Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Risaletin tekliği,Sahabenin çokluğu ve İslam'ı anlamak (1 Kullanıcı)

bugrahancan61

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
120
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Boztepe-Trabzon
Web Sitesi
www.teksen.org
Risaletin tekliği,Sahabenin çokluğu ve İslam'ı anlamak

Sahabe, İslam’ı anlaşılır kılan cemiyet kadrosudur. İslam’ın anlaşılması, Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Risaletpenah’ın (SAV) anlaşılmasıdır. Her ikisinin anlaşılması ise sahabenin anlaşılmasına bağlıdır.



Sahabenin sahip olduğu mana ve icra ettiği vazife, İslam’ın anlaşılması bahsinde mühimdir. Sahabe, İslam’ın veya İslam’ın ihtiva ettiği mananın ikinci tezahür alanı ve derecesidir. İslam, öz haliyle vahiy, Hz. Risaletpenah’da (SAV) hayat, sahabede nizam bulmuştur. Hz. Risaletpenah (SAV) ferdi hakikati temsil ederken, cemiyet gerçekliğini sahabe temsil etmiştir. Hz. Risaletpenah (SAV) İslam’ın tüm manalarını şahsında cem ederken, sahabe kadrosu üzerinden cemiyete saçmıştır. Cem edilmiş mana, açılıp hayatın içine saçılmadan, her insanın mizaç ve akıl çeşitliliğinde meydana gelen farklı “hayat gerçeklikleri”nde tezahür aynaları ve fikir mahfazaları bulması mümkün değildir.

Sahabe, İslam’ı anlaşılır kılan cemiyet kadrosudur. İslam’ın anlaşılması, Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Risaletpenah’ın (SAV) anlaşılmasıdır. Her ikisinin anlaşılması ise sahabenin anlaşılmasına bağlıdır.

Böyle şey olur mu? Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Risaletpenah’ın (SAV) anlaşılması başka şarta bağlanabilir mi? Doğrusu bu soruya evet cevabını vermek çok zordur ve eğer evet cevabı verilirse ortaya çıkan durum ağır bir durumdur. Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını başka bir şarta bağlamak, onun zaman ve mekân üstü olduğu hususunu ve yeryüzünde kıyamete kadar yaşayacak tüm insanlara hitap etme konusunu anlamamak demek değil midir? Böyle hissetmek insana yanlış gelmemektedir. Fakat durum gerçekte bu mudur?

Varlık, insan ve hayat bahislerindeki birçok hususiyetin İslam’ı anlamanın ön şartı olduğunu söylemek ıstırap vericidir. Fakat vaka budur. En basitinden misaller vermek gerekirse, “dil” bahsi Kur’an-ı Kerim’i anlamanın ilk ön şartıdır. Dilden kastımız Arapça değil, genel manada dildir. Dil bilmeyen (dolayısıyla konuşamayan, düşünemeyen) bir insanın herhangi bir metni anlaması imkânsızdır. Dil misalindeki bedahet bize gösterir ki, muallâkta bulunan manalar yekûnuna (İslam’a) ulaşabilmenin birçok şartı, vasıtası ve yolu vardır.

Sahabe bu şartların en mühimlerinden biridir. Özellikle de bir alanda en mühimidir. O da sahabenin İslam’ın ilk cemiyet teşkili olmasıdır. Cemiyet teşkilinden kastımız, bir cemiyet modeli oluşturmak bakımından değil, İslam’ın, hayatın içtimai sahadaki mana tezahürlerine teşne olmasıyla ilgili boyutudur. Sahabenin İslam cemiyet modeli oluşturmak bakımından ehemmiyeti malumdur fakat burada üzerinde duracağımız nokta, bir mananın, içtimai genişlik içinde vücut bulabilecek insan ve vaka çeşitliliğinde nasıl tecelli edebileceği hususudur.

İnsan tabiatının (mizacının) tüm hususiyetlerini ve hayatın tamamını bir ferdin kendinde cem etmesi imkânsızdır. Hz. Âdem’den (AS) başlamış olan dürülü bükülü insan mizaç hususiyetleri, her dönem insan sayısınca çoğalmış ve çeşitlenmiş olarak zuhur etmiştir. Hz. Âdem (AS) de tüm mizaç hususiyetlerinin mahfuz (potansiyel) olarak bulunması mecburiyeti, tamamının tek kişide zuhurunun mümkün olduğunu göstermez.

İnsan mizacının tüm hususiyetlerinin bir fertte cem olması mümkün olsa bile tek kişinin, hayatın tüm gerçekliklerini kendi merkezinde yaşama imkânını bulamayacağı anlaşılmalıdır. Bir insan hayatı, hayatın tüm boyutlarını ihtiva etse dahi tüm hadise çeşitliliğini ihata etme imkânına kavuşamaz. Bir hadisede hem uç noktada (veya lüzumu kadar) celadet ve şecaat gösterilip hem de misilsiz bir korkaklık tavrı sergilenemez. Hulasa; bir insanın, tüm insanların yaşayabileceği hadise çeşitliliğini yaşayabileceği kabulü yanlıştır, bu ihtimal muhaldir.

Mizaç hususiyetlerinin cem edilmesi…

Bir şahsın; mazi, hal ve istikbalde yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan insanların tamamında zuhur edecek mizaç hususiyetlerini kendinde cem etmesi ve her mizaç hususiyetinin şahsiyete ve hayata katkısının ve müdahalesinin nasıl ve hangi kıvamda olması gerektiğini göstermesi imkansızdır. Aslında insan tabiatında (mizacında) bulunan tüm hususiyetlerin her insanda bulunduğu vakadır. Fakat her hususiyetin her insanda farklı kuvvette ve mahiyette bulunduğu ve bunların toplamından meydana gelen kıvamın o insanın mizacını meydana getirdiği malumdur. Mesele tüm mizaç hususiyetlerinin aynı kuvvette varolabilmesi ile ilgilidir. Mümkün olmayan budur.

İnsanların mizaçları, hayatı nasıl yaşayacaklarına dair ön fikirler gibidir. Mizaç hususiyetlerinin her biri (özellikle mühim ve kuvvetli olanlar) hayatta bir mecra açmakta ve kişinin hayatını o mecraya sürüklemektedir. Kuvvetli mizaç hususiyetleri (ki bunlar istidatlardır) hayatı vakumlamakta ve kendi oluşturdukları alan veya mecrada hayatı yaşamayı kolaylaştırmaktadır. Hem anlamayı ve hem de yaşamayı kolaylaştırdıkları için kişi, daha iyi ve daha derin anladığı ve daha kolay ve daha rahat yaşadığı/yaşayacağı bu mecralara savrulmaktadır.

İnsan hangi mecraya giriyor, hangi alanda dolaşıyor ve hangi istikamete dönüyorsa, hayatın geri kalanına kör hale geliyor. Bu durum insanı, hayatın tamamını yaşamak ve anlamak imkânından mahrum ediyor. Bir alanda mütehassıs olan insan başka bir alanda kelimenin tüm manalarıyla cahil kalabiliyor. Bu insanın, hayatı ihata edici çapta anlaması kabil olmadığı gibi, hayatın yekûnuna dair bir söz söylemesi de yanlıştır.

Mizaç hususiyetlerinin farklı terkip kıvamlarındaki zuhuru, insan ve hayat çeşitliliklerini meydana getirmek bakımından mühim ve lüzumludur. Fakat bir de hayatı cem edici bir kavrayış ve bakış gerekmektedir ki, bunu yapabilmek için tüm mizaç hususiyetlerinin aynı kuvvette bir insanda cem olması gerekir. Ne var ki, tüm mizaç hususiyetleri bir insanda aynı kuvvette cem olmaz. Bu durum insan mizacının fikir dünyasına sunduğu tabii sınırlardan biridir.

Bir insanda mizaç hususiyetlerinin tamamının cem olması neden ve nasıl imkânsızdır? Öncelikle birbiriyle tezat teşkil eden hususiyetlerin bir insanda cem olmayacağı bedahettir. İnsan hem şecaat sahibi ve hem de korkak olamaz. İnsan hem cömert ve hem de cimri olamaz. Hem deha ve hem de gerizekalı olamaz. Zıt mizaç hususiyetlerinin bir insanda mevcut olamaması, insan tabiatının tüm hususiyetlerinin bir kişide cem olmasına manidir ve bu durum tabii sınırlardan biridir.

Mizaç hususiyetlerinin bir insanda cem olması ihtimali ancak zıtlık ilişkisinin bir tarafındaki hususiyetler için sözkonusu olabilir. İyi mizaç hususiyetlerinin tamamının bir insanda toplanması ihtimali, zıtlık ilişkisinin imkânsız kıldığı durum değildir. Öyleyse iyi hususiyetler veya kötü hususiyetlerin bir insan mizacında toplanmasına mani bir hal görünmemektedir. Gerçekten böyle midir? Hayır… Hakikaten bir insan, mizaç hususiyetlerinden iyi olanları kendinde toplayacak ve tabii olarak da kötü mizaç hususiyetlerinin tamamını kendinden uzaklaştıracak imkâna sahip değildir. Veya şu ifade daha doğrudur. Hiçbir insan tüm iyi mizaç hususiyetlerine sahip olacak kadar “kıymetli” veya tüm kötü mizaç hususiyetlerine sahip olacak kadar “değersiz” olamaz. Bu misaller, yaratıcı iradenin sünnetine muhaliftir. Zaten tüm iyi mizaç hususiyetlerine sahip olma ihtimalinde “imtihan”ın lüzumu ortadan kalkar, çünkü o kişi mizacı gereği zaten hayatı “iyi”, “doğru” ve “güzel” yaşar. Bunun mefhumu muhalifi de doğrudur. Yani bir insan kötü mizaç hususiyetlerinin tamamına sahip olduğunda ve iyi mizaç hususiyetlerine de sahip olmadığında hayatı “kötü”, “yanlış” ve “çirkin” yaşar. İyi mizaç hususiyetlerinin tamamına sahip olmakla melek, tüm kötü mizaç hususiyetlerine sahip olmakla şeytan olunur. Oysa biz insandan bahsediyoruz. Bu durum insandaki tabii sınırlardan biridir.

Hz. Risaletpenah’ın (SAV) büyük mucizelerinden birisi de işte budur. Tüm iyi ve güzel mizaç hususiyetlerini şahsında cem etmiştir. İyi ve güzel hususiyetleri mizacına yerleştiren Hz. Allah, “mutlak doğru”nun tecelli edeceği bir şahsiyet mahfazası yaratmıştır. Mutlak doğrunun insan gibi zalim ve cahil olan bir varlıkta tecelli etmesi lüzumu, iyi ve güzel mizaç hususiyetlerinin her birinin zirvesinin hem de mutena bir muvazene ve kıvam halinde bir şahısta billurlaşmasını şart kılmaktadır. Hz. Risaletpenah’ın (SAV), mizaç ve ahlak terkibinden meydana gelen şahsiyeti, Mustafa isminin lüzumundan olmalı ki, seçilmişlikten başka bir şey değildir. İyi ve güzel mizaç hususiyetlerinin her birinin aynı kuvvette ve zirvede olarak en mütekâmil terkibe kavuşturulması, imtihandan azade kılındığını da göstermektedir. Bütün bunlar O’nu kul olmaktan çıkarmaz fakat kulların en büyüğü olduğunu delillendirir.

Hz. Risaletpenah’ın (SAV) tüm mizaç hususiyetlerinin iyi ve güzel olması O’nun Risaletinin delillerinden ve büyük mucizelerinden biridir. İnsan tabiatı ile açıklanabilir bir vaka değildir. İnsan tabiatındaki sınırlar böyle bir mizaç terkibine müsaade etmez.

İyi ve güzel mizaç hususiyetlerinin tamamına sahip olmak emsal teşkil etmek bakımından mucizevî bir vaka olmasına rağmen, diğer mizaç hususiyetlerine parça parça sahip olan insanların hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini göstermek noktasında, paradoksal bir probleme işaret etmektedir. Güzel olan mizaç hususiyeti (mesela cömertlik) emsal teşkil ederken, kötü olan mizaç hususiyetine (mesela cimriliğe) sahip olanın da hayatı nasıl yaşaması gerektiğini beyan ve tanzim edecektir. Güzel olanın emsal teşkil etme imkânına mukabil, çirkin olan insanın hayatını nasıl yaşaması gerektiğini göstermekteki zorluk aşikârdır.
Risaletin görevlerinden biri de tam bu noktada ortaya çıkar. İnsanlardaki doğuştan varolan mizaç hususiyetlerine ek olarak onlara ahlak kazandırmaktır. Şahsiyet kesbi ahlak ile fıtri ahlakın (mizaç) mütekâmil muvazeneye kavuşması ile inşa edilir. İnsan, doğuştan sahip olduğu mizacına ahlakı katarak “insanileşme” sürecine girer ve mizaç ile ahlakın terkip kıvamını bulduğunda insanileşme sürecinin nihayetine ererek şahsiyet sahibi olur.

Devamı Alt Taraftadır !
 

bugrahancan61

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
120
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Boztepe-Trabzon
Web Sitesi
www.teksen.org
Ahlakın ne olduğunu göstermek kâfi değildir. O ahlakın nasıl kazandırıldığını da göstermek gerekir. Zira insanlar sadece mizaçlarıyla doğarlar. Mizaç, insanın ham halidir. Mizaç hususiyetleri ne kadar güzel olursa olsun, ahlak ile harmanlanarak kıvamını bulmalıdır. Güzel mizaç hususiyetlerine sahip olan insanların bile ahlaka ihtiyacının olması biraz gariptir ama doğrusu budur. Mesela cömertlik ile müsriflik arasındaki sınır çok incedir ve pratikte aşılıp aşılmadığının fark edilmesi zordur. Mizacen cömert olan insanın bile ahlakileşme süreci neticesinde şahsiyet kıvamına ulaşması elzemdir.

Her insan farklı mizaç hususiyetlerine ve farklı mizaç kıvamına sahiptir. Bu durum, “güzel ahlak”a sahip olmanın insan sayısınca farklı yol ve kıvamı olduğunu gösterir. Mizaç ile ahlak arasındaki muvazeneyi temin ederek şahsiyet kıvamını bulmak, insan sayısınca çeşitlilik gösterir.

Mizacen cimri olan bir insanı cömert yapmak kabil değildir. Bu insan ancak ahlaken infak ve ikram yapma kuvvetini kazanabilir. Diğer taraftan mizacen cömert olan insanın da müsriflik batağına savrulmasına mani olmak için iktisatlı olmanın ahlakını kazanması gerekir. Ahlaken infak ve ikram yapabilme kuvvetine sahip olmak cömertlik olmadığı gibi ahlaken iktisatlı olmayı öğrenmek de cimrilik değildir. Dikkat edilirse birbirine zıt mizaç hususiyetlerine sahip olanların eğitimi zıt yönlerde olmakta ve orta noktada buluşmaları temin edilmektedir. Aynı noktada buluşmaları kabil değildir ama birbirinin uç noktalardaki mizaç hususiyetleri törpülenerek birbirlerine yaklaşmaları mümkün hale getirilmektedir.

Ahlak aslında ölçülendirmektir ve neticesi muvazeneyi temindir. Ahlaklanmak ise mizaç hususiyetlerinin fazlalıklarını törpülemek ve zafiyetlerini kuvvetlendirmektir. Ölçüye ulaşmak ve kıvamını bulmaktır. Bu neticeyi elde etmek ise farklı mizaç hususiyetlerine sahip olan insanların nasıl bir eğitimden geçirileceğini göstermektir.

İyi mizaç hususiyetleri ile güzel ahlakın en mütekâmil kıvamına ve muvazenesine sahip olan Hz. Risaletpenah (SAV), mutlak doğru olan “Kelam-ı Kerim”i insanlara ruh olarak üflemek ve bunun yolunu insanlara göstermek için muhatap olacağı bir mizaç çeşitliliğine ihtiyaç duyacaktır. Hangi mizaç çeşidine nasıl bir eğitim vereceği ve o insanın nasıl bir ahlaki kıvama sahip olabileceği başka nasıl gösterilebilir ki? İşte sahabe budur.

Hayatın (hayat alanlarının) cem edilmesi...

Temel hayat alanları şunlardır; fikri hayat alanı, siyasi hayat alanı, iktisadi hayat alanı ve askeri hayat alanı… Yeryüzünde cereyan eden hayatın toplamı son tahlilde bu alanlarda gerçekleşmektedir. Başka bir ifadeyle; hayatın içinde boy gösteren hadiselerin tamamı, bu hayat alanlarından birinde veya birkaçında veya hepsinde birden gerçekleşmektedir. Hayat alanlarının temel tasnifi olan bu alanlar, hayattaki her hadiseyi veya alt alanları içine alabilecek çapta bir tasniftir.

Bir insanın bu alanların tamamında yaşaması, hayatın tamamını genişliğine yaşadığını gösterir. Hayatın tüm alanlarında yaşayabilmek, şahsiyetinin tekâmül sürecinde ulaşılabilecek en üst noktaya ulaşma imkânını verir. Hakikaten hayatın bir veya birkaç alanında yaşamış olanların (tamamında yaşamamış olmak şartıyla) şahsiyet inşasını, tüm unsur ve seviyesiyle gerçekleştirebildiğini söylemek kabil değildir. Şahsiyet inşasında tüm unsurlara sahip olamamak ve inşa sürecinde tüm seviyelere çıkamamak, hem şahsiyeti ve hem de insanı eksik kılar.

Mizaç hususiyetlerinin hayat alanlarının tamamında yaşamayı mümkün kılacak çeşitlilik ve kuvvette olması lüzumu ayrı bir konudur. Mizaç hususiyetleri, hayatın her alanında yaşama imkânını insana sunmadığında zaten hayatın tek insanda cem edilmesi muhaldir.

Tüm hayat alanlarında yaşamak dahi “hayatın tamamını yaşamak” manasına gelmez. Her alandaki vaka çeşitliliği ve “yaşama seviyesi-derinliği” tek insan hayatında gerçekleşmez. Zaten insanın mizaç ve ahlak harmanından meydana gelen şahsiyeti, mutlaka enfüsi bir kavrayış meydana getirecektir ve yaşamış olduğu hadiselerdeki tüm boyutları görmek imkânından mahrum bırakacaktır.

İnsanların hayatlarını hangi zemin ve çerçevelerde inşa edeceklerini göstermek cihetinde fikir beyanında bulunacak olan fikir adamlarının, sahip olmaları gereken mizaç hususiyetleri ve hayatı tecrübe potansiyelleri ortaya çıkmaktadır. Hayatı bir alanda ve tabiatıyla bir boyutta yaşamış olan insanların “ideolocya” örme iddiaları komiklikten öte bir şey değildir.

Hayatın farklı alanlarının tamamında yaşanabildiği takdirde bile hadise çeşitliliğinin tamamını yaşama imkânsızlığının yanında bir de farklı imkânlar ve şartlar çerçevesinde yaşamak sözkonusudur. Aynı hadiseyi zengin birinin yaşaması ile fakir birinin yaşaması aynı duyguları uyandırmayacağı gibi aynı neticeleri de vermeyecektir. Farklı kuvvet ve zafiyette olanların yaşayacakları hadiseler farklı olacaktır. Kuvvet ve zafiyeti sadece maddi çerçevede anlamamak gerekir. Mesela deha ile normal zekâ sahibi kişilerin aynı hadiseyi aynı şartlar ve imkânlar içinde yaşamaları halinde bile farklı hadise yaşamış oldukları açıktır. Aynı tehdit ve tehlike karşısında korkak bir insan ile cesur bir insanın tavrının farklı olması, dış şartlar ve imkânların aynı olması halinde bile hadisenin farklı yaşandığını gösterir.

Hz. Risaletpenah’ın (SAV) her hadiseyi yaşamış olmasını beklemek doğru değildir. Risaletine ve mucizelerine rağmen insani sınırların bazılarıyla bağlı olduğu malumdur. Risaletten başka bir mana ve vazife yüklemediğimiz (mesela ulûhiyet atfetmediğimiz) müddetçe bazı sınırların varlığını kabul etmemize mani bir hal yoktur. İşte o sınırlardan birisi de, hayatın tamamını muhteva olarak şahsında cem etse bile pratikte bunun mümkün olmadığıdır. Buradaki sınır veya imkânsızlık, Risaletine nakısa getirmediği gibi aslında Risaletinin delillerindendir. Zira O, menfi mizaç hususiyetlerine sahip değildir. Bu zaviyeden bakıldığında bir tehlike karşısında korkak insanların tavırlarını sergileyemez.

Hayatta mümkün olacak tüm hadise çeşitliliğini yaşayarak gösterememesi, yaşayamadığı hadiselere karşı ilgisiz kalacağını göstermez. İnsan tabiatından ve hayatın bağrından zuhur edebilecek tüm hadiseler ile ilgili bir tenkidi, teklifi, tavsiyesi, emri veya menetmesi söz konusudur. Mademki hiçbir insani kıpırdanış O’nun ilgisiz kalamayacağı bir vakadır, öyleyse hayatı temellendirebilmek, izah ve tanzim edebilmek ve İslam’ı hayatın mümkün olan en fazla sayıdaki hadise çeşitliliği içinde göstermek için bir cemiyete ihtiyacı vardır.

Tüm bu imkân ve imkânsızlıklar çerçevesinde RİSALET bahsini ele almak; İslam’ı, vahiy, Risalet ve sahabe merkezlerinde doğru anlamayı mümkün kılacak bir “idrak keskinliği”, “şuur seviyesi” ve “akıl hacmi” oluşturabilir.

Sahabe, Risaletin aynasıdır. Risaleti sadece mucizelerde müşahede etmek, İslam’ı anlamayı değil, belki iman etmeyi mümkün kılar. Risaleti sahabede müşahede etmek ise, hem İslam’ı hem insanı ve hem de hayatı anlamayı mümkün kılmaktadır. Sahabe sayısınca insan çeşitliliğinin gösterdiği bir vaka vardır ki, muhteşemdir. Onbinlerce farklı insan (fert) gerçekliğinin cemiyet nizamı içinde aynı merkeze farklı zaviyelerden baktığını ve her birinin mahdut kavrayışının yöneldiği merkezde “bütüne” ulaştığını ve her birinin bir parçayı temsil etmesine mukabil, bütünü parçada izhar edebildiğini göstermektedir. Yeryüzünde hiç kimse Hz. Risaletpenah’a (SAV) kuşbakışı bakamayacağına göre, kendi zaviyesinden, kendi ferdi gerçekliğinden, kendi akıl hacmince, kendi mizaç ve ahlak kıvamına göre yönelecektir. Merkezindeki ŞAHSİYETİN kuşatıcı nazarı her istikameti gördüğü için, kendine hangi istikametten gelinirse gelinsin ellerini uzatacaktır.

Sahabe sayısınca insan, mizaç, ahlak, akıl ve şahsiyet çeşitliliğinin olduğu vakadır. İslam’ın her bir emrinin her sahabe farklılığının oluşturduğu insan gerçekliğindeki tecellisini görmek ve anlamak gerekir. İnfak tavsiyesinin Hz. Ebubekir’de (RA) meydana getirdiği tecelli, malının tamamını infak etmek cihetindedir. Mizacının bariz hususiyeti SADAKAT olan büyük insandaki infak tavsiyesinin tecellisi bu çaptadır. Başka bir mizaç hususiyetiyle tebarüz eden bir insanın infak tavsiyesine, tüm malvarlığını infak etmek suretiyle muhatap olmaya çalışması altından kalkabileceği bir vaka değildir ve hem iç dünyasını ve hem de hayatını dağıtır. Bakiye olarak pişmanlık kalır ki, yaptığı infakın sevabı da gider. İnsanların taşıyabileceği yükün altına girmesi ve taşıyamayacağı yükün altına girme ahmaklığından imtina etmesi gerekir. Bu ahmaklığı gösterenler, “Allah kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez” ama ben yükümü taşıyamıyorum, diyerek Allah’a iftira etme noktasına kadar gitmektedir. İşte İslam’ı anlama bahsindeki girift konulardan birisi de burasıdır. Nihai emsalin Hz. Risaletpenah (SAV) olmasından hareketle O’nun gibi olmak çabasına girenler, öncelikle “kendisi” olması gerektiğini anlamayan sonra da “tıpkı O’nun gibi olmanın” risalete denk bir durum olduğunu kavrayamayanlardır. Her Müslüman “kendisi” olacak ve kendi mizaç hususiyetlerini anladıktan sonra hangi ahlaki karşı ağırlığı kazanarak mizaç-ahlak kıvamına ulaşacağını bilecek ve şahsiyetini inşa edecektir. İşte bu şahsiyetin muhtevası, Hz. Risaletpenah (SAV) ile doldurulacaktır. Hz. Risaletpenah’ın (SAV) iyi ve güzel mizaç hususiyetlerinin tamamına zirve noktasında sahip olduğunu ve insan üstü bir terkip kıvamına malik olduğunu bilmeden O’nun gibi olma çabasına girenler, sahip oldukları çirkin mizaç hususiyetlerini yok edemeyeceklerini anlamamakta ve buna rağmen çirkin olanla güzel olanı mukayese etme idraksizliğini göstermektedirler. Mizacen “iyi” ve “güzel”, ahlaken “doğru” olan Hz. Resulullah’a (SAV) mizacen “kötü” ve “çirkin” olanların ulaşamayacaklarını bilmesi gerekir. Müslümanların yapması gereken O’na doğru koşmaktır. Fakat bilinmelidir ki, her Müslümanın O’nunla arasındaki mesafe kapatılabilecek kısalıkta değildir. O’na ulaşmak için katedilecek güzergâhın uzunluğu ve giriftliği, güzergah üzerinde bazı kervansarayların (istasyonların) bulunması ihtiyacını izhar eder. O kervansaraylar sahabelerdir. Her Müslüman, kendi mizaç hususiyetine en yakın olan sahabeyi iyi öğrenmeli ve o kervansarayda lüzumlu ahlak ile mücehhez hale gelmelidir.

Hz. Risaletpenah’ın (SAV), hayatı hadise çeşitliliğinde cem edememesi, sahabenin yaşadığı hadiseleri nübüvvetin içine almaktadır. Sahabenin yaşadığı hadiseler ve beyan ettiği sözlerin içinde Risalet tarafından teyit edilmiş olanları nübüvvete dâhildir.

Hicretteki çeşitlilik bu durumu izah için apaçık bir misaldir. Hz. Ömer’in (RA) meydan yerine yalın kılıç çıkıp müşriklere, “Ben Medine’ye hicret ediyorum; karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler arkamdan gelsin” narası ve edasıyla çıkıp gitmesi ile başka bir sahabenin sessizce ve gizlice hicret etmesi, menedilmedikçe nübüvvete dâhildir. Hz. Risaletpenah’ın (SAV) hayatı cem etmesi, sahabe marifetiyledir. Buradaki nispet sahabeye değil Risaletedir. Dolayısıyla, sahabeye nübüvvet payesi verildiği zannı yanlıştır ve doğru olan şudur: Sahabeye nübüvvet payesi vermenin aksine, sahabenin nübüvvetin malzemesi veya nübüvveti yansıtan ayna olduğudur. Zira Risalet bir kadro değil bir ferttir. Fert halindeki Risaletin içtimai tezahürü ise sahabedir.

Nihai emsal mutlaka ve tereddütsüz Hz. Risaletpenah’dır (SAV). Fakat doğru olan her Müslüman’ın kendi mizacına uygun olan bir sahabeyi emsal alarak ondan Hz. Risaletpenah’a (SAV) ulaşmaya çalışmasıdır. Zira Hz. Risaletpenah’da (SAV) billurlaşan mizaç ve ahlak yekûnunun oluşturduğu şahsiyet kıvamı, ulaşılabilir bir seviye değildir. Hiç kimse (sahabe de dâhil) O’nun mizaç hususiyetlerine ve ahlak seviyesine ulaşmaya muktedir değildir. Öyleyse, farklı mizaç hususiyetlerine sahip sahabelerden en uygununu kendine emsal olarak almak suretiyle şahsiyet kıvamını kendi emsaline göre gerçekleştirme cehdi doğru yoldur.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt