık ve net olarak gördüğü rüyaya rağmen Resûlullah Efendimiz rüyada gördüklerine göre amel etmemiş, konuyu sahabilerinin istişaresine getirmiş ve kendi fikirlerinin aksine olduğu halde çıkan kararı uygulamıştır, rüyada gördüklerini de teslimiyetle karşılamıştır.
Rüyanın bir müjde ve beşaret olduğunu bildiren hadisler asıl olarak rüyanın mü’minin hayatındaki yerini tesbit ediyor. Bunun için, bir mü’min gördüğü bir rüya sonucu hayatına çekidüzen verebilir, ibadet ve takvasını geliştirebilir.
Bir seferinde Abdullah bin Ömer rüyasında iki melek görür ve melekler kendisine, “Namazı da çok kılsan, ne iyi adamsın sen” derler. Bu rüyayı Hz. Abdullah, kızkardeşi ve Efendimizin hanımı Hz. Hafsa’ya anlatır, Hz. Hafsa da Peygamberimize arzeder. Peygamberimiz de “Çokça gece namazı kılsa, Abdullah gerçekten salih bir kuldur” buyururlar. Hz. Abdullah’ın talebesi ve bir hadis deryası olan Hz. Nâfi der ki: “Bundan böyle Abdullah gece namazlarını artırdı.”
Sahabilerin hayatında bu tarzda uygulamayı görüyoruz.
Bir zât Hz. Ömer’e gelir, rüyasında ay ile güneşin birbiriyle savaştıklarını görür. Hz. Ömer, “Sen hangisiyle beraberdin?” diye sorar. Adam, “Ay ile” diye cevap verir. Hz. Ömer, “Sen mahvedilmiş âyetle (ışığı kendinden olmayan bir gökcismi ile) beraberdin; asla bir iş üstlenemezsin” der ve rüyayı gören adamın karakter yapısını dile getirir.