HAKERi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 8 Mar 2007
- Mesajlar
- 59
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 34
- Konum
- Dünya
- Web Sitesi
- www.imamhatipkardesligi.com
RÜKNEDDÎN EBÜ’L-FETH
Hindistan’ın büyük velîlerinden. Dedesi Şeyhülislâm Behâüddîn Zekeriyyâ ve babası Şeyh Sadreddîn’den ilim ve feyz aldı. Yüksek dedesinin bütün mânevî mîrâslarına sâhib oldu. Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî ve Ferîdüddîn Şeker Genc gibi Çeştiyye büyükleriyle görüştü. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin yolunda dîn-i İslâma hizmet ile meşgûl oldu. Doğum yeri olan Mültan’da binlerce talebe yetiştirdi. Zamânın büyüklerinden Nizâmüddîn Evliyâ ile sohbet etti. Sultanlara ve diğer insanlara emr-i mârûf yapıp, Allah(c.c.)ü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. 1320 (H.720) yılından sonra Mültan’da vefât etti.
Rükneddîn Ebü’l-Feth, bir talebesi tarafından toplanan Mecma’ul-Ahbâr adlı eserdeki bir mektubunda buyurdu ki:
“O azîz, kesin olarak bilmelidir ki, insan iki şeyden ibârettir. Sûret ve sıfat. Hüküm sıfata göredir, sûrete göre değil. Hadîs-i şerîfte; “Allah(c.c.)ü teâlâ, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar” buyruldu. Ama sıfatın hükmü, hakîkat üzere, ancak âhirette görünür. Çünkü orada her şeyin hakîkatı zâhir olur. Bu sûret gidicidir ve herkes kendi sıfatına uygun şekilde haşrolunur. Nitekim Bel’am-ı Bâurâ, o kadar tâatiyle birlikte, köpek sûretinde haşrolunacaktır. A’râf sûresi 176. âyet-i kerîmede meâlen; “Onun hâli köpeğe benzer” buyruldu. Bunun gibi zulmeden, başkasının malına, canına tecâvüz eden, kendini kurt sûretinde; kibirli olan, kaplan sûretinde; bahîl ve harîs olan da, kendini domuz şeklinde bulacaktır. Kâf sûresi 22. âyet-i kerîmede meâlen; “Şimdi senin perdeni açtık! Artık bugün gözün keskindir” buyrulması, bunu gösterir. İnsan, bu kötü sıfatlardan temizlenmedikçe, hayvanlar sırasında yer almaktadır. A’râf sûresi 179. âyet-i kerîmede meâlen; “İşte onlar, hayvanlar gibidir; doğrusu daha sapık ve aşağıdırlar” buyruldu. Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi ise, ancak Allah(c.c.)’a sığınmak ve O’ndan yardım istemekle mümkündür. Yûsuf sûresi 53. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs, gerçekten kötülüğü şiddetle emreder. Ancak Rabbimin koruduğu nefs müstesnâdır. Çünkü Rabbim Gafûrdur, Rahîmdir” buyruldu. Hakk'ın ihsânı ve yardımı olmadıkça, nefs tezkiye olmaz. Nûr sûresi 21. âyet-i kerîmede meâlen; “Eğer üzerinize Allah(c.c.)’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen (günah kirinden) temize çıkamazdı. Fakat Allah(c.c.) dilediğini temize çıkarır” buyruldu. Bu ihsân ve rahmetin alâmeti, ayıplarının kendine gösterilmesidir. Bütün kâinâtın yanında yok hükmünde olduğu ilâhî azametin nûrundan bir şuâ onun kalbinde parlasa; bütün dünyâ büyüklükleri, onun nazarında toprak hükmünde olur. Kalbinde dünyâ ehlinin kıymeti kalmaz. Bu hâl kalbini kaplayınca; dünyâ ehlinin tutulduğu hayvânî sıfatlarından nefret eder ve onların yerine, melek ahlâkının sıfâtlarının görünmesini ister. Zulüm, gadap, kibir, bahillik ve hırs yerine; af, hilm, tevâzu, cömertlik ve îsâr hâsıl olur. Bütün bunlar, âhireti isteyenlerin hâlleridir. Hakk'ı isteyenlerin hâlleri ise, bunlardan daha yüksektir. “Allah(c.c.)’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” hadîs-i şerîfi, onların hâline uygundur. Herkesin anlayışı buna erişemez. Beyt:
“Ahdim vardır ki, senden gayri dost etmeyeyim,
Şartım vardır ki, senden başka istemeyeyim.
Şeyh Rükneddîn bir talebesine nasîhat edip şöyle buyurdu: “Amellerde mütâbeat, yâni Resûlullah’a ve getirdiklerine uymak; uzuvları, O’nun yasak ettiği ve mekruh buyurduğu işlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup bağlamak, faydasız meclis ve toplantılara gitmemektir. Tâlibi, Hak’tan meşgûl edip alıkoyan her şey, o vaktin mâlâyânîsi, yâni faydasızı, boş şeyi demektir. Bâtılların sohbetinden, arkadaşlığından kaçınmalıdır. Hakk'ı istemeyen ise, hakîkatte bâtıldır.”
Şeyh Rükneddîn, Sultan Kutbüddîn Mübârek Şah zamânında, Dehlî’ye gitti. Sultan kendisini dâvet etmiş, onu, halk arasında büyük hürmet gören ve çok sayıda talebesi olan Nizâmüddîn Evliyâ’nın nüfûzunu azaltmak için kullanmak istemişti. Nizâmüddîn Evliyâ, Dehlî’de bütün insanlara nasîhat ediyor, İslâmiyete aykırı iş yapmaya müsâade etmiyordu. Nizâmüddîn Evliyâ, şehir dışında Alâî Havuzu denilen yere kadar gidip, Dehlî’ye gelmekte olan Şeyh Rükneddîn’i karşıladı. Oradaki bir dergâhta oturup sohbet ettiler. Şeyh Rükneddîn, Sultan Kutbüddîn’in meclisini şereflendirince, sultan; “Sizi şehir halkından kim karşıladı?” diye sordu. Şeyh Rükneddîn; “Şehrin en iyisi” cevâbını verip, sultânın Nizâmüddîn Evliyâ hakkındaki kötü zannını ortadan kaldırdı.
Büyüklerin hâl ve hayâtını anlatan Siyer-ül-Evliyâ kitabında, Şeyh Nizâmüddîn Evliyâ ile Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth’in bu karşılaşmaları şöyle anlatılır: Şeyh Nizâmüddîn ve Şeyh Rükneddîn namaz kıldılar. Daha sonra Şeyh Nizâmüddîn, Şeyh Rükneddîn’in yanına vardı. Bir müddet sohbet ettiler. Ertesi gün Şeyh Nizâmüddîn, bugün kabrinin bulunduğu yere gitti. Orada yeni inşâat yapılıyordu. Âniden; “Şeyh Rükneddîn geliyor!” sesleri işitildi. Şeyh Nizâmüddîn, o gün orada büyük bir ziyâfet verdi. Yolculuk sebebiyle ayakları ağrıyan ve taht-ı revan üzerinde oturan Şeyh Rükneddîn’in önünde, yanındakilerle birlikte oturup sohbet ettiler. Şeyh Rükneddîn’in kardeşi Şeyh İmâdüddîn İsmâil şöyle bir suâl yöneltti: “Büyüklerin bir araya gelmesi, ganîmettir. Onların nefeslerinden hâsıl olan faydadan daha iyi bir şey yoktur. Bu fakîrin hâtırına, Resûl-i ekremin Medîne’ye hicretindeki hikmet ne olabilir diye geldi.” Şeyh Rükneddîn; “Gâliba onun hikmeti; Resûl-i ekreme verilmesi takdîr olunan bâzı kemâl dereceleri vardır ki, bunların zuhûrunun, bu dünyâda Resûlullah efendimizin Suffa Eshâbı ile sohbet etmesine bağlı kılınmış olmasıdır” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn de; “Bu fakîrin hâtırına gelen şöyledir ki; onun hikmeti, Medîne’de bulunup da, Resûlullah efendimizin sohbetine kavuşması imkânsız gibi olan bâzı fakîrlerin bu nîmetle şereflenmiş olmalarıdır” buyurdu. Derler ki, bu iki büyüğün, bu sözlerinden murâdları; birbirlerine karşı olan tevâzularıdır. Şeyh Rükneddîn’in maksadı: “Bizim buraya gelmekliğimiz, kemâlimizi arttırmak ve istifâde etmektir.” Şeyh Nizâmüddîn’in bu sözünden murâdı; "Şeyh Rükneddîn’in Dehlî’ye geliş maksadı, olgunlaştırmak ve faydalı olmaktır” demekti. Siyer-ül-Evliyâ kitabının müellifi burada şu açıklamayı ilâve eder: “Bu fakîr derim ki; hiç şüphe yoktur ki, Eshâb-ı Suffanın sohbetine bağlı olan Resûlullah efendimizin kemâl derecesi, irşâd ve olgunlaştırmak idi. Bununla dâveti yapmış, sevap kazanmış ve derecelere kavuşmuş olur. Yoksa murâd, hâşâ zâtının kemâli değildir.”
O hâlde, iki sözün de mânâsı aynı olur. Bu karşılama yemeğinden sonra, hizmetçi, birkaç parça iyi kumaşı ve ince bir mendile bağlanmış yüz altını şeyhin ayağının altına koydu. Şeyh Rükneddîn; “Altınını, paranı gösterme!” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn cevâbında: “Zehâbeke ve mezhebek, gidişini ve gittiğin yolu, yâni; altın, yolu örtmektir ve dervişin hâlinin örtüsüdür. Derviş, avâmın gözünden bununla saklanır” buyurdu. Şeyh Rükneddîn, bunları alıp almamakta tereddüd etti. Bunun üzerine Şeyh Nizâmüddîn, o mendili Şeyh İmâd’a teslim etti.
Bir başka zaman Şeyh Rükneddîn, hastalanan Şeyh Nizâmüddîn’i ziyâret etti. “Zilhiccenin onudur. Herkes bir sebeble hac sevâbını bulmaya çalışsın. Ben, Şeyh-ül-meşâyıhın ziyâret saâdetini bulmaya çalıştım” buyurdu. Bundan sonra Şeyh Nizâmüddîn vefât etti. Cenâze namazında Şeyh Rükneddîn bulundu ve; “Anlaşılıyor ki, bizi üç sene Dehlî’de tutmalarının sebebi, bizi bu nîmete kavuşturmaktı” buyurdu ve kısa bir zaman sonra yurduna döndü.
KİMSEYE İYİLİK VE KÖTÜLÜK YAPMAZDIM
Şeyh Rükneddîn, talebelerinden birine yazdığı mektubunda şöyle buyurur: “Bir gün Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ali; “Ben hiç kimseye aslâ iyilik ve kötülük etmedim” buyurdu. Oradakiler bu söze hayret ettiler ve; “Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden hiç kimseye karşı bir kötülük meydana gelmiş değil, ama iyilik için ne buyurursunuz?” dediler. Buyurdu ki: “Allah(c.c.)ü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde meâlen; “Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur” buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslında benim içindir ve banadır, başkasına değil.” Bu sebebledir ki büyükler; “Bu, kişinin iyiliği için yeter” demişlerdir. Beyt:
Mâdem bildin her şeyin faydası kendindedir,
O hâlde hep iyilik etmek daha iyidir.
Akıllı olana, dünyâ ve âhiret işlerinde bu kadar nasîhat yeter.”
AĞZI YIKAMANIN HİKMETİ
Mecma’ul-Ahbâr’da bildirildiğine göre; birgün şehid sultan Gıyâseddîn Tuğluk Şah, Mevlânâ Topal Zahîreddîn’e; “Şeyh Rükneddîn’den hiç kerâmet gördün mü?” diye sordu. Mevlânâ da şöyle anlattı: “Bir Cumâ günü bir grup kimsenin, Şeyh Rükneddîn’in elini öpmek için toplandıklarını gördüm. İçimden; “Acabâ Şeyh hazretleri sihirbaz mıdır? Ben de âlimim, bana hiç kimse gelmez” dedim. Sabahleyin Şeyh’in huzûruna gidip; “Ağzı ve burnu yıkamanın hikmeti nedir?” diye sorup, onu imtihan edecektim. Gece yatınca, rüyâmda hazret-i Şeyh, bana bir miktar tatlı verdi ve sabaha kadar onun tadını damağımda hissettim. “Kerâmet böyle mi olur?” diye düşündüm. “Şeytan, bilmeyenleri bu gibi şeylerle yoldan çıkarabilir” diye düşünüp, imtihân etmek niyetimden vazgeçmedim. Sabah erkenden Şeyh’in huzûruna vardım. Şeyh; “Sizi bekliyordum” deyip konuşmaya başladı; “Cünüblük iki çeşittir. Biri kalbin, diğeri bedenin cünüblüğü. Bedenin bu husustaki cünüblüğü bellidir. Kalbin cünüblüğü ise uygun olmayan kimse ile sohbet etmekten hâsıl olur. Bedenin cünüblüğü su ile giderilip, temizlenir. Ama kalbin cenâbeti, göz yaşı ile giderilir” buyurduktan sonra şöyle devâm etti: “Suyun temizlemesi ve cünüblüğü gidermesi için üç sıfat lâzımdır. Bunlar; renk, tad ve kokudur. Bunun için dînimiz, mazmaza ve istinşâkı, yâni ağza ve burna su vermeyi abdestte öne aldı. Böylece; tat mazmaza, koku istinşâk ile gerçekleşir” buyurdu. Rükneddîn’in söze başlaması ile, ter dökmeğe başlamam bir oldu. Sonra Şeyh; “Şeytan, Peygamberimizin şekline giremediği gibi, hakîkî mürşid-i kâmilin sıfat ve şekline de giremez. Çünkü onun Peygamber efendimize tam mütâbeatı ve bağlılığı vardır. Mevlânâ Zahîreddîn’in söz ilminden nasîbi var, ama hâl ilminden bir şeyi yoktur” buyurdu.”
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.69
2) Siyerü’l Evliyâ
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.4